کارگر

کارگر

İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Irak Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'nın resmi daveti üzerine üst düzey bir heyet başkanlığında Bağdat'a gitti.

 

Ruhani'nin 3 günlük Irak ziyareti siyasi çevrelerce stratejik bir görüşme ve Tahran ile Bağdat arasında yeni anlaşmaların yapılması yönünde uygun bir fırsat sayılıyor. 

İran ile Irak'ın siyasi, kültürel ve ekonomik alanlarda ikili ekonomik, siyasi ve kültürel münasebetleri ve iki ülkenin bölgesel işbirliğini güçlendirme yolları ağırlıklı olarak bu ziyaret kapsamında ele alınıyor. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin Bağdat ziyareti kapsamında iki ülke arasında birkaç işbirliği anlaşmasının imzalanması bekleniyor. 

Bu anlaşmalar, Hürremşehr-Basra demiryolu, sanayi bölgelerinin kurulması ve genişlemesi, iki ülkede vize kolaylığının sağlanması, gümrük ve sağlık alanlarında işbirliğini içeriyor. 

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif dün İran-Irak heyetleri arasında Bağdat'ta Iraklı mevkidaşı Muhammed Ali el Hekim'in katılımıyla düzenlenen oturumda yaptığı konuşmada, iki ülkenin ilişkilerini stratejik niteleyerek, hiç kimsenin bu ilişkilere zarar vermeyeceğini kaydetti. 

İran'ın Irak ve Suriye'de terör örgütleri ve IŞİD ile mücadeledeki etkin ve belirleyici varlığı;bölgede güvenliğin korunmasında İran'ın stratejik rolünü kanıtlamıştır. 

Kuşkusuz, iki ülkenin münasebetlerindeki türlü ve çeşitli imkanların istenen şekilde kullanılması için Irak'ta güvenlik ve istikrarın sağlanmasına bağlıdır. 

Şimdiki durumda bu kritik konudaki işbirliği stratejik seviyededir ve savunma ve güvenlik alanlarında işbirliği zeminini sağlanmıştır. 

İran'ın eski Irak Büyükelçisi Hasan Kazımi Kumi yazdığı bir makalede şunları kaydetti: Bugün İran İslam Cumhuriyeti ve Irak Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler stratejik işbirliği seviyesine ulaşmıştır ki doğal olarak bu stratejik işbirliği iki ülkeyi stratejik bir münasebete götürebilir. 

Bu nedenle bazı müdahaleci taraflar, art niyetli çabalarıyla bu stratejik münasebetleri, İran'ın Irak'ta yapıcı olmayan müdahale ve nüfuzu için bir hareket olarak göstermeye çalışıyorlar. 

Ancak bu tür art niyetli çaba ve propagandaya rağmen, İran ve Irak yetkililerinin en üst seviyedeki karşılıklı ziyaretleri, bu tür girişimlere Tahran ve Bağdat'ın aldırış etmediklerini gösteriyor. 

Gelinen noktada Irak hükümetinin faaliyetinde yeni dönemin başlamasıyla ekonomik alanlarda işbirliğinin geliştirilmesi öncelik arz ediyor. 

Bu alanda İran, Irak'a ürün ihracatı ve transit için en uygun yer sayılıyor. İran, ayrıca Irak'ın elektrik ve yakıt ihtiyacının önemli bir kısmını tedarik edebilir. Buna ilaveten İran'ın Irak'a teknik ve mühendislik hizmetlerini ihraç etmeye hazırdır. 

Ayrıca, İran ile Irak arasında ortak sınır kapıları, iki ülkedeki kutsal mekanlar ve Irak'ın yeniden inşa sürecine katılma fırsatları, iki ülkenin işbirliğinde önemli rol ve yere sahip diğer alanlardan sayılıyor. 

İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei, Irak Cumhurbaşkanı Berhem Salih ve beraberindeki heyetin son sıralarda Tahran'da kendisiyle yaptığı görüşmede, "Onurlu, güçlü, bağımsız ve gelişmiş Irak, İran için yararlıdır ve biz Iraklı kardeşlerimizin yanında durmaya devam edeceğiz." ifadelerini kullandı. 

Böylesi bir desteğe göre, İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin Bağdat ziyareti Tahran'ın Irak halkı ve hükümetinin yanında durmaya devam etmek için hazırlık ve iradesine yapılmış bir vurgudan ibarettir.

 HAMAS Gazze'deki çatışmaları zekice yönetiyor ve İsrail ise en sonunda Hamas’a ayrıcalık tanımak zorunda kalacaktır. Hatta askerî bir operasyon başlasa dahi İsrail bunu durdurmak mecburiyetindedir. Tüm bunlar Hamas'ın İsrail'i ringde köşeye sıkıştırdığını göstermektedir. 

Qodsna'nın Arabi 21 haber kanalından aktardığı bilgiye göre, Siyonist gazeteler son günlerde, kapsamlı olarak Gazze civarındaki değişiklikleri, özellikle de bu değişikliklerin 9 Nisan'da yapılacak Knesset seçimlerine etkisini inceliyor.

Arap dünyası analisti Avi Yesharof konu ile ilgili yazısında şu hususlara değindi: Gazze, Knesset seçimleri için gün sayıyor. HAMAS liderleri İsrail'in bu siyasî gelişmeden sonra Hamas’a Gazze'deki ablukanın da bir nebze kırılmasına vesile olacak önemli ayrıcalıklar tanımak zorunda kalacağına inanıyor.

Filistin meselesi analisti Tesvi Yehzekili ise konu ile ilgili şunları yazdı: HAMAS, İsrail'i bir meydan muharebesine çekmiştir ve İsrail'le istediği gibi oynamaktadır. Oysa İsrail Gazze'de huzuru istemektedir. Ancak HAMAS ise tüm gözleri üzerine çekmenin derdinde. Bundan dolayı İsrail kendini, temel konusunu Hamas'ın belirlediği bir kısır döngünün içerisinde bulacaktır.

HAMAS mevcut şartlarda İsrail ile bir karşılaşmanın peşinde ve bu günlerde İsrail'in sadece Knesset seçimlerine yoğunlaştığını, Gazze'nin işleriyle ilgilenmediğini de çok iyi biliyor.

İsrail Gazze'de kapsamlı bir askerî operasyon yapılmasını istemiyor. HAMAS ise içinde bulunulan hassas durumun farkında ve İsrail'i kapana kıstırmanın, yeni ayrıcalıklar edinmenin peşinde. Şunu açıkça söylemek gerekir ki HAMAS, İsrail karşısında caydırıcı gücü kazanmıştır. İsrail Hamas'a karşı cevap vermek zorunda kalmıştır ve bizim yapabileceğimiz bir şey de yok. Üstelik bu durum yıllardır böyle devam ediyor.

Siyonist analist son olarak şunları da aktardı: HAMAS, Gazze'deki çatışmaları yönetme işini oldukça zekice idare etmektedir. İsrail ise en sonunda Hamas’a ayrıcalık tanımak zorunda kalacaktır. Hatta askerî bir operasyon başlasa dahi bunu durdurmak mecburiyetindedir. Tüm bunlar Hamas'ın İsrail'i ringde köşeye sıkıştırdığını göstermektedir. Uzun zamandır Gazze sınır hattında durmuş sonunda neler olacağını beklemekteyiz. En ufak bir olayda dahi İsrail yeniden caydırıcı gücünü yitirmektedir.

 

Bir süredir farklı platformlarda Orta Doğu’da sorunların ana kaynağı olarak iki ülke resmediliyor: İran ve Türkiye. Bu tesadüf değil. Cemal Kaşıkçı cinayetiyle zirve yapan Türk-Suud gerilimi bu eğilimde katalizör etkisi yapıyor. Güya Türkiye, Suudi Arabistan’ı rezil rüsva edecekti. Kaşıkçı sonrası G-20 zirvesini ‘belasız’ atlatan Veliaht Prens Muhammed bin Selman geçen hafta Asya’nın kritik üç ülkesi Pakistan, Hindistan ve Çin’de milyar dolarlık ilişkilerle dökülen imajına cila attı.

Arap sokağında ‘yalan rüzgârı’ estiren ‘One Minute’ çıkışından sonra Lübnan’da gezdiğim Filistin kamplarında Arafat’ın afişleri solmaya yüz tutmuşken onların üzerine Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafları yapıştırılıyordu. Buna benzer görüntüler birçoğunu baştan çıkartıyordu. Ortalık “Orta Doğu’da Türkiye’nin zamanı” kıvamında ahkâm kesenlerden geçilmiyordu. O fotoğraflara eşlik eden bir afiş daha parlıyordu: ‘Kurtlar Vadisi’. Bu imgenin övünülecek bir tarafı yoktu. Ne yazık ki kısa sürede ‘Polat Alemdar’ ve ‘Memati’ karakterleri, yeni Türk dış politikasının Arap sokağındaki temsilleri haline geliverdi. Dil, üslup ve tarzıyla bu temsil meğer siyasetin özünde de varmış.

Filistin davasına yalandan sözcülükle başlayıp Araplarla ilişkilerin eksenine İhvan’ı oturttuklarında söylem “Türkiye’nin önü açılıyor” diye başlıyordu. İtiraz etmek nâmümkündü. Bu tarz-ı siyasetin Irak, Suriye, Libya, Mısır, Lübnan ve Yemen gibi yerlerde Türkiye’ye nasıl kaybettirdiğini uzun metrajlı bir film gibi izledik. Şimdi daha geniş coğrafyalarda Türkiye tecrit girişimleriyle yüzleşiyor. Elbette Türkiye’nin batırması bizi Arap devletlerinin pirüpak olduğu sonucuna götürmüyor. O cenahta da rezalet gırla.

***

Bir süredir farklı platformlarda Orta Doğu’da sorunların ana kaynağı olarak iki ülke resmediliyor: İran ve Türkiye. Bu tesadüf değil. Cemal Kaşıkçı cinayetiyle zirve yapan Türk-Suud gerilimi bu eğilimde katalizör etkisi yapıyor. Güya Türkiye, Suudi Arabistan’ı rezil rüsva edecekti. Kaşıkçı sonrası G-20 zirvesini ‘belasız’ atlatan Veliaht Prens Muhammed bin Selman geçen hafta Asya’nın kritik üç ülkesi Pakistan, Hindistan ve Çin’de milyar dolarlık ilişkilerle dökülen imajına cila attı.

