
کارگر
Ahmedinejad: ""Bize saldıranları pişman ederiz"
Ahmedinejad: İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, İran’a yapılacak olası bir saldırıda ülke silahlı kuvvetlerinin düşmanları pişman edeceğini söyledi.
İslami İran Cumhurbaşkanı, ‘Ordu Günü’ dolayısıyla bu sabah yapılan törenlerdeki konuşmasında orduya hitaben “Emin olunuz ki; fazl-ı ilahi ile, zafer ve onur sizindir ve hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki hiç bir güç sizin karşınızda dikilemez, bu ordu yenilmez.” dedi.
İslami İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ‘Ordu Günü’ münasebetiyle bu sabah yapılan törenlerdeki konuşmasında, Fars Körfezi bölgesindeki güvenliğin önemine işaret ederek, Fars Körfezi’ndeki güvenliğin bölge devlet ve milletlerinin ortak katılımlarıyla sağlanacağını ve yabancıların bu bölgeye müdahalesi sadece yıkım ve güvenliksizlik taşıyacağını, İran’ın Fars Körfezi'nin güvenliğinin yeniden tesisi için bölgesel işbirliğine hazır olduğunu söyledi.
İran ordusunun ‘kökü toprakta, başı semada’, Allah Teala’ya ve milletine güvenen bir ordu olduğunu belirten Ahmedinejad, orduya hitaben “Emin olunuz ki; fazl-ı ilahi ile, zafer ve onur sizindir ve hiç şüphe yoktur ki, dünyadaki hiç bir güç sizin karşınızda dikilemez, bu ordu yenilmez.” dedi.
Ahmedinejad: "Dünyadaki hiç bir güç bu orduyu yenemez"
Ahmedinejad “Herkes biliyor ve de bilmelidir ki, aziz İran milleti alemdeki en barışsever millettir; tarihi belgeler de göstermektedir ki, bu millet her zaman diğer milletlerin üzüntü ve sevinçlerine ortak olmuştur. İran milleti, ilmini her zaman cömertçe diğerleriyle paylaşıp herkes için barış ister.” dedi.
İran Cumhurbaşkanı konuşmasına “Silahlı Kuvvetlerimiz ve ordumuz, vatanına, İran milletinin onur ve menfaatine dikilen her türlü namahrem ve mütecaviz bakışlı düşmana bir ağır bir pişmanlık ve utançla yüz yüze getirecektir. İran silahlı güçleri, daima, İran sınırlarını ve menfaatlerini korumaya hazırdır.” diye devam etti.
Ahmedinejad konuşmasının sonunda, bütün İran ordu ve güvenlik güçleri mensuplarını kutladı ve tümüne Allah’tan Başkomutanlık komutası altında onur ve gurur dileğinde bulundu.
Nehcül-Belağaya göre Din ve İman -1
(İmandan sorulduğu vakit buyurmuşlardır ki:)
* İman dört direk üstünde durur: Sabır, yakin, adalet, cihat. Sabır dört kısımdır: Özlem, korku, çekinmek, tetikte durmak. Cenneti özleyen dileklerden vazgeçer. Cehennemden korkan haramlardan çekinir. Dünyada çekinen kişi, dünya musibetlerini hiçe sayar. Ölüme karşı tetik duransa hayırlı işlere koşar.
Yakin de dört kısımdır: Akıllılık, hikmeti yormak, geçmişlerden öğüt almak, geçenlerin yolunu yordamını izlemek. Akıllılıkta gözü açık olana hikmet aydınlanır. Himmeti apaydın gören ibret alır. İbret alansa geçmişlerdenmiş gibi hareket eder. Dünyaya da aldanmaz.
Adalet de dört kısımdır: Anlayışta derine dalmak, bilgide derin olmak, aydın hükümle karara varmak, hilimde direnmek. Kim anlayış sahibi olursa, ilmin dibine dalar; kim ilmin dibine dalarsa hükümde yol yordam neyse elde eder; hilim sahibi olansa yaptığı işte ileri gitmez, insanlar arasında tertemiz yaşar.
Savaş da dört kısımdır: Doğruyu buyurmak, kötülüğü nehyetmek, gerçek işlerde doğru olmak, gerçeğe uymayanlara düşmanlık gütmek. Doğruyu buyuran kişi inananların bellerini doğrultur; kötülüğü nehyeden, münafıkların burunlarını kırar; gerçek işlerde doğru hareket eden, kendisine gereken şeyi yapar; kötülüklere, gerçeğe uymayanlara düşman olan, Allah için kızan kişiyse öyle bir hâle erer ki, Allah onun yüzünden onun düşmanlarına kızar ve kıyamet gününde onu razı eder.
Küfür de dört direk üstünde durur: Doğru olmayan şeylerde derine dalmak, kavga yolunu tutup ululanmak, gerçekten sapmak, aykırı yol tutmak. Gerçek olmayan şeylerde derine dalan, gerçeğe ulaşamaz; bilgisizlikle kavgaya girişen, kavgayı çoğaltan, gerçeğe karşı kör olur kalır. Kim gerçekten saparsa iyi şey ona kötü görünür; kötülükse güzelleşir; sapıklık sarhoşluğuna tutulur. Aykırı yol tutanınsa yolları güçleşir, işleri sarpa sarar, kurtuluş yolu da daraldıkça daralır.
Şüphe de dört direk üstünde durur: Batıl üzere savaşmak, korkmak, işkile düşmek, sapıklığa teslîm olmak. Savaşmayı âdet edinmenin gecesi sabah olmaz. Korkanın önündeki ardına düşer. Şüpheye yolunda yelip yortanı o şüphe, şeytanların ayakları altına atar; dünya tehlikeleri yüzünden sapıklığa teslim olansa dünyada da helâk olur, âhirette de.
* İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak için dinlerine ait bir şeyi terk ettiler mi Allah onları ondan daha zararlı bir şeye uğratır.
* Farzlara zarar veren nafilelerle yakınlık olamaz.
* Sizi İslâm'a öylesine bir nispetle mensup sayayım ki benden önce kimse böyle bir nispeti söylememiştir. İslâm teslim oluştur; teslim oluş yakindir; yakin gerçeklemektir; gerçeklemek ikrardır; ikrar emre uymaktır; emre uymaksa o emirleri yerine getirmektir.
* Yaradanın büyüklüğü, yaratılanı gözünde küçültür.
* Namaz, her temiz kişinin Tanrı'ya yaklaşmasıdır. Hac, her zayıfın savaşıdır. Her şeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da oruçtur. Kadının savaşıysa kocasıyla iyi geçinmesidir.
* Nice oruçlu vardır ki orucundan elde ettiği ancak açlıktır, susuzluktur. Nice geceleri ibadetle geçiren vardır ki o kulluktan elde ettiği şey, uykusuzluktur, yorgunluktur. Ne mutlu aklı başında olan ariflerin uykusu ve yemesi.
* Ne mutlu âhireti anan, soru için iş gören, nail olduğuna, hakkına kanaat eden ve Allah'tan razı olan kişiye.
* Yaradana isyan hususunda yaratılmışa itaat olamaz. Suçtan vazgeçmek tövbe etmekten ehvendir.
Kuran ve Nehcül Belağaya göre Dünyanın değeri -1
İslâm açısından insanla dünyanın ilişkisinde olmaması gereken, insanda bir afet ve hastalık kabul edilen ve İslâmî öğretilerde amansız bir mü-cadele verilen şey, insanın dünyayla ilişkisi ve ona ilgi duyması değil, dünyaya tutkuyla bağlanması ve bağımlı olmasıdır, insanın özgür yaşam yerine, esirliği seçmesidir, dünyanın araç ve yol olarak değil, hedef ve maksat olarak görülmesidir. İnsanın dünyayla ilişkisi eğer insanın dünyaya bağımlı ve asalak olmasıyla sonuçlanırsa, bu, bütün yüce insanî değerlerin yok olmasına sebep olur.
İnsanın değeri, aradığı ideallerin kemâl ve olgunluğundadır. Açıktır ki, insanın eğer örneğin karnını doyurmaktan daya yüce bir ideali olmaz, bütün çaba ve arzuları bu seviyede kalırsa, değeri de "karın" değerini aşmayacaktır. İşte bu nedenle Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki:
"Bütün hedefi karnını doldurmak olan kimsenin değeri, karnından dışarı çıkan şeyle eşittir."
Söylenmek istenen bütün sözler, insanın dünyayla irtibatının nasıl ve ne biçimde olması gerektiği etrafında dönüp dolaşmaktadır. Bu irtibat biçimlerinin birinde insan kurban gitmekte, mahvolmaktadır.
Arayan herkesin ideal hedef ve kemâlinden aşağı bir seviyede bulunması hükmü gereği, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle "esfel-i safilîn" yani dün-yanın en alçak, en düşük ve en bayağı varlığı olur; bütün yüce ve insanî değerleri yok olur gider; başka bir irtibat biçiminde ise tam tersine dünya ve dünyadaki şeyler insana feda olur, insanın hizmetine girer ve insan yüce değerlerini bulur.
İşte bu nedenle kutsî bir hadiste şöyle geçer: "Ey insanoğlu! Ben nesneleri senin için ve seni de kendim için yarattım." (Yani her şey insan için, insan da Allah için yaratılmıştır.) Önceki bölümde Nehc'ül-Belâğa'dan iki örnekle kınanan şeyin, "bağımlılık" ve "tutku" diye ifade edebilecek insanla tabiat âleminin nasıl bir ilişki içerisinde olması gerektiği üzerinde durduk. Şimdi Kur'ân-ı Kerim'den ve sonra da tekrar Nehc'ülBelâğa'dan diğer örneklere değinelim: İnsanın dünyayla ilişkileri hakkında Kur'ân-ı Kerim ayetleri iki kısımdır; bir bölümü öteki bölüm için bir giriş, bir önsöz gibidir. Gerçekte birinci bölümdekiler bir kıyasın önermeleri, ikinci bölümdekiler ise o kıyasın sonucu hükmündedir. Birinci bölüm, bu dünyanın değiştiği, sabit kalmadığı üzerinde duran ayetlerdir.
Bu gibi ayetlerde, maddî şeylerin değişken, sebatsız ve geçici olduğu gerçeği olduğu gibi sunulmaktadır; örneğin yerden yeşeren bir bitkiyi örnek vermektedir, ilk önce yeşil, taze şadaptır. Fakat bir süre sonra sararmaya başlar, kurur, olaylar rüzgarı onu ezer, parçalar ve etrafa dağıtır. Dünya hayatının misali budur buyurur, bu ayetler. Açıktır ki insan, -istese de istemese de, beğense de beğenmese de- maddî hayat bakımından, böyle kesin bir kadere uğrayacak olan bir bitki gibidir.
Eğer insanın algıları hayal değil gerçek olması gerekiyorsa, eğer insan farizaya ve varsayımlarla değil, gerçekleri olduğu gibi keşfederek saadete kavuşabilecekse, sürekli bu gerçeği göz önünde bulundurmalı ve ondan gaflet etmemelidir. Bu ayetler maddiyatı, mabutlar ve ideallerin kemâli şeklinden çıkarmak için birer ortam hazırlayıcıdır. Bu ayetlerin yanında, hatta bazen bu ayetlerle birlikte hemen şu nokta hatırlatılmaktadır: Fakat ey insan! Ahiret yurdu ebedi ve kalıcıdır; var olan her şeyin sadece bu geçici şeyler olduğunu ve hayatın boş anlamsız olduğunu sakın sanma! İkinci bölümdeki ayetler açıkça insanın ilişki sorununu aydınlığa kavuşturan ayetlerdir.
