کارگر

کارگر

İmam Hamanei İmam Ali (a.s.) Askeri Üniversitesi’ne giderek, üniversitenin 8. mezuniyet, göreve başlama ve apolet takma törenlerine katıldılar.
 
 
Törenin başında şehitlerin defnedildiği bölümde dua eden İslam İnkılabı Rehberi, silahlı kuvvetlerin her ülkenin güç temellerinden biri olduğunu belirterek, “Silahlı Kuvvetlerde gerçek bir güce ulaşmak için, inanç, basiret, yüksek irade ve gerçek sorumluluk duygusunun, eğitim gören çağdaş insan kaynakları ile bir araya gelmesi gerekmektedir” dedi.

İmam Hamanei açıklamalarının devamında günümüz dünyasının İslam’a ihtiyaç duyduğunu belirterek, “Dünyadaki zalim güçler, sanat, politika, askeri hareketler ve diğer tüm araçlar yardımı ile, gerçek İslam’ın sesinin duyulmasını önlemek istiyorlar. Ama bu ses herkes tarafından duyulmuştur ve küresel güçlerin yaşadıkları korku, bu iddianın en belirgin göstergesidir” dediler.

İslam İnkılabı Rehberi ayrıca silahlı kuvvetlerinin güç konusunda çok derin çalışmalar yapması gerektiğini belirterek, silahlı kuvvetlerin sadece gelişmiş askeri donanımlar ve büyük askeri ordu ile güç kazanamayacağını ve manevi konular ve gerçek sorumluluk algısının da gerekli olduğu açıklamasında bulundular. İmam Hamanei sözlerinin devamında 8 yıllık İran-Irak savaşına dikkat çekerek, “Tüm dünya İran’ın farkındadır ve sorumluluk ve irade gerektiren tüm konularda, İran silahlı kuvvetlerinin var gücü ile çalışmada bulunacağını bilmektedirler” dediler.

İslam ve İslam Devleti adı altında kurulan ve masum insanları öldüren örgütlere dikkat çeken İmam Hamanei, “Bu örgütlerin oluşumu, düşmanların İslamofobi çalışmalarının diğer bir örneğidir. Gerçek islam her zaman insanlar için huzur ve barış mesajı getirmiştir, ama düşmanlarımız, insanların bu mesajları duymalarını engelliyorlar” dediler.

 

ajanslar

Pazartesi, 17 Kasım 2014 00:00

Harre olayı

İmam Seccad (a.s) bu ayaklanmada Medine halkı ile birlikte yer almamış, ancak kendi evinde çok sayıda kadın ve çocuğa sığınma vermiş ve hatta Mervan b. Hakem’in kadın ve çocuklarından oluşan ailesine kucak açmıştır. 

 
Harre olayı (Arapça: واقعة الحرة), Abdullah b. Hanzala b. Ebu Amir önderliğindeki Medine halkının Yezid b. Muaviye hükümetine karşı ayaklanmasının Müslim bin Ukbe komutasındaki Şam Ordusu tarafından hicretin 63. Yılında kanlı bir şekilde bastırılması olayıdır. Bu olayda aralarında 80 sahabe ve 700 Kur’an hafızının da olduğu Medine halkından bir çoğu katledildi, malları yağmalandı ve namuslarına el uzatıldı.

İmam Seccad (a.s) bu ayaklanmada Medine halkı ile birlikte yer almamış, ancak kendi evinde çok sayıda kadın ve çocuğa sığınma vermiş ve hatta Mervan b. Hakem’in kadın ve çocuklarından oluşan ailesine kucak açmıştır. 

 

Harre’nin Anlamı ve İsimlendirilmesinin Nedeni

Siyah renkli taşlık alanlara, harre denir.(1) Medine halkının başlattığı bu isyan Medine’nin doğusundaki “Harre Vakım” veya “Harre Zühre” (Yahudi kabilesinden Beni Zühre kabilesine mensup)(2) adlı taşlıktan başladığı için bu isimle ünlenmiştir. 

 

Vuku Zamanı

Tarihi kaynakların bir çoğu Harre olayını hicretin 63. Yılında Zilhicce ayının ikinci günü veya Zilhicce ayının bitimine iki veya üç gün kala gerçekleştiğini ileri sürmüştür.(3) Dolayısıyla hicretin 62. Yılında gerçekleştiğini ileri süren rivayet sahih değildir.(4) 

 

Vuku Nedeni

* Medine halkının Yezid b. Muaviye hükümetinden rahatsızlığı, uyguladığı uygunsuz politikalar ve İmam Hüseyin’in (a.s) katledilmesi gibi kirli cinayetler işlemesi;(5)

* Halkın Abdullah b. Zübeyr’e biat etmesi ve Yezid’in hilafetten azledilmesi;

* Medine halkının Yezid’in ahlaki fesat ve bozgunculuğundan haberdar olması;(6)

* Medine halkının seçilmiş mal ve eşyaların Yezid’e ulaşmasına engel olması.(7) 

 

Medine Valisinin Azledilmesi

Medine halkı Abdullah b. Zübeyr’in emri ile Osman b. Muhammed’i Medine emirliğinden (valilik) azlederek sayıları bini bulan Emevilere karşı ayaklandılar. Mervan b. Hakem’in evinde toplanan Emeviler Medineliler tarafından abluka altına alındı.((8)

İbn Zübeyr, Abdullah b. Hanzala’yı Medine valisi olarak atadı.(9) Bu ve önceki rivayetler Zübeyri düşünce ve eğilimlerin bu kıyamda ve kıyamın liderleri üzerindeki etkisini net bir biçimde ortaya koymaktadır. 

 

Şam Ordusunun Donatılması

Abdullah b. Cafer’in Şam hükümet yetkilisi olarak Medine halkının Yezid’e itaat etmesi için gösterdiği çabalar bir sonuç vermedi. Yezid’in tehdit içerikli mektubu ve ayrıca Numan b. Beşir’in bu ayaklanmanın sona ermesi için gösterdiği çabaların da bir etkisi olmadı.(10) Yezid, Medine halkını sindirmek için bir ordu hazırladı. Ubeydullah b. Ziyad’ın ordu komutanlığını üstlenmemesi üzerine ordu komutanlığına Müslim b. Ukbe Murri’yi getirdi.(11) Ordu sayısını 5000 ile 27000 arasında zikretmişlerdir.(12)

 Medine’de Hendek Kazılması

Yezid ordusunun yola çıktığı bilgisi Medine halkına ulaştığında, halk Medine’nin etrafına hendek kazarak hazırlık yaptı. 

Medine halkı Medine’de yaşayan Şam hükümetine bağlı kişilerin Şam Ordusuna bilgi vermemesi ve savaşa katılmamaları koşuluyla Medine’den çıkmalarına izin verdi. Ümeyeoğulları Medine’den dışarı çıktıktan sonra yeminlerine sadık kalmamış ve Abdul Melik bin Mervan babasının tavsiyesi ile Müslim b. Ukbe ile birlikte şehre saldırı planını hazırlamıştır. 

Müslim b. Ukbe Medine’nin doğusundaki Harre’den ayrılarak Medine halkına üç gün süre verdi.(13) Daha sonra mali yardımlarla kandırılan Beni Harise kabilesinin de yardımları ile hendeklerin arkasından şehre girdi(14) ve orada o kadar çok cinayet işledi ki mücrim ve müsrif olarak ün saldı.(15)

  

Şamlıların Halka Davranışı

Müslim b. Ukbe, Yezid’in emri ile Medine halkının can ve malını üç gün boyunca ordusuna helal etti. İbn Kesir(16) ve Suyuti (17)-(18) gibi tarihçiler, Yezit ordusunun yağma ve cinayetlerini çok ağır bir musibet ve tarif edilmesi imkansız bir hadise olarak yazmışlardır.

Mesudi(19) bu olayı İmam Hüseyin’in (a.s) şehadetinden sonraki en feci olay olarak açıklamıştır.

Müslim b. Ukbe’nin ordusu üç gün boyunca halkın namusuna tecavüz etmek, hamile kadınların karınları deşilerek ceninlerin dışarı çıkarılması, bebeklerin öldürülmesi(20) Peygamber Efendimizin (s.a.a) kör olan Cabir b. Abdullah Ensari ve Ebu Said Hudri(21) gibi büyük sahabelerine hakaretler edilmesi gibi her türlü çirkin ve kötülüklerden geri kalmamıştır. 

 

Öldürülenlerin Sayısı

Harre olayında öldürülenlerin sayısını 4000(22) ve başka bir görüşe göre 11700 veya 10700(23) olarak belirtmişlerdir. Öldürülenler arasında 700 Kur’an hafızı(24) ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) 80 sahabesi de bulunmaktadır. Ve artık o günden sonra Bedir’den geriye hiçbir sahabe kalmamıştır.(25) Abdullah b. Hanzala ve oğulları da bu ayaklanmada öldürülmüştür.(26)  

 

İnsanlardan Biat Alınması

Müslim b. Ukbe gerçekleştirdiği cinayetlerin ardından, Medine halkını bir araya toplamış ve onlardan Yezid için biat almıştır. Şöyle ki onlar ve babaları Yezid’in köleleridir(27) ve başka bir ifadeyle Yezid’in “Feyi”dirler (savaş ganimetleri)(28) ve her kim bu emre karşı gelecek olursa boyunları vuruldu.(29)

Fakat Ali b. Abdullah b. Abbas (Yezid’in ordusunda bulunan akrabalarının sayesinde) ve İmam Seccad (a.s) bu biattan muaf tutulmuştur.(30)

 

 İmam Seccad’ın Bu Ayaklanmadaki Tutumu

İmam Ayaklananlarla Birlikte Hareket Etmemiştir

İmam Seccad (a.s) bu ayaklanmada Medine halkı ile birlikte hareket etmemiştir.(31) Buna ek olarak bu ayaklanma Abdullah b. Zübeyr’in emri ve izni ile gerçekleşmiştir. İmam Seccad’ın (a.s) Medine halkının zaaf ve sayısının azlığını bilmesi ve her türlü şiddet ve kötülükten geri durmayacak Şam ordusunun büyüklüğünden haberdar olması, Emevi hükümetinin ithamlarından uzak durmak istemesi, az sayıda bulunan takipçilerini korumak istemesi ve Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) kerametini korumak istemesi İmam Seccad’ın (a.s) tarafsız kalmasının muhtemel delillerindendir.(32)

 

 İmamın Evi, Güvenilir Sığınak

İmam Seccad (a.s) ayaklananlarla birlikte hareket etmemesinden dolayı ailesi bu cinayetlerden zarar görmemiş ve evi de ayrıca bir çok kadın ve çocuk için sığınma yeri olmuştur. Ve hatta Mervan b. Hakem’in ailesi bile ona sığınmış ve Mervan b. Hakem’in yakınlarını kendi çocuk ve eşi ile birlikte Yenbu’ya göndermiştir.(33)

 

 Müslim’in İmam Seccad’a Davranışı

Hadise sona erdikten sonra, İmam Seccad (a.s) Mervan ve oğlu Abdul Melik ile birlikte Müslim’in yanına gitmiştir. Sanki daha önceden Yezid Müslim’i İmama iyi davranması konusunda uyarmıştır. Bundan dolayı, Müslim imama iyi davranmış ve kendisine bir merkep vererek onunla geri dönmüştür.(34)

 

 İmamın Duasının Etkisi

Bazıları Müslim b. Ukbe’nin imama beklenmedik iyi davranışını imamın (a.s) okuduğu dua ile Müslim’in etkilendiği ve imamın heybet ve korkusuna kapıldığını belirtmişlerdir.(35)

 

Bazı Sahabeler İsyana Katılmamıştır

Abdullah b. Ömer, Ebu Saidi Hudri ve Cabir b. Abdullah Ensari gibi bazı sahabeler Medine halkının isyanına katılmamıştır.(36)

  

Yenilginin Nedeni

İbn Kuteybe(37) Medine halkının Harre vakasında çabuk ve şaşırtıcı bir şekilde yenilmesi ile Abdullah b. Zübeyr ve az sayıdaki adamlarının aynı orduya karşı direnişini kıyaslayarak yenilginin nedenini iki emirin seçilmiş olmasına bağlamıştır, ancak kaynaklarda Medine halkının kıyamındaki öncü kişilerin ihtilafı yer almamıştır.