 

Veliaht Prens’in Asya turuna geçmeden önce, babası Kral Selman’ın Suudi Arabistan’ı yeniden Arap denkleminin merkezine yerleştiren bir iki adımına değinmek istiyorum. Sağlık sorunları yüzünden nadiren ayağını dışarıya atan Kral, 24 Şubat’ta Şarm el Şeyh’te düzenlenen Birinci Arap Birliği-AB Zirvesi’ne bizzat katılmayı tercih etti. Öncesinde Kahire’de Mısır Parlamentosu’nda alkış tufanıyla karşılandı. Bu teveccühün nedenini çok da ‘İki Kutsal Şehrin Hizmetçisi’ unvanında aramayın! İhvan iktidarına karşı 2013’teki darbeden beri Abdülfettah el Sisi rejimini finanse eden Suud’un himmeti çok şeye kadir. Ki Kral, zirvedeki konuşmasında açılan krediler hariç hibenin miktarını 80 ülkede 35 milyar dolar diye verdi. ‘Himmet’ Suudi diplomasisinin en mühim enstrümanı. O himmet nice cihadi selefi örgütleri de doğurdu ya, orası ayrı mesele.

Zirvede Arap dışı aktörler olarak İran ‘olağan düşman’ olarak temada yerini alırken Türkiye de aynı kefeye itildi. Halbuki birkaç yıl öncesine kadar Arap diplomasisi Türkiye konusunda dikkatliydi. Zirvenin açılış konuşmasını yapan Sisi, Türkiye ve Katar’ı işaret ederek “Maalesef terör bazı ülkeler tarafından komşularda nüfuz elde etmek amacıyla kaos yaratma aracına dönüştürüldü” ifadelerini kullandı. Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu’l Ghayt da Suriye, Yemen ve Libya’daki krizlerden söz ederken “Türkiye ve İran’ın eylemleri, bölgedeki krizleri körükleyen bir müdahale niteliğinde” dedi. Allah-u âlem kulislerde daha neler konuşuldu. 2005 sonrası Türkiye’nin AB yolculuğunu gıpta ile izlemiş olan Araplar, şimdi AB ile ortak platformda bu ülkeyi baş belası ilan ediyor. Nereden nereye!

Bir çalım da Filistin’deki bayrak kapmacada geliyor. Araplar, Filistin’de İranlılar ve Türklerin devreye girmesini büyük mesele yapmaya başladı. ABD Başkanı Donald Trump’ın damadı Jared Kushner aylardır ‘yüzyılın barış anlaşması’ diye Filistin davasını tarihe gömecek bir planı Suudi-Emirlikler-İsrail üçgeninde pişiriyor. Taslağın açıklamasını İsrail’deki seçimlerden sonraya bırakan Kushner, Muhammed bin Selman’ı kafaya almıştı. Bu Arap meselelerinde Suudi otoritesinin sonu demekti. Bu kritik zamanda Kral Selman zirvede “Filistin’in hamiliğini kimseye kaptırmam” dercesine bir çıkış yaptı; dedi ki “1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulması dahil Filistin’in bütün haklarının geri alınması konusundaki tutumumuz sabittir.”

Arap aleminde Türkiye’nin yeni yeri işte böyle.

***

Şimdi Türkiye’nin ‘Tecrit eder, hatta uluslararası mahkemeye çıkartırım’ diyerek peşi sıra ok attığı Muhammed bin Selman’ın krallar gibi karşılandığı başka bir coğrafyaya gidelim.

 

2015’te Yemen savaşına katılmayı reddettiği için Suudi Arabistan’ın gücendiği, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) “Bedelini ödeyeceksin” diye tehdit ettiği Pakistan, Muhammed bin Selman’ı öyle itinayla karşıladı ki sanırsınız cennetten bir melek düştü. ‘Hoş geldin’ seremonisi, prensin uçağı hava sahasına girer girmez JF-17 ve F-16’lar eşliğinde ta göklerde başladı. En büyük sivil madalya Nişan-e-Pakistan verildi. Devlet daireleri tatil edildi. Bütün bunlar soğukluğu gidermek, himmet köprüsünü tamir etmek ve prensin çantasındaki 20 milyar dolarlık yatırım projeleri içindi.

Pakistan özellikle Ziya’ül Hak’tan itibaren, bölgesel hevesler, cihatçı örgütler üzerinden komşulara müdahale ve istihbarat cinlikleriyle hem dışarıda hem içeride kaybeden bir ülke. Nevzuhur ittihatçıların Türkiye’yi soktuğu yolda, Pakistan yıllar önce debelenmiş bir ülke. Onların ‘Afgan cihadı’ ve ‘Keşmir cihadı’, bizimkilerin ‘Suriye cihadı’.

Pakistan onlarca yıl boyunca kendi toprakları ve Afganistan’da Suud’un parası ve vahhabi öğretisiyle yarattığı radikal cihatçı hücrelerin ceremesini çekiyor. Üç komşusu Hindistan, Afganistan ve İran terör belasından Pakistan’ı sorumlu tutuyor. Bir tarafta nükleer bombanın gururu, diğer tarafta ekonomik, sosyal ve yönetsel sefalet. Amerikalılar da 11 Eylül’den beri tepeleyip duruyor.

Şimdi İmran Han’ın Pakistan’ı, Muhammed bin Selman’ın Suudi Arabistan’ı geçmişten kurtarıp ‘ılımlı’, ‘barışçıl’, ‘hoşgörülü’, ‘istikrarlı’, ‘terör karşıtı’ bir yola sokacağına dair iki tarafta da hayırhah yorumlardan geçilmiyor. (Bu arada eski İstihbarat Şefi ve Washington Büyükelçisi Bender bin Sultan’ın kızı Prenses Rima bint Bender’in ilk Suudi kadın büyükelçisi olarak ABD’ye gönderilmesi de ılımlılığın karinesi olarak karşımızda. Kaşıkçı cinayetinin yol açtığı tahribatı gidermek, Kongre’de Suudi aleyhtarı gidişatın önünü kesmek ve Prens’in hala reformcu istikamette olduğunu göstermek için zekice bir hamle. 23 yıl Washington’da kalmış bir istihbarat ve diplomasi cini olan babasının vereceği akılla fark yaratacağı kesin.)
Pakistan’ı yeniden Suud eksenine oturtmak isteyenler İslamabad’ın İran ve Türkiye ile ilişkilerini de hedef alıyor. Pakistan 2016’da Katar’a karşı ablukaya eşlik etmediği için “Türkiye-İran eksenine kaydı” diye adeta kırbaçlandı. Expo 2020 oylamasında Türkiye’yi desteklediği için de topa tutuldu.

Düne kadar Pakistan’ın aynı zamanda Türkiye ve Suudi Arabistan’la kardeşliğinde bir sorun yoktu. Buradaki asıl rekabet İranlılar ile Suudiler arasında dönüyordu. Fakat kamplaşmalar öyle bir noktaya geldi ki İslamabad ikisinden birini tutmaya zorlanıyor. Aynı cendere İran-Pakistan ilişkileri için de geçerli. Suudiler İran’dan gelecek doğalgaz boru hattının inşasını geciktirmek dahil Tahran’ın önünü kesmek için bütün ağırlığını kullanıyor.

Fakat Başbakan İmran Han göreve geldiğinden beri bir taraftan Türkiye ve İran’la dostluğu korurken diğer tarafta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteğini kazanmak için ‘ekonomik diplomasi’ adıyla yeni bir strateji yürütüyor. Bu denge siyasetini Genelkurmay Başkanı Cavit Bajva’ya bağlayanlar da var. Bajva Orta Doğu’daki vekâlet savaşlarında yer almayacaklarını ama Körfez’in savunmasına katkı sunacaklarını söylüyor. Riyad ve Ebu Dabi’yi yakın planda tutan Bajva geçen sene Pakistan’dan İran’a resmi ziyarette bulunan ilk genelkurmay başkanı oldu. Bu dengeleme stratejisi ‘Bajva Doktrini’ olarak anılmaya başladı.

 

Pakistan, Suudiler için herhangi bir resmi anlaşmaya gerek olmadan iyi ilişkilerin sürdürülebildiği bir yerdi. Askerler de siyasiler de Suud’un kesesine bakardı. Bu sefer ilişkiler 6 anlaşmayla gelen devlet yatırımlarıyla boyut değiştiriyor. İki ülke arasındaki anlaşmaları yorumlayanlar, Suudi Arabistan’ın ilk kez Pakistan’a ‘kukla’ değil ‘eşit ortak’ muamelesi yaptığını savunuyor. Bunu da Bajva Doktrini’ne bağlıyorlar. İslamabad’ın Suudi yatırımlarının altında ezilip ezilmeyeceğini Ankara ve Tahran’la ilişkilerin seyrine bakarak göreceğiz.

***

Muhammed bir Selman, Pakistan’ın en büyük hasmı Hindistan’a ise 5 katı fazla yatırım sözü verdi. Bir nevi birbiriyle düşman iki ülkeyle aynı anda iyi ilişkiler geliştirebilme gösterisiydi. İslamabad’dan Yeni Delhi’ye doğrudan uçmak yerine Suudi Arabistan’a dönüp oradan Hindistan’a geçerek ilginç bir hassasiyet sergiledi.

Çin’e gittiğinde de 28 milyar dolarlık 35 ayrı anlaşmaya imza atarken Pekin’in Uygurları tornaya alan siyasetine hak verdi. Burada da bir Suud-Türk karşıtlığı şekilleniyor sanki. Pekin-Ankara hattında şalteri attıran şey, Türkiye’nin Doğu Türkistan’a ilgisi ve özellikle son yıllarda Uygurların Suriye’deki savaşa katılmasında bir kanal olması. Malum Türkistan İslami Partisi’ne bağlı İslamcı militanlar, Cisr el Şuğur kasabasını kontrol edecek kadar Suriye’deki savaşa dahil oldu. Veliaht Prens bu konuda da “Türkiye’den farklıyız” demiş oldu.

Türkiye-Çin ilişkileri bulanık sularda debelenirken Suudilerin ‘2030 Vizyonu’ ile Çinlilerin ‘Kemer ve Yol Projesi’ birbirini görmüş oldu. Suudi yorumcular, Batı ile ilişkileri bozmadan doğuya açılmanın faziletlerini yazıyor. Avrupa treni raydan çıkınca Erdoğan’ın “AB yoksa Şanghay beşlisi var” resti basitçe rest olarak kalırken Suudiler, Çin’de petrokimya dahil bir dizi sektöre el atıyor. Veliaht Prens ziyaret sırasında bir de Çince dersinin okul müfredatına eklenmesine karar vermiş.