Nehc ul Belağa yı Tanıyalım
Nehc"ul Belağa Hz. Ali (a.s)"ın kısa hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. Seyyid Razi [1] adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan Muhammed b. Hasan Musevi (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri biraraya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc"ul Belağa olarak adlandırmıştır. O bu değerli kitabı H. 400 yılında kaleme almıştır. Nehc"ül-Belağa yazarı Seyyid Razi, bu eseri oluşturma hedefi hususunda kitabın önsözünde şöyle demektedir: “Ömrümün baharındayken ve ömür dalım henüz tazeyken İmamların (a.s) özellikleri ve hususiyetleri hakkında bir kitap yazmaya başladım. (Hasais"ul Eimme kitabı) Bu kitapta o zatların güzel ve değerli sözleri vardı. Elbette bu kitabın başında da belirttiğim gibi bu işe belli bir hedef ve niyetle giriştim. Ama Hz. Ali"nin özgün hususiyetlerini yazdıktan sonra bu kitabı devam ettirmeyecek bölümlere ve kısımlara ayırdım. Son bölümünde uzun hutbeler yerine, öğütlerini hikmetlerini, örneklemelerini ve kısa edebi sözlerini bir araya topladım.
Bazı dostlarım bu kitabı okuyunca çok beğenip övdüler, fesahat ve belagatı ile eşsizlik ve özgünlüğüne hayran oldular. Bu nedenle benden Hz. Ali (a.s)"ın çeşitli dallarda ve konulardaki öğüt, yazı, hutbe ve hikmetli sözlerini toplayarak derlememi istediler. Onlar Hz. Ali (a.s)"ın bu sözlerinin fesahat ve belagatını, Arapça"nın incileri, dini-dünyevi sözlerin nuru olduğunu çok iyi biliyorlardı; çünkü böylesi özellikler hiçbir beşeri söz ve kitapta bir araya gelmemiştir. Hz. Ali, fesahatin kapısı, belagatın temeli konumundadır. Fesahat ve belagatın gizlilikleri onun sözlerinde tecelli etmiş ve onunla bir düzene girmiştir. Her hatip onun örneklendirmelerini almış, her vaiz onun sözlerinden yararlanmıştır. Buna rağmen o herkesten ilerdedir ve onlar Hz. Ali"den geri kalmışlardır. Zira onun sözlerinde ilahi ilmin izi ve Peygamberin kokusu vardır. Ben de bu isteklerine icabet ettim ve telif ettiğim bu eserin adını da Nehc"ul-Belağa koydum.” [2]
Nehc"ül-Belağa kitabı 1000 yıl boyunca sürekli ilim, edep ve ilahi öğretiler semasında nurlu bir güneş gibi parlamış; ışık saçmış; İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, Orduca ve Türkçe dillerine tercüme edilip, basılmıştır. İslam bilginleri bu kitap için sayısız şerhler, talikaler, lügat açıklamaları, lafız beyanları, seçmeler, özetler, Nehc"ül Belağa"da gezintiler ve Nehc"ül Belağa"dan dersler adı altında sayısız kitaplar kaleme almışlardır.
“Merhum Muhaddis Nuri, Seyyit Razi"nin Hesais"ul Eimme” bir nüshasının Şeyh Hadi Al-i Kaşif"ul Gıta kütüphanesinde ve bir nüshasının da Hindistan Rambor kütüphanesinde bulunduğunu söylemiştir. Aynı zamanda H. 1369 yılında da Necef-i Eşref"te de basılmıştır. [3]
Yazıldığı ilk yıllarda bir kitap hakkında doğru dürüst bir hüküm vermek mümkün değildir. Şahsi sevgi ve kinler, aceleden kaynaklanan hükümler, zayıf ve güçlü noktaların gizli kalması ve benzeri sebepler kitabın gerçeğinin gizli kalmasına veya değişik gösterilmesine sebep olabilir. Ama bin yıldır bilginlerin fikirlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları, ince görüşlü düşünürlerin bilgisine ve basiretli insanların görüşüne sunulan bir kitapta bu tür ihtimaller düşünülemez. Bütün bunlara rağmen bir kitap, değerini korumuş ve dikkatleri kendi üzerinde odaklandırmışsa bu o kitabın önem ve yüksek değerini gösterir.
Efendimizin süt annesi hz.Halime
Umarım Allah, bu çocuk sayesinde, hayatımıza bereket katar.
Hz. Halime.
Mekke Etrafındaki kabilelere, yeni doğan çocuklarını büyüyene kadar emanet etmek, Mekke halkının bir geleneği haline gelmişti. Maddi durumu iyi olan aileler, çocuklarının daha sağlıklı bir ortamda yetişmesi için, Mekke dışında yaşayan bir aileye çocuklarını emanet eder ve birkaç yıl sonra çocuklarını geri alınca ise o aileye büyük mali yardımlar yapardı.
Mekkelilerin Çocuklarını Mekke dışında tutmasının birkaç nedeni vardı. Mekke’nin dağlarla çevrili olması, bu bölgenin basık bir havaya sahip olmasına ve hastalıkların çok olmasına, dolayısıyla da birçok çocuğun bu hastalıklara yenik düşüp hayatını kaybetmesine sebep oluyordu, bu nedenle Mekke halkı, çocuklarının Mekke dışında büyümesine çok sıcak bakıyordu.
İkinci sebep ise Mekke dışında, çöllerde yaşayan Arapların daha iyi bir Arapçaya sahip olmasıydı. Arapçanın çok önemli olduğu o dönemde doğal olarak çocuklarının düzgün bir Arapçaya sahip olmasını arzu eden Mekkeli aileler çocuklarının bu kabileler içerisinde büyümesini tercih ediyorlardı.
Üçüncü sebep ise çocuk’a bakmayan annelerin eşlerine daha çok vakit ayırabilmesiydi. Hayatını çocuklara bakarak geçirmek istemeyen Mekkeli zengin aileler, çocuklarını Mekke dışındaki ailelere teslim ederek hem çocuklarının daha sağlıklı yetişmesini sağlıyor hem de birbirlerine daha çok vakit ayırma fırsatını yakalıyorlardı.
Beni Sa’d kabilesi, Araplar içinde, iyi yönleriyle tanınan bir kabile idi, bu kabiledeki kadınlar, her yıl Mekke’ye giderek çocuklarına bakılmasını isteyen ailelerin çocuklarını teslim alır ve kabilelerine getirirlerdi.
Bu kabilenin cömertlik, yiğitlik ve doğruluk gibi bilinen özelliklerinin yanı sıra en çok bilinen özelliği ise düzgün Arapça konuşması idi. Bu nedenle Mekke’nin büyükleri, çocuklarını bu kabileye vermeğe özen gösteriyorlardı.
Her sene olduğu gibi, Peygamber efendimizin doğduğu yıl da beni sa’d kabilesi Mekke’ye doğru yola koyuldu, Halime ve eşi de diğer ailelerle birlikte Mekke’ye doğru yol almaya başladılar ama bineklerinin hasta olması nedeniyle kafilenin gerisinde kalarak herkesten sonra Mekke’ye ulaştılar. Mekke ye ulaştıklarında ise zengin bir ailenin çocuğunu almak için adeta birbiriyle yarışan kabile kadınlarının Mekke deki bütün zenginlerin kapılarını dolaşarak çalmadık kapı bırakmadan bütün zengin çocuklarını aldıklarını gören halime ve eşi Abdul-Muttalib hazretlerini görünce çok sevindiler.
Peygamber efendimizin dedesi Abdul-Muttalib, Mekke’nin reisi ve bu kentin en önde gelen şahsiyeti olarak tanınıyordu.
Boş dönmek istemeyen aile, Mekke’nin büyüğü olan Abdul-Muttalib’e sorunlarını anlatınca hz. Abdul-Muttalib onlara yeni, dünyaya gelen torununa bakmayı önerdi.
Bu öneriyi duyarak kabileden geri kaldıklarına sevinen halime ve eşi Hz Abdul-Muttalib’le birlikte Hz. Amine’nin evine gittiler ve dünyaya yeni gözlerini açan Hz. Muhammedi teslim alarak kabilelerine geri döndüler.
Büyük tarihçi İbn-i Hişam, kitabında, Hz. Halime’nin diliyle şöyle yazıyor:
Kıtlık ve kuraklık bir yılda çocuğumu yanıma alarak kocamla birlikte kabilemizin diğer kadınlarıyla beraber Mekke’deki çocukları üstlenmek için Mekke’ye gittik. Binek olarak bir eşek ve bir damla bile sütü olmayan yaşlı bir devemiz vardı.
Bir gece yol gittik ama açlıktan ağlayan bebeğimizin ağlama sesinden hiç uyuyamadık, üstelik ne benim onu doyuracak kadar sütüm vardı ne de devemizin bir damla sütü vardı. Tek ümidimiz Mekke idi. Mekke’ye vardığımızda ise bizim geldiğimizden haberdar olan Mekke halkı çocuklarını alarak yanımıza geldiler. Herkes, bir çocuğu üstlendi ama hiç kimse Hz. Muhammed’i üstlenmek istemiyordu, çünkü o yetimdi ve yetim bir çocuktan pek menfaat sağlanmayacağına inanan kadınlar bir türlü bu çocuğu kabul etmediler.
Bütün kadınlar bir bebek alarak kabileye dönmek için hazırlanmışlardı ama ben yolda geri kaldığım gibi burada da geri kalmıştım, üstelik yetim bir çocuğu da almak istemiyordum ama kadınların geri dönmeğe başladığını görünce eşime şöyle dedim: Bütün bu kadınlar içinde eli boş dönen tek kadın olmak istemiyorum, şimdi gidip o yetim çocuğu alıp geleceğim. Eşim de bunu kabul ederek şöyle dedi: Umarım Allah, bu çocuk sayesinde hayatımıza bereket katar.
Hz. Halime şöyle devam ediyor: Gittim ve o çocuğu, dedesi Abdul-Muttalib’den aldım ve geri geldim, onu emzirmek için kucağıma aldığımda ise iki göğsümün sütten dolup taştığını gördüm, öyle ki o çocuktan sonra oğlum Abdullah da göğsümü emdi ve ikisi de doydu sonra da uyudular.
Eşim ise yaşlı devemizin memelerinin sütten dolduğunu görünce, şaşkınlığını gizleyemedi ve şöyle dedi: Halime, Allaha yemin olsun ki çok bereketli bir çocuk bulmuşsun.
Dönüş yolunda ise Mekke’ye gelirken yürümekte zorlanan merkebimizin en önde gitmesi, herkesi şaşırttı, öyle ki herkes “bu hayvana ne olmuş” demeğe başladı.
Döndükten sonra ise herkesin hayvanlarının kurak çölden aç döndüğü halde bizim koyunlarımızın dolu karın ve bol sütle dönmesi bizi fazlasıyla şaşırtıyordu. Evimizin her köşesinde bu çocuğun getirdiği bereket görünüyordu.