  

Vaka Nedeni

Müslim bin Ukbe’nin sözlerinden tevhide ikrardan sonraki en önemli amelin Harre ehlinin öldürülmesi olduğu kaydedilmiştir.(38) Müslüman tarihçilere göre Medine halkının Harre vakasında acımasızca katledilmesinin nedeni, Emevilerin ve Bedir’de öldürülenlerin intikamının alınması ve Osman’ın kanının başta Ensar olmak üzere Medine halkından bu şekilde alınmasıdır.(39) 

wikishia.net

Dipnotlar

1. Halil b. Ahmed, Yakut Hamudi, “harre” maddesi.

2. Suheyli, c. 6, s. 255.

3. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 185; Belazuri, c. 4, kısım, 2, s. 41; Taberi, c. 5, s. 494.

4. Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 4, s. 42, kısım, 2; Yakubi, c. 2, s. 251.

5. Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267.

6. Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 4, s. 30- 31, kısım, 2; Taberi, c. 5, s. 479; Ebu’l Ferec İsfahani, c. 1, s. 23.

7. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 176; Yakubi, c. 2, s. 250. 

8. Taberi, c. 5, s. 482; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267.

9. İbn E’sem, El-Futuh, c. 5, s. 156- 157, 292- 293.

10. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 177- 178; Taberi, c. 5, s. 481.

11. İbn Esir, 1402-1399, c. 4, s. 111- 112.

12. Yakubi, c. 2, s. 250- 251; Taberi, c. 5, s. 483; Zehebi, Havadis ve Vefayat, h. 61- 80, s. 25.

13. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 178- 180; Taberi, c. 5, s. 485- 487.

14. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 177- 178; Deyneveri, s. 265.

15. İbn Habib, el-Munemmak fi Ahbari Kureyş, s. 390; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267; İbn Esir, el-Kamil, 1973- 1970.

16. El-Bidayet ve’n Nihayet, c. 4, cüz, 8, s. 220.

17. El-Bidayet ve’n Nihayet, c. 4, cüz, 8, s. 209.

18. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 179; Belazuri, c. 4, kısım, 2, s. 37; Taberi, c. 5, s. 484.

19. Tenbih, s. 306.

20. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 184; İbn Cevzi, c. 6, s. 15; Mukaddesi, c. 6, s. 14.

21. Suheyli, c. 6, s. 253 -254.

22. Mukaddesi, c. 6, s. 14.

23. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 184 – 185; Mesudi, Tenbih, s. 305; Semhudi, c. 1, s. 126; Belazuri, c. 4, k. 2, s. 42.

24. Zehebi, Havadis ve Vefayat, h. 61- 80, s. 30; Semhudi, c. 1, s. 126.

25. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 185.

26. Halife b. Hayyat, k. 1, s. 291; İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 181- 182.

27. İbn Habib, s. 391; Belazuri, c. 4, s. 38 -39; Yakubi, c. 2, s. 250- 251; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 267.

28. Deynevi, a.g.e.

29. Taberi, c. 5, s. 491- 493; Semhudi, c. 1, s. 126.

30. İbn Habib, s. 391; Mesudi, Muruc, c. 3, s. 268.

31. Deyneveri, s. 266; Taberi, c. 5, s. 484- 485; Mesudi, Tenbih, s. 305.

32. Hüseyni Celali, s. 61 -62, 68- 70.

33. Hüseyni Celali, s. 61 -62, 68- 70.

34. Taberi, c. 5, s. 484- 485, 493; Mufid, c. 2, s. 151- 153.

35. Mesudi, Muruc, c. 3, s. 269; Müfid, c. 2, s. 151- 153.

36. Suheyli, c. 6, s. 253- 254.

37. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 185; İbn Saad, Kitab Uyun-u Ahbar, c. 1, cüz, 1, s. 1.

38. Belazuri, c. 4, k. 2, s. 40; Taberi, c. 5, s. 497; İbn E’sem Kûfi, c. 5, s. 163.

39. İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, c. 1, s. 179; Deyneveri, s. 267; Belazuri, c. 4, k. 2, s. 40- 42; Ebu’l Ferec İsfahani, c. 1, s. 26; Caferiyan, s. 160- 161 ve 505.

Kaynaklar

* İbn Esir, Usdu’l Gabe fi Marifeti’s Sahabe, Muhammed İbrahim Bena ve Muhammed Ahmed Aşur baskısı, Kahire, 1970 – 1973.

* İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, Beyrut, 1385- 1386/ 1965- 1966, ofset baskısı 1402- 1399/ 1979- 1982.

* İbn E’sem Kufi, Kitabu’l Ferec, Ali Şiri baskısı, Beyrut, 1411/ 1991.

* İbn Cevzi, el-Muntezim fi Tarihi’l Muluk ve’l Umem, Muhammed Abdul Kadir Ata ve Mustafa Abdul Kadir Ata baskısı, Beyrut, 1412/ 1992.

* İbn Habib, Kitabu’l Munemmek fi Ahbari Kureyş, Hurşit Ahmed Faruk baskısı, Haydar Abad, 1384- 1964.

* İbn Kuteybe, el-İmamet ve’s Siyaset, el-Maruf bi-Tarihi’l Hulefa, Taha Muhammed Zeyni baskısı, Kahire, Beyrut ofset baskısı, 1387 / 1967.

* İbn Saad, Kitabu Uyun-u Ahbar, Beyrut, Daru’l Kitabu’l Arabi.

* İbn Kesir, el-Bidayet ve’n Nihayet, c. 4, Ahmed Ebu Mulhim ve başkalarının baskısı, Beyrut, 1405/ 1985.

* Ahmed b. Yahya Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 4, kısım. 2, Maks Shelusinger baskısı Orşelim (Kudüs) Bağdat ofset baskısı, 1938.

* Resul Caferiyan, Tarihi Hulafa, Ez Rıhleti Peygamber ta Zevali Emeviyan (h. 11 – 132), Tahran, ş. 1374.

* Muhammed Rıza Hüseyni Celali, Cihadu’l İmamu’l Seccad (a.s), Kum, k. 1418.

* Halife b. Hayyat, Tarihi Halife b. Hayyat, Rivayet Baki b. Halit (Muhalled), Suheyl Zekkar baskısı, Dimeşk, 1967/ 1968.

* Halil b. Ahmed, Kitabu’l Ayn, Mehdi Mahzumi ve İbrahim Samurai baskısı, Kum, 1405.

* Ahmed b. Davud Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, Abdul Munim Amir baskısı, Kahire, 1960, Kum ofset baskısı, ş. 1368.

* Muhammed b. Ahmed Zehebi, Tarihu’l İslam ve Vefayatu’l Meşahir ve’l A’lam, Ömer Abdul Hamit Tedmiri baskısı, Havadis ve Vefayat, h. 61- 80, Beyrut, 1410/ 1990.

* Ali b. Abdullah Semhudi, Vefau’l Vefa Bi-Ahbari Daru’l Mustafa, Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid baskısı, Beyrut, 1404- 1984.

* Abdurrahman b. Abdullah Suheyli, er-Ravzu’l Enfi fi Şerhi Siyreti’n Nebeviyeti li-İbn Hişam, Abdurrahman Vekil baskısı, Kahire, 1387 /1390/1967 /1970, ofset baskısı, 1410/ 1990.

* Abdurrahman b. Ebu Bekir Suyuti, Tarihu’l Huleaf, Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid baskısı, Kum, ş. 1370.

* Cafer Şehidi, Zendegani Ali b. EL-Hüseyin (a.s), Tahran, ş. 1365, Taberi, Tarih (Beyrut).

* Mesudi, Tenbih ve Muruc (Beyrut).

* Muhammed b. Muhammed Müfid, el-İrşad fi Marifeti Hücecullah Ale’l İbad, Kum, 1413.

* Mutahhar b. Tahir Mukaddesi, Kitabu’l Beda ve’t Tarih, Kilman Havar baskısı, Paris, 1899- 1919, Tahran ofset baskısı, 1962

Pazar, 16 Kasım 2014 00:00

Şefaat (2)

Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâla bana (benden öncekilere verilmeyen) beş özellik vermiştir… Onlardan biri şefaattir; onu ümmetim için erteledim ve şefaatim ancak Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayana ulaşacaktır.”


Şefaat; Müslümanların ve semavi din takipçilerinin genelinin inandığı dini bir fiildir. Şefaatten maksat, evliyaların ve Kur’an gibi kutsal sayılan bazı eşyaların kıyamet günü belirli şartlar çerçevesinde günahkâr bir gruba şefaat ederek onları cehennem azabından kurtarması, ya da şefaatle şahsın derecesinin yükselmesine sebep olmaktır.

Şefaatin Etkileri
Şefaatin mahiyeti; ne günaha teşvik etmek ve ne de günahkar için bir yeşil ışık yakmak ve aynı şekilde geride kalma sebebi ve aracılıkta değildir, belki aşağıda bazılarına değineceğimiz eğitici sonuçları peşinde getiren önemli bir terbiye meselesidir.

1. Ümit Yaratmak: Nefsani arzuların insana galip gelmesi genellikle insanın büyük günahlara mürtekip olmasına neden olur ve ardından da insana ümitsizlik ruhiyesi hâkim olur. Bu ümitsizlik ve karamsarlık ruhiyesi insanı daha fazla günaha bulaşmaya iter. Bunun karşısında evliyaların şefaat edeceği ümidi, engelleyici bir etken olarak fertlere kendilerini ıslah ve düzeltmeleri durumunda iyi ve temiz şefaatçilerin şefaati ile günahlarının telafi edilebileceği ihtimali ümidini verir.

2. Evliyalarla Manevi Bağ Kurma: Şefaate ümidi olan biri kesinlikle Allah’ın velileri ile bir yolla bağ kurmaya ve onlarla sevgi ve dostluk bağlarını koparmamak için onların razı olacakları işler yapmaya çalışır. Bu bağ ve sevgi şefaat ümidi taşıyan birinde daha fazla hayır ameller işlemeye yol açar.

3. Şefaat Şartlarına Elde Etmek İçin Çabalamak: Şefaat ümidi taşıyanlar geçmiş amellerini gözden geçirerek geleceğe dair daha iyi kararlar almalıdırlar; zira uygun bir zemine olmadan şefaat vuku bulmaz, çünkü şefaat, bir yanda şefaat edilecek kişide uygun bir zemininin ve diğer yanda da şefaat edicinin hürmeti, saygısı ve salih amellerinin bulunmasıyla gerçekleşen bir çeşit lütuftur.[33]

Vahhabiler ve Şefaat
Vahhabiler de dahil bütün Ehlisünnet mezhepleri şefaat konusunu kabul etmektedirler. Vahhabilerin büyüğü İbn Teymiyye şöyle demektedir: Şefaat hakkındaki hadisler çok ve mütevatirdir; Şefaat hakkındaki çeşitli hadislerden bir bölümü Sahih Buhari ve Müslim’de ve birçoğu da sünen ve müsnedlerde bulunmaktadır.[34]

İbn Teymiyye başka bir yerde ise şöyle demektedir: Kıyamet gününde Peygamber Efendimiz için üç şefaat vardır… Şefaatin üçüncüsü cehennem ateşini hak edenler içindir. Peygamberi Ekrem’in, peygamberlerin, Sıddıkların ve diğerlerinin şefaati, cehennem ateşini hak eden kimselerin ateşe girmemeleri ve aynı şekilde ateşe girmişlerin cehennemden kurtulmaları içindir.[35]

Vahhabiler, Enbiya ve Salihlerden dünyada şefi hayattayken veya kıyamet gününde şefaat talep edilebileceğine inanmaktadırlar, Abdurrahman b. Hasan b. Muhammed b. Abdulvahhab (1285) şöyle der: “Hayatı zamanında Peygamberden (s.a.a) şefaat dilemek onun duasından dolayıdır ve Peygamberin duası kabuldür, ancak vefatından sonra Peygamberden şefaat talep edilmesi caiz değildir.”[36]

Şefaat konusunda Vahhabiler ve diğer Müslümanlar arasında yaşanan tartışma berzah aleminde Enbiya ve Evliyalardan şefaat talep edilebilmesi üzerinedir; zira vahhabiler berzah alemini kabul etmedikleri için bu tür şefaati caiz bilmemektedirler. Abdullah b. Muhammed b. Abdulvahhab şöyle söylemektedir: “Bizler Peygamber Efendimizin kıyamet günü şefaatini ve aynı şekilde diğer peygamberler, evliya, melekler ve bebeklerinde şefaat edebileceğini rivayetlerde var olma hasebiyle ispatlıyoruz, ancak bizler şefaati sahibinden (Allah’tan) istiyoruz. Şefaati Allah’tan istememiz gerekir, şefaat edicilerden değil. Yani şahıs şöyle söylememelidir: Ey Allah resulü ve Ey Allah’ın velisi senden şefaat etmeni (ve şefaate benzeri şeyleri) istiyorum… ve buna benzer ibarelerle Allah’tan başkasının kadir olmadığı şeyleri istemek. Berzah âleminde bulunan şefiden şefaat talep edilmesi şirkin kısımlarındandır.”[37]

Vahhabilerin En Önemli İtirazları
Şefaat konusunda Vahhabiler tarafından yöneltilen en önemli itiraz ve eleştiriler şunlardan ibarettir:

Allah’tan Başkasından Şefaat Dilemek Şirktir
Şefi’den şefaat talep etmek bir nevi Allah’tan başkasına seslenmek ve ondan başkasından istemektir ve buda ibadette şirktir; zira Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz mescitler, Allah’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.” (Cin Suresi, 18. ayet). Allah’a birlikte hiç kimseyi seslenmeyin ve çağırmayın.