***

“Orta Doğu bizden sorulur”, “Stratejinin alasını biz yaparız”, “Doğu da bizimdir Batı da” diye böbürlenenler için belki bir kez daha aynaya bakma zamanı. Lakin prens, adının Testere Babası’na çıkmasına aldırmadan fena çalım atıyor.

gazeteduvar

Fehim Taştekin

Cuma, 01 Mart 2019 16:43

Direniş’in Zafer Baharı

Suriye'den eli boş ayrılan Amerikalılar, ülkeden çıkmak için valizlerini toplarken, Türkiye ise İdlib'de meydana gelmesi beklenen savaşı engellemek için manevra yapıyor. Bazı Arap başkentleri de, Suriye üzerine oynadıkları bahislerin başarısızlığının sonuçlarını yaşıyor. Suriye'ye yakınlaşmak isteyen Araplar, itibarlarından geriye ne kaldıysa kurtarmak için beyhude bir duruş ile bekliyorlar.


Suriye krizinin patlak vermesinden yıllar sonra ve İran Devrimi'nin kırkıncı yıl dönümünün kutlanmasından birkaç gün sonra, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ilk defa İran'a ziyarette bulundu. Başkent Tahran'a giden Esad, bu ziyaret ile pek çok düzeyde mesajlar taşıyan bir adım atmış oldu. Bu mesajların önemlisi ise elbette Şam ve Tahran arasındaki ilişkilerin stratejisi oldu.

Ziyaret, sekiz yıllık savaşın bıraktığı tozun dumana karıştığı çok fazla puslu bir havada ve kritik bir aşamada geldi. Suriye'den eli boş ayrılan Amerikalılar, ülkeden çıkmak için valizlerini toplarken, Türkiye ise bir yandan Kürtler ile savaşmak için kılıçlarını çekiyor, diğer yandan İdlib'de meydana gelmesi beklenen savaşı engellemek için zaman faktörü ile manevra yapıyor. Bazı Arap başkentleri de, Suriye üzerine oynadıkları bahislerin başarısızlığının sonuçlarını yaşıyor. Suriye'ye yakınlaşmak isteyen Araplar, öte yandan Amerika'nın vereceği herhangi bir tepkiden korkarken, itibarlarından geriye ne kaldıysa kurtarmak için beyhude bir duruş ile bekliyorlar.

Görünürde bu temas, bir zafer ve vefa ziyaretinden çok daha fazlasıydı. Zaten bu ziyaretin boyutlarını teşekkür ve kutlama ile kısıtlamak haksızlık olur. Başkan Esad'ın vücut dilinde diplomatik bir ifade yoktu. Protokol kuralları da uygulanmadı. İslam Devrimi lideri Ayetullah Ali Hamanei de aynı muhabbet ile yaklaştığı “muzaffer” başkanı sıcak bir kucaklama ile karşıladı. İki tarafında Arapça konuşması, bu sıcak ortamı daha da ısıttı.

İçerikte ise, Başkan Esad'ın Suriye krizinden bu yana ilk defa gerçekleştirdiği ve Moskova'dan sonra ikinci durağı olan Tahran teması, pek çok düzeyde mesajlar taşıyor. Birkaç nokta ile bu mesajlara işaret edebiliriz:

Birincisi: Bu ziyaret, Şam ve Tahran arasındaki stratejik ilişkinin sağlamlığını gösterirken, aynı zamanda geçici anlaşmalar ile bağlantılı olmayan stratejik ilişkilerini daha da derinleştirdi. Dolayısıyla, İran ve Suriye arasındaki stratejik ittifak, Direniş Ekseni'nin kimliğini oluşturuyor. Bu noktada, Esad'ın ziyaretinin Suriye ve İran arasındaki ekonomik ilişkilerin geleceğini şekillendiren stratejik anlaşmanın imzalanmasından birkaç hafta sonra geldiğine de dikkat çekmekte fayda var.

İkincisi: Bölgesel ve uluslararası zorlukların kesiştiği hassas bir dönemde gerçekleşen bu ziyaret, Amerika'nın Suriye'deki projelerinin yenilgisinden ayrı tutulamaz. Amerika'nın bölgedeki varlığı ve IŞİD ile türevleri tarafından taşınan Amerikan projeleri, Direniş Ekseni için büyük bir zorluk oluşturuyor. Bugün ev sahipliği yaptığı Esad'a şu cümleleri kullanan Hamanei, bu zorluklara da cevap vermiş oldu: “Suriye zaferinin ve ABD ile paralı askerlerinin bölgedeki yenilgisinin anahtarı, Suriye Devletinin Başkanı, halkının kararlılığı ve direnişinde gizlidir.” Hamanei konuşmasında, Direniş'in kimliği ve gücünün, Amerika'nın başını çektiği düşmanların projelerini başarısız kılan Suriye ile İran'ın stratejik ittifakına dayandığını vurguladı.

Üçüncüsü: Askeri seçenek de görüşmede yerini aldı. General Kasım Süleymani, Seyyid Hamanei ve Ruhani'nin yanında görüşmeye katıldı. Süleymani'nin katılması, ziyaretin askeri boyutlarının olduğuna işaret ediyor. Askeri seçenekten bahsederken, İdlib'in kaderi ve yaklaşan savaşın, Rusya Devlet Başkanı Putin'in sabrının tükenmesi ve Tayyip Erdoğan'ın bu savaştan kaçınmasının gölgesinde beklendiğine değinmek gerekiyor. İran Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani'nin, Suriye sahasında önemli gelişmeler beklendiğine dair sözleri bunu güçlendiriyor.

Suriye krizine İranlı müttefiklerinden daha geç müdahale eden Ruslar, Türkiler ile yapılan görüşmeler sırasında İdlib meselesi ile ilgili dikkatli bir yol izliyor. Diğer yandan, bu konuda Türkiye'ye belirli bir süre fırsat tanıyan İran, Başkan Esad ile birlikte bu savaşa girecek gibi görünüyor. Gelişmeler, Rusya'nın da bu savaşa destek için aktif olarak katılacağını gösteriyor.

DördüncüsüBu ziyaret, Varşova'da İran karşıtı toplantıda başarı elde edemeyen İsrail rejimi ile ilgili boyutlar ve mesajlar taşıyor. Bu ziyaret, Rusya Devlet Başkanı Putin ile İsrail Başbakanı Netanyahu arasında daha önce ertelenen ve İran meselesini masaya yatıran toplantının tarihinden iki gün önce gerçekleşti. Kuşkusuz bu ziyaret, Suriye -İran birliğini güçlendirirken, İsrail baskılarının bu ittifakı kıramayacağı ve İran'ın Suriye'deki meşru varlığına engel olamayacağını, bu baskıların seçimle ilgili anketlerde gerileyen Netanyahu'nun kaderini etkileyeceğini gösterdi. İran'ı Suriye'den uzaklaştırmak konusunda atıp tutan, daha önce de Esad'ın devrileceği palavraları ile övünen Netanyahu, bugün eli boş bir şekilde seçimlere giriyor. Daha doğrusu, Netanyahu'nun Moskova ziyareti ile elde etmek istediği seçim rantı, Esad'ın Tahran ziyaretinden dolayı etkisini kaybetti.

Esad'ı devirmek için düzenlenen onlarca ziyaret, milyarlarca dolar harcanan para ve 8 yıllık başarısızlığın ardından, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Tahran ziyaretinden birkaç saat sonra Netanyahu'yu düşürür mü?

Beşincisi: Ziyaretin verdiği beşinci mesaj, Şam ile ilişkileri güvenli bir şekilde yeniden kurmak isteyen Arap ülkelerine gönderilmiş gibi görünüyor. İran'dan uzaklaşması karşılığı Şam'ın siyasi izolasyonunu kırmak isteyen Araplara verilen mesaj, Arap ilişkileri ile İran ilişkisi arasında bir bağlantı olmadığını vurguladı.

Kendi istekleri ile Şam'dan ayrılan Araplara kapısını hiçbir zaman kapatmayan ve kapatmayacak olan Şam yönetimi, kendinden taviz de vermeyecektir. Suriye, kendini hala derinden milliyetçi bir Arap ülkesi olarak kabul ediyor. Filistin karşısındaki konumu da bunun en güzel örneğidir. Bu Arap ülkelerinin seneler önce Suriye hakkında müzakerelere İran'ın katılmasını reddediyordu. Ne var ki bugün İran bu krizdeki en marjinal oyuncu haline geldi.

El-Waght

İntizar

Salı, 19 Şubat 2019 04:25

İmam Hamanei'nin Bildirisi Yayınlandı

İmam Hamanei, İslam Devrimi'nin 40. zafer yıldönümü dolayısıyla İran milletine hitaben önemli ve stratejik bir mesaj yayınladı.

  İmam Hamanei, İslam Devrimi'nin 40. zafer yıldönümü dolayısıyla İran milletine hitaben önemli ve stratejik bir mesaj yayınladı.

İslam Devrimi Lideri “Devrim’in ikinci adım bildirisi” olarak bilinen söz konusu bildiride İslam Devrimi’nin geçen 40 sene boyunca elde ettiği kazanımlarına değinerek gençlere büyük İslami İran’ı inşa etmeleri için bazı önemli önerilerde bulunmuştur.

Gençlere yönelik tavsiyelerde bulunan bu bildiri ilaveten ikinci bir adım olarak İslam Cumhuriyeti’nin “yeni sezonu”nu oluşturmaktadır.

Bildiri metninde yer alan ifadeler özetle şu şekilde:

İslam Devrimi uzun bir tarihsel yozlaşıya son verdikten sonra Pahlavi ve Kaçar döneminde aşağılanmış olan ülke hızlıca ilerleme dönemine girmiştir. İslam Devrimi ilk adımda, utanç verici Şah rejimini demokratik bir hükümete dönüştürdü ve kapsayıcı olmanın yanında çok taraflı gelişmeyi sağlayan milli irade unsurunu ülkenin odak haline getirdi. Ardından ülkenin yönetiminde gençlerin girmesine imkan sağladı. Ayrıca “Biz yapabiliriz” inancını herkese aktardı. Yaptırımlar iç potanisyellere dayanmayı öğretti ki sonuçları şöyle:

1. Düşmanlar tarafındnan ciddi tehditler altında olan ülke istikararı ile güvenliği ve toprak bütünlüğüne garanti sağlanmıştır. 8 Yıllık İran-Irak Savaşında Baas rejimi ile Batılı ve Doğulu destekçilerinin hezimetine neden olan mucezevi zaferin gerçekleşmesine neden olmuştur.