Çocuk büyüdü ve iki yaşına geldiğinde ise onu sütten kestim. Onun gelişimi de diğer çocuklardan çok daha iyi idi öyle ki iki yaşındayken çok daha büyük bir çocuk gibi görünüyordu.
İki yaşında, onu annesine geri götürdüm ama onunla birlikte hayatımıza giren hayır ve bereketin kesilmemesi için nasıl olursa olsun annesini ikna ederek o çocuğu tekrar evimize geri getirmeyi düşünüyordum. Amine’ye çok yalvardım ve nihayet çocuğu geri götürmeme razı oldu.
Tarihçiler hikayenin geri kalan kısmında ise şöyle yazıyorlar: Halime, Muhammedi aldı ve annesine geri getirdi, Amine ise şöyle dedi: bu çocuğa bakmak için o kadar istekli olmana rağmen, onu bana geri getirmenin sebebi nedir?
Halime: Çocuğum artık büyüdü ve elimden gelen her şeyi onun için yapığıma inanıyorum, şimdi ise başına kötü bir olay gelmesinden korkuyorum bu yüzden onu sana getirdim.
Amine: Asıl sebep bu değil, doğruyu söyle.
Hz. Amine’nin ısrarına daha fazla dayanamayan Hz. Halime şöyle buyuruyor: Şeytanın ona zarar vermesinden korkuyorum.
Amine: Allah’a yemin olsun ki, Şeytan, ona kötü bir şey yapamaz. Bu çocuğu karnımda taşıdığımda, onda bir nur gördüm, onu çok rahat taşıdım ve dünyaya geldiğinde ise ellerini yere koydu ve başını göğe doğru kaldırdı. Şimdi onu bırak ve evine dön.
İbn-i İshak bu hikayenin yanı sıra başka bir hikayeye de kitabında yer vermiştir, ibni ishak şöyle yazıyor:
Halime, hz. Amine’ye şöyle dedi: ikinci defa bu çocuğu senden alıp evime giderken habeşe Hıristiyanlarından birkaç kişi onu gördüler ve yakına gelip onun vücudunu inceledikten sonra bana şöyle dediler: Bu çocuğu senden çalıp kendi kentimize götüreceğiz, onun geleceği çok parlaktır.
O günden sonra o adamların sözünden duyduğum rahatsızlık beni hiç rahat bırakmadı, onu hep kolladım ve şimdi de sana teslim ediyorum.
Şii hadis kaynaklarında ise Hz Halime’den bu konuda çok ilginç hadislere yer verilmiştir örnek olarak:
O hazret, süt emerken bile adaletli davranıyordu, sürekli sağ göğsümü emer sol göğsümü ise oğluma bırakırdı, oğlum da her zaman ona saygı göstererek önce onun emmesini bekliyordu.
-Sabahları çocuklar uyandığında genellikle yapışık gözler ve tembel olurlardı ama o, uyandığında, bütün çocukların aksine çok neşeli ve temiz bir şekilde yataktan kalkardı.
-Bir gün onu Ukkaz çarşısındaki bir falcıya götürdüm, insanlar, genellikle çocuklarının gelecekleri hakkında bilgi edinmek için çocuklarını ona götürürlerdi, falcı onu görür görmez bağırmaya başladı: Millet çabuk toplanın, bu çocuğu öldürün.
Bunu duyar duymaz onu oradan uzaklaştırdım ve sakladım. Millet toplanınca ise falcı “yemin ederim ki ileride sizin dininizi yok edecek, ilahlarınızı öldürecek ve size hüküm sürecek birisini gördüm” dedi. Bunun üzerine millet, onu aramaya koyulduysa da onu bulamadı. Bu olaydan sonra, onu annesine teslim edene kadar kimseye göstermedim.
Tarih kitaplarının genelinde o hazretin beş yaşına kadar Halime’nin evinde kaldığını görebilirsiniz. Hz. Muhammed hayatının sonuna kadar hep süt annesi ve süt kardeşlerini iyilikle anar, onlara teşekkür ederdi.
Hz Halime, Hz Muhammed’in peygamberliğinden sonra eşiyle birlikte Mekke’ye giderek o hazretin huzurunda Müslüman oldu.
"Irak Savaşından Alınacak 10 Önemli Ders"
Foreign Policy: Irak savaşından edinilmesi gereken ilk ve en önemli ders kelimenin tam anlamıyla bizim kaybetmiş olduğumuz...
Bu ay ABD’nin Irak’ı işgalinin onuncu yıl dönümü. Bu kararın akıllıca olup olmadığına dair fikriniz ne olursa olsun, sonuçların Amerikalıların birçoğunun beklediği gibi olmadığı açıkça söylenebilir. Savaş şimdi resmen bitti ve ABD birliklerinin birçoğu geri çekildi, Amerikalılar (ve diğerleri) bu tecrübeden hangi dersleri çıkarmalıdır? Şüphesiz, birisi birçok ders çıkarabilir ancak aşağıda Irak savaşından çıkarılması gereken benim için en önemli 10 ders var.
Ders 1: ABD savaşı kaybetti
Irak savaşından edinilmesi gereken ilk ve en önemli ders kelimenin tam anlamıyla bizim kaybetmiş olduğumuz. İddia edilen savaş nedeni Saddam Hüseyin’in silahlarını yok etmekti ama hiçbir silaha sahip olmadığı ortaya çıktı. Daha sonra gerekçe ABD demokrasisini yerleştirmek olarak değiştirildi ancak bugün Irak yarı-demokrasinin en iyi halinde ve ABD demokrasisinden çok uzak. Irak’ın yıkılışı –ABD’nin hiç istemediği – İran’ın Körfez’deki konumunu sağlamlaştırdı ve savaşın maliyeti (neredeyse 1 trilyon doları geçti) ABD liderlerinin tahmin ettiğinden ve söz verdiğinden çok fazla. Savaş aynı zamanda koca bir zaman kaybıydı, Bush yönetimini diğer önceliklerinden uzaklaştırdı (ör. Afganistan) ve dünya çapında ABD’nin popülerliğini azalttı.
Bu ders önemli çünkü savaş taraftarları halen konuyu saptıran versiyonu pazarlamaktalar. Bu karşı-anlatı şöyle: 2007’deki dalgalanma büyük bir başarıydı (değildi çünkü politik uzlaşı üretmekte başarısız oldu) ve Irak şimdi istikrar kazanma ve müreffeh bir demokrasi olma yolunda. Savaş masrafları o kadar da kötü değildi. Bu mitin bir diğer düşüncesi de Başkan Bush ve General Petraeus’un 2008 itibariyle savaşın galibi olduklarıdır, ancak Obama askerleri erken çekerek savaşı kaybetmiştir. Bu görüş Bush yönetiminin 2008’de ABD’nin çekilmesi için bir zaman çizelgesi olan Kuvvetlerin Durumu programını kabul ettiğini ve Irak hükümeti bizi dışarıda görmek isterken Obama’nın kalamayacağını reddetmek demektir.
Bu yanlış anlatımın tehlikesi açıktır: Eğer Amerikalılar savaşı bir başarı olarak görürse – aslında öyle değildi –savaş avukatlığı yapanların tavsiyelerini dinlemeye devam edecek ve gelecekte de aynı hataları tekrar etmeye meyilli olacaklar.
Ders 2: Savaşta ABD’yi kazıklamak o kadar da zor değildir
ABD halen çok güçlü bir devlet ve birçok bakımdan kısa dönem askeri harcamaları görece olarak düşük durumda. Bu yüzden, tercih savaşlarının (hatta heves için savaş) çıkması mümkündür. Irak savaşı bizlere eğer yönetici kitle savaş fikri etrafında birleşirse sıradan kontroller ve dengelerin – medya incelemeleri de dâhil – yıkılmaya yüz tutacağını hatırlatıyor.
Irak savaşı hakkındaki önemli bir şey de ne kadar az insan tarafından şekillendirildiğidir. Savaş ABD Ordusu, CIA, Devlet Departmanı ve petrol şirketleri tarafından desteklenmedi. Bunun yerine, ana mühendisler Clinton döneminde alenen savaş lobisi yapmaya başlayan birbirine iyi kenetlenmiş bir grup Neo-Con’du. Başkan Bill Clinton’u ikna etmeyi başaramadılar ve 9/11 sonrasına kadar Bush ve başkan yardımcısı Dick Cheney’i bir savaş için ikna etmek imkânsızdı. Ancak o noktada uyum sağlandı ve Bush ve Cheney, Irak’ın işgalinin ulaşılması zor bir bölgesel değişimi sağlayabileceği, Amerikan yanlısı demokrasi dalgasına öncülük edebileceği ve terörizm problemini çözebileceği konusunda ikna oldular.
New York Times yazarı Thomas Fiedman’ın Mayıs 2003’te Haaretz gazetesine söylediği gibi: “Irak Neo-Conların istediği savaştı… Neo-Conların pazarladığı savaştı… Size 25 kişinin ismini verebilirim ki onları 1,5 yıl önce bir çöle sürgün etseydiniz, Irak savaşı ortaya çıkmazdı.”
Ders 3: Ne zaman “fikir pazarı” yıkılsa ve halk ve yönetim arasında yapılacak şeye dair açık bir tartışma olmasa, ABD büyük sıkıntılar yaşıyor
Bahsedilen meseleler düşünüldüğünde, en az önem atfedilen şeyin işgal fikri olduğu anlaşılıyor. Bu iki tarafın da hatası, hem muhafazakârların hem liberallerin, Cumhuriyetçilerin ve Demokratların, hepsi savaş bandosuna katılmayı istedi. Ve önde gelen medya kurumları eleştirmenden çok amigo kızları gibiydiler. Hatta hükümet salonlarında işgalin akıllıca olup olmadığını sorgulayan ya da belli planlara dair şüphelerini dile getirenler derhal dışarıda bırakıldı. Bu yüzden ABD sadece aptalca bir karar almadı aynı şekilde Bush yönetimi Irak’a sonrasında gelecek şeylere hazırlıksız olarak gitti.
Ders 4: Irak toplumunun seküler yapısı ve orta-sınıfa dayalı karakteri fazla abartıldı
Savaştan önce avukatlar Irak’ta demokrasinin çabucak yerleşebileceğini çünkü okumuş oranın çok yüksek olduğunu ve zinde bir orta-sınıfın mevcut bulunduğunu, ayrıca gruplar arasındaki ayrımın da çok az olduğunu dile getirdiler. Tabii ki, bu tip sözler eden insanlar Irak hakkında, hatta en azından Irak gibi bir ülkede demokrasinin yerleştirilmesinin zorlukları hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu hata Irak’ın Saddam öncesi çalkantılı tarihinin neredeyse bir sır olduğunu anlamamızı sağlıyor. Ancak Irak’a gerçekçi bir bakış Neo-Con’ların savaşı pazarlama çabalarıyla yok edildi böylece hikâyenin bu versiyonunu kolaylıkla sattılar.