Cevap: Bu itiraz ve eleştiri vahhabilerin tevhit ve şirk mefhumundan algıladıkları yanlış manadan kaynaklanmaktadır. Şirk ve tevhit mefhumunun doğru bir şekilde tahlil edilmesiyle, Allah’tan başkasını çağırma ve seslenmenin kendi başlı başına şirki gerektirmediğini ve hatta haram olmadığını anlarız. Çünkü şirk koşmak, bir şeyin ilah, rab ve bağımsız olduğu inancının var olduğu yerdedir. Şialar hiçbir zaman kendi İmamları ya da Allah’tan başka bir varlığın bu özelliklere (Uluhiyet, Rububiyet ve Bağımsız) sahip oldukları inancını taşımaz. Şüphesiz Müslümanların onlara seslemesi veya onlardan yardım dilemesi caiz ve meşrudur ve diğerlerinin de ellerinden geldiği kadar onlara yardım etmesi gereklidir. Ayrıca bir ferdin yaptığı fiil caiz ve meşru olursa, ondan bu işi yapmasının istenmesi de caiz ve meşru olacaktır. Yani eğer kıyamette Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve diğer şefaatçiler için şefaat etmek hak ve meşru oluyorsa, aynı şekilde onlardan şefaat dilemekte doğru ve meşru olacaktır.

Başkalarından dua etmesini istemek bütün Müslümanların ortak görüşünde caizdir, bir kimseye “bana dua et” demek gibi. Bundan dolayı Allah tarafından şefaat etmelerine izin verilen kimselerden “Allah katında benim şefaatçim ol” örneğinde olduğu gibi, şefaat dilenmesi caiz ve meşru olacaktır.

Allah’u Teâlâ halkı günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için, peygamberden (s.a.a) kendileri için bağışlanma talebinde bulunmasına davet ediyor: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” (Nisa Suresi, 64. ayet) Bazıları bu ayeti “onlar Peygamberin kendisine eziyet ettikleri için mutlak ondan helallik istemeleri gerekmektedir” mana ederek tevcih etmeye çalışmışlardır, ancak ayetin üzerinde dikkatlice düşünüldüğü zaman bu açıklamanın doğru olmadığı aşikar olur. Eğer konu peygamberin kendi hakkında vazgeçme konusu olsaydı “Allah Resulü onları affetti (وَ غَفَرَ لَهُمُ الرَّسولُ)” lafzından istifade edilmesi gerekirdi. Oysaki ayeti kerimede “Peygamber onlar için bağışlanma diledi (وَ اسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسولُ)” cümlesi geçmektedir.

Diğer taraftan vahhabilerin delil olarak getirdiği ayet (Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin) maiyyeti (birlikteliği) nefyetmektedir; yani hiç kimseyi Allah’a eş, ortak ve aynı derecede bilmeyin. Ayetin muhatabı vasıtaları bağımsız olarak gören müşriklerdir. Ayrıca eğer Allah’tan başkasından şefaat talep etmek şirk sayılıyorsa, o zaman fertlerin hayatta olmaları veya olmamaları arasında hiçbir fark bulunmaması gerekir; yani Peygamber Efendimiz veya şefaat yetkisine sahip birinden hayattayken bile bir şey talep etmemeliyiz.

Ehlisünnet kaynaklarında sahih olan bir rivayette, Tirmizi Enes b. Malik’ten şöyle nakleder: “Resulullah'tan (s.a.a) kıyamet günü bana şefaat etmesini istedim, Allah resulü, “şefaat edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine, “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” diye sordum. Resulü Ekrem’de “İlk olarak beni sırat köprüsünde ara” buyurdu.”[38]

Şefaatin Allah’a Özgü Olması
Kur’an-ı Kerim şefaati Allah’ın özel hakkı olarak belirtmektedir: “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer Suresi, 44. ayet) Bu ayeti kerimeden yola çıkarak şefaati sadece Allah’u Teâla’dan talep etmek gerekmektedir.

Cevap: Şefaat, varlık âleminde bir tür etki koyma babından Allah’ın rubibiyetinin mazhar ve cilvelerindendir ve bundan dolayı Allah’u Teâlâ’ya özgüdür. Ama bu konu Peygamber ve salihlerin şefaat hakkına sahip olduğu inancıyla bir çelişkisi bulunmamaktadır; zira onların şefaati bağımsız ve müstakil değil, diğer meselelerde de olduğu gibi Allah’u Teâlâ’nın izni ve isteği şartına bağlıdır. Nitekim Allah’u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Bütün güç ve kuvvet Allah’a aittir”.(Bakara Suresi, 165. ayet) Bu ayeti kerime, varlık âlemindeki bütün güç ve kuvvetlerin Allah’a ait olduğu ve diğer varlıkların da Allah’ın meşiyyet ve izni ve onlara verdiği ölçüde kudret sahibi olacakları manasına gelmektedir. Allah’ın bir varlığa güç ve kuvvet vermesinden sonra ondan yardım talebinde bulunabilinir. “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir” ayeti de bütün şefaatlerin Allah’a ait olduğu ve Allah’ın maslahat görmesi ve bir mahluka şefaat izni vermesi durumunda o varlıktan, Allah’ın verdiği izni bu fert hakkında kullanmasını talep edebileceğimiz anlamına gelmektedir.

Müşriklerin Eylemlerine Benzemesi
Kur’an-ı Kerim’de Allah’u Teâla, Risalet asrı müşriklerini Allah’tan başkasından şefaat diledikleri için müşrik saymaktadır: “Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar.”(Yunus Suresi, 18. ayet)

Cevap: Risalet asrı müşriklerinin mabut ve putlarının şefaat makamına sahip olduklarına inandıkları tartışılmaz, ancak ayette müşriklerin hem putlara ibadet ettikleri ve hem de putları şefaatçi olarak kabul ettiklerini belirtmiştir ve şefaat makamına sahip olmaları inancıyla birlikte onlara ibadet etmeleri müşriklerin kınanmaları sebebi olmuştur.

Müşrikler (Allah’u Teâlâ’nın onlara böyle bir makam vermediği halde) putların delilsiz, kayıtsız ve şartsız şefaat makamına sahip olduklarına inanmakta ve diğer taraftan da putlarının ilahlığına inanarak onlara ibadet etmekteydiler. Ama Allah’ın izin verdiği bir kişi hakkında şefaat makamına sahip olduğu ve şefaat hakkını da Allah’ın izni ile kullanacak olmasıyla (Onlar, O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler ve hepsi O’nun korkusuyla titrerler. (Enbiya Suresi, 28. ayet) ) artık böyle bir itiraza yer kalmaz. Ayrıca hiçbir Müslüman, şefaatçilerin ulûhiyet makamı taşıdıklarına inanmamaktadır ki onlara ibadet etsinler ve eylemleri müşriklere benzesin. İlah ve ulûhiyet inancı taşımaksızın sırf İmamların zarihine sevgi, saygı gösterme veya öpmenin ibadet sayılmayacağı açıktır, yoksa anne ve babanın elini öpmekte onlara ibadet etmek manasına gelirdi.

Diğer bir nokta ise, taş ve ağaçlardan yapılan putların Allah’u Teâla tarafından, bir fayda veya zarar ulaştırma noktasında bir izinleri bulunmamaktaydı, sadece putperestler taş ve ağaçlardan yapılan putları için bir etki sahibi oldukları inancı taşımaktaydılar ve bu etki Allah’ın izni ile şefaat eden şefilerin tesiriyle tamamen farklıdır.[39] Bu ayeti kerimede Allah’u Teâla putperetlere şöyle buyuruyor; sizler putlarınızın benim vermediğim bir makama sahip olduklarına inanmaktasınız. Acaba bu eyleminizle Allah’ın bilmediği bir şeyden mi haber vermek (putların etkileri) istiyorsunuz ve bu konu evliyalardan şefaat dilemekten uzaktır.

Son olarak bu ayette şefaat dilemek ikgili bir konu geçmemekte, belki konu putların şefaat makamına sahip oldukları inancı konusudur; (İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır, diyorlar) buyurmakta, (Allah katında bize şefaat et) cümlesi geçmemektedir. Bundan dolayı eğer vahhabilerin bu ayeti delil olarak getirmesini doğru kabul edersek, o zaman şefaat inancının mutlak manada şirk olduğunu söylememiz gerekir ve bu konu vahhabilerin kendisini de kapsar; zira onlarda şefaatin aslını kabul etmektedirler.

Başkalarından Şefaat Dilemeyi Men Eden Rivayetler
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Yere ve göklere tasarruf eden, af dileyip dua etmene izin vermiş, kabul etmeyi de üzerine almıştır. Vermesi için istemeni, merhamet etmesi için de merhamet dilemeni emretmiştir. Seninle arasına engel olacak bir kimseyi koymadı. Katında bir şefaatçiye muhtaç etmedi…”[40]

Cevap: İlk olarak; Şefaat konusu, İslam ümmetinin üzerinde ittifak ettiği konulardan biridir ve hatta vahhabiler şefaati ispatlamaya çalışmaktadır. Kur’an ve hadisler de şefaatin varlığına işaret etmektedir: Nitekim Allah’u Teâla Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir.” (Bakara Suresi, 255. ayet).

Buhari’nin Peygamber Efendimize (s.a.a) dayandırdığı senetli bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Allah Teâla bana (benden öncekilere verilmeyen) beş özellik vermiştir… Bana şefaat verilmiştir...[41]

“Katında bir şefaatçiye muhtaç etmedi” cümlesi, Allah’ın kullarına karşı fiil ve inayetlerinin, insanların tanımadıkları kişilere rücu ederek onların tanıtmalarıyla isteklerini elde eden insanlarınkine, benzemediğine işaret etmektedir; zira Allah’u Teâlâ evrendeki tüm sırlara âlimdir ve direkt olarak insanları ve ihtiyaçlarını tanır. Allah Teâlâ’nın sebeplere yönlendirmesi, onun hikmeti ve evrendeki neden sonuç ve sebep müsebbip kanunlarının gereksiniminden kaynaklanmaktadır.

Hak Teâlâ insanı, şefaatçinin peşine gitmesi için mecbur etmemiştir; zira cimriliği veya talep edenin hakkına olan cehlinden dolayı asıl şahsa ulaşmanın mümkün olmadığı zaman şefaatçiye gerek duyulur. Hâlbuki Allah’u Teâlâ tarafından bir cimrilik veya engel söz konusu değildir. Bu bazı Hristiyanların, Allah ve insan arasında mutlaka bir aracı olması gerektiği inancının aksidir.

Ölülerden Şefaat Dilemek
Vahhabiler, şefaat edicinin vefatından sonra, ondan şefaat dilenmenin şirk olmasından ve bizim sesimizi duyamayacağından dolayı caiz olmadığına inanmaktadırlar.

Cevap: Eğer bir fiil şirk ise, dünyada da ahirette de şirktir. Ayrıca ölüm cisimle ilintilidir, ama ruh canlıdır ve dua ve şefaat dileğinin duyulması ve icabet edilmesi ruhla alakalıdır, bedenle değil. Berzah âlemi konusunda berzahtaki ruhani hayata ayrıntılı bir şekilde değinilmiştir.

Ehlisünnet kaynaklarında Peygamber Efendimize (s.a.a) salavat göndermenin ve vefatından sonra uzaktan veya yakından ona selam gönderme hakkında birçok rivayet zikredilmiş ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) bu salavat ve selamları duyduğu ve onlara cevap verdiği belirtilmiştir.[42]

Şefaat Etme Hakları Var, Bizlerin Şefaat Dilemeye Hakkı Yok
Muhammed b. Abdulvahhab şöyle demektedir: Eğer birisi, Peygamber Efendimize (s.a.a) şefaat etme hakkı verildi ve bende ondan Allah’ın ona verdiği bir şeyi istiyorum, derse şöyle cevap veririz: Allah’u Teâla ona şefaat hakkı verdi, ancak seni, ondan şefaat dilemekten men etti ve şöyle buyurdu: “O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”[43]

Cevap: Birinci olarak; yukarıda zikredilen ayetin şefaat dilemeyi men etmekle hiçbir bir ilgisi bulunmamakta ve Allah’a bağımsız olarak bir ortak koşan, onlara ibadet eden ve onlardan hacetlerini isteyen müşriklerle ilgilidir. Bundan dolayı bu tür ayetler vahdet inancı taşıyanlara tatbik edilemez.