2. Bilim ve teknoloji alanında ilerleme gücü yaratarak ekonomik ve imarcılık alanında hayati bir altyapı oluşturmuştur. Ayrıca ulaştırma, sanayi, enerji ve madencilik, sağlık ve tarımcılık gibi alanlarda da binlerce önemli projenin temeli atılmıştır.
Nükleer yakıt, kök hücreler, nanoteknoloji ve biyoteknoloji gibi onlarca büyük proje, petrol dışı ürünlerin ihracatının 60 kat daha yükselmesi, üniversitelerden milyonlarca öğrencinin mezun olması ayını zamanda tıp ile savunma sanayi alanında kayda değer gelişmeler İslam Devrimi’nin armağan ettiği başarılardır. Halbuki, devrimden önce, İran bilim ve teknoloji üretiminde sıfır noktasındaydı.

3. Siyasi konular, seçimler ve iç meselelerin yanı sıra iç fitnelerle birlikte istikbarla mücadeleyi hedefleyen konularda halkın katılımını arttırdı. Devrimden sonra vatandaşlar doğal afetlerden etkilenen insanlara yardım edebilmek için yarışarak hayırsever etkinliklerine hevesle katılıyorlar.

4. İslam Devrimi, halkın uluslararası konulara olan vizyonunu inanılmaz derecede geliştirdi. İslam Devrimi, Batı ülkelerinin özellikle ABD'nin cinayetleri, Filistin meselesi ve yabancı güçlerin bölge halklarına yönelik tarihi zulmü, gerilim, savaş ve ayaklanma gibi konuları entelektüel olarak bilinen dar bir sınıfın tekelinden çıkardı. Aydınlık ülkenin dört bir köşesine yayıldığı için bu tür konular yetişkin gençler için de anlaşılır bir hale geldi.

5. İslam Devrimi kamu imkanlarının dağılımında adalete başvurulmasını sağladı. Adeletin performansı ile ilgili bendenizin memnuniyetsizliği İslam düzeninin eşsiz mücevheri olduğu içindir. Fakat gerçek şu ki, son 40 yılda adaletsizlikle mücadelede elde edilen başarılar bir önceki dönemle kıyas edilemez. Şah rejimi döneminde ülkenin hizmetleri ve gelirlerinin çoğunu başkenttekiler ya da onların seviyesinde olan büyük kentler kullanırdı.

6. İslam Devrimi toplumda maneviyat ve ahlakı büyük ölçüde artırdı. Bu değerli olguyu mücadele döneminde ve İslami Devrim zaferinden sonra her şeyden çok İmam Humeyni'nin davranışları yaygınlaştırdı. Bu maneviyet dolu ve arif insan, inançlara bağlı olan halkın başına geçti. İslam Cumhuriyeti'nin dini ve ahlaki yaklaşımı, yetenekli ve parlak kalpleri özellikle de gençleri büyüledi ve ortam din ve ahlakla doldu.  Bunlar 8 yıllık Kutsal Savunma’da gençlerin özveriyle cephelere gitmesine neden oldu ki, İsalm Devirmi'nin mucizesidir.

7. İslam Devrimi, küresel istikbar ve zorbalık güçleri özellikle Amerika karşısında ayakta durmanın görkemli ve prestijli sembolü oldu. Tüm bu 40 yıl boyunca, devrimin ilahi kutsallığı, ülkenin istikbara karşı direnişi ile büyüklüğü vatan ile İran gençlerinin belirgin özelliği haline dönüştü.

Kendi hayati çıkarları doğrultusunda diğer ülkelerin bağımsızlığı ve haklarını kötülük niyetleri için hedef tutan dünyanın tekel güçleri İran karşısında acizliğini itiraf etmiştir. ABD’nin kuklasını ülkeden atan İran milleti bugüne kadar dünya zorbalarının ülkeye istilasını engellemiştir.

Aziz gençler! 40 senelik islam Devrimi’nin tarihindeki başlıca konular şunlardı; sizler bu azametli ve muhteşem devrimin ilerlemesi için Allah’ın yardımıyla ikinci adımı atmalısınız.

Güçlü İranımız günümüzde de devrimin başlangıcı gibi sulta düzeni tarafından dayatılan bir sürü krizle karşı karşıyadır, ancak burada anlamlı bir değişiklik söz konusu; o günlerde ABD ile olan yüzleşmemiz yabancıların müdahalesini engelleme, Siyonist Rejim’in Tahran büyükelçisini kapatmak ve ABD’nin casusluk yuvasını ifşa etmekle sınırlı iken halihazırda öne çıkan mevzu Siyonistlerin tam sınır noktasında hazır bulunup ABD’nin Batı Asya bölgesindeki gayrı meşru hareketliliğini ortadan kaldırma, işgal altındaki toprakların kalbinde Filsitinli mücahitlere destek sağlama ve havalanan Hizbullah ve direniş ekseni bayrağını savunmaktır.

Şimdi ise siz değerli evlatlarıma birkaç temel başlıkla ilgili bazı tavsiyelerim olacak. Bunlar sırasıyla şu şekilde: Bilim ve araştırma, maneviyat ve ahlak, ekonomi, adalete önem vermek ile yolsuzlukla mücadele, bağımsızlık ve özgürlük, milli onur ile dış ilişkilerin yanı ısra düşmanla aramızdaki sınırın belirlenmesi ve son olarak yaşam tarzı.

1. Bilim ve araştırma: İmza attığımız bunca başarıya rağmen geride bıraktığımız yol sadece birer başlangıçtı. Biz dünyadaki bilim zirvesinin bayağı arkasındayız; fakat bu zirvelere ulaşmamız lazım. Bu sınırları aşmalıyız; biz sıfırdan başladık. Pahlavi ve Kaçar dönemlerindeki geri kalmalar günümzde bizi büyük bir darbeye maruz bırakarak bu hızlı hareketten geride kalmamızı sağlamıştır. Ancak şimdi bu yönde senelerce daha hızlı ilerlememiz gerekiyor.

2. Maneviyat ve ahlak: Bu konu ise tüm kişisel ve toplumsal faaliyetlerle hareketlerin yönünü belirleyerek toplumun temel gereksinimlerinden sayılıyor. İlk başta kendiniz ahlak ve maneviyat açısından gelişin arkasından da bunun toplumda yayılmasını sağlayın; maneviyat ve ahlak karşıtı girişimlerle akıllıca mücadele edip kötü insanların halkımızı aldatarak cehenneme yönlendirmesini engelleyin.

3. Ekonomi: İslam Devrimi, Şah rejiminin sahip olduğu bağımlı ve güçsüz ekonomiden kurtulma yolunu bize gösterdi, ancak sıkıntılı girişimler ülke ekonomisini bir sürü iç ve dış sorunla yüz yüze getirdi.

Dışarıdan dayatılan yaptırımların yanı sıra içerideki başlıca sorunlar şöyle: Ekonominin petrole bağımlılığı, ekonominin devlet elinde bulunması, iç kapasiteleri göz ardı etme, insani kaynaklara aldırmama, tutarsız bütçe tasarımı ve nihayet önceliklere yer verilmeden gereksiz masraflara yol açma. Bunların çözüm yolu ise direniş ekonomisini amaçlayan politikaları yürürlüğe sokmaktır.

4. Adalete önem vermek ile yolsuzlukla mücadele: Tüm gençlerimize net bir şekilde yaptığımız iş ile ulaşmak istediğimiz amaçlar arasında büyük bir fark olduğunu belirtmek isterim. İslam Cumhuriyeti’nde zenginliğe ulaşmak suç değil ancak bu konuda ayrımcılık yaparak adaletsizliğe yol açan yosuzluk yapan kimselere öncelik tanıma konusu ise kesinlikle yasaktır.

5. Bağımsızlık ve özgürlük: İran’da elde ettiğimiz bağımsızlık ile özgürlük yüz binlerce cesur ve fedakar insanın bu yolda döktüğü kanların birer kazanımıdır. Bağımsızlık ilkesinin asla ülkenin siyasetiyle ekonomisini sınırlarımız içerisinde zincirleme anlamına gelmediği gibi özgürlük konusu da ilahi ahlak ile değerlere karşı tavır alamaz.

6. Milli onur ile dış ilişkilerin yanı ısra düşmanla aramızdaki sınırın belirlenmesi:Günümüzde İran milleti, cani ABD’nin yanı sıra bazı Avrupa devletinin de güvenilmez olduğu kanaatinde. İran olarak onlarla aramızdaki sınırları dikkatli bir şekilde korumlaıyız. Devrimci ve ulusal değerlerimiz alanında bir adım bile geri çekilmemiz söz konusu olamaz; ABD ile herhangi bie sorunu çözmemiz mümkün değil ve onlarla yapılacak müzakere maddi ve manevi zarardan başka bir sonuç berbaerinde getiremez.

7. Yaşam tarzı: Son olarak bu konuda söylemek istediklerimi başka bir vakite bırakıyorm, fakat şunların altını çizmem lazım: Batı’nın kendi yaşam tarzını İran’da yayması ahlaki, ekonomik, dini ve siyasi boyutlarda ülkemize telafisi zor büyük bir zarar vermiştir. Bunlara karşı direnmek için de siz gençler akıllıca geniş çaplı  bir cihat yapmalısınız.

Son olarak 11 Şubat gösterisine onurlu bir şekilde katılmanız için siz aziz milleti kutluyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’deki Suriye konulu Dördüncü Üçlü Zirve Toplantısı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ortak açıklama yaptı. 3 lider de ortak olarak Astan sürecinin önemine vurgu yaptı. Ruhani, Türkiye'yi Şam'la temasa çağırdı. Putin de İdlib vurgusu yaptı.

  Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’deki Suriye konulu Dördüncü Üçlü Zirve Toplantısı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ortak açıklama yaptı. 3 lider de ortak olarak Astan sürecinin önemine vurgu yaptı. Ruhani, Türkiye'yi Şam'la temasa çağırdı. Putin de İdlib vurgusu yaptı. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’deki Suriye konulu Dördüncü Üçlü Zirve Toplantısı'nda Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile ortak açıklama yaptı. 

Zirvede ilk olarak Rusya Devlet Başkanı Putin söz aldı. 

Putin'in konuşmalarından satır başları şöyle: 

"Rusya, Türkiye ve İran ortak çabalarla Suriye’deki hayatın normale dönmesi için çalışıyor. 

Şimdi Suriye’nin topraklarının hemen hemen tamamında çatışmasızlık rejimi muhafaza ediliyor. Bu bizim somut ve pozitif ortak neticemizdir. 

Astana, Suriye için kalıcı bir siyasi çözüm sürecine vesile oldu. Rusya, Türkiye ve İran ortak çabalarla Suriye’deki hayatın normale dönmesi için çalışıyor. 