Ders 5: Tutkulu sürgünlere kulak vermeyin
Savaş meselesi iktidara ulaşmak için Washington’u izleme eğiliminde olan birçok Iraklı sürgünün yanlış yönlendirici açıklamalarıyla daha da kuvvetlendi. Maalesef, ABD liderleri Machiavelli’nin kendi çıkarlarını düşünen yabancıların ifadelerine güvenmenin tehlikeli olduğuna dair yaptığı ileri görüşlü uyarılarından bihaberlerdi. Konuşmalar kitabında söylediği gibi:
“Kendi ülkesinden sürgün edilmiş adamın sözleri ve önerileri ne kadar da anlamsızdır. Öyle ki, evlerine dönmeye dair besledikleri büyük istek onlara doğru olmayanları doğruymuş gibi gösterir ve birçok şeyi isteyerek eklerler meselelere. Bu yüzden gerçekten inandıkları şeyle, seni öylesine bir ümitle doldururlar ki, onları yapmaya kalksan, bu durum sonuçsuz emekler verecek ya da seni yıkıma götürecek bir şeyin altına sokacaktır.”
İki kelime: Ahmed Çelebi…
Ders 6: Plansız ve programsız bir işgali yürütmek çok zordur
Ordunun işgale dair resmi tarihinde de açıkça görüldüğü gibi: “Irak’taki şartların savaş öncesi beklentilerinin dışında olduğu kanıtlandı.” Savunma Sekreteri Donald Rumsfeld ve şirketi Irak’ta yeni bir hükümetin kurulmasının kolay bir iş olduğunu ve küçük bir ABD askeri birliğinin hemen ülkeye geri dönebileceğini söyledi. Ancak şartlar kötüleştiğinde ABD liderleri –hem sivil hem de askeri – tamamen farklı bir tabloyla karşı karşıya olduklarını anlamakta aşırı derecede geciktiler. Dahası Foreign Policy dergisi yazarı Thomas Ricks’in belgelendirdiği gibi, ABD ordusu kendini bir kere büyük bir isyanın karşısında bulduğunda, ciddi şekilde bir taktik ve strateji oluşturması yıllar aldı. Biz ABD ordusunu çok akıllı savaş kuvvetleri olarak düşünüyoruz – her şey bir yana, elimizde o kadar istihbarat servisi, think-tank kuruluşu, analizciler, savaş okulları vs… varken – ancak bu mesele bize savunmayı kurmanın da büyük ve çabucak halledilemeyecek ağır bir iş olduğunu hatırlattı.
Ders 7: Düşmanlar kendi çıkarları doğrultusunda ve senin sevmediğin yollarla hareket ettiğinde şaşırmayacaksın
Bu ders apaçık görünmekte: Düşmanlar kendi çıkarlarını koruyacaklardır. Ancak Irak savaşının mühendisleri kör bir şekilde diğer çıkar odaklarının çarkın dönüşünü kolaylaştıracağını ve kısa süreli bir sarsıntıdan sonra bizle işbirliği yapacaklarını dile getirdiler. Bunun yerine birçok grup ABD’nin çabalarının başına bela olarak kendi çıkarları için veya olaydan nemalanmak için çalışmaya başladı. Nitekim Irak’ta Sünniler Baas rejiminin yıkılışıyla ellerinden giden gücü, serveti ve statüyü korumak için silaha sarıldı ve bizi bataklığa sürüklemek ve canımızı almak için İran, Irak içerisindeki anti-Amerikan güçlere birçok destek verdi. Aynı şekilde El-Kaide ABD güçlerini takip etmek ve kendi planlarında ilerleme kaydetmek için işgal sonrası dönemde oluşan güç boşluğundan faydalanmak istedi.
Amerikalılar bu çok çeşitli yanıtlar karşısında umutsuzluğa düşmek için her nedene sahiptiler, çünkü hepsi çıkarlarımızın engellenmesine yardımcı oldular. Ancak bu çeşitli güçlerin bize karşı direnmek için her şeyi yaptıkları andı bizim çok şaşırdığımız an. Başka ne umabilirsiniz ki?
Ders 8: Karşı ayaklanma savaşı çok çirkin bir şey ve kaçınılmaz olarak savaş suçlarına, mezalimlere veya tecavüzün diğer çeşitlerine sebep oluyor.
Irak’tan (ve Afganistan) alınacak bir diğer ders yerel kimliklerin çok güçlü kaldığı ve özellikle geçmişinde çok şiddetli yabancı müdahalelerin olduğu kültürlerde yabancı işgalinin direnişi her zaman tetiklediğidir. Buna göre, işgalci güçler silahlı karşı-koyma seferberliğiyle karşı karşıyadır. Maalesef böyle seferberlikleri kontrol etmek aşırı derecede zor bir iştir çünkü bitirici zaferler kazanılması imkânsızdır, ilerleme genellikle yavaştır ve işgal gücü yerel halk içinde dostla düşmanı birbirinden ayırmak zorunda olacaktır. Bu da ordularımızın Haditha ve Ebu Garib’te olduğu gibi haddi aşacakları anlamına gelir. Her ne kadar “akıllara ve kalplere” vurgu yapsak da, kaçınılmaz olarak bizim çabalarımızı boşa çıkaracak tecavüzler olacaktır. Bu yüzden bir işgale başladığınızda veya bir ülkeyi işgal etmeye karar verdiğinizde, Pandora’nın kutusunu açtığınıza emin olun…
Ders 9: Daha iyi planlama tek başına bir yanıt olmayabilir
Irak’ın işgalinin bilgisizce planlandığı ve savaş sonrası işgalde kötü bir şekilde çuvallandığı gibi küçük bir sorun var ortada. Beklendiği gibi ABD liderleri (ve akademisyenleri) bu hatalardan ileride daha iyi işler çıkarmak için ders almak istiyor. Bu anlaşılabilir ve hatta alkışlanabilir bir amaç ancak daha iyi bir savaş öncesi planın daha iyi sonuçlar üreteceği anlamına gelmez bu.
Yeni başlayanlar için, Irak’ın işgali ve yeniden inşası için geniş ölçekli planlar vardı, problem ise bu planları görmezden gelen karar alıcılardı (örneğin Rumsfeld). Demek ki siyasetçiler planları görmezden geldiklerinde planlama tek başına yeterli bir cevap değildir. Amerikalılar işgalin gerçek maliyeti hakkında bilgilendirilmiş olsalardı, asla işgali en önde desteklemezlerdi.
Ancak daha da önemlisi daha iyi planlar başarı garantisi vermez çünkü derin bir şekilde bölünmüş bir toplumda “devlet inşa etmeye” çalışmak çok külfetli bir uğraştır ve onu berbat etmek için birçok fırsatınız vardır. Carnegie Endowment for International Peace organizasyonundan Minxin Pei ve Sara Kasper’in ABD’nin “ulus-inşası”na dair geçmiş girişimleri hakkındaki çalışmalarında belirttikleri gibi “bazı ulusal kenetlenmeler yabancı toplumların hükümet kurumlarını yeniden inşa etmek kadar zaman alıcı, masraflı ve karışıktır.”
Örneğin ülkede daha fazla asker bulundurmak düzenin yok olmasını engellemiştir ancak ABD ordusu yeterince büyük bir kuvveti (350,000, belki daha fazla) Irak’ta çok uzun süreler tutmamalıydı. Dahası çok sayıdaki ABD askerinin varlığı Iraklıların rahatsızlığını artırmış ve sonuçta bir isyan başlatmıştır. Benzer bir şekilde eleştirmenler şu an Irak ordusunu dağıtmanın ve Baasçılardan ülkeyi arındırmak için geniş bir kampanya başlatmanın bir hata olduğuna inanıyorlar, ancak orduya dokunmamak ve önceki Baasçıları görevde tutmak da kolayca Şii isyanını başlatırdı. Sonuçta anlamadığımız ülkelerde devlet inşa etmek doğal olarak güvenilecek bir şey değildir çünkü hangi liderlerin güvenilir veya yeterli olduğunu ya da siyasetçilerin bir kere halk işin içine doğrudan müdahil olduğunda nasıl davranacaklarını önceden kestirmek mümkün değildir. Biz asla yerimize birini atama rolünü oynamayı yeterince öğrenemeyeceğiz ve sonunda programları bizim programımızdan farklı olan liderleri desteklemek zorunda kalacağız.
Kısacası, Benjamin Friedman, Harvey Sapolsky ve Christopher Preble’ın daha iyi araç gereçler veya taktikler tutku dolu ulus-inşası programları yapmak için yeterli değildir görüşü bizi 10. derse yönlendiren akıllıca bir yaklaşımdır.
Ders 10: Sadece taktikleri ya da metotları değil, ABD’nin büyük stratejisini bir daha düşün
Çünkü herhangi bir ABD yaklaşımının kabul edilebilir bir maliyetle başarıya ulaşmış olup olmadığı kesin değildir, Irak savaşından çıkardığımız asıl ders bunun gibi aptalca şeyleri bir daha yapmamak gerektiğidir.
ABD ordusu birçok değere sahip ancak diğer ülkeleri yönetmekte o kadar iyi değil. Ayrıca çalışarak daha iyi olacağını söylemek de zor. Bizim ateş gücüne öncelik veren para odaklı bir ordumuz var ve biz, kendi tarihimizce milliyetçilik, ırkçılık ve diğer yerel kuvvetlerin uzun süren gücü hakkında duyarsız hale getirilen bir ülkeyiz.
Dahası, çünkü ABD çok güvenli bir yerdir, uzun ve ezici işgal savaşları için uzun süre halk desteği almak imkânsızdır. Bir kere uzun ve yoğun bir direnişle karşılaştığımız kesinleşirse, Amerikan halkı bazı stratejik terslikler içinde neden binlerce hayatı ve milyarlarca doları harcıyoruz diye sormaya başlar. Ve haklıdırlar da.
Bu yüzden benim çıkardığım son ders, bu tip işleri nasıl daha iyi yaparız konusuna çok zaman harcamamalıyız çünkü onu asla iyi bir şekilde yapamayacağız ve bu bizim güvenliğimiz için ölümcül bir şey olacaktır. Bunun yerine dünyaya kendimizi bir daha böylesi bir savaşın içinde bulma riskini en aza indirecek bir yaklaşım sunmak için daha sıkı çalışmalıyız.
Stephen M. Walt
foreignpolicy.com’da yayınlanan bu makale Hüseyin Beheşti tarafından medyasafak.com için tercüme edildi.
James Petras: ABD-İsrail’in İran’a açtığı Savaş: Sınırlı Savaş Miti
Amerikalı ünlü akademisyen ve yazar James Petras, bu önemli makalesinde, İran'ın saldırılara vereceği misilleme yeteneğini küçümseyen İsrail ve Amerikan kibrinin bunun bedelini ağır ödeyeceğini yazıyor...