İkinci olarak; önceden de belirttiğimiz gibi “mea (birlikte)” kelimesiyle gelen bu ve benzeri ayetler, bir varlığın hiçbir zaman Allah’ın arzında karar kılınmaması gerektiğine delalet etmektedir. Ama Allah’ın, bir vasıta veya şefaatçiye bir işi yapmasına izin verdiği ve yapılan her şeyin Allah’ın emri ile yapıldığı inancı taşırsa bu şirk olmamakla birlikte tevhid inancı doğrultusundadır. Nitekim Hz. İsa (a.s) Kur’an’da, hastalara şifa vermeyi, ölülere hayat vermeyi ve hatta topraktan kuş yaratmayı kendine nispet vermekte ve onu Allah’ın iznine bağlı olarak tanıtmaktadır.[44]

Şefaati İnkâr Edenler
Şefaatin aslını inkâr edenler de bazı deliller öne sürmüşlerdir:

Şefaat Günah İşlemeye Teşvik Ediyor
Bazılarının görüşüne göre şefaat inancı, fertleri günah işlemeye teşvik etmekte ve günahkâr ve mücrimlerde isyan ruhunu yaşatmakta olduğundan dolayı, şefaat inancının İslam şeriatı ve diğer şeriatların ruhiyesi ile uyuşmamaktadır.

Cevap: Evvela; Şefaate inanmak eğer günaha teşvik olursa “Tövbe” de günahların bağışlanmasına sebeptir ve tövbe insanların daha çok günah işlemelerine neden olur. Hâlbuki tövbe tüm Müslümanların ittifakla kabul ettikleri asıl ve temel inançlardan biridir. İkinci olarak; Suçluların bütün sıfatları ve özellikleri tamamen belli olduktan ve ikapların her türlüsü onun tüm zamanlarında cari olması netlik kazandıktan sonra şefaat vadesi isyan ve günaha teşvik olur… Ancak bu durumlar belirsiz ve üstü kapalı kalırsa yani hangi günah, hangi günahkârlar, kıyametin hangi saatinde olacağı belli olmazsa, hiç kimse şefaat edilip edilmeyeceğini bilmezse bu durumda şefaat günahlara teşvik etmek anlamına gelmez.

Allah’la İnsan Arasında Bir Vasıtaya Gerek Yok
Allah’u Teâlâ insanlara şah damarından bile daha yakın ve herkesten daha çok merhametlidir; o zaman neden ondan başkasına yönelerek dilekte bulunalım.

Cevap: Allah’ın biz kullarına şah damarından daha yakın olduğu doğrudur, ancak insanın yeryüzünde yaratılışının hikmeti gereği Allah’u Teâlâ insanlarla direkt olarak konuşmak yerine insanların hidayeti ve irşadı için Peygamberleri vasıtası karar kılmıştır. Aynı şekilde yaratılış hikmeti gereği, hidayet emrinin daha iyi yapılabilmesi için insanların nezdinde resuller ve hidayet edicilerin makamımı yüceltmiştir. Netice itibari ile beşerin onlardan rahat bir şekilde ve güvenerek itaat etmeleri için onlara günah ve hatadan masun kalma (ismet) lütfunda bulunmuştur. Bu ilahi hüccetlerin yüce makamının halkın nazarında daha fazla aşikar olması ve gönüllerinin onların tarafına yönelmesi için Hak Teâlâ onlara zahiri makamlar armağan etmiştir.

Allah’u Teâlâ Kur’an’da (Hz. Yusuf’un (a.s) kardeşlerinin, Allah’ın onları affetmesi için babalarını vasıta karar kılması veya son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.a) şahıslara yaptığı dua ve istiğfarının, fertlerin kendileri hakkında yapmış olduğu dua ve istiğfardan daha etkili olduğunu belirtmesi veyahut Hz. İsa’nın (a.s) zamanında yaşayan insanların, hastalarının şifa bulması veya sıkıntılarının giderilmesi için zamanın hüccetine müracaat etmeleri gibi) bazı konuları beyan ederek, insanlardan istekleri noktasında daha iyi netice elde etmeleri için bu fertleri (şefaatçileri) vasıta karar kılmalarını istemiştir.

Günahkarı Cezalandırmak mı yoksa Şefaat Etmek mi Adalettir?
Yüce Allah kıyamette günahkârları cezalandıracağını buyurduktan sonra kıyamet günü onlardan cezayı (azabı) kaldırması ya adalete uygun bir iştir ya da zulümdür; Eğer cezayı (azabı) kaldırması adaletli bir iş ise, bu durumda cezalandırmanın aslı haşa Allah tarafından bir zulümdür. Eğer cezanın (azabın) kaldırması zulüm ise ve cezalandırmak adaletli ise, o zaman şefaatçilerin şefaati ve onların bir ferdin cezanın kaldırılması için şefaatçi olmaları zulümdür.

Cevap: Cezanın (azabın) kaldırılması, “zulüm” ve “adalet” unvanlarına sadık ve tatbik olmayan Allah’ın “fazl (lütfu)” olabilir. Başka bir tabirle cezanın kaldırılması lütuftur ve lütuf adaletten üstündür. Allah’u Teala adaleti esası üzerince günahkarlar için bir azap tayin etmiştir, ancak şefaat vasıtasıyla cezanın kaldırılması lütuf ve ihsandır. Hak Teala insanlara adil olmalarını öğretmiş ve daha sonra çabalayarak adaletten üstün olan ihsan makamına ulaşmalarını emretmiştir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl suresi, 90. ayet). Aynı şekilde Allah’u Teâlâ insanlara, bir kişinin bir şahsa kötülük yapması durumunda, adalet gereği kötülük yapana aynı ölçüde kötülük yapılan kişi tarafından ceza uygulayabileceğini, ancak adaletten daha üstün olan sabır ve ihsan üzere onu affederek bu hakkından vazgeçmesinin daha hayırlı olduğunu öğretmiştir: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın. Eğer sabrederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.”[45]

Kaynakça

[1] İbn Menzur, Lisanu’l Arab, c. 15.

[2] Biharu’l Envar, c. 6, s. 19.

[3] Dairetu’l Mearif Kitabı Mukaddes, s. 411.

[4] İsra Suresi 79. ayet.

[5]  Tefsiri Razi, c. 3, s. 55.

[6]  Bakara Suresi, 254. ayet.

[7]  Bakara Suresi, 48. ayet.

[8]  Secde Suresi, 4. ayet.

[9]  Zümer Suresi, 44. ayet.

[10]  Bakara Suresi, 255. ayet.

[11]  Sebe Suresi, 23. ayet.

[12]  Enbiya Suresi, 28. ayet.

[13]  Sebe Suresi, 23. ayet.

[14]  Müsned-i Ahmed, c.1, s.301; Süneni Nesai, c. 1, s. 209; Süneni Darımi, c. 2, s. 873; ve diğerleri.

[15]  Biharu’l Envar, c.8, s. 34.

[16]  Mutahhari, Murtaza, Adl-ı İlahi, s. 253.

[17]  Mutahhari, Murtaza, Adl-ı İlahi, s. 232, 236.

[18]  Rum Suresi, 48. ayet.

[19]  Cevadi Amuli, Abdullah, Tefsiri Tesnim, c. 4, s. 262.

[20]  Cevadi Amuli, Abdullah, Tefsiri Tesnim, c. 4, s. 262.

[21]  Bakara Suresi, 255. ayet.

[22]  Murtaza, Mutahhari, Adlı İlahi, s. 234.

[23]  Enbiya Suresi, 28. ayet.

[24]  Makalatı İslamiyyin, c. 1, s. 168 ve 334; el-Keşşaf, Zemahşeri, c. 1, s. 152.

[25]  “Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter.” Nisa Suresi, 85. ayet.

[26]  Mead der Kur'an, c. 2, s. 145.

[27]  “Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” Meryem Suresi, 87. ayet.

[28]  “O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefaat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler şefaat edebilirler.” Zuhruf Suresi, 86. ayet.

[29]  Muhammed b. Yezid Kazvini, Süneni İbn Mace, c. 2, s. 724; Seyyid Himyeri, Kurbu’l Esnad, s. 64.

[30]  Enbiya Suresi, 28. ayet.

[31]  Muhammed b. Yezid Kazvini, Süneni İbn Mace, c. 2, s. 724; Seyyid Himyeri, Kurbu’l Esnad, s. 64.

[32]  Örnek olarak ismi zikredilen kaynaklardaki rivayetlere müracaat edebilirsiniz: İlmu’l Yakin, c. 2, s. 1325; Sahih Buhari, c. 4, Kitabu Tevhid, babı 24, s. 392, hadis 7439; Biharu’l Envar, c. 8, s. 362.

[33]  Selefigeri ve Pasuh bi Şübehat, s. 465.

[34]  Mecmuu Fetavayı İbn Teymiyye, c. 1, s. 314.

[35]  Mecmuu Fetavayı İbn Teymiyye, c. 3, s. 147.

[36]  Kitabu’t Tevhid ve Gurretu Uyunu’l Muvahhidin, s. 258.

[37]  Ed-Dürerü’s Seniye, c. 1, s. 231.

[38]  Sahih Tirmizi, c. 4, s. 621, Ma Cae fi Şe’ni’s Sırat babı.

[39]  Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yunus Suresi, 18.ayet.)

[40]  Nehcü’l Belağa, c. 3, s. 47. (31. Mektup)

[41]  Sahih Buhari, c.1, s.86; Sahihi Müslim, c. 2, s. 63.

[42]  Süneni Ebu Davud, c. 2, s. 218. (31. Mektup)

[43]  Keşfü’ş Şübehat, s. 25.

[44]  A’li İmran suresi, 44. ayet.

[45]  Nahl suresi, 126. ayet.

 

Bibliyografi

1- Kur’an-ı Kerim

2- İbn Teymiyye, Mecmuu’l Fetava, Mecme el-Melik Faht li Tabaati’l Mushafi’ş Şerif, el-Medinetu’n Nebeviye, 1416.

3- İbn Menzur, Muhammed b. Mükrim, Lisanu’l Arab, c. 15, Daru Beyrut ve Daru Sadr, 1388.

4- Ebu Muhammed Abdullah b. Abdurrahman el-Darimi, el-Temimi el-Semerkandi, Süneni ed-Darimi, Daru’l Mugni, el-Memleketu’l Arabiyyeti’s Suudiyye,, 1412.

5- Ebu Davud Secistani, Süleyman b. Eş’as, Süneni Ebu Davud, el-Mektebetu’l Asriyye, Beyrut.

6- Ebu İsa, et-Tirmizi (Müteveffa: 279), Süneni Tirmizi, Şirketu Mektebetu ve Metbaatu Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1395.

7- Ahmed b. Şueyb, Süneni Nesai (es-Süneni Sugra), Mektebetu’l Mektubati’l İslamiye, Haleb, 1406.

8- ed-Dürerü’s Seniye fi’l Ecvibeti’n Necdiyye, Ulameyı Necd, Muhakkık: Abdurrahman b. Muhammed, çapı şeşum.

9 - Rızvani, Ali Asgar, Selefigeri ve Pasuh bi Şübehat, İntişaratı Mescidi Mukaddesi Cemkaran.

10- Zemahşeri Mahmud, el-Keşşaf an Hakaik Gavamizu’t Tenzil, Daru’l Kitabu’l Arabi, Beyrut.

11- Subhani, Cafer, Menşuru Cavid, Kum: Müessesi İmam Sadık (a.s), çapı evvel.

12- Kamusu Kitabu’l Mukaddes, Kahire, Daru’s Sakafe.

13- Abdurrahman b. Hasan b. Muhammed b. Abdulvahhab, Kitabu’t Tevhid ve Gurretu Uyunu’l Muvahhidin, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.

14- Mecmuu Müellifatı Şeyh Muhammed b. Abdulvahhab, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.

15- Muhammed b. Abdulvahhab, Keşfu’ş Şübehat, Vezaratu’ş Şuunu’l İslamiye ve’l Evkaf ve’d Davet ve’l İrşad, el-Memleketu’l Arabiyyetu’s Suudiyye.

16- Muhammediyan, Behram ve Diğeran: Dairetu’l Mearifi Kitabı Mukaddes, İntişaratı Ruzu Nu, çapı evvel.

17- Mekarim Şirazi, Nasır, İtikadı Ma (O

Radikal yazarı Murat Yetkin bugünkü köşe yazısında İran’ın Türkiye büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli’yle yaptıkları sohbeti kaleme aldı. Yetkin’in aktardığına göre İran Büyükelçisi bir süredir İran’ın Türkiye’yi Suriye’de birlikte hareket etmeye çağırdığını söyledi. 

 
Radikal yazarı Murat Yetkin İran Büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli’yle yaptıkları sohbeti anlattığı bir yazı kaleme aldı. Yetkin’in aktardığına göre İran Büyükelçisi bir süredir İran’ın Türkiye’yi Suriye’de birlikte hareket etmeye çağırdığını söyledi.  

Yetkin, İran Büyükelçisi’nin Esed ve rejimi hakkında “Zalimdir. Ama zalimi kaldırmak milletin daha mı menfaatine olacaktır? Yarım yamalak da olsa bir hükümetin varlığı, hiç hükümetin olmamasından iyidir.” dediğini aktardı.

 

 

Yetkin’in yazısı şu şekilde:

İran, Türkiye’ye neden Suriye’de işbirliği öneriyor?  

Yıl 1990. Moskova’da Kızıl Meydan’da Ekim Devrimi’nin yıldönümü için yapılan resmi geçit.  

İzleyiciler arasında genç bir İranlı diplomat da var; adı Ali Reza Bikdeli. O sıralar Sefaretin iki numarası, ama büyükelçi olmadığı için protokolde ülkesini o temsil ediyor. Şöyle anlatıyor: “O yılki törenlerin de bir yıl öncekinden farkı yoktu, 1989’dakinden, 1979’dakinden. 

 trafta huzursuzluklar vardı ama bu Meydana yansımıyordu, rejim ayaktaydı. İşte o törenden tam 23 gün sonra Sovyetler dağıldı.” 

 

Ali Reza Bikdeli şimdi İran’ın Ankara Büyükelçisi. 

 

Azeri, Türk kökenli olduğu için zaten lisan sorunu yok. Buraya gelene dek İran’ın etrafında ve bu bölgenin çoğu başkentinde görev yapmış; Afganistan ve Güney Kıbrıs dâhil. 

 

Bikdeli 12 Kasım akşamı İstanbul’daki İran Başkonsolosluğunda bir grup gazeteciyle yemek sohbetinde bu anısını anlatırken, benim hatırıma da bundan yıllar önce Ankara’da tanıştığım emekli bir Amerikalı istihbaratçı ile yaptığım sohbet geldi. 

 Şubat 1979 İran İslam Devrimi sırasında Tahran Büyükelçiliği’nde görevli ajanlardan biri olduğunu anlatmıştı bana.

  Ve şu itirafta bulunmuştu: Ayetullah Humeyni’nin Tahran’a gelip Şah Reza Pehlevi yönetimine son vermesinden üç gün önce son değerlendirme raporunu o yazmıştı. “Her şey yolunda” demişti merkeze raporunda Amerikalı istihbaratçı bana anlattığına göre; “Ordu duruma hakim, Pazar’da (Kapalıçarşı) hareket yok.” “Yanılmıştık” dedi; “Meğer Pazar içten içe kaynıyormuş, bir anda saf değiştirdiler ve her şey bitti.”

 

Cumartesi, 15 Kasım 2014 00:00

IŞİD Emirlerini kim öldürüyor?

IŞİD şok üstüne şok yaşıyor gelen son dakika haberlere göre esrarengiz operasyonlarla emirleri birer birer yok ediliyor. 

 
IŞİD işgal ettiği yerleri ‘komutan’ statüsündeki ‘emir’lerle idare ediyordu. Ancak son günlerde arka arkaya emirlerine esrarengiz operasyonlar düzenlenmeye başladı. Son olarak 2 emirleri daha bilinmeyen silahlı gruplar tarafından öldürüldü. 

IŞİD’de korku yaratan esrarengiz emiroperasyonlarının sonuncusu dün gece kayıtlara geçti. Musul’un güneyinde Ayın Beyza – Hırba Elhadideyin yolunda, IŞİD emirlerinden Hamza El Mısıri öldürüldü. 

Esrarengiz emir avı bununla bitmedi. Bu kez kentin doğusunda Şii Türkmenler’i bölgeden uzaklaştırılmasından sorumlu IŞİD’li emir Ahmed Kamil öldürüldü. 

 

ESRARENGİZ EMİR AVINI KİM YAPIYOR?

Emirleri bir bir yakalayarak öldürenlerin kimler olduğu muamma. Bilinen tek şey silahlı bir grup kişinin emirlere operasyon düzenleyerek yok ettikleri yönünde. Ancak bu silahlı grupların arkasındaki güç bilinmiyor. 

Bir süredir, Musul’da, kim oldukları bilinmeyen silahlı gruplar, IŞİD mensuplarına saldırılar düzenliyor. Saldırılarda birkaç emirin yanısıra, onlarca IŞİD mensubu öldürülürken, örgütün bazı noktaları da bombalanmıştı.

Öldürülen emirler arasında, örgütün “vilayet mahkeme başkanı” Usame Abdulwaha Altai ile “din eğitimi sorumlusu” Abu Dua ElYemeni de bulunuyor. Musul’daki sözkonusu emir avını şimdiye kadar üstlenen kimsenin olmaması olayı daha da esrarengiz kılıyor. 

 

PERDE ARKASINDA O MU VAR? 

İsmi Kasım Süleymani… İran’ın, Irak’ta ABD’ye kök söktüren Kudüs Gücü‘nün başındaki isim. Şimdiye kadar medyadan uzak dururken IŞİD’den sonra Irak’ta çeşitli mekanlarda çekilmiş fotoğrafları bolca servis edilmeye başladı. 
IŞİD emirlerine yönelik esrarengiz operasyonlar da arka arkaya gelmeye başlayınca gözler İranlı general Kasım Süleymani’ye döndü. 

 

Peki kimdir bu Kasım Süleymani?

2008 yılı baharında ABD’li General Petraeus’un Celal Talabani’nin cep telefonunda okuduğu bir mesajda şunlar yazıyordu;

-“Benim adım Kasım Süleymani. Şunu bilmelisin ki İran’ın Irak, Lübnan, Gazze ve Afganistan politikalarını ben kontrol ederim.”

Mesajın sahibi İlkokul mezunu eski bir inşaat işçisi olan ve Irak’ta kendilerine yıllardır kök söktüren Kudüs Gücü’nün başındaki Kasım Süleymani’den başkası değildi.

 

HEM HER YERDE HEM HİÇBİR YERDE

Esrarengiz bir kişilik olarak tanımlanan Kasım Süleymani, İran’ın perde gerisindeki en önemli adamı. 
The Guardian’a konuşan kıdemli bir Amerikalı yetkili, Süleymani’yi tanımlarken şöyle diyordu;

-“Acımasızlığı ve etkisi herkesi dehşete düşürür. O hem her yerdedir hem hiçbir yerde değildir”.

 

İNSANLARI BÜYÜLER ONU MELEK GİBİ GÖRÜRLER

Irak’ın önemli Sünni liderlerinden biri olan Salih Mutlak da Süleymani’yi şöyle tanımlıyor:

-“Süleymani’nin gücü doğrudan Hamaney’den gelir. Herkesi, cumhurbaşkanı da dahil herkesi by-pass eder. İslam’da anne-babaya itaat kuralı vardır. İran ve İran dışındaki bütün Şiiler Hamaney’e, dolayısıyla doğrudan onun adına hareket eden Süleymani’ye anne-babalarına itaat ettikleri gibi itaat ederler. Irak’taki bütün önemli insanlar onu görmeye gider. İnsanlar onun tarafından büyülenmiş gibiler, onu bir melek gibi görürler.” 

 

YAŞAYAN ŞEHİT

İran’ın dini lideri Hamaney’in has adamı olan Kasım Süleymani, Hizbullah operasyonlarının da kilit ismi konumunda. Hamaney, kamuya açık alanlarda birçok kez onu “Cephede defalarca şehit olduğu halde hâlâ yaşayan bir devrim şehidi” diye övdü.

Şimdi İran’ın lideri olan Ali Hamaney, İran-Irak Savaşı’nda cephedeyken. SağındaKasım Süleymani , solunda ise dönemin Devrim Muhafızları Komutanı Rızai.

  

ABD’Lİ KOMUTANA YOLLADIĞI İRONİK NOT

2006’daki Hizbullah-İsrail savaşında da Hizbullah’ın operasyonlarının belirlendiği karargâhın kilit ismi Süleymani’ydi. 44 gün süren savaş boyunca, Irak’ta Şii milislerinin Amerikan hedeflerine yönelik saldırılarını büyük oranda azaltmış olması Amerikalıları şaşırtmıştı. Savaş bittiğinde Kasım Süleymani, Bağdat’taki Amerikalı komutanlara şöyle bir mesaj yollamıştı:

-“Umarım Bağdat’taki huzurun ve sakinliğin keyfini çıkarmışsınızdır. Ben Beyrut’ta biraz meşguldüm de!”

 

 

SON FOTOĞRAFLARI IRAK’TAN

Kasım Süleymani’nin İran sitelerine son dönemde sıkça düşmeye başlayan fotoğraflarının neredeyse tamamı Irak’tan ve cephede çekilmiş. Son olarak bir grup silahlı grupla Irak’ta verdiği poz medyada yer aldı.

Bu pozlarla da Kasım Süleymani Irak’ta baş aktör olmaya soyunduğunun mesajını verdi. Haliyle esrarengiz IŞİD emiri infazlarında onun parmağının olması çok da şaşırtıcı olmaz. 

 

IŞİD’e karşı mücadeledeki en büyük komutan
Bir Lübnan gazetesi General Süleymani’nin Curf Al-Nasr bölgesinin IŞİD’in elinden alınmasındaki kilit rolünü gündemine taşıdı.
 
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, Lübnanlı Al Ahbar gazetesi bugün yayınlanan bir yazısında son dönemde Irak’ta IŞİD’e karşı gerçekleştirilen operasyonlara yer vererek General Kasım Süleymani’nin Irak’ın Curf Al-Nasr bölgesinin IŞİD terör örgütünden temizlenmesindeki rolüne yer verdi. 

Bu gazete Iraklı güçlerin General Süleymani’nin ortaya koyduğu savaş taktiklerine büyük oranda ihtiyaçları olduğunu ve bu bölgenin IŞİD’den temizlenmesinin ardından bu terör örgütünün yenilmezliği yönündeki söylentilerin suya düştüğünü yazdı. 

Bu Lübnanlı gazete yazısında ayrıca General Süleymani’nin IŞİD’e karşı savaştaki en büyük komutan ve yıldız niteliğinde birisi olduğunu da yer verdi.

nehir

Cumartesi, 15 Kasım 2014 00:00

BM: IŞİD Suriye’de ‘terör estiriyor’

Birleşmiş Milletler (BM), Irak Şam İslam Devleti IŞİD’in, Suriye’de denetimindeki bölgelerde ‘terör estirdiğini’ duyurdu.


BM’nin, 300’den fazla tanıkla yapılan söyleşilere dayandırdığı ‘Terör Yönetimi: Suriye’de IŞİD idaresinde yaşamak’ adlı raporda, IŞİD’in sivillere karşı ‘aşırı şiddet’ uyguladığı belirtildi.

Rapora göre, sigara içen erkeklerin parmakları kesildi, bir erkek hastayı tedavi eden kadın diş hekiminin de halkın gözü önünde kafası kesildi

İnsan hakları denetçilerinin hazırladığı rapor, BM’nin IŞİD’in taktiklerini yakından incelediği ilk rapor olarak kayda geçti.

Raporda, IŞİD’den kaçan veya Suriye’de IŞİD kontrolünde yaşayan erkekler, kadınlar ve çocuklarla yapılan söyleşilerin yanı sıra örgütün dağıttığı fotoğraflar ve videolar da incelendi.

BM, halka açık alanlarda yapılan infazların yaygın olduğunu ve cesetlerin ‘yerli halka uyarı’ olarak teşhir edildiğini belirtti.

Raporda, IŞİD’in bölge istikrarına oluşturduğu tehdidi uluslararası toplumun göz ardı ettiği vurgulanırken Suriye’deki krize siyasi bir çözüm bulunamamasının da ‘tehlikeli bir boşluk doğurduğu’, bu boşluğun da IŞİD tarafından doldurulduğuna dikkat çekildi.

 

İşkence yaygınlaştı

IŞİD militanlarının gıda ve tıbbi malzeme yardımı tedarik yollarını engellemesi, tecavüz, recm ve sivillere yönelik işkenceler, Ezidi kadınların seks kölesi olarak alı konulması ve IŞİD militanlarının çocuklarını doğurmaya zorlanmaları da raporda yer alan maddeler arasında.

BM ayrıca, IŞİD’in çocukları savaşmaya zorlamasına ve yine çocuklara zorla toplu infaz videoları izletmesine dikkat çekti.

IŞİD militanlarının, ABD hava saldırılarına karşı sivillerin evlerine ve çiftliklerine konuşlanmaları da raporda yer aldı.

Rapor, BM’nin Uluslararası Bağımsız Suriye Arap Cumhuriyeti Soruşturma Komisyonu tarafından hazırlandı.

Komisyon, Suriye’deki insan hakları ihlallerini inceleme amacıyla BM İnsan Hakları Komisyonu tarafından 2011 yılında kurulmuştu.

Raporda, IŞİD’in yanı sıra sivillere ve ele geçirilen savaşçılara yönelik insan hakları ihlallerinden Suriye hükümeti dâhil diğer tarafların da sorumlu olduğu belirtildi.

Diğer tarafların ihlalleri sakladığı, IŞİD’in ise kendi idaresini zorla kabul ettirmek için ‘ihlalleri ve suçları’ açıkça teşhir ettiği kaydedildi.

 

BBC


Irak, Suriye ve Lübnan’dan son haftalarda gelen haberlere göre, IŞİD terör örgütünün ağır yenilgiler aldı ve birçok bölgede IŞİD unsurları kendi güçlerini geri çekmek zorunda kaldı. Söz konusu ülkelerden alınan haberler uyarınca, IŞİD’ın ileri gelen elebaşının ise yaralanıp helak olduğu anlaşılıyor. IŞİD’ın elebaşı Ebubekir Elbağdadi veya Avad İbrahim Ali Elbedri Elsamerai’nin görüntüsünün geçenlerde Musul’daki bir camide konuştuğu vakit yayınlanması, farklı bir şekilde yankı uyandırdı.

 

IŞİD terör örgütünü ortaya çıkaranlar bu şeytani plana dayanarak Ortadoğu bölgesi için şom planları hayata geçirerek bu grubun elde ettiği ilerlemelerden dolayı sevince kapılıp riyakârca IŞİD’ın süper güçlerin hedeflerini yerine getirdiğinin propagandasını yaptılar. Buna karşı bölge halkından birçoğu özellikle Müslümanlar, bu terör örgütünün cinayetkâr girişimleriyle İslam’ın çehresini zedelemek ve bölge güvenliğini tehlikeye düşürmekle meşgul olmasından kaygı duymaktadır. 

Artık hemen hemen herkes ortaya çıkarılan bu şom planın bölge güvenliğinin tehlikeye girmesi hedefiyle hayata geçirilip bununla mücadele edilmesi zaruretinin farkına vardılar. Kısa bir zaman içerisinde IŞİD terör örgütünün adı öyle kötüye çıkmıştır ki, hatta bu grubu ortaya çıkaran ülkeler ve bu ülkeleri himaye edenler terör örgütlerini desteklediklerini gizlemeye kalktılar ve bu cinayetkar örgütle irtibat halinde olduklarını inkâr etmeye kalkıştılar. IŞİD ve bu baş belası terör örgütünü destekleyenleri ümitsizliğe sürükleyen tek şey, Sünniler ve Şii mezheplerine mensup olanların hemen hemen tamamının IŞİD ve diğer terör örgütlerinden nefret ettikleri gerçeğidir. Hiç kuşkusuz Siyonistler müstebid ve sultacı güçlerin yoğun yardımlarını arkasına alarak IŞİD terör örgütünü geniş bir şekilde destekleyerek, kendi şom hedeflerini hayata geçirmekle bölge ülkelerini kandırmaya çalışıyorlar. 

IŞİD terör örgütünün ortaya çıkmasının temelinde, İslam’ın çehresinin kötüye çıkarılması, Müslümanlar arasında mezhep kavgası ve onlar arasında ihtilaf çıkarmak ve Siyonistlerin varlığını pekiştirmek olduğu yatmaktadır. Gerçek olan şu ki, Siyonistler ve sömürgeci devletler uzun yıllar boyunca özellikle eski Sovyetler birliğinin çöküşünden sonra, İslam’ın kendi şom emellerinin yürütülmesinde en büyük engel olduğunu vurguladılar. Aynı güçler İslam ve Müslümanlara darbe indirmek için hiçbir eylemden geri kalmadılar. İslam ve Müslümanların çehresine darbe indirmenin sultacı ve hegemonyacı devletlerin asıl hedefleri olduğu anlaşılıyor. 

IŞİD terör örgütünün işledikleri korkunç ve tüyler ürpertici cinayetlerle ilgili görüntülerin defalarca yüksek kaliteyle yayınlanması, Allahu Ekber ve Lailaha İllallah sloganlarının terör örgütü üyelerince işlenen cinayetler sırasında haykırılması tesadüfî olmayıp, üstelik önceden öngörülen bir olaydır. Aslında bu eylem İslam’ın pak çehresini kirletmek ve Müslümanları terörist göstermek amacıyla yapıldığı gözlerden kaçmamakta. Siyonistler ve bu rejimin hamilerinin İslam’a karşı kin ve nefretlerini gözler önüne sermek ve dünya siyonizminin yürüttüğü girişimlerine aykırı hareket eden Müslümanlardan intikamlarını almak için ellerinden gelen her girişime kalkışmaktadır. IŞİD terör örgütünün savunmasız milletlerle özellikle Müslümanlarla en feci ve korkunç yöntemlerle savaştığı bir ortamda, bu terör çetesinin soykırımcı İsrail rejimini zerre kadar tehdit etmediği, üstelik yaralanan IŞİD unsurlarının bile Siyonist rejim hastanelerinde tedavi altına alındıkları dikkat çekmekte. Siyonistler ve bu gasıp rejimin hamilerinin IŞİD terör örgütünün girişimlerine yönelik tepkileri çok ilginç olup, bu örgütün onlar tarafından geniş bir şekilde desteklendiği gerçeği ortaya çıkıyor. Soykırımcı rejim İsrail elebaşları ise IŞİD ile bağlantılarını gizleyerek bu rejim yetkililerinin farklı zamanlarda IŞİD ile hiçbir sorunları olmadığını itiraf ettiler. Üzüntü verici olan olay şu ki, bazı İslam ülkeleri liderlerinin bu kirli oyuna katılarak kendi ülkeleri milletleri için yüzkarası sayıldıkları ve Müslüman milletlerin haysiyeti ve şerefiyle oynadıkları gerçeği ortaya çıkıyor. Arabistan, Katar ve Türkiye’nin Siyonistler ve sömürgeci ülkelerin IŞİD gibi terör örgütlerinin ortaya çıkarılmasında öncü rol oynadıkları ve ortaklık ettikleri bildiriliyor. Bu ülkeler IŞİD kılıfıyla kendi şom hedeflerine ulaşmak ve Siyonist karşıtı cepheye karşı direnmeyi başardıklarını zannediyorlar, ancak bunda asla başarı elde edemedikleri gerçeği ortaya çıkıyor. Siyonistlerin uykularını bozan şey, son günler ve haftalarda Irak, Suriye Lübnan ve ayrıca IŞİD ile mücadele cephelerinde meydana gelen olaylardır. Halkın, terör örgütleri ve özellikle IŞİD terör örgütüne karşı ayaklanması önemli bir gelişme sayılıp bölge milletlerinin terörizm ve tekfircilerin şerrinden kurtulmaları olan bu sürecin umut verici neticelerine tanık olmaktayız. Tekfirciler ve onların başındaki IŞİD terör örgütünün Suriye, Irak ve Lübnan’da ağır yenilgileri tatmasının ardından şimdi de terörizmin kemiklerinin kırılma sesi halka duyurulmakta ve bu şom fenomen olan terörizmin yok olmaya yüz tüttüğü gerçeği ortaya çıkmaktadır. Hali hazırda IŞİD’in yok olmaya yüz tuttuğu ve bu örgütü yaratan ülkelerin bu akımdan uzaklaşmaya başladığı anlaşılıyor. IŞİD terör örgütünün yenilmesi bu doğrultuda var olan komploların tamamen yenilmesi manasında değildir. IŞİD örgütünün ortaya çıkarılmasında uzun yol kat edilen bir düşüncedir. Pakistan, Afganistan ve Orta Asya, Afrika ve Arap dünyasında taraftar kitlesine sahiptir. Bu şartlarda İslam dünyasındaki âlimler ve İslam toplumları öncülerinin terör örgütleriyle mücadele edilmesi yönündeki faaliyetleri büyük öneme haizdir. İslam ülkelerinin yöneticileri Müslümanları tekfirci grupların yarattıkları tehlike ve komploları ve bu fenomenin İslam ile tezat halinde olduğu konusunda uyarmaları gerekiyor.

Perşembe, 13 Kasım 2014 00:00

İmam Zeynelabidin(a.s)

Ehl-i Beyt imâmlarının dördüncüsü olan Zeynelabidin (a.s) Hicrî 36’da Medine’de dünyaya geldiği rivâyet edilmektedir. Bazı kaynaklarda Miladî 38’de Kûfe’de doğduğu aktarılmakta. Babası İmâm Hüseyin (a.s), annesi Şehrbanu validemizdir.


 Allah’ın adıyla
Ehl-i Beyt imâmlarının dördüncüsü olan Zeynelabidin (a.s) Hicrî 36’da Medine’de dünyaya geldiği rivâyet edilmektedir. Bazı kaynaklarda Miladî 38’de Kûfe’de doğduğu aktarılmakta. Babası İmâm Hüseyin (a.s), annesi Şehribanu validemizdir. Dedesi İmâm Ali (a.s) şehid edilesiye dek, yani üç-dört yaşına kadar dedesinin sevgi, şefkat ve ilgisine mazhar olmuştur. Amcası İmâm Hasan (a.s) ve babası İmâm Hüseyin’den (a.s) ilim tedris etmiştir. Amcası İmâm Hasan’ın (a.s) Muâviye ile yapmış olduğu mütarekeden sonra Medine’ye hicret edildiğinde Mescid-i Nebevi adeta medreseye dönüştürülmüştü. İnsanlar amcasının ve babasının eğitim ve irşadından faydalanıp tebyin edilirken kendisi de bu ders halkalarına katılır ilim tedris ederdi. Ayrıca babası ve amcasından ev ortamında da özel olarak tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve irfanî konularında ilim öğrenmekte idi.
Kerbelâ faciasına kadar uzun bir zaman sürecinde nebevî kaynaktan ve Ehl-i Beyt pınarından ilim tedris ederek büyük bir bilgi birikimi ve engin bir donanıma sahip olmak İmâm Zeynelabidin’e (a.s) nasip olmuştur. Bu ilmî birikim babasının şehadetinden sonra imâmet ve velâyet misyonunu kuşanmayı ilâhî bir sorumluluk olarak karşısına çıkarmıştı.
Elbetteki bu misyonu yüklenmek İmâm (a.s) için sürpriz değildi. Amcası ve babasının bu bağlamda ona vasiyetleri vardı. Hatta dedesi İmâm Ali (a.s) onu kucağına alıp sevip okşarken ev halkına da onun gelecekte Müslümanlara karşı üstleneceği sorumluluktan ve ümmet nezdindeki imâmetinden söz etmekte idi. Babası Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin (a.s) ise Kerbelâ’ya vardıklarında oğlunu karşısına alıp yükleneceği imâmet misyonuyla ilgili son kez nasihatlerde bulunmuştu. Ayrıca İmâm Hüseyin (a.s) oğluna, Medine’ye döndüğünde Ümmü Seleme validemizden imâmetle ilgili bir takım emanetleri almasını da söylemişti. Nitekim İmâm Zeynelabidin (a.s) Medine’ye vardığında ilk iş olarak Ümmü Seleme validemizi ziyaret edip emanetleri almak olmuştur.
Hiç kuşkusuz İmâm Zeynelabidin (a.s) 57 yıllık yaşamının en acı anını Kerbelâ’da yaşamıştır. Hasta ve bîtap bir vaziyette olmasından dolayı babasının ve Ehl-i Beyt yârenlerinin yardımına koşamamak ve o fecaati sadece seyrediyor olmak ona çok acı gelmiştir. Hatta takatsizliğine rağmen yattığı yerden kalkmaya teşebbüs etmiş ancak halası Zeyneb ve diğer kadınlar ona engel olmuştu. Elbette ki takdiri ilâhî onun hayatta kalmasını murad etmişti. Zira yeryüzü hüccetsiz kalmamalıydı ve ümmete karşı yüklenilmesi gereken sorumluluk onu bekliyordu.
İmâm Zeynelabidin (a.s) Ehl-i Beyt kadınlarıyla birlikte Şam’dan yola çıkıp uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye geldiğinde halk büyük bir mahcubiyet içerisinde taziye ziyareti yapmaktaydı. İmâm (a.s) büyük bir olgunluk ve metanet içerisinde taziyeleri kabul ediyor ve ziyaretçilere hiçbir serzenişte bulunmuyordu. “Keşke babanı yalnız bırakmasaydık, keşke onunla birlikte bizde orada şehid olsaydık“ gibi sözler edip kendilerini kınamakta idiler.
Medine halkı İmâm Hüseyin’in (a.s) peşisıra gitmemiş olmanın ezikliğini İmâm Zeynelabidin’e (a.s) teveccüh etmekle telafi etmeye çalışıyordu. Kendisine son derece hürmetkâr davranıyorlar ve sorunlarının halli için ona müracaat ediyorlardı. Artık İmâm (a.s) Medine’de şer‘î hükümlerin ve her türlü ilmî problemin halli için başvuru mercii idi. Meselelerin halli için önerdiği şer’î hükümler ve fıkhî fetvalar tam bir kalp mutmainliği ile kabul görüyordu.
Ayrıca İmâm’ın (a.s) kendi kişilik ve şahsiyetinin halk üzerinde büyük bir tesiri vardı. İmâm’ın (a.s) gece gündüz ibadetle iştigal etmesi, abidliği, takvası, zühd ve verası halkın ona olan saygı ve sevgisini daha da arttırmıştı. Bu nedenle ona “ibadet edenlerin ziyneti“ anlamına gelen “Zeynelabidin“ ismini vermişlerdi. Diğer bir lakab olarak Seyyidu’l-Abidin (abidlerin efendisi) diye de anılmaktaydı. Ayrıca çok secde ettiği için ona Seccad ismini de takmışlardı. (İmâm’ın (a.s) asıl ismi Ali bin Hüseyin’dir.) Halk İmâm’da (a.s) peygamber simasını, nübüvvet nurunu görüyordu. Bu nedenle İmâm’ın (a.s) halk nezdinde son derece saygınlığı ve itibarı vardı.
Halk İmâm‘dan (a.s) sadece meselelerinin halli için istifade etmek değil, kendisinden her konuda ilim tedris emek istiyordu. İmâm (a.s) bu talep üzerine Mescid-i Mebevî’de geniş kapsamlı bir ders halkası oluşturmuştu. Kısa süre içerisinde İmâm’ın (a.s) namı her taraftan duyulur olmuştu. Bu ders halkasına sadece Medine halkı değil, civar semtlerden de katılanlar vardı.
Birçok ilim dalının temeli de bu medresede atılmıştı. Süreç içerisinde İmâm’ın (a.s) rahle-i tedrisinden geçen, onun engin nebevî ilmi ile techiz olan önemli sayıda fakihler yetişmiş oldu. Hadis-i şeriflerde Ehl-i Beyt imâmları için “Hidayet meşalesi“ denilmesi onların nebevî ilmin gerçek mümessili ve menbaı olmalarındandır. Elbette ki söz konusu hadisin siyasî boyutu da var. Ancak ne yazık ki İslâm ümmetinin bu bağlamda Ehl-i Beyt imâmlarından istifade etmesine, onların siyasî rehberliği altında adil bir şekilde yönetilmelerine fırsat verilmedi.
Halk, hiç olmazsa onların ilminden yararlanalım diyordu. Gaspçıların hükümet merkezi nasıl olsa Şam’daydı ve Ümeyyeoğulları‘nın valisi şimdilik İmâm’ın (a.s) faaliyetlerine karışmıyordu. Tabi ki bu durum Kerbelâ katliamından dolayı tepki almama adına idi. Vali‘den İmâm’ın (a.s) faaliyetleriyle ilgili raporlar isteniyor ancak kendisine müdahale edilmiyordu. Gerçi iş o raddeye varmıştı ki halkın adlî sorunlarının halli de İmâm (a.s) tarafından çözümlenmekteydi. Kısacası halk İmâm’a (a.s) güveniyor, ona itibar ve ona teveccüh ediyordu. Bir zamanlar dedesi İmâm Ali’ye (a.s) halktan mada halifeler de adlî işlerin halli için müracaat etmekteydi.
(Rivayetlere göre dönemin halifesi (!) Abdulmelik b. Mervan ile Roma Kralı arasında para kullanımı hususunda ihtilâf olunca meselenin halli için İmâm Zeynelabidin‘e (a.s) müracaat ediliyor. İmâm (a.s) İslâm dinarının sikke olarak basımını öneriyor ve mesele halledilmiş oluyor. Müslümanların maslahat söz konusu olduğunda İmâm (a.s) fikir beyan etmekten ictinab etmiyordu.)
Yunus suresinin 35’nci ayetinde ifade edildiği gibi doğruyu bilen ve bu bilgi birikimi ile hakka ulaştıran uyulmaya daha layıktı ve halk bu yüzden mevcut şartlar dahilinde hidayet imâmlarına müracaat etmekteydi. Devlet imkânları ise gasıpların elindeydi. Şam’da saraylarına yerleşmişler topladıkları vergilerle halkı cendereye sokmuşlardı. Ve yine halkın çençlerini toplayıp cihad adı altında savaşlara sürmekteydiler. Gönülleri-kalpleri fethetmek yerine toprakları ele geçirmek onlara daha cazip geliyordu. Zira ele geçirdikleri ganimetlerle ve aldıkları cizyelerle saraylarının istişamını daha da şatafatlı hale getiriyorlardı. Ahiret değil debdebeli hayat onlar için daha çekici idi. Bir halk ayaklanması, bir kıyam olmadığı sürece Medine’de olup bitenler onları pek ilgilendirmiyordu.
İmâm (a.s) bu ortamı fırsat bilerek halkı tebyin ve irşad etme vazifesine büyük bir ciddiyetle devam ediyor ve bir taraftan da adlî meselelerin halli için hüküm ve fetvalar veriyordu. İmâm (a.s) halk arasında hiçbir ayırım gözetmezdi. Her yaş grubundan insanlar ders halkasının müdavimiydi. Ancak İmâm (a.s) insanların seviye, kapasite ve taleplerine göre ders halkaları oluşturmuştu. Örneğin, bazı kişiler kendilerini kelâm ilminde geliştirmek isterken, bazıları da fıkhî-hukukî konularda uzmanlaşma talebindeydi. İmâm (a.s) işlemiş olduğu ders müfredatını tefsir, fıkıh-hukuk, siyer, akaid-kelâm, hadis ve tarih gibi değişik ilim dallarına tasnif ederek disiplinli, sistematik ve anlaşılır bir metodla eğitim faaliyetlerini sürdürmekteydi.
Ayrıca edindiğimiz bilgilere göre İmâm (a.s) matematik, geometri, astronomi-gökbilimi, kizik, kimya ve tıp gibi pozitif ilimlerle de iştigal ediyormuş. İmâm (a.s), bu ilimlerin altyapısını oluşturarak oğlu İmâm Muhammed Bakır‘a (a.s), o da oğlu İmâm Cafer Sadık’a (a.s) aktardığı tarihî kaynaklarda geçmektedir. Bilindiği gibi Cebir ve kimya ilimlerinin mucidi ise İmâm Cafer’in (a.s) talebesi Cabir bin Hayyan’dır. Ki bu ilmi İmâm Cafer’den (a.s) almıştır. Bugün dünyanın her tarafındaki lise ve üniversitelerinde Cebir (Al-Gebra) dersi okutulmaktadır.
Eğer Ehl-i Beyt imâmlarının önünde despot rejimlerin bariyer, kuşatma ve engelleri olmasydı hiç kuşkusuz İslâm medeniyeti Kur’an’ın öngördüğü şekilde inkişaf edecekti ve dünyanın çehresi bugünkü gibi olmayacaktı. Pozitif ilimlerle geliştirilecek teknoloji ve maddi imkânlar insanlığın hayrı için kullanılacak, dünya bayındır hale gelecekti. Siyasal alanda ise insanlar İslâm’ın hayat bahşeden-hayatı teminat altına alan hukuk sistemiyle adilane bir şekilde yönetileceklerdi. Kısacası dünya insanlığı barış ve huzur içerisinde yaşayacaktı. Yüce Allah’ın yeryüzü insanlığına sunmuş olduğu maddî imkân ve nimetler yine adilane bir şekilde paylaşılacak, üretim ve tüketimde arz-talep denklemi baz alınıp adil gelir dağılımı sağlanacaktı. Zekât, sadaka ve humus göbeği ve ensesi şişik insanların insafına terk edilmeyecek, bütün yoksulların hakları gözetilip dünyada bir tek fakir insan kalmayacaktı.
Vahşi kapitalizmin ise esamesi okunmayacaktı. Savaşlar mı, toplu imha silahları mı? Bunlara asla fırsat verilmeyecekti ve bunların da esamesi okunmayacaktı. “Hak gelince (hak hakim olunca), batıl zail olur“ ayetinde ifade edildiği gibi batıl olana, şer olana o fırsat verilmeyecekti. Ama olmadı işte. Bir eksen kayması bakın nelere mal oluyormuş?!
Bazıları bu ifadelerimizi uçuk ve hayal mahsulü olarak yorumlayabilir. Oysa ifede ettiklerimiz Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’an’dan neşet etmektedir. Örneğin, Yüce Allah Kur’an’da bütün yeryüzüne dinini egemen kılacağını söylerken bunu ön koşula bağlamaktadır. “Eğer siz Allah’a (Allah adına Allah’ın dinine) yardım ederseniz Allah’da size yardım eder ve yeryüzünde ayaklarınızı sabit ber kadem kılar.“ (Muhammed:7) Siz dinin mücessem temsilcisi, velâyet şahı İmâm Ali’yi (a.s) Sakife’de terk ederseniz, siz Hasan-ı Mücteba’yı (a.s) Muâviye melununa karşı naçar bırakırsanız, siz hidayet meşalesi Seyyid-i Şuheda İmâm Hüseyin’i (a.s) Kerbelâ toprağında zalim Yezid’in insafına terk ederseniz Allah’ın dinine nasıl yardım etmiş olursunuz?
Yeryüzünde ayakların sabit ber kadem kılınması ne anlama gelmektedir? Müslümanların yeryüzünde sabit ber kadem olsaydı dünyanın öbür ucundaki bir mazluma kimse zulmetmeye cesaret edemezdi. Biz Müslümanlar bütün dünya halklarına, bütün dünya mustazaflarına karşı sorumlu kılınmış bir ümmetiz. “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz..“ ( Âl-i İmrân:110)
İslâm ümmetinin bugünkü acınası haline bir bakın ve düşünün nerde hata yapıldı diye? Bu yanlışların, bu vebâllerin karşılığı yine Kur’an’ın ifadesiyle “Hizyun fi hayatu‘d dunya“ (dünya hayatında rezillik-rüsvaylık), ahirette de “eşeddil azab.“ (Bakara:85) değil midir? Kur’an’da aktarılan bu olay aslında Yahudilerden örnekle Müslümanlara anlatılıyor. Aynı duruma düşülmesin diye. Ancak ne yazık ki kadim tarihlerdeki hatalar Muhammed (s.a.a) ümmeti tarafından da tekerrür edildi.
Hiç kuşkusuz İmâm Zeynelabidin (a.s), işlemiş olduğu tefsir derslerinde bu konuları da öğrencilerine aktarmaktaydı. Onun derdi, ıstırabı, bütün uğraş ve çabası devrimci bir potansiyel oluşturmaktı. Ancak Ümeyyeoğulları tarafından kuşatılmışlığının ve hakkında sürekli olarak Şam’a raporlar sunulduğunun da farkındaydı. Babasına yapılan ihanetleri de gözönünde bulundurmuyor değildi! İnsanlar onun üstün fazilet ve erdemliliği karşısında saygıda, hürmette kusur etmiyorlardı, ona büyük bir tazim ve ihtiramla bağlı idiler. Ancak etrafındakiler devrim ve kıyam için potansiyel olarak fazla bir yekûn tutmuyordu…

Hazım Koral

İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, İran'ın barışçıl nükleer enerjiden yararlanabilmek konusunda çok ciddi olduğunnu belirterek, uygulanan yaptırımların yasadışı ve zalımce olduğunu belirtti.
MHA'nın haberine göre İran Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri, Ali Şemkhani, bölgedeki terör olayları ve İran'ın nükleer müzakereleri hakkında konuştu. Orta Doğu'daki terör olaylarının, Amerika başta olmak üzere batılı ülkelerin bölge için yeni politikalar belirlemek istedikleri nedeni ile geliştiğini söyleyen Şemkhani, "Batılı ülkeler tarafından belirlenen bu yanlış potikalar, bölge halkı için sadece huzrusuzluk ve güvensizlik getirecek ve  ülkelerin ekonomik ve toplumsal kaynaklarının yok olmasına neden olacaktır" dedi.