İdlib’te gerginliğin azaltılması konusunda anlaşmamız gerekiyor. Bu da teröristlerin varlığına katlanmamız gerektiği anlamına gelmiyor. 


Suriye anayasa komitesinin kısa bir süre içerisinde çalışmalarına başlaması büyük önem arz ediyor.” 

RUHANİ'DEN ADANA MUTABAKATI MESAJI 

Daha sonra İran Cumhurbaşkanı Ruhani söz aldı. 

Ruhani şöyle konuştu: 

"Amerikan başkanı Suriye'den çekileceğiz dedi. Ama Amerikan birlikleri, izinsiz bir şekilde Suriye'de bulunmakta. Uluslararası camia ve BM'nin herhangi bir kararı ve izni olmadan işgalci olarak orada bulunmaktalar. Bunlar Suriye halkının faydasına değil. Suriye'nin doğusu ve kuzeyi de uluslararası camiayla işbirliği yapmalı. Kürtler de Suriye ulusunun ayrılmaz bir parçasıdır. Onların da hakları korunmalı. Türkiye'nin bu konudaki endişelerini de anlıyoruz. Bu noktada endişelerin giderilmesi için Suriye'nin meşru hükümetiyle işbirliği yapılmalıdır. Suriye ile Türkiye arasında bir Adana Anlaşması var. İran ve Rusya olarak üzerimize düşeni yapacağız. Türkiye ile Suriye arasındaki bağları güçlendirmek istiyoruz." 

ERDOĞAN: PROVOKASYONA RAĞMEN... 

Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasına, İran'da dün gerçekleşen ve 27 Devrim Muhafızları Ordusu mensubunun hayatını kaybettiği saldırıya dair İran halkına taziyede bulunarak başladı. Sekiz yıldır bombaların gölgesinde hayata tutunmaya çalışan Suriye halkının kalıcı siyasi çözüm yolunda sevindirici haberler beklediğini söyleyen Erdoğan, şöyle devam etti: 

"Bugüne kadar yapılan 3 toplantıda da beklentileri boşa çıkarmadık. Ateşkesin sağlanması ve terörle mücadele konusunda önemli mesafeler aldık. Tüm sıkıntılara görüş ayrılıklarına ve aramızı açmaya yönelik kimi provokasyonlara rağmen Astana ruhunu muhafaza ettik. Astana platformu Suriye’deki kanın durması için somut çözümler üreten en başarılı girişimdir. Biz nasıl Suriye'de akan kanı durdurmak için mücadele veriyorsak, başkaları da çatışmaların sürmesi için gizli açık çalışıyor. Basiret, feraset ve uzlaşıyla hareket ederek şimdiye kadar bu çevrelere bekledikleri fırsatı vermedik. Süreç içinde önümüze çıkan engelleri diyalogla aşmayı başardık. Sadi Şirazi "Hakiki dost saadet zamanında değil, sıkıntılı zamanında el tutan kimsedir" buyuruyor. Türkiye olarak biz Suriye halkının en zor zamanlarında yanında olduk. Şimdiye kadar 35 milyar dolar kadar yardımı yapmış durumdayız. Komşumuz Suriye’nin bir an önce barışa kavuşması için elimizden geleni yaptık yapmaya devam ediyoruz. Umutlarını bu toplantıya bağlamış kardeşlerimize müjdeler vereceğimize inanıyorum."

Varşova’dan Amerikalıların rüyasını kurduğu bir koalisyon çıkmayacak. Muhtemelen geriye bir sürü siyasal üfürük kalacak. Yine de Trump yönetimi, İran’ı Orta Doğu’da kovalama stratejisinden vazgeçmeyecek. 

Donald Trump’ın fanatik ekibi, İsrail’in güvenliğine matuf iki başlıklı gündemle yine uluslararası sahneye çıkıyor. Başlığın biri ‘yeni Ortadoğu barış planı’ diğeri ‘İran’ın durdurulması’.

İranlılar devrimin 40’ıncı yılını anarken Varşova bugün başlayacak iki günlük “Orta Doğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Destek” başlıklı konferansa ev sahipliği yapıyor. Önceden verilen mesajlar, asıl amacın, ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği İran karşıtı koalisyonun genişletilmesi olduğunu gösteriyor.

Amerikalılar bir konferans başlığına ‘güvenlik’ kelimesini iliştirdi mi Amerikan ekseniyle barışık olmayan ülkelerin yüksek voltaj yemiş gibi çarpılmaları kaçınılmaz.

Konu barış ve güvenlik ama bölgenin en önemli aktörü ya da birileri için ‘en önemli sorunu’ İran davetli değil. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ise tam kadro Varşova’da. Onun açısından ilave bir iki Arap ile el sıkışıp, “Araplarla sorunumuz yok, asıl sorun İran” diyebilmek önemli. Önündeki fırsat da büyük. ABD’nin Körfez’deki ortakları da firesiz Varşova yolcusu.

Tepkiler üzerine Polonya “İran’a karşı değil” dese de konferansın finansörü ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, şu sözüyle başka bir yoruma geçit vermedi: “Bu zirve en çok İran üzerinde odaklanacaktır.”

Suud politikalarına mikrofonluk yapan Şark’ul Evsat gazetesi de bu söze alt metin yazdı:

 

“Konferans, yasadışı milisleri silahlandırmak, kara para aklamak, kıtalar ve okyanuslar üzerinden uyuşturucu ticareti yapmak gibi İran’ın bölgedeki apaçık faaliyetlerine yönelik devletlerin tutumlarını net bir çerçevede resmettiği için önem arz ediyor.”

Rejim karşıtı Halkın Mücahitleri de ‘Özgür İran’ sloganıyla Varşova’da boy gösterecek. Eski New York Belediye Başkanı Rudy Giuliani ve eski Senatör Robert Torricelli de muhaliflerin sesine ortak olacak.

Bu manzara karşısında İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif’in konferans için uygun bulduğu tanım; “Umutsuz sirk”. Tahran’ın tepkisi Dışişleri’ne çağrılan Polonya maslahatgüzarına da iletildi. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetlerden kaçan Polonyalılara kucak açıp onları Isfahan’da koruma altına alan İran’ın kara gün dostluğu da hatırlatıldı.

***

Peki, ABD ve dostlarının durumu Zarif’in resmettiği kadar biçare mi? ABD’nin çekip çevirme kapasitesini bu şekilde aşağılamak belki rahatlatıcı. Bu biraz İranlıların görülmesini istediği özgüvenle biraz da ABD-Avrupa ilişkilerinin ‘soğuk savaş’ tüneline girmiş olmasıyla alakalı.

Amerikan yönetimi, Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Trump’ın damadı Jared Kushner ve özel temsilci Jason Greenblatt’tan oluşan ekiple konferansa katılıyor. Ortadoğu planının pazarlanacağı bir konferansa atfedilen önem büyük. Fakat iyi bir başlangıç yaptıkları da söylenemez. Amerikalılar Afganistan ya da Irak işgali sırasında olduğu gibi, “Ya bizimlesiniz ya da…” tehdidi savurabilecek durumda değiller. Aşırı sekteryen eğilimler taşıyan Washington ekibi bu kafa ve bu koşullarda uluslararası konsensüs yakalayamaz. Konferansla ilgili sunumlar, “70 ülke katılacak” diye başlıyor. Ne var ki katılım profili keyif bozmak için yeterli. Birçok ülke dışişleri bakanı düzeyinde katılmayacağının sinyalini verdi.

BM Güvenlik Konseyi’nin iki ağır topu Rusya ve Çin konferansa peşinen burun kıvırdı. Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vassili Nebenzia, “Doğrudan İran’la bağlantılı olarak konferans düzenleyip tek taraflı yaklaşım sergileyerek bölgede askeri ittifaklar oluşturmaya çalışmak ters teper” dedi.
Bölgeden Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Basil açıkça konferansı boykot etti. Cevat Zarif’in Beyrut ziyaretinin ilk hasılası.

Filistin yönetimi de İsrail’e daha fazla güvenlik vaat edip Filistin sorununu Filistinliler aleyhine tarihe gömmeye ayarlı bir planın kendilerine dayatılmış olması nedeniyle konferans davetini geri çevirdi. Hatta Filistin Dışişleri Bakanlığı kendilerinden beklenmeyen bir keskinlikle konferansı “Amerikan komplosu” olarak niteledi. Ortadoğu’da barıştan söz eden konferansta ‘biçare’ Filistin olmayacak. Bu bile konferansın başarısızlığını peşinen ilan etmeye yeter.

Asıl üzerinde durulması gereken Avrupa’nın tutumu. Konferans bir AB üyesinde tertip ediliyor. Konuyla doğrudan ilgili AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini gitmeyeceğini duyuruyor. Bu, AB politikalarıyla uyumsuzluğunun net göstergesi. Nedeni de sır değil. AB’yi hırpalayan çıkışlarına ilaveten Trump’ın 5+1’in İran’la yaptığı anlaşmadan çekilmesi, yaşlı kıtayı Amerikan dayatmacılığına karşı illallah deme noktasına getirdi. ABD, Avrupa’nın Russofobik doğu kanadıyla uyum sağlarken Batı kanadıyla soğukluk yaşıyor. Batı Avrupa’dan katılımın profili muhtemelen hayli düşük çıkacak.

  

ABD yeni yaptırım paketlerine karşı Britanya, Almanya ve Fransa üçlüsünün (E3) İran’la iş yapan şirketleri korumak için geliştirdiği Ticari Mübadele Destek Aracı (INSTEX) adlı mekanizmayı sakatlamaya çalışıyor. Bunun için AB içindeki Amerikan sevdalıları üzerinden çatlakları büyütmesi yeterli. Polonya, Neo-Con stratejinin yaşlı kıtadaki gönüllü ortağı olarak birlikteki en önemli yarık. Polonya’ya bir iki AB üyesinin daha eklenmesi bu konferansta ‘kısa günün kârı’ olur.

Elbette ABD’nin takılıp kaldığı şeyin hepten INSTEX olduğu söylenemez. Her şeyden önce bu mekanizma AB’nin nükleer anlaşmayı (JCPOA) korumak için ilk başlangıçta vaat ettiği korumanın hayli gerisinde. İran’la iş yapan büyük şirketlerin neredeyse tamamı çekildi. AB üyelerinin mekanizmayı İran’ın para aklama konusundaki Mali Eylem Görev Gücü’ne (RAFT) katılımı ve balistik füze programını sınırlandırılması talepleriyle ilişkilendirmesi kapsamlı bir mekanizmanın geliştirilmesini önledi. Bu iki taleple ilgili baskının kaynağı da Washington. Şimdilik gıda, ilaç ve insani ihtiyaçlarla sınırlı ticareti garanti eden INSTEX Tahran için tatmin edici olmasa da İranlılar bunu ABD’nin yalnızlaşması olarak görüyor ve önemsiyor. Ancak AB’nin INSTEX’le nükleer anlaşmayı korurken İran’a baskıyı artırmaya dönük diğer Amerikan politikalarına eşlik etmeyeceğinin garantisi yok. Çünkü İran-Avrupa ilişkiler alanı ABD’den bağımsız olarak başta bir sürü mayın barındırıyor. Nükleer anlaşmanın balistik füzelerin sınırlandırılmasını da içerecek şekilde yeniden müzakere edilmesini isteyen AB üyeleri var. Amerikalılar bu eğilimi güçlendirmenin peşinde.