ABD-İsrail ittifakının İran’a askeri saldırısı bir kaç faktöre dayanmaktadır. 1. Her iki ülkenin bölgede son dönemdeki askeri geçmişi 2. ABD ve İsrailli liderlerin kamuoyu önünde yaptığı açıklamalar 3. İran’ın önde gelen müttefikleri olan Lübnan ve Suriye’ye yönelik devam eden saldırılar. 4. MOSSAD ya da ABD kontrolündeki vekil ve/veya terörist gruplar tarafından İranlı bilim adamlarına ve güvenlik yetkililerine yönelik suikastlar. 5. Ekonomik yaptırımların ve diplomatik zorlamaların başarısızlığı. 6. Artan histeri ve barışçıl, yasal ve sivil amaçlı uranyum zenginleştirme programını sona erdirmesi için İran’a yapılan aşırı talepler. 7. İran’ın sınırlarında provokatif askeri tatbikat, tehdit amaçlı oynanan savaş oyunları, önleyici saldırılara giydirilen prova maskesi. 8. AIPAC ve önde gelen İsrail siyasi partileri gibi hem Washington’da hem de Tel Aviv’de güçlü savaş yanlısı baskı gruplarının varlığı. 9. Son olarak 2012 yılında Ulusal Savunma Yetkilendirme Anlaşması (Obama’nın Orwelyan demokrasisi buyruğu, 16 Mart, 2012).
ABD’nin propaganda savaşı iki hat üzerinde ilerliyor: 1. Verdikleri mesajlarda ağırlıklı olarak savaşın yakın olduğunu vurgularken ABD’nin güç ve şiddet kullanmaya ne kadar istekli olduğunun da altını çiziyorlar. Bu mesaj, doğrudan İran’a yöneltilmiş olup İsrail’in savaş hazırlığına ilişkin açıklamalarıyla eşzamanlı olarak gelmiş bulunuyor. 2. İkinci hat, savaş tehdidini önemsemeyen, Tel Aviv ve Washington’daki makul düşünen politika yapıcıların İran’ın nükleer silah üretme niyetinde olmadığını ya da şimdi ya da yakın gelecekte bu üretimi yapabilecek kapasitesinin bulunmadığının farkında olduğunu tartışan ‘liberal kamuoyu’nu ve bir avuç marjinal, bilgili, akademisyeni (ya da Dışişlerindeki ilericileri) hedefliyor. Bu liberal tornistanın amacı, daha fazla savaş hazırlıkları yapılmasına karşı çıkan kamuoyunun çoğunluğunun kafasını karıştırmak ve sarsmak, ayrıca filizlenmekte olan savaş karşıtı hareketi rayından çıkarmak.
‘Rasyonel’ savaş kışkırtıcılarının açıklamalarında, çelişkili bir şekilde bütün tarihi ve deneysel kanıtların göz ardı edilmesine dayalı, ikiyüzlü bir söylem kullandıklarını söylemeye gerek bile yok. ABD ve İsrail savaşa dair konuştuğunda, savaş için hazırlık yaptıkları ve tıpkı 2003 yılında Irak’ta olduğu gibi savaş öncesi provokasyonlara girdikleri anlamına gelir. Mevcut uluslararası ve politik durumlarda İran’a yönelik ABD destekli bir İsrail saldırısı, dünyanın ekonomik koşullarının bunun tam tersini dikte etmesine ve negatif stratejik sonuçların etkisi yıllar boyu dünya çapında hissedilecek olmasına rağmen gerçekleşecek.
ABD ve İsrail’in İran’ın kapasitesine ilişkin askeri hesapları
Amerikan ve İsrailli stratejik politika üreten elit kesim, herhangi bir saldırı durumunda İran’ın intikam almaya yönelebileceğini kabule yanaşmıyorlar. Onlar açısından İsrailli liderler, İsrail’e karşı yapacağı bir saldırıda İran’ın askeri kapasitesini minimize edecekler. Konuya ilişkin tek değerlendirmeleri bu. Amerika’nın Körfez’deki deniz ve hava kuvvetlerindeki anti-füze kalkanlarının gizlice gerçekleştireceği saldırıda İsrail’i koruyacağını düşünüyorlar. Diğer yandan, ABD askeri stratejistleri, Amerika’nın İsraillileri korumak için İran’ın kıyı şeridinde bulunan tesislerine saldırmak zorunda olan Amerikan savaş gemilerine ağır zayiatlar verdirme kapasitesine sahip olduklarını biliyor.
İsrail istihbaratı, İran’ın dünyanın dört bir yanında bireysel suikastlar organize etme kabiliyetinin farkında olan istihbarat kurumu: Mossad, Filistinlilere, Suriyelilere ve Lübnanlı liderlere deniz ötesi başarılı terörist saldırılar düzenledi. Öte yandan İsrail istihbaratı, bölgede meydana gelen birçok askeri ve siyasi olaya ilişkin tahminleri hakkında son derece yetersiz bir kayıt geçmişine sahip. Lübnan’da girdiği 2006 savaşı sırasında İsrail, Hizbullah’ın halk desteğini, askeri gücünü ve organizasyonel kapasitesini tahminde ciddi biçimde yanılmıştı. Benzeri şekilde İsrail istihbaratı, Mısır demokratik halk hareketinin ayaklanıp Telaviv’in bölgedeki stratejik müttefiki Hüsnü Mübarek diktatörlüğünü yerinden ettiğinde, bu hareketin kapasitesi ve gücünü de yanlış takdir etmişti. İsrailli liderlerin sahte paranoyası, varoluşsal tehditlere ilişkin klişeler uydururken narsistik kibirleri ve ırkçılıkları onları körleştirdi, yine ve bir kez daha bölgesel düşmanları Arap ve İslami güçlerin teknik uzmanlıklarını hafife aldılar. Bu ise İran’ın, İsrail’in planlı bir hava saldırısı karşısında intikam alma kapasitesini göz ardı etmesi noktasında hiç şüphe duyulmayacak derecede doğrudur.
ABD hükümeti, İran’a yönelik herhangi bir saldırı gerçekleştirdiğinde İsrail’i destekleyeceğine dair kendisini açıkça angaje etmiş durumda. Daha net bir şekilde söylemek gerekirse, İsrail saldırıya uğradığında Washington, onun savunmasını ‘kayıtsız şartsız’ üsleneceğini iddia ediyor. İsrail, İran tesislerine, askeri savunma ve destek sistemlerine bomba ve füze yağdırırken saldırıya maruz kalmaktan nasıl kaçabilir? İran şehirlerini, limanlarını ve stratejik altyapısını ise saymıyorum. Bunun da ötesinde Pentagon’un işbirliği ve İsrail savunma güçleriyle koordine olmuş istihbarat sistemi, hedeflerin, rotanın ve gelmekte olan füzelerin belirlenmesindeki rolü, ayrıca entegre edilmiş silahlar ve mühimmat tedarik zincirleri İsrail saldırısı sırasında son derece kritik bir role sahip olacak. Bir kez saldırı başladığında ABD’nin kendisini Yahudi devletinin İran’a yönelik savaşından ayırması mümkün olmayacak.
‘Sınırlı savaş’ miti: coğrafya
Washington ve Tel Aviv, İran’a yönelik planlı saldırılarının ‘sınırlı bir savaş’ olacağına inanıyor görünüyorlar. Birkaç gün ya da hafta içerisinde sınırlı sayıda noktayı hedef alacaklar ve kendilerine göre bunun da ciddi sonuçları olmayacak.
İsrail’in parlak generalleri bize bütün kritik nükleer araştırma tesislerini tespit ettiklerini, hava saldırılarının tesislerin etrafında bulunan halka korkutucu boyutlarda zarar vermeden hedefleri elimine edeceğini söylüyor. Bir kez ‘nükleer silahlar’ programının tahrip edildiğini düşündüğünüzde bütün İsrailliler diğer ‘varoluşsal tehdit’in tasfiye edildiğini bildiklerinden son derece emniyet ve huzur içerisinde hayatlarına devam edebilirler. İsrail’in ‘zaman ve mekân’ ile sınırlı savaş anlayışı, absürd ve tehlikelidir ve bunu yazan kalemlerin ırkçılığını, kibrini ve aptallığını dışa vurur.
İran’ın nükleer tesislerine şöyle yaklaşmak gerekir: İsrail ve ABD güçleri, donanımlı ve iyi korunan üsleri, füze bataryaları, deniz savunması, İran Devrim Muhafızları ve İran silahlı güçleri tarafından yönetilen geniş ölçekli istihkâmlarla yüzleşecek. Daha da ötesi, nükleer tesisleri koruyan savunma sistemleri, sivil otobanlarla, havaalanlarıyla, limanlarla bağlantılı olup petrol rafinerileri devasa idari şebekeyi kapsayan çift amaçlı (sivil-askeri) altyapı ile desteklenmektedir. Söz konusu nükleer tesisleri yerle bir etmek, savaşın coğrafi ölçeğini genişletmeyi gerektirecektir. İranlıların sivil nükleer programlarının teknolojik-bilimsel kapasitesi, dikkat çekici bir şekilde araştırma tesisleri, üniversiteler, laboratuar, üretim tesisleri ve dizayn merkezlerini kapsamakta. İran’ın sivil nükleer programı, İsrail’in (ve de ABD’nin) yüksek dağların altında gizlenmiş laboratuarlar ya da araştırma tesislerinden fazlasına saldırmasını gerektirebilir: Aynı zamanda ülkenin dört bir yanına yayılmış çoklu ve geniş ölçekli saldırıları, bir başka deyişle genelleştirilmiş bir savaşı da.
İran’ın en büyük lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran’ın denk bir savaşla intikam alacağını ifade etti. İran herhangi bir saldırıya uygun karşı saldırıyla cevap verecek: “Onlar bize ne kadar saldırırsa biz de onlara o kadar saldıracağız.” Bu da İran’ın intikamını, saldırıyı düzenleyen Amerikalı ve İsrailli uçakları sadece kendi hava sahasında vurmak ya da kendi sularında seyrü sefer eden Amerikan savaş gemilerine füze fırlatmakla sınırlı kalmayacağını, bilakis savaşı Körfez ülkeleri ve Amerikan işgali altındaki ülkelerdeki Amerikan üslerine ve İsrail’deki benzeri hedeflere taşıyacağı anlamına geliyor. İsrail’in sınırlı savaşı, bütün Ortadoğu’ya ve ötesine yayılan ‘sınırlı savaş’ı haline gelecek. İsrail’in kendi füze ve savunma sistemleriyle ilgili illüzyona dayalı fetişi, Tahran’dan, Güney Lübnan’dan ve biraz ötedeki Golan tepelerinden fırlatılan füzelerin ortasında kalacak.
Sınırlı savaş miti: Zaman dilimi
İsrailli askeri uzmanlar, tek bir pilotlarını dahi kaybetmeden İran hedeflerini bir kaç gün içerisinde ya da bir hafta sonunda vuracaklarını bekliyor ve buna da inanıyorlar. Yahudi Devleti’nin Tel Aviv ve Washington sokaklarında parlak zaferini kutlayacağını düşünüyorlar. Kendilerinin ne kadar üstün oldukları hakkında zihinlerinde oluşan kanaatlerle ayartılmış durumdalar. İran, ABD destekli, acımasız Iraklı istilacılara ve onların Amerikalı ve İsrailli askeri danışmanlarına karşı uzun soluklu savaşta İsrail’in sınırlı sayıdaki birkaç füze ya da hava saldırısını bertaraf etmek için savaşmadı. İran, genç, eğitimli ve mobilize olmuş bir toplum. Saldırı altındaki vatanlarını savunmak için farklı politik düşünce, etnik köken, cinsiyet, dini yelpazeden yaklaşık bir milyon yedek askeri temin edebilir. Vatan savunmasında bütün içsel anlaşmazlıklar ve farklılıklar, ülkelerinin 5 bin yıllık medeniyetlerinin yanı sıra modern bilimsel alandaki ilerlemesini ve kurumlarını tehdit eden ABD -İsrail saldırısı karşısında ortadan kaybolur. ABD-İsrail saldırılarının ilk dalgası, İran’ın nükleer tesisleri tahrip edildiğinde, bazı teknisyen, nitelikli işgücü ve bilim adamları öldürüldüğünde sadece saldırı yapılan yerlerle sınırlı olmayan acımasız bir intikama maruz kalacağı gibi İsrail saldırıları da bunu sona erdiremeyecek. Savaş hem zaman olarak hem de coğrafi olarak geniş ölçekli bir alana yayılacak.
Çoklu çatışma noktaları
İran’a yönelik herhangi bir ABD-İsrail saldırısı, birçok hedefi içine alacaktır. İran ordusu aynı zamanda stratejik hedefleri kolaylıkla vurabilecek yeteneğe de sahiptir. İran’ın tam olarak nerede ve ne zaman intikam alacağını kestirmek zor olsa da, kesin olan tek şey, ABD-İsrail’in ilk saldırılarının hiçbir şekilde karşılıksız kalmayacağı.
ABD ve İsrail’in uzun ve orta menzilli hava ve deniz gücündeki üstünlüğüne karşın İran, muhtemelen kısa menzilli hedefler üzerinde yoğunlaşacaktır. Bu da (Irak, Kuveyt ve Afganistan) gibi ülkelerde bulunan çok değerli ABD askeri tesislerinin, tedarik hatlarının ve İsrail hedeflerinin, Güney Lübnan’dan ve belki de Suriye’den atılacak füzelerle vurulacağı anlamına gelir. Şayet uzun menzilli birkaç İran füzesi, İsrail’in çokça övündüğü ‘füze kalkanı’nı delerse, İsrail’in nüfus olarak yoğunluk kazanan kentlerindeki halk, liderlerinin umarsızlığının ve kibrinin bedelini ağır ödeyecektir.
İran’a karşı ABD-İsrail güçlerinin saldırıları, çoğu yoğun nüfuslu şehirlerde bulunan İran’ın ulusal güvenlik sistemlerine –askeri üsler, limanlar, iletişim sistemleri, kumanda noktaları ve hükümete ait yönetim birimlerine- karşı deniz ve hava savaşını derinleştirme ve yaymasına neden olacaktır. İran, büyük stratejik varlığını hareket geçirerek karşılık verecek: Devrim Muhafızlarının da içinde bulunduğu büyük bir askeri birliğin ABD güçlerine karşı başlattığı organizeli bir kara saldırısında, İran’ın Irak’taki Şii müttefikleri ülkedeki ABD güçlerine karşı benzeri bir saldırıya geçecek. Ayrıca Devrim Muhafızları, Afganistan ve Pakistan’da gittikçe güçlenen silahlı İslami direnişle birlikte Amerikan üslerine karşı saldırılar koordine edecek.
İlk çatışmalar askeri hedefler olarak nitelendirilen noktalar üzerinde yoğunlaşacak (bilimsel araştırma tesisleri), ardından hızla ekonomik hedeflere ya da Amerikan-İsrail askeri uzmanlarının nitelediği gibi “çift yönlü sivil-askeri hedeflere” yönelecek. Bu, petrol sahalarını, otobanları, fabrikaları, iletişim ağlarını, televizyon istasyonlarını, su arıtma tesislerini, su depolarını, güç istasyonlarını, Savunma Bakanlığı ve Devrim Muhafızları karargâhına ait yönetim ofislerini içerecek. Ekonomisinin ve altyapısının bütünüyle tahrip edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan İran, (tıpkı komşu Irak’ta 2003 yılında Amerikan işgali sırasında yaşandığı gibi) Hürmüz Boğazı’nı kapatarak, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi kuş uçuşu sadece 10 dakikalık uzaklıkta bulunan ülkeler de dâhil birçok petrol alanlarına kısa menzilli füzeler göndererek Avrupa, Asya ve ABD’ye petrol akışını felce uğratarak dünya ekonomisini derin bir depresyona sokacak.
İranlıların, bölgede Iraklıların ABD işgaliyle birlikte maruz kaldığı tahribatı belki herkesten fazla bildiğini unutmamak gerekir. Nitekim bu işgal Irak’ı bütünüyle bir tahribata ve kaosa mahkûm etmiş, gelişmiş altyapısını ve sivil yönetim aygıtlarını yıkıma uğratmıştır. Irak’ın sahip olduğu son derece donanımlı teknik elit ve bilim adamlarının maruz kaldığı suikastları saymaya bile gerek yok. İranlı bilim adamlarına, akademisyenlere ve mühendislere yönelik Mossad destekli suikast dalgası, İranlıların seçkin bilim adamları, entelektüelleri ve son derece kalifiye teknik işçilerine ilişkin İsrail’in kafasında neler planladığını gösteren bir ön denemedir. İranlılar İran’ı, Irak ve Afganistan’ın yaşadığı karanlık çağlara sokmaya çalışan Amerikalıların ve İsraillilerin sahip olduğu türden illüzyonlara sahip değil. Harap hale gelmiş İran’da, akranlarının Saddam sonrası Irak’ta oynadıkları rolden daha fazlasını oynayacak değiller.
ABD’nin Ortadoğu’da, Fars Körfezi’nde ve Güneybatı Asya’daki birliklerinden sorumlu Generali Mathis’e göre, ‘İsrail’in ilk saldırısının, ABD bakımından bölgede müthiş etkileri olabilir.’ (NY Times, 3.19.2012). General Mathis’in ‘müthiş etkisi’ sadece İran’ın silahlarından bir füze atımı mesafe uzaklıkta olan Amerikan savaş gemilerindeki birkaç yüz denizciden oluşan askeri kayıplarını kapsıyor.
Bununla birlikte, İsrail’in İran’a yönelik hava saldırısının sonuçları ve getirisine dair ABD ve müttefiklerinin kendi kendilerine yaptığı değerlendirmeler ve illüzyonlar, istihbarat ve savunma üstünlüğüne ve İsrail aklının ‘İran aklı’na üstünlüğüne inanan -ki bu aynı zamanda ırkçı bir yaklaşımdır- üst düzey İsrailli liderlerden, akademisyenlerden ve entelektüellerden çıkmakta. İran’ın herhangi bir intikam eyleminin İsrail içinde en az seviyede kayıplara yol açacağını söyleyen İsrail Savunma Bakanı Barak’ın yaklaşımı oldukça tipiktir.
İsrail savaş lobisi içinde oldukça yaygın olan, bölgesel güç dengesini yeniden kurmayı amaçlayan Yahudi-merkezli (Judeo-centric) yaklaşım, savaşın İsrail’in hava saldırıları ve anti-füze savunmasıyla belirlenmeyeceği ihtimalini tamamıyla göz ardı etmişe benziyor. İran füzeleri o kadar kolaylıkla etkisiz hale getirilemez, özellikle de bu füzeler birkaç dakika içerisinde yüzlercesi üç farklı yönden, Lübnan’dan, Suriye’den ve İran’dan ve muhtemelen İran denizaltılarından gelecekse. İkincisi, petrol ithalatının çöküşü, İsrail’in yüksek miktarda enerjiye bağlı ekonomisini tahrip edecektir. Üçüncüsü, İsrail’in ilkesel müttefikleri, özellikle de ABD ve AB, kendileri İran’ın kapattığı Hürmüz Boğazı’nı, Irak ve Afganistan’daki birliklerini, Körfez ülkelerindeki askeri üslerini ve petrol sahalarını korumaya çalışırken, İsrail’i korumakta zorlanacaklardır. Bu tür bir çatışma, Bahreyn’deki ve bol miktarda zengin petrol yataklarının bulunduğu Suudi Arabistan’daki Şiileri tahrik edecektir. Genelleştirilmiş savaş, gerek petrol fiyatları hem de dünya ekonomisi üzerinde tahripkâr bir etki yaratacaktır. Fabrikalar kapanırken, kırılgan finansal sisteme yönelik güçlü şoklar dünyanın depresyona girmesine yol açarken dünyanın dört bir tarafındaki tüketicilerin ve işçilerin öfkesini tetikleyecektir.
İsrail’in patolojik üstünlük kompleksi, İsrailli ırkçı liderlerin kendi entelektüel, teknik ve askeri yeteneklerini aşırı abartmasına neden olurken bölgedeki İslami rakiplerinin (bu durumda İran’ın) bilgi, kapasite ve cesaretini hafif görmesine neden oluyor. Onlar İran’ın uzun soluklu, kompleks ve çok cepheli savunma savaşına dair kanıtlanmış yeteneğini, ayrıca ilk saldırıdan kurtulup bu saldırıları yapanlara çok sert darbeler vurmasını sağlamaya uygun silahlar geliştirme kapasitesine sahip olduğunu görmezden geliyorlar. Ve İran, dünyanın Müslüman nüfusunun aktif ve alışılmadık desteğini de kazanacak ve belki de İran’a yönelik saldırılara daima kendi yükselen gücünü engellemeye yönelik bir prova gözüyle bakan Rusya ve Çin’in diplomatik desteğini de elde edecektir.
Sonuç
Savaş, özellikle de İran’a karşı Amerikan-İsrail savaşı, ABD’ye ilişkin her türlü kritik analizi sansürleyen İsrail-ABD arasındaki asimetrik ilişkiye bağlıdır. Çünkü ABD’deki Siyonist güç grupları, İsrail’in bölgedeki üstünlüğünü sağlamak için Amerikan askeri gücünü kullanmaya oldukça eğilimlidir. İsrailli liderler ve askeri yetkilileri, son derece vahşi ve yıkıcı maceralara girme konusunda kendilerini oldukça rahat hissediyorlar. Aslında şunu da gayet iyi biliyorlar ki onlar, ilk ve son durumda, Amerikalıların askeri birliklerine ve parasına dayanacaklar. Fakat bütün bu ırkçı ve yalnız kalmış ülkeye bu kadar grotesk kölelikten sonra ABD’yi kim kurtaracak? Körfez’deki gemilerinin batırılışını ya da binlerce askerinin ve denizcisinin öldürülmesini ya da sakat kalmasını kim engelleyecek? Irak, elit İranlı birlikler ve Şii müttefikleri tarafından istila edilirken, ya da Afganistan’da yaygın bir ayaklanma olurken İsrailliler ve Amerikalı Siyonistler neredeydi?
Benmerkezci İsrailli politika yapıcıları, kendilerinin İran’a yönelik planlı savaşının bir sonucu olarak dünya petrol tedarikinin çökeceğini görmezden geliyorlar. Onların ABD’deki Siyonist ajanları, ABD’nin İsrail savaşına çekilmesinin bir sonucu olarak, İran ulusunu Körfez’deki petrol sahalarını alevlere gark etmek zorunda bıraktıklarını fark ediyorlar mı?
ABD’deki bir savaşı satın almak ne kadar ucuz hale geldi? Yoz politikacılara katkı kampanyalarında birkaç milyon dolar için İsrailli ajanların, akademisyenlerin ve siyasilerin ABD hükümetinin savaşa karar verme mekanizmasına planlı bir şekilde nüfuz etmesi, İsrail’i ve ajanlarını bizim ülkelerimizin Ortadoğu siyasetinde anahtar role sahip odaklar olarak nitelemeyi kabul etmeyen gazetecilerin ve yazarların eleştirilerini sansürleyen ahlaki korkaklıkla biz, doğrudan bölgeyi ateş çemberine dönüştürmenin de ötesinde dünya ekonomisinin çöküşüne, Kuzey’de ve Güney’de, Doğu’da ve Batı’da yüz milyonlarca insanın acımasızca fakirleştirilmesine sürükleniyoruz.
James Petras
Global Research
medyasafak.com için çeviren: Hüseyin Şahin
İran’a Saldırı Olursa Ne Olur?
Azerbaycan’daki İsrail Askeri Üssü İddialarının Sızdırılması Ne Anlama Geliyor / İran’a Saldırı Olursa Ne Olur?
Siyonist rejimin İran’ın sınır komşusu Azerbaycan’da askeri üsleri olduğu haberlerinin geniş bir şekilde medyaya yansıması İran’a gizlice saldırı manevrasının yenilgisinden sonra bu haberin basına özellikle sızdırıldığı ihtimalini güçlendirmektedir.
Siyonist rejimin İran’ın sınır komşusu Azerbaycan’da askeri üsleri olduğu haberlerinin geniş bir şekilde medyaya yansıması İran’a gizlice saldırı manevrasının yenilgisinden sonra bu haberin basına özellikle sızdırıldığı ihtimalini güçlendirmektedir.
Raja Haber Ajansı’nın bildirdiğine göre Amerika’da yayın yapan gazeteler içinde İran’ın nükleer meselesi hakkında birinci elden haber yayınlayan New York Times, 19 Mart’ta Amerikan ordusunun İsrail’e saldırı ihtimalinin sonuçları için gizlice askeri bir tatbikat yaptığını ve sınır bölgelerindeki bir savaşın yüzlerce can kaybına neden olacağı sonucuna vardığını yazdı.
New York Times’ın yazdığına göre bu merkezi tatbikata katılanlar ve bu tatbikatın sonuçlarından haberdar olanlar, bu savaşın özellikle Amerika’nın Ortadoğu, Körfez ve Güney Batı Asya’daki askeri kuvvetler komutanı Orgeneral James Ann Matisse için büyük bir sorun olacağına inandıklarını belirtmektedir. Bu tatbikat bu ayın sonunda bittiğinde Orgeneral James Ann Matisse danışmanlara: “Büyük bir ihtimalle İsrail’in ilk saldırısında bunun bütün bölge ve buradaki Amerika askerleri için çok tehlikeli sonuçları olacaktır” dedi. Bu, Amerika’nın İsrail saldırısını savunacağı ihtimalinin az olacağının açık bir mesajıydı.
Haaretz’in yazarlarından Amir Arena; askeri tatbikatla beraber Amerika’nın İsrail’i sürekli olarak füze savunma sistemi Demir Kubbe’nin (Iron Dome) bütçesinin temin etmemekle tehdit etmesi, İsrail’in gelecek bahara kadar İran’a saldırmayacağını garantilemektedir, diyor.
Bu haberin yayınlanmasından ve bazı Amerikan medya gruplarının İran’a olası saldırının sonuçları hakkında yaptıkları araştırmalardan sonra geçen günlerde İsrail’in Azerbaycan’da, yani İran’ın kuzeyinde bazı askeri üslerinin olduğu hakkında yeni bir haber medyaya sızdı. Bazı Amerikalı yetkililer tarafında medyaya sızdırılan bu haberin aslında, İran’ın nükleer dosyası için 5 artı 1 grubu ile yapacağı müzakereleri gündemde tutabilmek ve müzakerelerde İsrail’in öngörüden uzak ve başka ülkelerle uyum içinde olmadan her an bir delilik yapabilecek büyük bir tehlike unvanıyla dile getirilip İran’ın nükleer programlar karşısında Batılıların isteklerini kabul ettirmek için öne sürülen bir iddiadan ibaret olduğu tahmini güç kazanmaktadır.
İsrail’in Azerbaycan’da askeri üsleri olduğuna dair ilk haberleri Foreign Policy dergisi yayınladı. Ancak Azeri yetkililer anında buna tepki gösterdiler ve Azerbaycan savunma sözcülerinden biri Cuma günü yaptığı basın toplantısında, İsrail’in İran’a saldırmak için bu ülkenin topraklarını kullanma hakkı yoktur, dedi. Bu yetkili sözlerinin devamında kaynağı belli olmayan bu gibi haberlerin gayesi İran ile Azerbaycan arasında gerilim yaratmaktır, şeklinde konuştu.
Öte yandan şuanda Amerikalılar İran’ın Amerika ve İsrail blöflerini ciddiye almadığını da anlamış haldeler. İran’ın 1979-1980’deki rehine krizinde Beyaz Saray’ın koordinesinden sorumlu olan ve Ford, Carter ve Reagen dönemlerinde Milli Güvenlik Konseyinde çalışan Gary Sick, Cuma günü İsrail’in tek taraflı girişimi ve Amerika’nın çekincelerinin nedenlerini ele alarak şunları ifade etti: Böylesi bir savaş Başkan Bush ve Başkan Obama tarafında planlanan ambargoların işe yaramamasına neden olmakla beraber bu girişim Amerika’nın çok kötü bir durumda kalmasına ve dünyanın gözünde tecavüzcü olarak algılanmasına da sebep olacaktır.
Gary Sick kaleme aldığı yazısında şöyle demektedir: “Amerika, İran’a saldırması için ister başka ülkelerle İsrail’e yeşil ışık yaksın isterse yakmasın İsrail’in bütün uçaklarının ve bombalarının Amerika’da imal edildiği gerçeği unutulmasın.”
Sick daha sonra şöyle demektedir: “O gün, BM Güvenlik Konseyi İsrail’in saldırısını kınayacak taslağı incelemek amacıyla acil toplanacaktır. Eğer ABD bu taslağı veto ederse Amerika’nın İsrail ile işbirliği yaptığı şüphesi ortadan kalkmayacaktır. Gerçi Avrupa’nın bu taslağı savunması daha çok göze batacaktır. Bu konu uzun yıllardan beri planlanan ve hayata geçirilen ambargoların yok olması anlamına gelecektir. ABD ve AB savaş yerine felç edici ambargoları benimsediklerini hareketleriyle göstermektedir. Ancak savaşın başlaması durumunda bu faraziyenin hiçbir değeri kalmayacaktır. Tabii şuanda hiçbir şey belli değil. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve bu ülkedeki birçok yetkilinin İran’ın bu Yahudi ülkesine karşı ciddi bir tehdit oluşturduğu konusundaki ısrarları devam etmektedir. Ancak bu yakınlarda savaşın olmayacağı kesindir.”
Anthony Cordesman, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin sitesinde yayınlanan makalesinde İran’a yapılacak olası bir saldırının sonuçları hakkında ilginç tespitlerde bulunmaktadır.
Bu senaryoya (rapora) göre İran nükleer çalışmalarını askeri alana kaydırabilmek için askeri saldırıyı bahane edecek ve hava saldırısında nükleer santralinden geriye kalanları nükleer silah üretmek için kullanacaktır. İran’ın göstereceği bir diğer tepki de Tel Aviv’e, İsrail’in şehirlerine, askeri üslerine ve nükleer tesislerine balistik (Şahap 3) füzelerle saldırılar düzenlemek olacaktır.
Anthony Cordesman’a göre Tahran, İsrail’in bu saldırısını Amerika’nın yeşil ışık yakmasıyla gerçekleştirdiğini düşünecek, bu nedenle de Amerikan taraftarı Arap rejimleri aleyhinde İsrail saldırılarına karşı bir şey yapmadıkları şeklinde geniş siyasi propagandaya başvuracaktır. İran’ın müttefikleri olan Hizbullah ve Hamas gibi örgütler de İsrail’e saldıracaktır. İran Amerika’nın Fars Körfezindeki menfaatlerine darbeler vuracak ve hatta Hürmüz Boğazı’ndan petrol geçişlerini yasaklayacaktır. İran; Lübnan, Suriye ve Irak devletlerini İsrail ile düşman yapmak için bu ülkelerdeki nüfuzunu da kullanacaktır.
Anthony Cordesman, İran coğrafik açıdan Körfez ülkelerine karşı stratejik üstünlüğe sahiptir, diye devam ediyor. Şöyle ki, İran sahillerine yakın dağlar, askeri operasyonların radar kapsam alanını daraltabilir. İran topraklarındaki gerçek hedeflerin sahil ile uzaklıkları 500 kilometreden fazladır. Bu uzaklık savaş uçaklarını av haline getirir. İsrail’in ön saldırıda kullanabileceği en yakın noktadan diğer hedeflere uzaklığı 500 kilometreden fazladır.
Anthony Cordesman sözlerinin devamında şunları ifade etmektedir: Bunlara ilave olarak İran geniş bir alana sahiptir. Füzelerini ve nükleer tesislerini saklayabilir. İran’ın 2440 kilometrelik sahili küçük gemilerini ve diğer deniz teçhizatlarını saklamak için elverişli bir konum sağlamaktadır. Keza birçok adası ve deniz üssü de vardır. İran tehdidi klasik savaş alanıyla sınırlı değildir. Bilakis bölge ülkelerinin içişlerine müdahale edecek, silah intikal ettirecek ve bu ülkelerdeki grupları harekete geçirerek küçük saldırılar düzenleyecek ve altyapıları tahrip edecektir.
Söz konusu stratejist öngörülerini şöyle sürdürmektedir: Savaş başlayacağı zaman bunun milli ve küresel ekonomiye etkilerini kimse kestiremeyecektir. Her halükarda bilhassa Asya ülkeleri Fars Körfezi’nin petrol ve gazına bağımlıdır. Fars Körfezi’nin kapanması dünya ekonomisini tehdit edecek ve bu da Fars Körfezi’nden petrol geçişi güvenliği için geniş askeri tepkilere neden olacaktır. Şuanda bile Fars Körfezi petrol nakliyesi için tek yoldur. Zira Arabistan petrolünü Lübnan’ın Seyda şehrine ulaştırması kararlaştırılan boru hattı 1984’ten beri işlerini durdurmuştur. Aynı şekilde Irak ve Arabistan petrollerini Suriye ve Akdeniz limanlarına ulaştıracağı planlanan iki boru hattı da durmuştur. Buna ilave olarak Irak’ın petrollerini Türkiye’ye taşıyan boru hattı da geçen yıllarda defalarca kapatıldı. Arap Emirliklerinin Çin’in yardımıyla yapmaya çalıştığı ve Ebu Zebi’den petrolü alıp Hürmüz Boğazı’ndan sonraki noktaya aktarması planlanan boru hattının da İran’ın saldırısına maruz kalma olasılığı vardır. Umman’daki boru hattı için de böylesi bir ihtimal söz konusudur.
Anthony Cordesman bazı istatistikler göstererek şunları söylemektedir: Asya ülkelerinin enerji ihtiyaçları her gün artmaktadır ve bu ihtiyaçtan ötürü eğer Ortadoğu petrolünde her hangi bir sorun çıkarsa petrol fiyatları başını alıp gidecektir. Resmi istatistiklere göre askeri ve siyasi bir kriz olmasa bile 2020’ye kadar petrolün varil fiyatı 100 dolara ve ufak bir sorun çıkması durumunda ise 200 dolara çıkacaktır.