Şemkhani açıklamasının devamında ise Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan'daki olayların, İsrail'in güvenliğin sağlanması için tasarlandığını belirterek, "Amerika ve bölgedeki yandaşlarının politikaları ve çalışmları, IŞİD'ın oluşmasına neden olmuştur" dedi ve batılı ülkelerin, bu sorunlar karşısındaki çelişkili tutumlarına dikkat çekerek, sözlerine "Suriye'deki sorunların tek çözüm yolu, halkın iradesi ve demokrasiye saygı göstermektir" diye ekledi.

Obama'nın geçtiğimiz günlerde İran lideri, Ayetullah Hamanei'ye gönderdiği mektup hakkında ise Şemkhani, "Amerika devlet başkanının bu mektuplaşmaları yıllardır devam ediyor ve bu mektuplara bazen cevap gönderilmiştir" dedi.

Şemkhani sözlerinin devamında ise İran'ın NPT kuralları dışında, hiçbir kuralı kabul etmeyeceğini söyleyerek, "İran, ortak çalışma programı çerçevesindeki tüm görevlerini yerine getirmiş ve iyi niyet ile müzakere masasına oturmuştur. Müzakerelerin diğer tarafı da mantıklı ve gayrı politik bir yaklaşım sergilediği zaman, kısa bir süre içerisinde nükleer anlaşmaya varılabilir. İran'ın UAEK ile yaptığı geniş çalışmalar doğrultusunda, ülkemize karşı uygulanan tüm yasadışı ve zalimce yaptırım kaldırılmalıdır"dedi.

Amerika'nın tüm finansal ve onursal kaynaklarını, İsrail'in gelişmesi için kullandığını belirten Şemkhani, "Malesef Amerika'nın bölgedeki politikaları, İsrail tarafından belirleniyor ve İsrail de şimdiye kadar Amerika'nın küçümsenmesi için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Amerika'nın İsrail'e verdiği desteklemek için ödediği pahalardan bir liste düzenlemesi durumunda, Amerika halkının bu desteğin devam etmesine izin vereceklerini düşünemiyorum" dedi.

Şemkhani sözlerinin sonunda ise İran nükleer müzakerelerinin, Amerika'nın İsrail'i mutlu etmek çabası nedeni ile yavaş ilerlediği belirterek, "Bu politikaya devam etmek, anlaşmaya ulaşmak için ciddi sorunlar yaratmanın yanısıra, müzakere sürecinin olumsuz bir şekilde deavam etmesi neden olacaktır" dedi

“ABD yetkilisi: ABD dünyanın önde gelen terörist devletidir ve bununla gurur duymaktadır.”
 
Cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur.

 

 15 Ekim’de New York Times’ta yayınlanan ve başlığı nazik biçimde “CIA’nın Gizli Yardımlarının Suriyeli Savaşçılara Yardım Hakkında Kuşkuculuğu Tetiklediğine İlişkin Çalışması” [CIA Study of Covert Aid Fueled Skepticism About Helping Syrian Rebels] olarak konulmuş manşet hikayesinin başlığı aslında bu olmalıydı. 

Makale, CIA’nın ABD’nin yakın zamandaki gizli operasyonlarının etkililiğini belirlemek üzere hazırladığı bir araştırmaya değinmektedir. Beyaz Saray, süregiden politikalar üzerine kısmen yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koyacak biçimde, başarıların ne yazık ki oldukça nadir olduğuna hükmetmiştir. 

Makale, Başkan Barack Obama’nın CIA’ya “bir ülkede gerçekleşen bir ayaklanmayı finanse etme ve silah yardımında bulunma vakalarından fiilen iyi sonuç verenleri belirlemesi için bir araştırma yürütme istediğinde bulunduğuna ve CIA’in elinde pek fazla bir şeyle dönmediğine” ilişkin sözlerini de alıntılıyor. Dolayısıyla Obama’nın süregiden bu türden girişimlere ilişkin biraz isteksiz olduğu söylenebilir. 

Times’ta yayınlanan makalenin ilk paragrafı, üç büyük “gizli yardım” örneğine yer veriyor: Angola, Nikaragua ve Küba. Doğrusu her bir vaka, aslında ABD eliyle yürütülen büyük birer terörist operasyondan başka bir şey değil. 

Angola, Güney Afrika tarafından, Washington yönetimine göre kendisini dünyanın “en kötü şöhretli terörist gruplarından biri”nden -Nelson Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi’nden- korumak adına işgal edilmişti. Yıl 1988’di.

O zamana dek Reagan yönetimi, Güney Afrika’nın ırkçı rejimine, müttefikiyle ticaretini arttırmak adına kongre yaptırımlarını ihlal etmek pahasına verdiği desteğinde, fiilen yalnız başınaydı. 

Aynı esnada Washington yönetimi, Jonas Savimbi’nin Angola’daki terörist Birlik ordusuna kritik bir destek sağlamak üzere Güney Afrika’yla birlikte hareket ediyordu. Washington yönetimi, Savimbi, dikkatli biçimde gözlemlenen özgür seçimlerde açıkça yenilgiye uğradığında bile desteğine devam etti ve Güney Afrika ise desteğini geri çekti. Savimbi, Angola’nın Britanya büyükelçisi Marrack Goulding’in sözleriyle “iktidar hevesi halka berbat bir sefalet getiren bir canavar”dı. 

Ortaya çıkan sonuçlar korkunçtu. Birleşmiş Milletler’in 1989 tarihli bir araştırması, Güney Afrika’daki yağmanın, ülkenin içinde olanlar bir yana, komşu ülkelerde 1,5 milyon ölüme yol açtığını tahmine diyordu. Kübalı güçler nihayet Güney Afrikalı saldırganları püskürttü ve onları yasadışı biçimde işgal edilen Nambiya’dan çekilmeye mecbur bıraktı. Canavar Savimbi’ye desteğe devam eden bir tek ABD kalacaktı. 

Küba’da, başarısız olan 1961’deki Domuzlar Körfezi çıkarmasının ardından, Başkan John F. Kennedy, Küba’ya “dünyanın terörü”nü getirmek üzere kanlı ve yıkıcı bir kampanya başlattı – “dünyanın terörü”, bu sözler, Kennedy’nin yakın çalışma arkadaşı, tarihçi Arthur Schlesinger’in kaleme aldığı, terörist savaşın atanmış sorumlusu Robert Kennedy’nin yarı-resmi yaşamöyküsünde yer almaktadır. 

Küba’ya karşı yürütülen canavarlıklar oldukça şiddetliydi. Planlanan, Ekim 1962’de bir ABD işgalinin önünü açacak bir ayaklanmayla sonuçlanacak biçimde terörizm uygulamaktı. Bugün artık araştırmacılar, bunu, Rusya Başbakanı Nikita Kruşçev’in, kısa sürede tehlikeli biçimde nükleer savaşın eşiğine gelinmesine yol açacak biçimde Küba’ya füzeler yerleştirmesinin nedenlerinden biri olarak kabul etmiş durumdadır. ABD Savunma Bakanı Robert McNamara, sonradan, “Eğer Küba lideri olsaydım, bir ABD işgali beklentisinde olurdum” itirafında bulunacaktı. 

Amerika’nın Küba’ya dönük terörist saldırıları 30 yıldan fazla sürecekti. Bunların Kübalılara her anlamda acı bir bedeli olacaktı. Kurbanların yaşadıkları, ki ABD’de buna ilişkin bir şey duymak pek mümkün değildir, Kanadalı akademisyen Keith Bolender’in 2010’da kaleme aldığı “Voices From the Other Side: An Oral History of Terrorism Against Cuba” [Öteki Taraftan Sesler: Küba'ya Karşı Terörizmin Sözlü Tarihi] çalışmasında ilk defa ayrıntısıyla belgelenmiştir. 

Bu uzun terörist savaşın çanları, bugün bile dünyayı hiçe sayarak devam eden ezici bir ambargoyla daha da hızlı çalmaya başlamıştır. 28 Ekim’de, Birleşmiş Milletler, “Birleşik Devletler’in Küba’ya dayattığı ekonomik, ticari, mali ablukaya son vermesinin gerekliliği”ni 23. kez kabul etmiştir. Oylamada, ABD’nin Pasifik Adaları’ndaki sömürgelerinin çekimser kalmasıyla birlikte 188 kabul oyuna karşı 2 ret oyu (ABD, İsrail) çıkmıştır. 

ABC News, bugün ABD’nin yüksek mevkilerinde yer yer muhalefetin baş gösterdiğini çünkü (Hillary Clinton’ın yeni kitabı Hard Choices‘a [Zor Tercihler] atıfta bulunarak) “ambargonun artık faydalı olmadığı”nı bildirmektedir. Fransız akademisyen Salim Lamrani, 2013 tarihli kitabı The Economic War Against Cuba‘da [Küba'ya Karşı Ekonomik Savaş] ambargonun Kübalılara ödettiği acı bedelleri ele almaktadır. 

Burada Nikaragua’nın da adını kesinlikle anmak gerekiyor. Başkan Ronald Reagan’ın terörist savaşı, ABD’nin “yasadışı güç kullanımı”na son vermesine ve hatırı sayılır tazminatlar ödemesine hükmeden Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından kınanmıştır. 

Washington yönetiminin buna yanıtı, savaşı daha da tırmandırmak ve BM Güvenlik Konseyi’nin bütün devletlerin -ABD’yi kastederek- uluslararası hukuku gözetmesi çağrısında bulunan 1986 tarihli bir karar tasarısını veto etmek olacaktır. 

Bir başka terörizm örneği de ABD tarafından silahlandırılan ve eğitilen El Salvador ordusuna bağlı terörist bir birimin San Salvador’da altı Cizvit papazını katletmesinin 25. yıldönümü olan 16 Kasım’da anılacaktır. Ordu genelkurmayının emriyle, askerler, papazları ve -temizlikçi ve kızı da dâhil olmak üzere- bütün şahitleri öldürmek üzere Cizvit üniversitesini basmışlardı. 

Bu olay, etkileri bugün halen, gazetelerin ilk sayfalarında, büyük ölçüde bu katliamın yarattığı sonuçlar nedeniyle kendi ülkelerinin yıkıntılarından, eğer kalabilirlerse, hayatta kalmak amacıyla kaçan “yasadışı göçmenler”e ilişkin haberlerde görünmekle birlikte, ABD’nin 1980’li yıllarda Orta Amerika’da yürüttüğü terörist savaşları doruğa çıkarmıştır. 

Washington aynı zamanda terör yaratma konusunda dünya şampiyonu olarak da öne çıkmaktadır. Eski CIA analizcisi Paul Pillar, cihat örgütleri El Nusra ile İslam Devleti’nin “geçtiğimiz yıl aldıkları yaraları sarmasını ve ABD müdahalesine karşı, bunu İslam’a karşı yürütülen bir savaş olarak yansıtarak birlikte bir kampanyaya çevirebilmesini” daha da tetikleyebilecek olan Suriye’deki “ABD saldırılarının hınç yaratan etkisi”ne dair uyarıda bulunmaktadır. 

Bu, cihatçılığın Afganistan’ın bir köşesinden Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerine sıçramasına yardımcı olan ABD operasyonlarının bugüne dek yarattığı yaygın bir sonuçtur. 

Cihatçılığın en korkunç güncel ifadesi, Irak ve Suriye’nin geniş bölgelerinde kanlı halifeliğini kurmuş olan İslam Devleti, namı diğer IŞİD’dir. 

Bölgeye ilişkin öne çıkan bir yorumcu olan eski CIA analizcisi Graham Fuller, “Bence Birleşik Devletler, bu örgütün asıl yaratıcılarından biridir” sözlerini sarf etmektedir. Fuller, “Birleşik Devletler IŞİD’in kurulmasını planlamadı ancak Orta Doğu’ya dönük yıkıcı müdahaleleri ve Irak Savaşı, IŞİD’in doğmasının temel nedenleridir” diye eklemektedir. 

Bu nedenlere biz de dünyanın en büyük terörist kampanyasını ekleyelim: Obama’nın küresel “teröristler”e suikast kampanyası. Bu insansız hava aracı ve özel kuvvet saldırılarının “hınç yaratan etki”si de daha fazla yorumu hak etmektedir. 

Bu yazdıklarım, biraz dehşet içinde düşünülmüş bir kayıt olsun.

[In These Times'taki İngilizce orijinalinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir.]