***

Sözün özü; Varşova’dan Amerikalıların rüyasını kurduğu bir koalisyon çıkmayacak. Muhtemelen geriye bir sürü siyasal üfürük kalacak. Yine de Trump yönetimi, İran’ı Orta Doğu’da kovalama stratejinden vazgeçmeyecek. Benzer gündemle uluslararası ortaklar 15-17 Şubat’ta Münih Güvenlik Konferansı’nda yakın markaja alınacak. Ardından Kushner-Greenblatt ikilisi İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Umman’ı kapsayan Ortadoğu turuyla bölgenin nabzını tutacak. Netanyahu’nun aile dostu olan damat Kushner bu kez iki yıldır üzerinde çalıştığı Ortadoğu ‘barış’ planının ekonomik detaylarını paylaşacak. Trumpgiller tarihi uzlaşmazlıklar üzerindeki paslı kilitleri ekonomiyle çözeceklerine inanıyor. Barışı parayla satın alacaklar ama o para kesinlikle kendi ceplerinden çıkmayacak. Bu turda Trump’ın İran dosyasından sorumlu kıldığı Brian Hook’un Kushner’e eşlik edecek olması Tahran’ı kuşatma planının Filistin meselesine paralel yürütüleceği anlamına geliyor.

Konferansta İran’ın Suriye’den kovulması ve ABD’nin çekilme planı da gündeme gelecek. O sırada Rusya lideri Vladimir Putin, Soçi’de ağırlayacağı Türkiye ve İran liderleriyle birlikte Varşova’ya nanik yapıyor olacak. ABD’nin onlarca yıldır İran’ı çevrelemede en büyük rolü biçtiği Türkiye bu kez kenarda duruyor. Bu da Amerikan politikalarında mühim bir gedik.

GAZETEDUVAR

Cuma, 15 Şubat 2019 14:18

İmam Hamenei'den Taziye Mesajı

İmam Hamanei, 27 kişinin şehit olduğu Sistan ve Belucistan’daki terör saldrısı nedeniyle birer taziye mesajı yayınladı.

İslam Devrimi Lideri’nin taziye mesajı şöyle:

"Bir kez daha ülkeye hizmet sunan İranlı salih gençlerin kanına kast edildi. Milletin güvenliği ve vatan sınırlarını korumak için herşeyi göze alan birkaç ülke sermayesi kötü kalpli barbarlar ve canilerce şehit edildi. Bu cinayeti işleyenlerin bölge ve bölge ötesi bazı ülkelerin istihbarat servisleri ile ilişkisi olduğu kesindir. Dolayısıyla ülkedeki ilgili kurumlar buna odaklanıp kouyu ciddiyetle takip e

 İran’ın Sistan ve Belucistan eyaletinde Devrim Muhafızları personellerini taşıyan otobüse düzenlenen terör saldırısında 27 kişi şehit düşmüştü.

Soçi Zirvesi'yle aynı gün ABD'nin Varşova'da topladığı Ortadoğu konferansı, ABD ile Avrupa Birliği arasındaki çatlağın derinleştiğini gösterdi. ABD Başkan Yardımcısı Pence, AB ile İran arasındaki yeni ödeme sistemini, yaptırımları kırma denemesi olarak tanımladı.

 Polonya’nın başkenti Varşova’da ABD önderliğinde düzenlenen “Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” konferansında konuşan ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Avrupa Birliği’ne (AB) İran ile ilişkiler nedeniyle yüklendi. Hürriyet'in aktardığına göre, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ABD yaptırımları altındaki İran ile ticarete devam etmek için ‘Instex’ isimli yeni bir ödeme mekanizması kurmasına değinen Pence, bunun ABD yaptırımlarını delmek için bir girişim olduğunu söyledi.

‘İRAN İLE YÜZLEŞMEDEN OLMAZ’

AB ülkelerinin İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesinin zamanının geldiğini söyleyen Başkan Yardımcısı, Varşova’daki konferansın Ortadoğu’daki en büyük tehdidin İran olduğunu ispat ettiğini öne sürdü. AB’nin güçlü ülkeleri Fransa ve Almanya’nın kabine üyesi olmayan temsilciler göndermesi ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin zirveye katılmamayı tercih etmesi ise dikkat çekici. Mogherini, “ABD ile ortak görüşlerimizin bulunduğu konular olduğu gibi ayrıştığımız konular da mevcut. İran nükleer anlaşmasına ilişkin farklı görüşlerimiz var” dedi.

Çin ve Rusya’nın yanı sıra zirvenin boykot edilmesi çağrısında bulunan Filistin yetkilileri de Varşova’ya gitmedi. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, İran karşıtı ülkelerin bir araya geldiği konferansın ikinci gününde İsrail Başbakanı Netanyahu ile ortak basın toplantısı düzenledi. Pompeo, “İran ile yüzleşmeden Ortadoğu’da barış ve güvenlik sağlanamaz. Bu mümkün değil. Lübnan’da, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta menfi bir nüfuzu var. Husiler, Hamas ve Hizbullah’a destek veriyor. Bunlar gerçek tehditler. İran’ı geriletmeden Ortadoğu’da barışa ulaşmak mümkün değil” dedi.

SOÇİ İLE YANIT

Rusya lideri Putin'in ev sahipliğindeki Soçi Zirvesi'nin Varşova Konferansı'yla aynı güne denk getirilmesi, ABD'ye yanıt niteliğinde olduğu değerlendirildi.

Cumartesi, 09 Şubat 2019 14:26

İslam Devrimi'nin 40. Yılı

Devlet yapılanmasına ilişkin İslâm ümmetinin 1400 küsur yıllık tarihine baktığımızda, Emevîlerle başlayan “monarşi yönetim anlayışı” farklı varyantlarda da olsa öz itibariyle aynı yönteme sahipti.

Yani bir yönüyle hepsi saltanat sistemiydi. Son yüz yıllık tarihimize baktığımızda ise ümmetin ulus devletler olarak 57 parçaya bölünmüş olduğunu görüyoruz. Ve ne yazık ki bu devletçiklerin yönetim biçimi olarak halkın aidiyet değerlerinden uzak bir yapıya sahip oldukları izahtan vareste bir durum. Devletçik diyoruz zira hemen hemen hepsi dolaylı da olsa Batılı egemen devletlerin güdümünde hareket eden piyon devletçiklerdi. Bunlardan biri de İran’dı. Saltanat sahibi Şah Rıza Pehlevi ülkesini tamamen İngiltere ve ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti. İngiltere ve ABD komut veriyor, Şah uyguluyordu. Başta petrol olmak üzere ülkenin zenginlikleri bu iki emperyal ülke tarafından hortumlanıyordu. Hatta iş o raddeye varmıştı ki, bu iki sömürgeci ülke tarıma da karışır olmuştu. Halkın ne ekip ne ekmeyeceğine bunlar karar veriyordu. Hububat yerine halka tütün ekmesi emrediliyordu. Bazı mollalar ise bu durumdan son derece rahatsız oluyordu. Şah aldığı buyrukla henüz ekilmemiş olan tütün üzerinden sözleşmelere, daha doğrusu taahhütnamelere imza atıyordu. Bu dönemde işçi ve köylü sınıfının emek ve alınteri alabildiğine  sömürülüyordu. Bunu fırsata dönüştüren sol fraksiyon Tudeh Partisi’ni kurarak verdikleri destekle 1951 yılında Musaddık’ı iktidara taşımış oldular. Başbakan Musaddık İngiltere ve ABD’ye tanınan imtiyazları sınırlandırarak petrolü millileştirme yoluna gitti. O dönemde İran halkı Musaddık’a destek veriyor, grevler, sokak gösterileri düzenleniyordu. Şah, bu gelişmeler karşısında İran’ı terk etmek zorunda kalmıştı. İki yıl sonra yani 1953 yılında, ABD ve İngiltere destekli bir darbeyle, Musaddık başbakanlıktan alınmış ev hapsine tabi tutulmuştu. Piyon Şah ise İran’a geri getirilmişti. Bu yeni dönemde Şah  ABD ile yeni yeni anlaşmalara imza atarak iktidara yeniden gelmenin bedeli olarak ülkesini tamamen ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti. 
 ABD Şah’tan tavizler alarak sömürü düzenini pekiştirmek için halkı soysuzlaştırma politikalarına ağırlık vermesini istedi. Zira soysuzlaşmış bir halk egemen güçlere baş kaldırmaz. Böylesi bir halk pısırıktır ve itaate teşnedir. Bu nedenle Şah “Ak Devrim” adı altında bir sürü reformlar başlatıyor. Bu kapsamda ilk iş olarak İslâmî tesettüre savaş açıyor. Peşinden içki tüketimini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Kısacası yapmış olduğu reformlarda Atatürk’ü kendisine örnek alıyor. 