Sedat Baran tarafından medyasafak.com için çevrildi.
Ay.Ahteri: ‘Batılılar Müslümanların cehaletini suiistimal etmekte’
Dünya Ehlibeyt Kurultayı Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed Hasan Ahteri: ‘Batılılar, Müslümanların Cehaletini Suiistimal Etmekte’
Ayetullah Muhammed Hasan Ahteri, Batılıların devamlı olarak İslam ülkelerinin geri kalmışlığını İslam’a yorarak, İslam’dan kaynaklandığı propagandasını yapmakta olduklarını belirterek şunları söyledi:
İslami İran bu iddiaları boşa çıkararak geri kalmışlığın nedeninin İslam olmadığını ortaya koymuştur. Batılılar her zaman insanların İslam’a olan cehaletini suiistimal etmiştir. Örneğin elli yıl kadar önce Almanya’daki Yahudiler Kur’an ayetlerinin ön ve arkasını söyler veya eksik bir şekilde ifade ederlerdi, hatta diyorlar ki Müslümanlar taharet için ilk önce ellerini kirletmektedirler, İslam’ı iyi bilmeyen kendi halkları da bunlara inanmaktadır. Bizlerin bu cehalet karşısında sorumluluğumuz vardır. O da İslam’ı tanıtmaktır…
Dünya Ehlibeyt Kurultayı Genel Sekreteri Ayetullah Muhammed Hasan Ahteri, Kur’an televizyon kanalında yayınlanan “Şeb-i Asuman” programına katıldı. Programda şunları söyledi: Batılılar kendi çıkarlarını korumak için İran halkının talepleri olan hak cephesiyle mücadele etmekte ve bu cephede bir gedik açılması için tüm imkanlarını kullanmaktadırlar. Bugüne kadar dünya kamuoyu İran’ın uluslar arası toplum karşısında duramayacağını tasavvur etmekteydi, ancak birçokları gördüler ki İslam Devrimi içeride kendisini iyi bir şekilde örgütleyerek bilimsel ve teknoloji alanında iyi bir konum elde etti. İşte bu önemli konu batılıların tasavvur etmedikleri bir durumdu.
Ayetullah Ahteri konuşmasını şöyle sürdürdü: Batılılar devamlı olarak İslam ülkelerinin geri kalmışlığını İslam’a yorarak, İslam’dan kaynaklandığı propagandasını yapmaktaydılar, ancak halklar İran Devrimine bakarak geri kalmışlığın nedenin İslam olmadığını anladı ve bundan dolayı Müslüman milletler ve gayri Müslim halklar İslam dinine dönmeye başladı.
Batılılar her zaman insanların İslam’a olan cehaletini suiistimal etmiştir. Örneğin elli yıl kadar önce Almanya’daki Yahudiler Kur’an ayetlerinin ön ve arkasını söyler veya eksik bir şekilde ifade ederlerdi, hatta diyorlar ki Müslümanlar taharet için ilk önce ellerini kirletmektedirler, İslam’ı iyi bilmeyen halkları da bunlara inanmaktadır. Bizlerin bu cehalet karşısında sorumluluğumuz vardır. O da İslam’ı tanıtmaktır. İşte bu bizim en önemli ve en ağır görevimizdir.
Bizler, Ehlibeyt (a.s) mezhebinin özellikleri olan etkileyici bir dil ve mantıkla İslam dinini tanıtmalıyız. Ve insanlara demeliyiz ki batılıların İslam diye insanlara anlattıkları yalandan başka bir şey değildir ve gerçek İslam’la çok farklılıklar arz etmektedir.
Kur’an-ı Kerim ve İslam dininin, hakkı batıldan ve doğruyu yanlıştan ayırmak için çeşitli yollar belirttiğine değinen Ayetullah Ahteri şöyle devam etti: Allah’ın ölçü karar kıldığı çok açık, umumi ve kapsayıcı ölçülerden biri akıldır. Allah, hakla batılı birbirinden ayırma görevi olan aklı bize bağışlamıştır. Dolayısıyla Kur’an’da “neden akletmiyorsunuz” gibi çok değişik ifadelerle ayetler vardır.
Bütün ilahi hükümlerde kendisine değinilen “akıl” ölçüdür. Elbette bunun anlamı herkesin heva ve hevesine göre hareket ederek “benim aklım bunu diyor” değildir. Bu konu mantık kuralları içinde, akli çözümlerle ve heva ve hevesten ayrı olarak ele alınmalıdır.
Allah’ın peygamberlerinin uyguladığı çözümlerden biri akılları işe koyarak keşfedilmemiş beşeri güçleri keşfederek onu gün yüzüne çıkarmaktır. Kur’an tefsir ve ayetlerindeki mütaariz (çakışan, çelişkili gözüken) ayetler ve hadislerdeki mütaariz rivayetlerde de akla başvurulmakta ve akıl ölçüleri doğrultusunda saf ve pürüzsüzleri pürüzlülerden ayrılmaktadır.
Bizler, Allah’ı da akıl yoluyla tanıyarak onun mevcudiyetine ulaşmaktayız. Akıldan ari bir şekilde buna ulaşmamız mümkün değildir. hadislerde de akıl, “evvel-u ma halakellah”; “Allah’ın yarattığı ilk şey” diye geçmiştir.
Başka ölçülerden biri de tecrübedir. İnsan bu konuya dikkat etmelidir. Ayrıca buna ilave olarak geçmiştekilerden ibret almak da ölçülerden biridir ki buda dikkat edilmesi gereken konulardandır.
Ayetullah Ahteri, “İslam’ı savunmak ve onu tebliğ etmek kimin görevidir?” sorusuna şu yanıtı verdi: İslam’ı savunmak herkesin vazifesidir. Din, herkes içindir. Herkes onu savunmalıdır. Her seviye ve düzeydeki müminler, dini güzel bir şekilde tanıtmak ve onu savunmak için sorumludur. Elbette bu konuda temel görev ulemaya düşmektedir. Onların bu konuda çok ağır sorumlulukları vardır.İmam Hamaney de defalarca ilmi havzalar, üniversiteler ve diğer insanların görevinin İslam dinini güzel ve etkili bir şekilde tüm dünyaya tanıtmak olduğunu söylemiştir.
Ayetullah Aheteri, “Çeşitli dinler arasında neden İslam dinine bu kadar saldırı olmaktadır” sorusuna ise şu yanıtı verdi: Bizler, dinlerin hakikatinin bir ve peygamberlerinin İslam olduğuna inanmaktayız, ancak Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) getirdiği dinin tüm dinlerin tamamlayıcısı ve tüm şartların riayet edildiği dindir. Bununla birlikte –Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi- geçmişlerini bildiğimiz bazı dinler şimdiki halihazırdaki dinlerden farklıdırlar ve onlarda değişiklikler yapılmıştır. Örnek olarak şu anki İncillerin hiçbirinde bir uyum ve hemahenklik yoktur.
Sonuç olarak şunu söyleyebilir ki İslam’a bunca saldırı ve düşmanlık onun hakikatine, şiar, slogan ve ilkelerinedir. Örneğin İslam ve Kur’an, zulme başkaldırıdır, ancak tahrif edilmiş dinlerde zulme başkaldırı görülmemektedir. Dolayısıyla İslam’ın bu düsturlarına karşı bir şey yapamadıkları ve onda tasarruf ve manipülasyona gidemedikleri için ona muhalefet etmekte ve saldırmaktadırlar.
İran ve Türkiye
BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan ile ateşkes konusunda anlaşan Beşşar Esad, baştan beri savunduğumuz “Esad halkının yanında ve Suriye’nin demokrasiye ihtiyacı yok” düşüncemizi haklı çıkarmıştır.
Demokrasi getirmek bir senaryodur ve Esad ile Suriye halkı bunu kabul etmemektedir.
Son gelen haberlerde muhaliflerin ateşkesi bozduğu ve bazı şehirlerde yine silah seslerinin duyulduğu bildiriliyor.
Muhaliflerin anlaşmaya rağmen silahlı isyana devam etmesi, Suriye’nin işgal edilmeden bırakılmayacağını göstermektedir. Zira muhalifler, Batının talimatları ile hareket etmektedirler.
BOP’un planları içinde yer alan İran, hem savaş istememekte, hem de tehditlere rağmen Suriye’nin yanında yer alarak dik duruşunu bozmamaktadır.
Suriye’ye olan tavrını değiştirmek için kendinden alınan petrolün azaltılacağını söyleyen AB’ye ve ABD’ye karşılık resti çeken İran, İtalya, İspanya, İngiltere’ye petrol akışını tamamen durdurmuştur.
Dahası kontrolünde bulunan Hürmüz Boğazı’nı da kapatmakla tehdit etmektedir. Bilindiği gibi dünya petrol ihracatının yüzde 35’i bu boğazdan yapılmaktadır.
İran’ın, dünyanın en büyük 18. ekonomisi olması bu direnişini güçlendirmektedir.
İran örneği göstermiştir ki, bağımsız bir ekonomi, en etkili tehdit olan ekonomik ambargoya rağmen ülkeleri ayakta tutabilmektedir.
Bunun bir ileri adımı savaştır ki, ne ABD ne de AB ülkeleri bunu göze alamazlar.
Türkiye’nin öne sürüleceği bir İran savaşına ise Türk halkı izin vermeyecektir.
Sınır komşumuz, son gelişmeler karşısında Türkiye’ye de Batıya karşı sergilediği tavrı takınmıştır: İsrail’in güvenliğini temin için ülkemize konuşlanmasına izin verdiğimiz Füze Kalkanı hakkında İran geçtiğimiz günlerde, “Eğer NATO kuvvetleri İran’a saldırırsa, ilk hedefimiz Türkiye’deki füze sistemi olacaktır” açıklamasında bulunmuştur.
Ve Türkiye’nin ABD adına hareket ettiğini her fırsatta vurgulamaktadır.
Bizce İran, Batıyı dize getirmiştir. Ucu kendine de dokunacak işgali kabul etmeyen bu tavrı ile Batının oyununu da engellemektedir.
Topyekün işgale hazır Hıristiyan Batıya karşı tek başına mücadele vermektedir.
Ne hazindir ki, İslam alemi Batının oyunları ile birbirinden koparılmıştır. Haçlı seferi olarak adlandırılan bu gidişat karşısında Hıristiyan Batı gibi tek yürek olamamaktadır.
Gelinen noktada Türkiye haçlının yanında ve Müslüman İran’a karşıdır.
Türkiye haçlının yanında ve Müslüman Suriye’ye karşıdır
Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaretle, Suriye’ye olan baskının arttırılması yönünde telkinlerde bulunan Türk hükümeti, izlediği politikalarla İslam alemine karşı safta yer aldığını bir kere daha göstermiştir.
Müslüman Türk’ün safı bu değil, tarih boyunca olduğu gibi haçlının karşısında ve İslam’ın savunuculuğu olmalıdır.
Prof.Dr.Haydar Baş
16 Nisan 2012, yenı mesaj gaetesi