ABD’ye kaçtığında ise, yıkılışını, reformları tamamlayamadığına ve alfabeyi değiştiremeyişine bağlıyordu. “Eğer alfabeyi değiştirebilseydim ve üzerinden iki kuşak geçseydi beni asla yıkamazlardı” diyor. Keşkelerle bir yere varılmaz. Yıkılması mukadderdi ve yıkıldı. Çünkü zulüm ile abad olanın ahiri berbat olurmuş. Yıkılmayı hak etti ve yıkıldı. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez. Etkileşim iki taraflıdır. Zalim bir yönüyle zulmünden dolayı değil mazlumun ayağa kalkmasıyla yıkılır. İran halkı tüm ümmet nezdinde tebrik edilmeyi hak etmiş bir millettir. Şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki, İran Ehl-i Sünnet dünyası açısından “yakındaki uzak” ülkedir. Mezhebinin farklılığından dolayı ümmet nezdinde adeta tecrid edilmişti. Herkes İslâm adına üç ülkede köklü değişim bekliyordu. İhvan-ı Müslimin’in Mısır’da, Cemaat-i İslâmî’nin Pakistan’da ve Milli Görüş’ün Türkiye’de bir değişikliğe imza atacağı beklenirken, bir de baktık ki hemen yanı başımızda İslâm adına devrim olmuş. Açıkçası bu devrim sadece İslâm aleminde değil, tüm dünyada şok etkisi yapmıştı. Elçilikler belirli periyotlarla bulundukları ülkeler hakkında kendi merkezlerine rapor verirler. ABD elçiliğinin 1978 Eylül ayı raporunda İran’da her şeyin yolunda olduğuna dair rapor hazırlanıyor. Ekim ayında ise sokak gösterileri, nümayişler ve Şah rejiminin yıkım süreci başlıyor. İstihbaratı o kadar kuvvetli olan ABD bile böyle bir ön görüde bulunamıyor. Ki Şah döneminde başta Tahran olmak üzere İran’ın birçok kentinde CİA ve MOSSAD’a ait ofisler vardı. Bunlar SAVAK elemanlarını eğitip yetiştiriyor ve birlikte çalışıyorlardı. Onlar oyun kurucu, düzen kurucu şer odaklarıydı. Hapishanelerdeki Müslümanlara birlikte sorgulama ve işkenceler yapıyorlardı. SAVAK ajanları CİA ve MOSSAD elemanlarından öğrendikleri akıl almaz vahşilikteki işkence yöntemlerini mazlum Müslüman mahkumlara uyguluyorlardı. 
ABD ve ABD’nin piyonu Şah her ne kadar hazırlıksız yakalanmış olsalar da bu devrim süreci 1963 yılına dayanmaktadır. Malumunuz üzere Şah “Ak Devrim” adı altında başlatmış olduğu müstehcenlik ve müptezellik reformlarına yani halkı soysuzlaştırma girişimine ilk sert tepkiyi veren merhum Humeynî idi. Humeynî o yıllarda Kum kentindeki Fevziye Medresesi’nde fıkıh, usül, felsefe, irfan ve ağırlıklı olarak ahlâk dersleri veriyordu. Şah’ın yapıp etmek istediği halkın aidiyet değerlerine, halkın ahlâkî yapısına, halkın kültür ve yaşam tarzına taban tabana zıtlık arzediyordu. İmâm Humeynî vaaz ve hutbelerinde Şah’ı sert bir dille eleştirmeye başlayınca medrese öğrencileri ve Kum halkı sokak eylemlerine başlıyor. Şah’ın askerî birlikleri ve emniyet güçleri hemen harekete geçip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlıyor. Ayrıca Fevziye Medresesi’ne baskın yapıp birçok öğrenciyi katlediyor. Bu ara İmâm Humeynî’yi tutuklayıp Tahran’a götürüyorlar. İmâm’ı idamla yargılamaya kalkıyorlar. Fakat 1908 anayasasına göre “ayetullahlar idam edilemez” şerhi savcıları ikiye bölüyor. Bir kısmı bu kurala rağmen idam edilmesini istiyor, bir kısmı da idam edilmesin diyor. Öte yandan idam kararını duyan milyonlarca halk sokağa dökülünce İmâm’ı sürgün etmeye karar veriyorlar. 


İmâm 20 ay Bursa’da, 11 yıl Irak’ın Necef kentinde ve son 3.5 ay Paris’te sürgün hayatı yaşıyor. İmâm sürgün yıllarında Şah’ı devirme faaliyetine vaaz kasetleriyle devam ediyor. Bir yönüyle bu inkılaba “Kaset Devrimi” denmesi de bundandır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi 78 yılının sonbaharına kadar dünya kamuoyunun İran’da devrim olacağına dair bir kanaati yoktu. CIA ve MOSSAD ajanları bile yanılmışlardı. 
Tahmin edilmeyen ve hesapta olmayan bir devrim ve akabinde kurulan İslâm Cumhuriyeti, başta Siyonist İsrail ve ABD olmak üzere tüm piyon devletçiklerin başındaki köle ruhlu yöneticileri son derece rahatsız etmişti. Zira tahakküm ettikleri halklar bu şanlı devrime öykünüp kıyam ederse kendi sonları da gelmiş olacak. tı. Özellikle devrimin ilk döneminden itibaren uzun yıllar boyunca Türk medyası ve laik gazeteler gün geçmiyordu ki devrim aleyhinde iftira, çirkin aşağılama ve olmadık tezviratlarda bulunmamış olsunlar. (O dönemde gazete küpürlerini kesip arşiv yapmıştım.)
Dikkatimizi çeken başka bir husus ise, devrimin zafere ulaştığı 11 Şubat 1979 tarihinde işgalci İsrail’in başbakanı Menahem Begin, “İsrail için artık kara günler başlamıştır” sözünü dile getirmesi mutlak olan bir gerçeği itiraftan başka bir şey değildi. “Kara günler” metaforu Siyonistler için katlanarak devam ediyor. Siyonist İsrail kuruluşunun 50’nci yılında, kendilerince vadedilmiş olan (Arz-ı Mevud) Mezopotamya topraklarını ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Ancak yiğit Filistin halkının bütün imkansızlıklarına rağmen göstermiş olduğu direniş ve Hizbullah’ın vurduğu darbeler işgalcilerin kendilerini korumak için duvarlar örmelerine sebep olmuştur. 


İslâm Devrimi kuruluşunun ilk gününden itibaren İşgalci İsrail’in varlığını tanımayıp yok edilmesi gerektiğini bütün dünyaya ilân etmiştir. İslâm Cumhuriyeti’ni 40 yıldan beri Filistin davası uğruna çırpınan, uğraşan ve mücadele veren bir rejim olarak görüyoruz. Bazı aklı evveller “İran Filistin için ne yapıyor ki?” diyenlere diyeceğimiz o ki: İran’ı HAMAS ve İslâmî Cihad yetkililerine sorsunlar, “ O silahları nereden tedarik ediyorsunuz?” diye.. Hizbullah’a ve İzzettin Kassam Tugayları’na sorsunlar, “O füzeler size nereden geliyor?” diye.. Veya Netanyahu ve Trump’ın beyanatlarına bakın? Moderatör Netanyahu’ya soruyor: “Üç düşman ülke ismi verir misininiz?” Netanyahu’nun verdiği cevap üç kez üst üste: “İran, İran, İran” oluyor. Trump iki gün evvel feveran ederek verdiği beyanatta İran’ın Golan Tepeleri’nde İsrail ile savaşıyor!” diyerek İsrail adına endişe ve korkusunu dile getiriyor. İşgalci İsrail’in savunma bakanı: “Biz Gazze’de İran’a karşı savaşıyoruz” diyor. Bir soru da biz sormuş olalım: 1982 senesinde Siyonistlerce işgal edilen Güney Lübnan toprakları 2000 yılının 25 Mayıs’ına kadar 18 yıllık savaşı kim yaptı? 67 savaşında beş tane Arap ülkesi hezimeti yaşarken 2000, 2006 ve 2008 savaşlarında zafer kazanan hangi ülke idi?
Şu bir gerçek ki, İslâm Devrimi en ağır sınavını Siyonistlere karşı değil, vefa ve kadir kıymet bilmeyen ümmet bireylerine karşı vermektedir. Özellikle devrim mezhebi saiklerle değerlendirilmekte ve bir şekilde yanlış yargı ve tahlillerle mahkûm edilmektedir. Elbette ki hatasız bir yönetim tesis ettikleri iddia edilemez. Kolay değil, 1400 yıllık geçmişimize baktığımızda ümmet Emevîlerle birlikte hep saltanat sistemleriyle yönetilmiş. İlk defa Allah Resulü’nün Medine’de tesis ettiği devlet modelini kendisine örnek aldığını iddia eden bir rejim var karşımızda. Bu yönüyle İslâm Devrimi bir yönetim biçimi olarak laboratuvar mesabesindedir. Kur’an ve Sahih Sünnet’e uygun fıkhi çıkarsamalar ve bunların günümüz koşullarına uygun olarak pratiğe aktarılması bir yönüyle kolay olmasa gerek. Devrim 40 yıldan beri ne badirelerden geçti. Özellikle başta ABD olmak üzere emperyal ülkelerin baskı ve kıskacına maruz kalması.. Yıllardır uygulanan ambargolar.. 444 gün süren rehine krizi.. Devrimin öncü kadrolarına karşı ardı arkası kesilmeyen suikastlar.. 8 yıllık tahmili savaş, vs..


Evet; Müslümanlar olarak İslâmî yasalara uygun hak ve adalet temeline dayalı, insan hak ve özgürlüklerini önceleyen, hukukun üstünlüğünü esas alan bir yönetim biçimine hep özlem duyduk. Nicelerimiz bu değerler adına mücadele verdi ve bedeller ödedi. Nicelerimiz, “Laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni kurmak amacıyla teşekkül oluşturmak” maddesinin muhatabı olarak ve “terörist” yaftasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandı ve ağır cezalara maruz kaldı. Hatta laik rejimin kurulduğu yıllarda bu maddeden idam edilenler oldu. Yine aynı şekilde İran’da “İslâm Devleti” ideali uğruna nice bedeller ödendi. Elbette ki sadece İran’da değil hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde benzeri sıkıntılar, mücadeleler ve umutlar devam etmektedir. Başta Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesinde “İhvan-ı Müslimin” bu amaçla mücadele verip bedeller ödemekte. Pakistan’da merhum Mevdudi’nin “Cemaat-i İslâmî” hareketi aynı amaçla faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’de ise merhum Erbakan hocamızın “Milli Görüş” teşkilatı 50 yıla yakın bir süredir aşkla şevkle İslâm Devleti ve İslâm Birliği projelerini D-8 kapsamında hayata geçirmeye çabalamaktadır. Merhum hocamızın kurmuş olduğu partilerin mahkeme tutanaklarında hangi gerekçe ile kapatıldığına bakılsın mesele anlaşılacaktır. Kısaca tekrar edecek olursak, bütün dünya Müslümanlarının imânî bir vecibe olarak gördüğü İslâm Devleti’ne 40 yıl önce İran halkı kavuşmuştu. Ancak iş bununla bitmiyor. Asıl sorumluluk istikrarlı bir şekilde bu işi götürebilmektir. Bir gözlemci olarak, bir takım eksikleriyle birlikte İran’ın bu işi götürdüğü kanaatindeyiz. Yani artı - eksi bazında değerlendirecek olursak artılarının daha fazla olduğu her sağduyu sahibi, her insaf ehli tarafından görülecektir. Yeter ki olaya mezhep taassubu ile bakılmasın. İran İslâm Cumhuriyeti’nin ümmet nezdindeki en büyük handikapı bu olsa gerek. Bazı taassup ehli alim müsveddeleri “4 hak mezhep” metaforunu kullanarak İsna Aşeri Caferî ekolünü “bidat ehli” olarak yaftalayıp olmadık tezviratlarla ümmet nezdinde İslâm Devrimi’ni töhmet altında bırakıyorlar. Sormak lazım âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) hangi mezheptendi? Her şeyden önce ictihad sonucu ortaya çıkmış olan fıkhi ekoller birer mezhep olarak değerlendirilse de “hak” ibaresiyle tabulaştırılamazlar. Zira mutlak doğru “hak”tır. Bu ise ancak açık nass ile sabit olan dinî hükümlerdir. Ki bunlar imana taalluk etmektedir. İmân ise üç temel unsurdan müteşekkildir. Bunlar: Tevhid, nübüvvet ve mead inancıdır. Mezhebi, meşrebi ne olursa olsun bu üç temel inanca sahip olan her kişi Müslümandır. Biz bundan ötesine bakamayız ve kimsenin çetelesini tutma yetkimiz de yoktur. Ebu Hanife buyuruyor ki: “Bir kişide % 99 küfür alameti görseniz fakat buna mukabil o kişide % 1 iman alameti görmüş olsanız ona Müslüman muamelesi yapınız.” Şimdi karşımızda 40 yıllık geçmişiyle rüştünü ispat etmiş bir İslâm Cumhuriyeti var. Bugüne kadar anti emperyalist tutumuyla, dinî değerleri hayata hakim kılma çabasıyla, başta Filistin ve Bosna olmak üzere dünyanın her tarafında zulme uğrayan Müslümanlara ve direniş hareketlerine sahip çıkmasıyla temerküz etmiş (konsantre olmuş) bir İslâm Devleti’ni görüyoruz. 


Ayrıca şunu belirtmiş olalım ki, bu devrimi sağlıklı bir şekilde analiz edebilmemiz için, bu devrimin liderini de çok iyi tanımamız gerekmektedir. İmâm Humeynî’yi çocukluk ve medrese arkadaşları anlatırken kendisinin son derece nezaket sahibi ve naif bir kişiliğe sahip olduğunu, arkadaşları arasında en takvalı kişi olarak bilindiğini, öğrencilik yıllarından beri teeccüt namazını kıldığını söylemektedirler. Aile bireyleri ile yapılan röportajlarda yine aynı şekilde eşine, çocuklarına, gelinlerine ve torunlarına son derece şefkatli olduğu anlatılmaktadır. Hayatı boyunca en ufak bir kaba davranışına tanık olunmamış bir portre var karşımızda. Yıllar önce Hürriyet Gazetesi Bursa’da kaldığı evin sahibi ve komşularıyla röportajlar yapıp yazı dizisi olarak yayınlamıştı. O röportajda da İmâm gayet nazik ve kibar bir insan olarak tanıtılıyor. Ev sahibi anlatıyor: “Bir gün İmâm’a postahaneden bir koli gelmişti. Kendisine teslim ettim. Beklememi söyledi ve koliyi yanımda açıp içinden çerez ve kuru yemiş türü şeyleri çıkarıp bana ikram etti ve birkaç paket daha uzatarak bunları da komşulara dağıtmamı rica etti. Kendisine ise çok az ayırmıştı.” Ev sahibinin eşi anlatıyor: “Bir gün Gemlik’te bulunan zeytin bahçemize piknik yapmaya gitmiştik. Ben zeytin ağacından ufak bir dal parçası kırıp çiçek niyetine İmâm’a uzattım. Dalı eline aldı ve ‘Keşke koparmasaydın, seneye bu dal zeytin verirdi’ dedi. Bu kadar yufka yürekli ve hassas olacağı aklıma gelmezdi.” Aynı bayan anlatıyor: “İmâm her sabah namazından sonra Kur’an okurdu. O kadar güzel lâhuti bir sesi vardı ki, kulağımı duvara dayayıp dinlemekten kendimi alamazdım. Bir gün kendisine ipek işlemeli, pahalı bir seccade hediye etmek istedim. Nazikçe seccadenin çok şatavatlı ve süslü olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Ben kabul etmeyiş medenini anlamıştım. Bu sefer evde kumaş, basma ne varsa keserek kırk yamalı bir seccade diktim. Kendisine bu seccadeyi uzattığımda memnuniyetle teşekkür edip kabul etti. Onun çok sade bir yaşamı vardı.”


Fransa’da kaldığı esnada evine sık aralıklarla gazeteciler ve misafirler geliyor. Bu durumdan komşuları rahatsız olur endişesiyle İsa (a.s) peygamberin doğum gününe denk gelen gecede komşularına birer paket tatlı ve birer adet çiçek yaptırıp gönderiyor. İmâm’ın kişiliği ile ilgili o kadar çok anekdot var ki, aslında bunlar ayrı başlıklar altında sunulmalı. Biz bu iki örnekle yetinmiş olalım. Yine de İmâm’ın mütevazılığından ve bir peygamber varisi olarak sade yaşamından bir örnek daha vermiş olalım: İslâm Devrimi zafere ulaştığında İmâm’ın ikamet etmesi için Şah’ın saraylarından birini kendisine tahsis edilmesini öneriyorlar. İmâm bu teklif karşısında, “Eğer ben sarayda yaşıyacaksam bu devrimi neden yaptık?” diye cevap veriyor. Ardından kendi önerisini söylüyor: Bana yoksul insanların yaşadığı bir mahallede iki odalı bir ev kiralamanızı istiyorum.” Nitekim öyle yapıyorlar ve İmâm vefat edesiye kadar 50-60 M2’lik iki odalı bir evde kiracı olarak kalıyor. İmâm bu evde ikamet ettiği süre gelen gidenlerden dolayı ev sahibine rahatsızlık veriyor endişesiyle defaatle ev sahibinden helallik istiyor. İmâm vefat ettiğinde belediyeden mal varlığını tespit komisyonu gelip rapor tutuyor: Transistorlu bir radyo, bir adet sepha, iki adet sandalye, gözlük, takke, tespih ve birkaç tane kitap. İşte dünyanın en şanlı devrimini bi iznillah gerçekleştiren bir şahsın mal varlığı!


SSCB’nin Dışişleri Bakanı Şwartznaze o evde bir tahta sandalyede ağırlanmıştı. Belki yadırgayanlar olmuştur, ancak olması gereken oydu. Bu görüşmenin videosunu izlemiştim. İmâm Afganistan işgalini gündeme getirerek azarlayıcı bir üslupla yaptıkları işin yanlışlığını açık açık ibraz ediyor ve derhal Afganistan’dan çıkmalarını söylüyor. Şeartznaze’nin yüz ifadesini bugün gibi hatırlıyorum. Afallamış, şaşkınlık ve büyük bir mahcubiyet içerisindeydi. İmâm üzerine basa basa komünizmin yakın bir gelecekte yıkılacağını söylüyordu. İmâm’ın komünizm ile ilgili görüşleri Avrupa televizyonlarında da gündeme gelmişti. Akabinde komünizm yıkıldığında Avrupa televizyonları “Bunu önceden haber veren ilk kişi İmâm Humeynî olmuştur.” denilerek İmâm’ın ferasetinden övgü ile söz edilmişti. İsviçre’de ikamet ettiğimiz o yıllarda bu tür TV haberlerine defaatle bizzat tanıklığımız oldu. Fakat genel anlamda ifade edecek olursak Batı toplumları seküler bir mantığa sahip oldukları için din adına kurulmuş bir devlete soğuk bakmaktadırlar. Batılılar Hıristiyanlık nezdindeki dinî yönetimden çok çekmişler. Terminolojik olarak “teokrasi” metaforu onlar için negatif bir anlam ifade etmektedir. Elbette ki İslâm eşittir teokrasi değildir. Evet, İslâm’a göre “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.” Fakat bu uygulama insan iradesini, insan fıtratını ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Aksine İslâm’ın yönetim anlayışı insan iradesi ve insanın ontolojik yapısıyla motamot uyum içerisindedir. Zira İslâm her şeyden önce fıtrat dinidir. Kozmik âlemdeki namütenahi uyumluluk Allah Teâlâ’nın teklifî yasaları için de söz konusudur. İnsanoğlunun hayattan beklentisine yönelik ve ontolojik gereksinimlerine en uygun kurallar manzumesi Allah Teâlâ’nın şerî yasalarıdır. 40 yıldan beri İran’da uygulanan bundan başkası değildir. Fakat ekonomik ambargolar ve zorunlu olarak yapılan askerî yatırımlar halkın refahını bir türlü olması gereken seviyeye çıkaramamıştır. Bu devrim elbette ki ekmek için, aş için yapılmadı ancak İslâm’ın dünyaya dair en önemli hedeflerinden biri de yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. İslâm, “Bir lokma, bir hırka” dini değildir. “Fakirlik az kalsın küfr olacaktı” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Hayatın kolaylaştırılmasına, yeryüzünün imarına ve her türlü bayındırlık hizmetlerine ilişkin işler biz İslâm ümmetini beklemektedir. Birlikten kuvvet doğar. Bu gerçeği çok iyi bilen İmâm Humeynî bi iznillah yaptığı devrimin şirazesini geniş tutarak mezhep taassubu ile hareket etmedi. Onun söylem ve demeçleri tüm ümmete şamildi. Onun çağrısı ezilen, sönürülen tüm dünya halklarına yönelikti. Bazı mollalar onu mezhep normlarıyla sınırlamak istiyordu. Verdiği fetvalar ta o zamanlar İngiliz Şiîlerini rahatsız ediyordu. Kendisine “Gizli Sünni” diyorlardı. İmâm Şiîsiyle Sünnisiyle İslâm ümmetinin zorunlu vahdetinden söz ederken Amerikancı Sünnilerle İngiliz Şiîleri kahroluyor ve olmadık tezviratlarla İmâm’a ve onun nezdinde İslâm Cumhuriyeti’ne çamur atıyorlardı. Bu ekollerin her ikisinin de finansörü Suud rejimidir. 
İmâm’ın bir tek derdi vardı o da Filistin topraklarının Siyonist işgalinden kurtarılması ve ümmetin evrensel birlikteliğini tesis etmesi idi. İmâm, Müslümanların birbirleriyle uğraşması değil, tam tersi birbirleriyle ittihad oluşturması için çaba sarfetmeleri  gerektiğini anlatıyordu. 
Sonuç olarak İslâm Devrimi’nin 40’ncı yılını idrak ettiğimiz bu günlerde Müslümanlar olarak İmâm’ın bu vasiyetini yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız...