
کارگر
Kenan Çamurcu Orta Dünya’da Gündönümü
Birinci büyük savaşın emperyalizmi sırasında adına “Orta Doğu” denilerek paramparça edilen Orta Dünya, ikinci dünya savaşı, soğuk savaş, yeşil kuşak vs. aşamalarında açık hesabı kapatmaya uğraşırken 1979'daki İran İslam devrimi her şeyi altüst etti. İslam devrimi, soğuk savaşı bitirecek zincirleme reaksiyonu başlattığı gibi, Amerikan hegemonisinin taşıyıcı kolonlarını çatlatarak tapulu arazimize kondurulmuş eski binanın ayakta durmasını da imkânsızlaştırdı.
Saddam'ın İslam devrimini yok etmek için tutuşturduğu 1980-89 savaşı, Amerikan hegemonisinin kendini korumayı amaçlayan 1991 savaşı, 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgalleri, Lübnan'ı ele geçirmeyi amaçlayan 2005 Sedir Devrimi, İsrail'in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşı (2006), Suriye'nin çökertilmesini hedefleyen 2011 saldırısı vs. hepsi, sömürgecilerin “Orta Doğu” adını vererek kurdukları bölgesel Anglo-Frank rejimi İslam devriminin yarattığı sarsıntıdan koruma operasyonlarıydı.
Yeni sömürgeciliğin ülkeleri (onlara “mihver devletler” diyelim) sıraladığımız kronolojinin kesintisiz emelini sürdürerek 2011'de Suriye'ye saldırdı. O nedenle Suriye meselesi zalim-mazlum diyalektiğine oturtularak anlaşılamayacak bir kriz bölgesidir. Çünkü ellerinde gelişmiş ve ağır silahlarla Suriye ordusuna saldıran, bir yıl bile dolmadan 5 bine yakın sivil, asker ve polis öldüren, NATO kampanyalarının ve medyatik yalanların tam desteğini almış bir mazlumluk tarihte pek rastlanılır türden değildir.
Mihver devletlerin 2011 Mart'ında başlattığı Suriye hamlesi boyunca Türkiye'nin neden bu denli görünür olduğunu çokça tartıştık. Ankara'nın Suriye'de bir hükümet darbesi için adeta seferberlik ilan etmesinin sebebini çözemedik. Silahlı isyancılara verilen her türlü lojistik dahil, bir dizi gayri meşru yolla Suriye'ye yönelik örtük savaş yürütülmesinin neden Türkiye'nin boynuna kalmış veya bırakılmış bir yük olduğunu yetkililerin açıklamasını bekledik.
Sorduğumuz soruların cevabını hiçbir zaman alamadık. Bununla da kalınmadı, Türkiye-Suriye geriliminin tırmanması için elden gelen hiçbir tahrik esirgenmedi.
Bugünlerde Türk savaş uçağının, yüksek gerilim zamanlarında tehdit ve tehlike algılamaya hayli müsait bir davranışla Suriye hava sahasına girmesi sonucu Suriyelilerin aşırı tepkisine yol açarak düşürülmesi kriziyle yüz yüzeyiz.
Suriye krizi bugünlerde Suriye karasularını veya hava sahasını ihlal eden şüpheli misyonuyla bir TSK jetinin Suriye güvenlik güçleri tarafından düşürülmesiyle gündemdedir. Başbakan bir yıldır yaptığı gibi yine tehditler savuruyor. Medyadaki sivil generaller ise savaşı çoktan başlattı. Tankları yürütüyor, uçakları uçuruyor, piyadeleri Suriye sınırının şurasından burasından ülkeye sokuyorlar. Şam'a varıp Esad hükümetini deviriyor ve yaptıkları darbe sonrasında İstanbul'da bekleyen kukla hükümete yönetimi devrediyorlar.
Manzara kuşkusuz komiktir, ama trajik komik!
Uçağımızın Suriye tarafından düşürülmesi bir yıldır İsrail nam-ı hesabına Türkiye-Suriye savaşı için çaba gösteren Likudnik muhitleri nasıl da sevindirmiş gözüküyor. 1998'de, 28 Şubat koşullarında ve İsrail'in derin nüfuzu altında Türkiye ve Suriye'yi yine bu şekilde savaşın eşiğine getirmişlerdi. Muhafazakâr çevreler 1998'deki girişimi bir çırpıda “İsrail'e çalışan Ergenekon”a bağlamışken bugün bizzat kendileri aynı girişimi örgütlüyor, taşıyıcısı oluyor ve doğal sonuçlarına vardırmaya çalışıyor. Fakat ilginç olan, 1998'deki Likudnik koronun muhafazakâr iktidar zamanında da yine işbaşında olması ve bir kez daha İsrail'e hayat öpücüğü sayılacak Türkiye-Suriye savaşı için tahriklerine devam etmesidir. 1998'deki denemeyi bir çırpıda Ergenekon'a bağlayan ve İsrail'in çıkarına olduğunu kolayca söyleyiveren muhafazakârların, kendi iktidarları döneminde yaşanan gerilimi meşru görebilmesi, ancak yaşanan zihinsel dönüşüm, başkalaşma, yabancılaşma, çürüme ve yozlaşma ile izah edilebilir.
Suriye'nin Türk savaş uçağını düşürmesi olayı normal koşullarda hızlı bir özür ve tazminat ile telafi edilebilecek bir sorunken başını ABD'nin çektiği Mihver devletlerin yarattığı bugünkü şartlarda neredeyse Türkiye'nin tetikçi olarak kullanılabileceği savaş ihtimaline yol açmış gözüküyor. Ankara, gayri meşru ilan ettiği ve darbeyle devirmeye çalıştığı Suriye hükümeti ile bütün temasını kesmiş durumda Suriye ile yaşanan krizi yönetmeye çalışıyor.
Suriye hükümetine “meşruiyetin bitti” diye haykırdıktan sonra “Suriye tarafıyla koordineli çalışma”dan söz edilmesi nasıl da acıklıdır!
Düşürülen uçağın misyonuyla ve yaşananlarla ilgili onlarca çelişki ve cevapsız soru var. Uçağın neden tam da Suriye sınırının dibinde radar testi yaptığı, neden denizden karaya doğru alçak irtifa ve yüksek hızda dalış halinde olduğu, neden ikinci uçak vurulmadığı halde onun vurulduğu gibi onlarca soru.
Ankara dilediği kadar uçağın misyonunu normal ve standart protokollerin uygulandığı bir test uçuşu olarak göstermeye çalışsın ve hedefin Suriye olmadığını söylesin sormadan edemiyoruz: Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin ulusal güvenliğini ilgilendiren dramatik gelişme neydi ki bu çalışma zaman zaman Suriye hava sahasının içine girilerek yürütülüyordu?
Hükümet ısrarla uçağın silahsız olduğunu söylüyor ama zaten Suriye tarafı hiçbir açıklamasında uçağın silahlı olup olmadığından bahsetmedi. Şam, bir yıldır devam eden asimetrik savaş koşullarında casusluk faaliyetlerinin de tehdit olarak algılandığını açıkladı. Ankara, uçağımızın casusluk faaliyeti yapıp yapmadığı konusuna girmedi bile!
Erdoğan hükümeti krizi yönetme kabilinden beyanları sırasında havsalaya sığmaz senaryoları dolaşıma sokmaya çalışıyor: Uçak uluslararası sularda uçuyormuş, füze ile vurulunca 5 mil (veya daha fazla) sürüklenerek Suriye karasularına düşmüş! İktidara ilişik bazı yorumculara göre ise uçağımız üstelik Suriye hava sahasından çıkarken “kalleşçe” arkadan vurulmuş. Yani saatte asgari 1500 km hız yapan uçak o hızla Suriye hava sahasından uzaklaşırken vurulmuş ve vurulduktan sonra tam aksi istikamette 5 mil geriye sürüklenerek Suriye karasularına düşmüş! Bu ve buna benzer acayip senaryoları ortaya atan Ankara, üyesi olduğu NATO'yu toplantıya çağırdığında Suriye'ye karşılık verilmesi yönünde karar çıkarttıramadı. Bu bir yana, NY Times, bazı NATO üyelerinin Türkiye uçağının misyonundan kuşkulu olduklarına dair bir değerlendirme yayınladı. Zaten Ankara'nın da “uçağın düşürülmesinin Esad'ın gidişini hızlandıracağı” yönündeki açıklamaları, meselenin uçağın düşürülmesinden ibaret bir hukuki sorun olarak görülmediğini kanıtlıyor.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun üç gün sonra hükümetin tutumunu açıklamak üzere TRT'ye verdiği söyleşide yaptığı açıklamalar ise Ankara'nın gerçek niyetiyle ilgili tereddütlerin artmasından başka bir işe yaramadı. Davutoğlu bu söyleşide pilotların Suriye hava sahasını yanlışlıkla ihlal ettiğini ve uyarıldıktan sonra oradan uzaklaştığını söyledikten sonra uçağın Suriye karasularına düştüğünü kabul etti. Uçağımızın uyarılmadan vurulduğunu da söyledi, uyarıldığı için Suriye hava sahasından çıktığını da. Fakat Davutoğlu, Suriye'de bir yıldır hükümet devirmeye çalışan her türlü silahlı unsurun ve terörist grupların Türkiye'de barındığı ve buradan Suriye topraklarına girip eylem yaptıklarından, uçak krizinin bu koşullarda yaşandığından hiç bahsetmedi. Uçak düşürme olayının gerçekleştiği şartlara hiç değinmeyen Dışişleri Bakanı, hava sahası ihlalini Suriye ile benzer hiçbir durumun yaşanmadığı Yunanistan'la kıyaslayıp durdu. Oysa her sağlıklı insanın aklına bazı sorular gelebilir: Karşılıklı hava sahası ihlalleri yaşansa da Türkiye Yunanistan'da hükümet devirmeye çalışıyor mu? Yunanistan hükümetinin devrilmesi halinde yerini alacak yeni hükümet, emrindeki silahlı unsurlarla ve terörist eylemlere liderlik ederek İstanbul'da faaliyet gösteriyor mu? Yunanistan örneğiyle Suriye örneği birbirine zerre kadar benziyor mu?
Mesele Suriye'nin uçak düşürme eylemini meşrulaştırmak kuşkusuz olamaz. Ama Ankara'nın kökten yanlış politikalarının yol açtığı durumu tespit etmek zorundayız. Suriye'den özür ve tazminat alabilmenin yolu, Ankara'nın terör faaliyetlerine lojistik verme dahil her türlü gayri meşru yolu kullanarak Suriye hükümetini devirme çabasını bırakmasından geçmiyor mu?
Suriye krizinin gösterdiği çıplak gerçek şudur ki, büyük güçler arasında Türkiye yüksek pazarlıkların sürdüğü çok taraflı bir meselede asla kendi başına herhangi bir şey yapabilecek durumda değildir. Bir tarafta Mihver devletler, birinci ve ikinci dünya savaşlarında kurdukları Anglo-Frank bölgesel rejimin devamı için uğraş veriyor. Bölgesel rejimin kendi menfaatlerini azami gerçekleştirebilecekleri yeni biçimine evrilmesi için ardarda girişimlerde bulunuyor. Lübnan'a (Hizbullah'a) ve Filistin'e saldırıyor, İran'a baskı ve yaptırımlar uyguluyor, Irak'ı terörle ve Kürdistan'ı koparıp bağımsızlaştırma tehdidiyle baskı altında tutuyor. Mihver devletlerin nefes aldırmayan bu savaşına karşı İran, Suriye, Irak ve Lübnan'dan oluşan Direniş hattı da Mihver devletlerine göz açtırmıyor, emellerini icra etmesine fırsat tanımıyor. Uluslararası siyasetin seçenekleri arasında tercihini Direniş hattına destek vermekten yana kullanan Rusya ve Çin de aynı bölgede kendi menfaatleri gereği Mihver devletlerin tüm denemelerine karşı koyuyor. Birinci dünya savaşındaki Mihver devletlerin mirasçısı ABD ve diğer batılı güçler karşısında Rusya, İran, Çin, Suriye, Irak ve Lübnan'dan oluşan Müttefik güçlerin hızla hizalandığını açıkça görebiliyoruz. Bu karşılaşmada Mihver devletler, adına “Orta Doğu” dedikleri düzeni korumaya çalışırken Müttefik güçler bu rejimi yıkıp yeni bir bölgesel rejim kurmak istiyor. Mihver devletler bu karşılaşmanın Irak cephesinde kesin bir yenilgi aldı. 2006'daki 33 günlük savaştan başlayarak Lübnan'da tam bir hezimet yaşadı. İran'a yönelik saldırıların hiçbiri sonuç vermedi ve İran eskisinden çok daha güçlenmiş olarak bölgenin tartışmasız birinci kuvvetine dönüştü. Güncel karşılaşma Suriye cephesinde yaşanıyor ve görünen o ki Mihver devletler burada da askeri yenilgiyi çoktan aldı ve hezimeti telafi edecek müzakereler için el güçlendirmeye çalışıyor.
Aslında etrafımızda yaşanan çatışma, gerilim ve savaşlar Anglo-Frank rejimin yıkılması sürecinden başkası değildir ve kelimenin tam anlamıyla bir gündönümü yaşanmaktadır. Türkiye ne yazık ki bu karşılaşmada Mihver devletlerarasında olmayı tercih etmiştir ve sömürgeciliğin kurduğu eski bölgesel rejimi korumaya çalışmaktadır. Bu tam anlamıyla muhafazakârların tragedyasıdır! Yıllarca “batı uygarlığı çöküyor, ne işimiz var içinde” der dururken şimdi çöken uygarlığın içinde onunla beraber batarken acı bir tebessümle bize el sallıyorlar.
Uçak düşürme krizinde Ankara eğer hatanın kendisinde olduğunu belirtip özür ve tazminat talep etseydi Suriye tarafı ve Müttefik güçler, Türkiye'nin Suriye'de darbeyle hükümet devirmeye çalışan NATO kampanyasından çıkmak ve Mihver güçlerin emellerinden ayrılmak istediğini anlayacaklardı. Fakat Ankara tam tersine NATO kampanyasını köpürtme ve Mihver güçleri tahrik ederek gerilimi tırmandırma yolunu seçti, ama mevcut hassas denklemde beklentisinin karşılanmayacağını nedense kavrayamadı. Hâlihazırda Ankara, NATO üyesi dostları tarafından Rusya'nın başını çektiği Müttefik güçler karşısında tam anlamıyla yalnız bırakılmış ve kaderine terk edilmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Erdoğan'ın partisinde dış ilişkilerden sorumlu başkan yardımcısı olan Ömer Çelik, birinci dünya savaşını başlatan “sırp milliyetçisi”nin işlevini Türkiye-Suriye savaşı için üstlenmeye hevesle soyundu ve akla hayale sığmayacak tahrikamiz, kışkırtıcı, saldırgan ve dengesiz açıklamalarla fiili durum yaratmaya çalıştı. Arap ve İran dünyasında Ömer Çelik'in kışkırtmaları Türkiye-Suriye gerilimini bir üst aşamaya taşıyan beyanlar olarak not edildi.
Teröre lojistik sağlama dahil her yolu deneyerek Suriye'de bir yıldır hükümet devirmeye uğraşan Ankara, uçak düşürme krizinde içine düştüğü yalnızlığın farkındadır ve “savaşa kışkırtan emeller”e dikkat çekerek pes ettiğini gizlemeye çalışmaktadır. “Bizimkinden farklı bilgi varsa dinlemeye hazırız, hukuk neyse uyarız” tavrı muhafazakar iktidarın mecburen geri adım attığını gösteriyor. Erdoğan'ın destek almak umuduyla Putin'le yaptığı telefon görüşmesinden “olayın aydınlatılması” mesajı çıkması da “araştırma komisyonuna gerek yok, özür bekliyoruz” diyen Ankara'yı hayal kırıklığına uğratmış olmalıdır.
Ankara'nın, bölgesel statükonun devamı için mücadele eden Mihver devletlerin arasında yer alma stratejisinden elde ettiği tek şey bölgesine yabancılaşması, komşularıyla düşman olması, yalnızlaşması ve içine kapanmasıdır. Türkiye'nin bu haline “İsrailifikasyon”, yani “İsrailleşme” adını vermek mümkündür. Muhafazakâr iktidar yalnızlaşıp içine kapandıkça Türkiye'yi kapalı bir rejime sürüklüyor. Suriye krizinde hükümetin politikalarını eleştirenlere Başbakan'ın “vatan haini” ithamıyla hücum etmesi ancak bir kapalı rejimde mümkün olabilir. Öyle anlaşılıyor ki hükümet tek tipleştirmeyi başaramadığı, eleştirel aklı kullanmaktan vazgeçiremediği, devlet aygıtına iliştiremediği, NATO kampanyasına katılmaya ikna edemediği ve Mihver devletlerin emellerine itirazını önleyemediği sosyo-politik kesimlere yönelik psikolojik katliama hazırlanıyor.
Suriye krizi vesilesiyle zaten yeterince aşikâr olan gerçek şudur ki Türkiye'nin temel bir sorunu vardır: Mevcut dışpolitika mimarisi ve onun kurucusu (Davutoğlu)!
Davutoğlu ve onun Amerika'daki neoconların muadili kadrosu, Türkiye'nin en ciddi sorunudur ve bu heyetin Amerika'daki versiyonu Amerika'ya ne yaptıysa bunlar da Türkiye'ye aynı şeyi yapmaktadırlar. Türkiye'nin “kemençe Diplomasisi”nin, her parmak işaretinde yerinden fırlayıp şer işlerde öncülük yapma anlamına geldiği birçok örnekle kanıtlandı. Bu sürdürülebilir bir tercih değildir ve Türkiye acilen, Mihver devletlerin askeri ve siyasi desteğinde bölgesel hegemoni kurma çılgınlığından vazgeçip iç siyasette de, dış siyasette de barış yöntemine dönmelidir.
Beşşar Esed: Suriye, duruşunun bedelini ödüyor
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, Suriye’de terörü destekleyen ülkelerin reformlarla ilgilenmediğini söyledi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, İran’ın Kanal-4 televizyonuna verdiği özel röportajda ülkesinde yaşanan olaylarda uluslar arası, bölgesel ve yerel faktörlerin etkili olduğunu söyledi.
Uluslar arası faktörlerin emperyalist huyları olan Batılı devletlerle ilgili olduğunu belirten Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, bu devletlerin hala işgal ya da diğer yollarla kendi bakış açılarını dayatma peşinde olduklarını söyledi ve Batılıların İran’ın nükleer programıyla ilgili tutumunu örnek gösterdi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, bölgesel faktörlerle ilgili olarak bazı bölge ülkelerinin Suriye’nin Filistin, direniş ve Irak konularındaki tutumundan dolayı çıkmaza girdiğini ve ortaya çıkan fırsattan yararlanarak Suriye’nin bölgesel rolünü etkisizleştirmeye çalıştığını ifade etti.
Suriye’de yaşanan olaylarla ilgili olarak iç faktörlere de değinen Cumhurbaşkanı Esed, Suriye’de tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi olumlu ve olumsuz yanlar bulunduğunu; ancak sorunların bir kesimin diğer bir kesimi öldürmesine sebep olacak nitelikte olmadığını söyledi ve “Suriye’de de tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi sorunlar vardı; ama içerideki bazı bilinçsiz unsurlar para karşılığında ülkede kargaşa ve huzursuzluk çıkardı” dedi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, Suriye’de yasadışı unsurların cinayetler işlediğini ve şiddet eylemleri düzenlediğini belirterek bunlar arasında el-Kaide’nin veya el-Kaide benzeri grupların da bulunduğunu söyledi.
Aşırılık yanlılarının başlangıçta sayı bakımından az olduğunu ancak şimdilerde bunların çoğunluğu oluşturduğunu belirten Cumhurbaşkanı Esed, dış müdahalenin yerel etkenler olmadan mümkün olmayacağını vurgulayarak ancak iç etkenlerden bahsederken dışarıdaki duruma da ilgisiz kalınamayacağını ifade etti.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, reformların neden geciktiğine ilişkin bir soruya da “Biz, reform sürecine son derece zorlu şartların bulunduğu 2000 yılında başladık. Yani Filistin intifadasıyla eş zamanlı başladık. Daha sonra 11 Eylül saldırıları oldu, peşinden Afganistan ve Irak işgali, ardından 2006 savaşı, sonrasında ise 2009’da Gazze savaşı yaşandı. Bütün bu gelişmelerde Suriye hep baskı altındaydı.
Biz, reformların başlangıcında ekonomik kalkınmaya yoğunlaştık. Diğer alanlarda da birçok adım attık. Basın reformu da bunlar arasındaydı. Siyasi reformlar yönünde de adımlar attık ancak bunları aşamalı olarak gerçekleştiriyoruz” diye cevap verdi.
Bazı diktatörlüklerin Suriye’deki karışıklıkları desteklediğini belirten Cumhurbaşkanı Esed, “teröristler ve onları destekleyen ülkeler açısından reformların hiçbir önemi yok, onlar sadece kargaşa ve kaos peşindeler” dedi.
Batılıların terörizm konusunda çifte standartlı davrandığına dikkat çeken Cumhurbaşkanı Esed, bazı bölge ülkelerinin ise karar alırken özgür ve bağımsız davranamadıklarını bu durumun bu ülkelerin sergiledikleri tutumlarda kendini gösterdiğini söyledi.
Suriye’nin jeopolitik konumunun önemine dikkat çeken Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, Suriye’nin sürekli olarak yabancı ülkelerin müdahaleci tutumuyla karşı karşıya kaldığını söyledi ve “Suriye’ye hakim olmak, bölgedeki siyasi kararların önemli bir kısmına hakim olmak demektir. Suriye şu anda direnişten yana duruşunun bedelini ödüyor” dedi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, Suriye’de Libya modelinin uygulanıp uygulanamayacağına ilişkin bir soruya da Libya’da yaşananların Suriye için bir model olamayacağını belirterek içeriği her ne olursa olsun, söz konusu edilecek her türlü dış modelin reddedileceğini söyledi.
4 milyar dolarlık hava savunma sistemi İran'a karşı mı?
Savunma Sanayi İcra Komitesi'nin 4 Temmuz'da yapılacağı duyurulan ama ertelenen toplantısında 4 milyar dolarlık hava ve füze savunma sistemine onay vermesi bekleniyor. Bugün ise Türkiye'nin Stinger füzelerini Suriye'ye doğru çevirdiği haberleri gündeme geldi.
Türkiyenin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel ve Savunma Sanayi Müsteşarı Murat Bayar'dan oluşan Savunma Sanayi İcra Komitesi, 4 Temmuz günü bir araya gelerek Türkiye'nin satın alacağı füze ve savunma sistemlerini onaylaması bekleniyordu. Ancak toplantının ertelendiği bildirildi.
4 milyar dolarlık uzun menzilli anti-füze sistemleri ihalesine ABD'li Raytheon ve Lockheed Martin Patriot ile, AB menşeli Eurosam SAMP/T Aster 30 ile, Rusya'lı Rosoboronexport S-300 ve S-400 füzeleri ile, Çin'li CPMIEC ise HQ-9 ile katılacak. Bazı iddialara göre, Türkiye hava savunma sistemleri ihalesini NATO dışındaki bir ülkeye vermeyecek; ancak Rusya ve Çin'in ihaleye dahil olması, Türkiye'nin "fiyat kırmak" amacıyla yaptığı bir hamle. AB konsorsiyumu Eurosam'ın içerisinde Fransız şirketleri de bulunuyor. Türkiye, Fransa ile askeri ilişkilerini "soykırım" tartışmaları döneminde durdurma kararı almıştı.
Alınacak sistemlerin hedefi Suriye mi?
İhalenin nihai kararının Suriye ile yaşanan uçak düşürme krizi günlerine denk gelmesi dikkat çekiyor. Ancak alınacak anti-füze sistemlerinin Suriye ile ilgili olup olmadığı konusunda şüpheler var.
Türkiye'nin elinde bulunan hava savunma sistemlerinin en yenisi 80'li yıllarda üretimine başlanan Stinger füzeleri. Türkiye'nin bu ihaleyle birlikte hava savunma sistemini güçlendirdiği düşünülebilir. Ancak, ihaledeki sistemler, genel olarak helikopter veya uçak gibi araçlara değil, balistik füzelere karşı kullanılıyor.
Buradaki temel soru, Türkiye'nin anti-balistik füze sistemlerini kime karşı kullanacağı. Balistik füze gücünün, Suriye'den çok İran'a ait bir özellik olduğu biliniyor. Bu durumda Türkiye'nin ihale ile alacağı sistemler, orta vadede İran'a karşı kullanılacak bir silah anlamına geliyor.
Stinger füzeleri Suriye'ye çevrildi
DHA'nın haberine göre, Adana 6’ncı Mekanize Piyade Tümen Komutanı Tümgeneral Sezai Bostancı ile Gaziantep 5’inci Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Kahraman Güneş’in de dün ziyaret edip inceleme yaptığı sınır bölgesine, Gaziantep ve İskenderun’daki 39’uncu Mekanize Tugay Komutanlığı’ndan sevk edilen askeri araçlar ve Stinger füzeleri yerleştirilmeye başlandı. Generallerin inceleme yaptığı 2’nci Hudut Taburu’na bağlı Öncüpınar Sınır Karakolu’na yerleştirilen Stinger füzesinin rampalarının Suriye’ye çevrilmesi dikkat çekti.
WSJ haberine Ankara'dan ilk tepkiler
Türk keşif uçağının Suriye hava sahasında vurulduğunu öne süren Wall Street Journal'ın iddiasına siyasi partilerden ilk tepkiler gelmeye başladı.
MHP GRUP BAŞKAN VEKİLİ ŞANDIR: HÜKÜMET SORULARA YANIT VERMELİ
MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır, ABD gazetesinde çıkan haberle ilgili olarak hükümetin toplumun kafasındaki sorulara yanıt vermesini istedi. Hükümetin toplumu doğru bilgilendirmesi gerektiğini söyleyen Şandır, olayın gizliliğini koruduğunu, birçok uluslararası yayında farklı iddialar gündeme geldiğini anımsattı.
Şandır şöyle konuştu:
“Çeşitli rivayetler var. Ama bilinen tek gerçek Türkiye Cumhuriyet’ine ait bir uçak, Suriye tarafından düşürülmüştür. Sebebi de bellidir. Olay, Türkiye-Suriye meselesinden ziyade, küresel güçlerin bölgede güç gösterisidir. Türkiye, bu savaşın yanında olmamalıdır. Türkiye, bölgede barışın, huzurun, işbirliğinin adresi olmalıdır.
Biz MHP olarak bunu milli mesele olarak tanımladık. Hükümeti gerekenleri yapması konusunda destekleyeceğimizi, ifade ettik. Ancak herkesin gündeminde olan sorulara da hükümet yanıt vermelidir. Bunun sorumluluğu hükümete aittir. Toplumu doğru bilgilendirmelidir. Ondan sonra da bu toplumun milli meselesi haline getirilmelidir.”
CHP GRUP BAŞKAN VEKİLİ İNCE: TÜRKİYE TOKAT YEMİŞ BİR ÜLKEDİR
CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce ise Ortadoğu’da taşeronluğa soyunanların başlarına bunların geleceğini tahmin etmeleri gerektiğini söyledi. Dış politikada Kasımpaşalılığın, kabadayılığın sökmeyeceğini belirtti.
Türkiye’nin geldiği noktanın sorumlusunun AKP, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu olduğunu ileri süren İnce, “Uçağımız düştü, karşılığını veremedik. Pilotlarımız kayıp, pilot elbisesi giyip poz veriyor. Türkiye, onuru kırılmış, incitilmiştir. Türkiye, Ortadoğu’nun jandarması değildir. Eş başkanı değildir. Onuru kırılmış, tokat bir yemiş bir ülkedir. Mahallede sürekli kavga eden şımarık çocukları, babaları gelir kurtarır. Bizim başbakan da şımarık çocuk gibi sürekli kavga ediyor, bakalım onu da Obama’sı gelip kurtaracak mı, göreceğiz” dedi.
hürriyet
AB'den doğan boşluğu dolduracağız
İran, AB'nin ambargosunun İran için önemli olmadığını, petrol ihraç edecekleri yeni ülkelerle müzakere ettiklerini açıkladı
İran, petrol ihracatında AB ülkelerinin yerini alacak ülkelerle müzakere edildiğini bildirdi.
İran'ın resmi haber ajansı IRNA'nın haberine göre, Petrol Bakanı Rüstem Kasımi, AB'nin petrol ambargosunun ihracatta önemli bir etkisinin olmayacağını söyledi.
Petrol dahil İran'a yönelik yaptırımların yeni başlamadığını kaydeden Kasımi, petrol sanayinin bu yaptırımlardan olumsuz etkilenmeyeceğini belirtti. Yaptırımlara karşı koyabilmek için alternatifler olduğunu belirten Kasımi, ''AB'nin yerine yeni müşterilerimiz var ve onlarla müzakerelerimiz sürüyor'' dedi. Kasımi, ''İran petrolünün, uluslararası piyasalardaki satışı sürüyor. Zaten AB'nin yaptırımları başlamadan biz bu ülkelere petrol satışını durdurmuştuk'' diye konuştu.
Yaptırımlar öncesi AB'ye yapılan petrol ihracatının toplam ihracatın sadece yüzde 18'ini oluşturduğunu hatırlatan Kasımi, bunun telafisinin çok da zor olmadığını bildirdi.
Petrolün siyasileştirilmemesi gerektiğini defalarca karşı tarafa söylediklerini anlatan Kasımi, en çok zararı petrol ithal eden ülkelerin göreceğini, faturanın da o ülkelerin vatandaşlarına kesileceğini vurguladı.
Kasımi, uluslararası petrol piyasasının da bu durumdan etkileneceğini kaydetti.
AB ülkeleri bugünden itibaren geçerli olmak üzere İran'dan petrol ithalatını yasaklama kararı almıştı.
İran İslam Cumhuriyeti Savunma Bakanı, İran’ın ele geçirdiği RQ-170 Amerikan İHA uçağının yeni bilgilerini deşifre ettikl
RQ-170 Amerikan İHA uçağının deşifre işlemleri devam ettiğini ifade eden Savunma Bakanı Tuğgeneral Ahmed Vahidi, bu uçaktan yeni bilgiler elde edildiğinin bilgisini verdi.
Tuğgeneral Vahidi, ele geçirilen bilgilerin paylaşılamayacağını konuşmasına ekledi.
S-300 füze savunma sistemleri dolaysıyla Rusya’yı şikayet eden İran’ın şikayetinin hangi aşamada olduğu sorusuna Tuğgeneral Vahidi, uluslararası toplumlar nezdinde incelenmekte olan bu konunun uzun sürmesinin olağan olduğunu dile getirdi.
İran Savunma Bakanı, Hürmüz Boğazı ve bölge güvenliği hususunda da değerlendirme yaparak, “Hürmüz Boğazı’nın güvenliğini temin eden İran İslam Cumhuriyeti, bu stratejik Boğaz’ın güvenliğini tehlikeye atmak isteyen her kimseye karşılık verecektir” diye konıştu.
İran menfaatleri için Hürmüz Boğaz’nın öneme vurgu yapan Tuğgeneral Ahmed Vahidi, bu Boğaz'da cereyan eden bütün gelişmeleri dikkatla izlediklerini kaydetti.
İmam Hamanei: Şii ve Sünni Müslümanlar birlik ve dayanışma yapmalıdır
İslam Devrimi Lideri İmam Hamenei Zişan peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa sav’nin Bie’sat günü( Mirac Kandili) kutlamalarında yaptığı konuşmada, Bie’sat ve Risalet Nurunun peygamber efendimize indirilmesiyle birlikte Allah cc’nin beşeri toplumun düşünme gücünü yükseltme ve Ahlaki arındırma ve takva’yı zirveye ulaştırma amacını güdüğünü söyledi.
İranlı yetkililerle İslam ülkelerinin elçi ve temsilcilerini kabul eden İmam Hamenei, Müslüman milletlerin yaşadıkları tecrübeler sayesinde batılı ve doğulu ekollerden yüz çevirip, Muhammedi İslam’a yöneldiklerini, bunu bir kurtuluş yolu olarak nitelendirdiklerini, çünkü sadece İslam dininin beşeri toplumu saadet ve yüceliğe kavuşturabileceğini sözlerine ekledi. Hürriyet ve adaletle eşitlik, Takva ile ahlak dini olan İslam, asla zülüm ve fesadı kabul etmez. İslam inkılabı rehberi İmam Hamenei’nin vurguladığı gibi günümüzde büyük ve tekelci sermaye sahipleri, büyük bankalarla uluslararası tekelci şirketler ve kapitalist sistem, dünya toplumuna karalık bir diktatörlüğü egemen kılıp, İnsan varlığına ve temel haklarına hiçbir önem vermemektedirler.
Günümüzde sultacı ve sömürgeci cephenin karşısında sömürgeciliğe teslim olan cephe söz konusudur. Fakat bu karanlık ve insanlık dışı hegemonyacı sistemden kurtuluşun tek yolu, milletlerin düşünme ve tahlil gücünü yükseltmek, sömürgeci güçlerin fitne ve komplolarına karşı Kuranı kerimin öğretileri sayesinde birlik ve dayanışma içinde olmaktır. İslam inkılabı rehberi İmam Hamenei ayrıca bölgedeki milletlerin sömürgecilerin işbirlikçisi ve dikta rejimlere karşı kıyamlarına değinerek, sömürgeci güçlerin halk devrimlerini saptırıp yönlendirmeye çalıştıklarını, fakat kıyamcı milletlerin akılcı davranıp düşünme ve tahlil güçlerini arttırarak ve Allah’ın Nusretine inanarak zorba ve sömürgeci güçlerin fitnelerini etkisiz hale getirebileceklerini, bu bağlamda İran halkının tecrübelerinden istifade etmeleri gerektiğini söyledi.
Amerika ile müttefikleri batılı güçler ve onların bölgedeki yerli işbirlikçileri ve kuklaları Şii ekseninden söz ediyor ve Sünni Müslümanları korkutarak tuzağa düşürmeye çalışıyorlar. İslam inkılabı rehberi de bu konuda uyarıda bulunarak İslam düşmanlarının Şii ve Sünni Müslümanların birlik ve kardeşlik ruhundan dolayı dehşete kapıldıklarını ve iki Müslüman kardeş arasında tefrika ve çatışma çıkarmaya çalıştıklarını, sömürgeci ve emperyalist güçlerin gizli servisleriyle işbirlikçilerinin Şii gücünün yükselişe geçtiğini ileri sürerek mezhep savaş çıkarmaya çalıştıklarını, fakat Şii ile Sünniliğin özünden bile habersiz olduklarını ve hiç birini tanımadıklarını belirtti. İslam inkılabı rehberi Ayetullah Seyid Ali Hamenei’nin özenle vurguladığı gibi, bütün Müslüman milletler Bie’set’i Resullullah sav’nin yüce ilahi değerleriyle ilkelerine bağlı kalarak İslam ümmetinin İslam düşmanlarına ve sömürgeci güçlere karşı zaferini mutlaka gerçekleştireceklerdir.
İmam Humeyni 'İran'ın Duruşu Müslüman Halkların Bağımsızlık Arzularını Kamçıladı
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei Yargı Gücü Başkanı ve çok sayıda hukukçuyu kabulü sırasında yaptığı konuşmada toplumda adaletin hakimiyeti için Yargı Gücü'ndeki faaliyet sisteminin daha da geliştirilmesi gerektiğini vurguladı ve bu hedefe ulaşılabilmesi için de Yasama ve Yürütme güçlerinin katkılarına ihtiyaç olduğunu belirterek; bu yüzden hükümet, meclis ve yargı mekanizmasının mevcut şartlarda tam bir dayanışma içerisinde İslam'ın, İran halkının ve ülke bağımsızlığı ile kimliğinin savunulabilmesi için ortak bir cephede yer aldıklarını söyledi.
27 Haziran 1981 tarihindeki bir patlamaya kurban giden Ayetullah Beheşti ve İslam İnkılabı'nın öncü kadrolarından 72 kişinin şehadet yıldönümü münasebetiyle gerçekleştirilen bu ziyaret sırasında konuşan İmam Hamenei, Yargı Gücü'nü hapis cezalarını minimuma indirmeye çağırarak, hapis ve zindan olgusunun istenmeyen sonuçlara da yol açtığını ve hatta bizzat mahpuslar, aileleri ve iş çevresi açısından sakıncalar meydana getirdiğini kaydetti.
İnkılap Rehberi ayrıca yargı süreci boyunca insanların haysiyetinin korunması konusunun çok hassas ve önemli meselelerden biri olduğunun altını çizdi.
Konuşmasının bir başka bölümünde İslam dünyasındaki uyanış ve halk kitlelerinin İslami ideallere yönelişine değinen İmam Hamenei, bu durumun İran İslam Cumhuriyeti'nin sürmekte olan şanlı hareketinin İslam dünyasındaki kamuoyunda yankılanmasından etkilendiğini belirterek şöyle konuştu: 'İslam nizamındaki bilimsel ilerlemeler, coşkun seçimler gibi dev sosyal hareketler ve İslam Cumhuriyeti'nin emperyalist zorbalar karşısındaki duruşu ve direnişi, diğer halkları İslam'a dayanarak bağımsızlığa kavuşma özlemlerini kamçılamaktadır. Bu yüzden zorba kudretler olanca güçleriyle İran milleti üzerinde baskılarını arttırmakta ve böylelikle bu temel merkezin etkisini kırabilmeyi ummaktadırlar.'
İslam İnkılabı Rehberi, bu çerçevede özellikle insan hakları ve nükleer enerji gibi konularda İslam Cumhuriyeti aleyhinde sürdürülen çeşitli sansasyonlara değinerek şu değerlendirmede bulundu: 'Kendilerini dünya toplumu sayan bu zorba güçler çeşitli yalanlarla İran İslam Cumhuriyeti'ni güya kendi halkının desteğinden yoksun kılabileceklerini sanmaktadırlar. Emperyalist güçlerin İran aleyhindeki yaptırımlarının hedefi halkı baskılar altında bıkkınlığa sürüklemek ve İslam düzeninden koparmaktır. Ancak, Allah'ın izniyle bu entrikada da başarısız kalacaklardır. Zira onlar İran halkı ve yetkililerini hala tanımamışlardır.'
İmam Hamenei konuşmasının devamında Amerika'nın İran İslam Cumhuriyeti'ni ablukaya alabilmek için sürdürdüğü çabalara işaretle şunları söyledi: 'Onların bizzat kendileri ciddi ve çözümlenemeyecek problemler arasında abluka altındadırlar. Oysa İran, Allah'ın lütfu sayesinde ihtiyaç duyduğu tüm imkanlara sahip bulunmaktadır. Yerli servet ve imkanlar, iyi bir halk, zengin insan kaynakları, dış borçların bulunmaması gibi konular, İran'ın kuvvet noktaları arasındadır. Mevcut şartlar altında düşman tüm gücünü devreye sokarak, İslam Cumhuriyeti'nin bu kaynaklara erişimini ve kuvvet noktalarını zayıflatmak amacındadır. Ancak, İran'lı yetkililer bu komployu suya düşürmek için tüm güçleriyle çalışmaktadırlar.'
Türkiye, kimin yanında ve kime karşı Suriye'ye müdahale etsin?
Suriye'de sürmekte olan iç savaşın rejimle ilgili boyutu olduğu kadar bölgesel ve küresel boyutları da var. Bu ülkede meydana gelecek bir yönetim değişikliği bu ülkenin eksi eksende mi kalacağı, yoksa eksen mi değiştireceği konusunu kilit soru haline getirdi. Bölgesel resme bakalım:
Tunus ve Mısır'da başlayan sivil muhalefeti militarize edip sonunda ülkeyi iç savaşa sürükleyen en önemli faktör petrol zengini Körfez ülkeleri oldu. Zira apaçık ortadaydı, eğer Suriye'deki rejim de Tunus ve Mısır'daki gibi değişseydi, sıra onlara gelecekti ve hiçbiri istisna olmamak üzere domino taşları gibi devrilecekti. Umman gibi sakin bir ülkede dahi bir anda gösterilerin baş göstermesi bunun işaretiydi. Körfez ülkeleri şiddet yanlısı ve silahtan başka yöntem bilmeyen grupları organize ederek Irak, Ürdün ve Lübnan üzerinden Suriye'ye soktular, sivil muhalefeti militarize ettiler, dışarıdan gelen unsurlar asker ve polise karşı silah kullanınca sivil muhalefet silahlı mücadeleye dönüştü. Arkasından Türkiye üzerinden Libya'dan silahlı unsurlar bu gruplara dâhil edildi. Bu bize gösteriyor ki, Körfez ülkeleri ilk günden Suriye iç savaşına müdahildirler, ABD'nin muhalefetin finansman işini bu ülkelere havale ettiği ise sır değil.
İran, Esed yönetimi yanında yer aldı. İlk zamanlarda Müslüman Kardeşler'in kuracağı bir hükümet formülüne paralel olarak Türkiye'nin 1946 yılı benzeri seçimlerin yapılması ve Esed'in bir dönem daha yönetimde kalması seçeneği üzerinde duruldu. Fakat muhalefet liderleri hem silahlı mücadeleyi bırakmadı hem deklare ettikleri Esed sonrası Suriye fikriyle İran'ı ve Hizbullah'ı kararlı bir biçimde Esed'in yanına çekti. Birkaç örnek verelim:
Suriye Ulusal Konseyi'nin önde gelen ismi Burhan Kalyon, Esed'i devirdikten sonra ilk yapacakları işin "İran'ı bölgeden kovup İsrail'le barış anlaşması imzalayacaklarını" açıkladı. Eski Başbakanlardan Ma'ruf Devalibi'nin oğlu Nevfel Devalibi İsrail gazetesi Ma'ariv'e verdiği demeçte "Yeni Suriye'nin İsrail'le barış müzakerelerini yapacağını" söylüyordu (Yeni Şafak, 30 Nisan 2012). Daha ilginç ve elbette dramatik olanı Hasan el Benna sempozyumu dolayısıyla Türkiye'ye gelen Suriye Müslüman Kardeşler Başkanı Riyad El Şakfa'nın verdiği demeçti: "Suriye'deki devrimin başarısı bütün bölgede ciddi değişikliklere yol açacaktır. Bu sayede İran, Irak, Suriye üzerindeki Hizbullah ittifakının beli kırılacak ve bölge böyle bir beladan kurtulmuş olacaktır." (TimeTürk, 7 Mayıs 2012). Şakfa'nın temennisi, "Arap baharı"nın "İslam baharı"na dönüşüp İran rejimini silip süpürmesidir.
Kalyon, Devalibi, Şakfa vd.nin deklare ettikleri "Esed sonrası yeni Suriye" elbette İran ve Hizbullah için bir tehdittir. Nihayet bunu İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres de dile getirmiştir: "Suriye'deki yönetimin yıkılması Hizbullah için öldürücü bir darbe olacaktır" (Yedioth Ahronoth, 4 Nisan 2012).
İsrail açısından Suriye, İran'ın bölgedeki kolu kanadıdır, Hizbullah Suriye ile vardır. İsrail, bir yandan İran'ı nükleer programını tamamlayamadan vurup etkisiz hale getirmek istiyor, öte yandan 2006 yenilgisinin intikamını alıp Hizbullah'ı Lübnan'dan silmek istiyor. Ama bugünkü Suriye durdukça bu mümkün olmayacak, dolayısıyla her ne olursa olsun mevcut yönetimin devrilmesini ve ona bu fırsatı kullanmaya göz yumacak yeni bir yönetimin gelmesini istiyor. Bunun karşılığında Golan'ı bile devretmeye hazır, çünkü Peres "Hem Hizbullah hem Golan tepeleri olmaz, ikisinden birini tercih etmeliyiz." diyor.
Tabii ki bu resme yeni Irak'ı eklemek gerekir. Saddam dönemi Irak, İran'a hasımdı; yeni Irak müttefik. Dolayısıyla Suriye, arkasında İran, Irak ve Lübnan Hizbullah'ı olan bölgesel koruma altında olan bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Bu kombinezonda Türkiye eğer fiili adım atacaksa, İsrail'e ve ABD'ye karşı öfke içinde olan Arap kamuoyundan başka bu dört bölge ülkesini de hesaba katmalı. Suriye'ye müdahale Suriye'den ibaret kalmaz, bölgesel bir savaşa döner. Elbette bunun küresel boyutuna Rusya ve Çin'i de ilave etmeliyiz.
YAZININ DEVAMI İÇİN...
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1311332&title=bir-bolgesel-sorun-olarak-suriye
Takiyesiz, sabit görüşler: Ehli sünnet ve Şia Mezhebine Göre Kimler Kafirdir
Şii ve Ehli sünnet fakihlerine göre her kim İslam dininin zaruretlerinden birini inkar ederse kafirdir ve dininin dışındadır.
Müslümanlar arasında meşhur ve maruf olan, İsna Aşeri (12 İmam) Şiilerine muhalif olan fırkaların ve muhaliflerin “tahir” ve “temiz” olduğudur.”
İmam Malik şöyle demektedir: Eğer birisinin kafirliğine % 99 ve imanına sadece % 1 ihtimal versem, Müslüman’a hüsnü zandan dolayı onun amelini müminliğe yormak gerekir.”
Şii ve ehli sünnet fakihlerine göre her kim İslam dininin zaruretlerinden birini inkar ederse kafirdir ve dininin dışındadır.
Hiçbir Müslüman Allah’ı, Peygamberi, Kıyamet gününü ve İslam’ın emirlerini inkar etmemektedir. Eğer İslam mezhepleri arasında tevhit, nübüvvet ve bunun dışındaki bazı konular hakkında bazı görüşler dile getirilmiş olsa da bunlar dinin zorunluluklarından değildir, bilakis bunlar nazari görüşler olup bunları inkar etmek insanı dinden çıkarmaz. Zira sahih içtihatla gündeme getirilen zaruri ve zorunlu olmayan konuları inkar etmek insanı İslam dairesinin dışına çıkarmaz.
Elbette Vahabiler, Müslümanların Peygamber efendimizin (s.a.a) ve evliyaların kabirlerine ihtiram göstermesini, istiğase ve Allah dışındakilerden talepte bulunmayı şirk bilmektedirler! Halbuki hiçbir Müslüman Hz. Peygamber Ekrem’e (s.a.s) ve evliyalara tapmamaktadır. Onlara ihtiramda bulunmaları ve onları ziyaret etmek için türbeler inşa etmelerinin şirke sebep olacağına inanmamaktadırlar. Çünkü sadece Allah’tan başkasından bir şey istemek ve istiğase şirk olsaydı, yeryüzünde bir tane bile muvahhit kalmazdı! Zira tüm insanlar yaşamlarında bir çok sorun ve problemlerle karşı karşıya kaldıklarında Allah’ın dışında başkalarından yardım dilemektedirler. Allah Teala insanları başkalarına ihtiyaç duyacak şekilde yaratmıştır, ihtiyaç duymak ise başkalarından yardım istemeyi ve dilemeği gerektirmektedir. Dolayısıyla Vahabilerin görüşüne göre kendileri de müşriktir. Halbuki doğru görüş Allah’tan başkasını müstakil ve direkt olarak çağırırsak ve onları Allah’ın yerinde veya mukabilinde karar kılacak olursak ve bu kişiler ister ölü olsun ister diri olsun Allah’ın izni olmadan bu işlerimizi (dilek ve isteklerimizi) yerine getirirler dersek işte bu şirktir.
Dolayısıyla Allah, sorunların bertaraf edilmesi ve ihtiyaçların karşılanması için sebepler vasıtası karar kılmıştır. Bu şirk olmadığı gibi, tevhidin özü ve kendisidir. Bu sebepten dolayı kendilerine muhalif olan tüm İslam mezheplerinin takipçilerini kafir, müşrik ve bidat ehli bilen Vahabilerin iddiası Kur’an, sünnet, akıl ve örfe muhaliftir.
Şia’nın büyük ulemalarından Allame Seyyid Kazım Tabatabai Yezdi, şöyle demektedir:
“Uluhiyeti inkar eden veya tevhidi inkar eden veya risalet (nübüvvet) veya dinin zaruretlerinden birini inkar eden kişiye kafir denir. Elbette dinin zaruretini inkar etmek demek dinin zaruriyetinden olduğuna teveccüh ederse kafirliğine sebep olur. Şöyle ki onun inkar edilmesi, risaletin (nübüvvetin) inkarına dönmelidir.”
Şia’nın bir diğer büyük alimi Muhakkik Kereki şöyle yazmaktadır:
“Şia uleması, havariç (hariciler), Gulat (Peygamber ve Ehlibeyt imamlarının sıfatları konusunda aşırıya kaçanlar), Nasibi (Peygamber ve Ehlibeytine düşmanlık güdenler) ve tecsim (Allah’ı cisim olarak bilenler) ehlini necis bilmektedir, ama öteki fırkaları eğer dinin zaruretlerinden birini inkar etmezlerse Müslüman saymaktadır.”
Ayetullah Hoi ise şöyle yazmaktadır:
“İslam’ın tahakkuku, taharet, mal, can ve bunlara bağlantılı şeylerin ihtiramı için dehaleti olan şeyler: Allah’ın vahdaniyetine inanmak, nübüvvet ve İslam fırkalarının inandığı mead’dır.”
Başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“المعروف المشهور بین المسلمین،طهارة اهل الخلاف و غیرهم من الفرق المخالفة للشیعة الاثنی عشریة”
Müslümanlar arasında meşhur ve maruf olan, İsna Aşeri Şiilerine muhalif olan fırkaların ve hilaf ehlinin “tahir” olduğudur.”
Bu büyük Şii alimi başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“Velayeti inkar eden kimse, her ne zaman şahadeteyni (Allah’ın vahdaniyetini ve Resulullah’ın nübüvvetini) ağzında cari ederse, İslam’ın zahiri hükmüne sahip olur. Aynı şekilde Ehlibeyt İmamlarının kesin siyresi de Ehli sünnetin taharetine delalet etmektedir.”
Şia ulemalarına göre taharet ve Müslüman olmak arasında bir ilinti ve bağ vardır. Yani her Müslüman’ın tahir ve temizliğine hüküm verilir. Halbuki Şii fakihlerine göre Müslüman olmayanlar necistirler.
Muhakkik Hoi Şia fırkaları hakkında şöyle demektedir:
“Zeydiye, İsmailiye ve bunun dışındakilerin hükmü Ehli sünnetin hükmüyle taharet ve İslam açısından aynıdır.”
Dolayısıyla Şii ulemalar asla kendi muhaliflerini ve hatta İsna Aşeri (12 imam) Şiilerinin dışındaki fırkaları tekfir etmemektedirler.
İmam Humeyni (k.s) bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“İsna Aşeri Şiilerinin dışındaki Şia fırkaları, imamlıklarına inanmadıkları imamlara düşmanlık, adavet ve sabbetmeyi zahir etmeseler paktırlar. Ama eğer onlardan biri imamlara karşı zuhur ederse nasibiler gibi olurlar.”
Rivayetlerde ve büyük Şii alimlerin fetvalarında velayet veya imameti inkar etmek küfre sebep olmaktadır denmektedir.
Açıklama:
Ehlibeytin (a.s) muhabbeti İslam dininin zaruretlerindendir. Ehli sünnette buna inanmakta ve bunu imanın kısımlarından bilmektedir. Bundan dolayı eğer (düşmanlık ve adavet anlamında) inkar edilirse küfre sebep olur.
İmametin inkarına gelince: Şia açısından imamet dinin zaruretlerindedir, ancak ehli sünnet gerçi imametin aslını kabul etmekte, ama mısdak açısından bazı yönlerden bu inancı kabul etmemektedirler. Dolayısıyla bunun inkar edilmesi “delil” ve “şüphe” üzerine olursa “tevili küfre” sebep olur. Tenzili küfre sebep olmaz. Yani dinden çıkmak anlamında değildir. başka bir ifadeyle söylenecek olursa nasıl ki İslam’ın farklı derece ve mertebeleri var, küfründe farklı mertebe ve dereceleri vardır. Bu konuyu Şia ulamalar kabul ettiği gibi ehli sünnet ulamaları da kabul etmektedir. ve hatta Vahabiler bile kabul etmektedirler.
İslam şahadeteynle başlar, Allah’ın ve dinin emirleri karşısında teslim olmak demektir. Küfürde İslam dininin zaruretini inkarla başlar ve mertebe ve dereceleri vardır. Onun derecelerinden birisi tevil ve şüpheden dolayı inkar etmektir. Dolayısıyla Şii fakihlerin fetvalarında imam Ali’nin (aleyhi selam) imametini inkar edenlere küfür sıfatını yakıştırmak demek Hz. İmam Ali’nin (aleyhi selam) imametini inkar etmek demek olup mezhepten çıkmak anlamındadır, dinden çıkmak anlamında değil. Bundan dolayı Şii fakihlerin görüşüne göre dinin zaruretlerini inkar etmeyen fırkalar Müslüman’dır ve onlar için İslam hükümleri cari olmaktadır.
***
Ehli Sünnetin Görüşü
İmam Nevevi, Müslim şerhinde şöyle yazmaktadır:
اعلم انّ مذهب أهل الحق: انّه للایکفر أحد من اهل القبلة بذنب و لایکفر اهل الاهواء و البدع الخوارج و المعتزله و غیرهم، و انّ من جحد ما یعلم من دین الاسلام ضرورة حکم بردتّه و کفره
“Bil ki tekfir hakkındaki doğru ve sahih görüş hiçbir kıble ehlinin günahından dolayı tekfir edilemediğidir. Aynı şekilde Heva ehli, bidat, havariç, mutezile ve diğerleri tekfir edilemez. Ve her kim İslam dininin zaruretlerinden olduğunu bildiği bir şeyi inkar ederse onun irtidat ve küfrüne karar verilir.”
Aynı şekilde Mısırlı alim İbni Necim şöyle yazmaktadır:
“Mezhebin görüşü, Dinin zaruretlerinden olan bedihi usullerin muhalifler tarafından inkar edilmesinin dışında tekfir edilmemesidir.”
Aynı şekilde “Cemu’l Cevami”den şöyle nakledilmektedir:
Bizler, ehli kıble olan hiç kimseyi bidat yaptığı için tekfir etmiyoruz. Örneğin Allah’ın sıfatlarını inkar eden, kulların fiillerinin yaratılması, kıyamet gününde Allah’ın görülmesinin cevazı gibi. Ancak eğer birisi bidatiyle birlikte hudus-u alem, diriliş, haşır, Allah için cüzi şeylerin bilinmesi gibi Peygamberin (s.a.a) getirdiği bazı dinin zaruretlerini inkar ederse o kişinin küfründe ihtilaf yoktur.
Ve yine şöyle yazmaktadır: “Mezhepler arasında tekfir hakkında çok şeyler konuşuldu, ancak mezhep müçtehitleri kimseyi tekfir etmemektedir. müçtehitlerin mezheplerini başkalarından daha çok bilen İbni Munzir gibi ve Muhammed bin Hasan’ın Hazremi hadisinden naklettiğine göre havariç’in tekfir edilmeyeceğine delalet etmektedir.
Dolayısıyla Peygamberin sahabelerini tekfir eden Havariç, Ehli sünnet müçtehitlerine göre tekfir edilemez.
Şervani, sahabeye küfür etmeyi büyük günahlardan saydıktan sonra “Er- Ruze” kitabından şöyle nakletmektedir: Tüm bidat ehlinin şehadet ve tanıklığı kabul edilmektedir. Hatta sahabeye küfredenlerin bile. Zira küfreden kişi inat ve düşmanlıktan kötü söz söylememektedir, bilakis elde ettiği inanç ve itikada göre bunu yapmaktadır.”
İbni Mukri’nin açıklamasından da anlaşılan eğer birisi delil veya şüpheden dolayı geçmiştekilere kötü söz söylerse onun fasıklığına hüküm verilemez.
Dolayısıyla fetva kaynağına göre, zaruretlerin inkarı veya dinin zaruretine dönen bir şeyin inkar edilmesi küfürdür.
İbni Abidin, kıble ehlinin kafir olmadığını açıkladıktan sonra şöyle yazmaktadır:
ان الرافضی ان کان ممن یعتقد الالوهیة فی علیّ، او انّ جبرئیل غلط فی الوحی، او کان ینکر صحبة الصدیق، او یقذف السیدة الصدیقة فهو کافر لمخالفته القواطع المعلومة من الدین بالضرورة، بخلاف ما اذا کان یفضل علیّاً او یسبّ الصحابه فانّه مبتدع لا کافر
İbni Abidinin sözlerinden anlaşılan dinin zaruretini inkar etmek küfre sebep olmaktır. Örneğin Hz. Ali’nin uluhiyetine inanmak, Cebrail’in (a.s) vahyi ulaştırmada hata etmesi… ama Hz. Ali’nin ilk üç halifeye üstünlüğüne inanmak veya sahabeye kötü söz söylemek küfür değildir.
Eğer İbni Abidin’in “rafizi”den kastı Şia ise, Şia hiçbir zaman Allah Teala dışında kimsenin uluhiyetine inanmamakta, Hz. Cebrail’in hata yaptığına inanmamakta, sahabe olmak veya ifk olayına inanmadığı aşikar bir gerçektir. Burada ilginç ve şaşırtıcı olan İbni Abidin denen bu çok önemli ehli sünnet aliminin fetva makamındayken Şia kitaplarına müracaat etmemiş ve onların bu konudaki görüşlerinin ne olduğunu bilmeden, araştırmadan Şia’ya iftira atma boyutlarında imayla Şia’nın zihninden geçmeyen şeyleri Şia inanıyormuş gibi yansıtması utanç verici ve art niyetli bir durumdur.
O da öteki bir çok Ehli sünnet alimi gibi öncekileri taklit ederek böyle iddialarda bulunmuştur. eğer mezhep imamları bu kadar önemli olan bir konuda fetva makamındayken mezheplerin kabul ettiği kitaplara başvururlarsa asla hataya düşmezler. Maalesef tarih buyunca insaflı bir yaklaşım gösterip Şiilerin kitaplarına başvurarak fetva veren neredeyse hiçbir ehli sünnet alimi bulunmamaktadır!!!
Ahmet bin Hanbel, Cehmiye fırkası imamlarına hitaben şöyle demekte: “Sizin inandıklarınız şeylere eğer ben inanacak olursam kafir olurum. Ama ben sizleri tekfir etmiyorum. Çünkü sizler bana göre cahilsiniz.”
Yakın doğu Ehli sünnet alimleri, Vahabiliği eleştirerek şöyle demektedirler: “Vahabiler, Havariçler gibi baği (zamanın imamına karşı başkaldıranlar) ehlidir ve baği hükümleri onlar için sadıktır. Allame Şami şöyle demektedir: Hariciler tevillerle zamanın imamına başkaldırmışlardır. Onlara göre imam eğer batıla mürtekip olursa; ister küfür olsun, ister günah olsun onunla savaşmak farzdır. Bundan dolayı can ve malımızı helal bilmekte ve kadınları esir almaktadırlar. Onların hükmü bağilerin hükmüyle aynıdır. Her ne olursa olsun biz onları batıl tevillerinden dolayı tekfir etmiyoruz.” Allame Şami şöyle devam etmektedir: Zamanımızda Muhammed bin Abdulvvahab’ın takipçileri huruç etmiş ve Necd’den dışarı çıkmışlardır. Haremeyn-i Şerifeyne galebe çalmışlardır. Vahabiler kendilerini Ahmed Bin Hambel’in takipçisi olarak tanıtmaktadırlar, ancak sadece kendilerinin Müslüman olduklarına inanmaktadırlar. Onların inançlarına karşı gelenler müşriktirler. Bu tasavvurla Ehli sünneti ve ulemayı öldürmeği mubah bilmektedirler. Şöyle ki Allah onların bu güçlerini ellerinden aldı. Bundan dolayı açıkça diyorum ki Muhammed bin Abdulvahhab ve takipçileri ilmi, fıkhi, hadis, tefsir ve tasavvufta bizim şeyhlerimizden değillerdir. Müslümanların kan, namus ve mallarını helal saymak ya haktır, yada nahaktır. Eğer nahak olursa ya tevilsizdir ki bu durumda dinden çıkmaya sebep olur veya mukaddes şeriatın izin vermediği tevilledir. Bu durumda da fasıklığa sebep olur. Ve eğer hak olursa caizdir, belki de farz, ancak geçmiş Müslümanları tekfir etmek demek, biz asla kimseyi tekfir etmeyiz. Her kim tekfir ederse bidat etmiştir ve yaptığı iş dinden çıkmasına sebep olur. Bidatçi de olsa kıble ehlini dinin zaruretlerinden birini inkar etmedikçe tekfir etmeyiz.
Selefiye, on ikinci yüzyıl ve sonraki yıllarda yaşamış Müslümanları büyüklerin (kabir) ziyaretlerine gittikleri için tekfir etmektedirler. Halbuki ziyaret İslam’ın emirlerindendir. Onlara sormak gerekir: acaba İslam şirke mi emretmiştir? Acaba Müslümanları müşrik saymak Kur’an ve hadislere açıkça muhalefet etmek demek değil midir? Her kim şahadeteyni söylerse Müslüman’dır ve can ve malı güvende değil midir?
Acaba Peygamberimizin (s.a.a) şahdeteyni söyleyen birini öldüren sahabeye ne söylediğini unuttular mı? efendimiz ne demişti: “Meğer sen onun kalbinde miydin Allah’a inancı olmadığını anladın?! Acaba sizler Müslümanların kalbinde misiniz ki din büyüklerinin (kabrini) ziyaret etmekle onlara tapıyorsunuz diyorsunuz? Meğer ibadet kalbi işlerden değil midir? Acaba Allah’a inanmak kalbi değil midir?
Bu anlatılanlar ışığında Ehli sünnet fakih ve mütekellimlerinin de kıble ehlinin tekfir edilemeyeceği yönündeki görüşü ortaya çıkmış oldu.
Şeyh Ebu’l Hasan Eş’ari, “Makalatu’l İslamin” kitabının başında şöyle yazmaktadır:
“Müslümanlar Peygamberlerinden sonra bazı şeyler hakkında ihtilafa düştüler. Öyle ki birbirlerini delalette olmakla suçladılar ve birbirlerinden beri olduklarını açıkladılar. Halbuki İslam onların tümünü bir araya getirmiş ve kendi örtüsü altına almıştır. Bu ashabımızın bir çoklarının mezhep ve görüşüdür.”
Zehebi, Ebu’l Hasan Eş’ari’nin sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir: Ebu’l Hasan’ın sözü sabittir. Zehebi daha sonra Zahir Serehsi’den şöyle nakletmektedir: “Ebu’l Hasan, Bağdat’ta ölüm döşeğinde beni yanına çağırdı. Yanına gittiğimde bana şöyle dedi: “Bana şahit ol ki ben ehli kıbleden hiç kimseyi tekfir etmiyorum. Zira tüm kıble ehli bir mabuda tapmaktadır. İhtilaflar lafzidir.”
Zehebi şöyle demektedir: Ben onun bu sözüne inanıyorum. Üstadımız İbni Teymiye ömrünün sonunda şöyle demiştir: “Ben ümmetten kimseyi tekfir etmiyorum. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Müminden başka kimse abdestini korumaz. Dolayısıyla her kim namaz sırasında abdestini korursa Müslüman’dır.”
Ebu’l İshak şöyle demektedir: “Her kim bizi tekfir ederse bizde onu tekfir ederiz. Bunun dışında onu tekfir etmeyiz. Bizim iddiamızın delili şudur: Peygamber (s.a.a) Müslüman oldukları sabit olanların Allah’ın ilmi, insani fiillerin yaratılması, Allah’ın yönünün olmaması, kıyamette Allah’ın görülmesi… gibi konularda kimseyi araştırmazdı. Sahabe ve tabiin de bu şekilde idi. İnsanların bu gibi konulardaki hataları onların İslamlıklarına bir halel getirmemektedir.”
Tahavi’nin akaidinde şöyle yazılmıştır:
“Kıble ehli Peygamberin (s.a.a) emirlerine mümin ve muterif oldukları sürece Müslüman ve mümindirler. Zira Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Her kim namazımızı kılar, kıblemizi kabul eder ve helal saydığımız kestiğimiz şeyleri yerse İslam’dan dışarı çıkmaz.”
Aynı şekilde Vabahi muhaddislerinden Albani, “El- Fetava” kitabında İbni Kayyum Cezvi’den bidat ehlinin şahadeti hakkında şöyle nakletmektedir:
Fasık birinin şahadeti kabul edilmektedir. Rafizi, havariç ve mutezile gibi bidat ehli olanların da.
Albani, İbni Teymiye’den şöyle nakletmektedir:
“Ebu Hanife, Şafii ve bu ikisinden başkaları Ehli hevanın şahadetini kabul etmektedirler. Onların imametinde namazı sahih bilmektedirler… ve içtihatlarında ister ilmi ister ameli konularda olsun hata etmiş öteki imamları tekfir etmiyorlardı. Ehli sünnet içtihat edip hataya düşenleri tekfir etmemektedir.”
Albani yine şöyle demektedir:
“Şia veya Rafizileri tekfir edemeyiz, meğer onların inançlarını çok iyi öğrenmiş olalım!”
Vahabi ulemalardan Şeyh Salih Es-Sadelan şöyle demektedir:
“Namaz kılınan, ilahi hudutların icra edildiği, emri bil maruf ve nahyi anil münkerin uygulandığı İslam toplumlarını cahiliyet toplumu diye vasıflandırmak caiz değildir.” cahiliyet toplumundan maksat küfür ve şirk içinde yaşayan toplumlardır.
Başka bir yerde ise şöyle yazmaktadır:
“Tekfir etmek haricilerin yöntemidir. Bu, vaad ve vaid ayetlerini iyi anlamadıklarından kaynaklanmıştır. Kafirler için nazil olan ayetleri Müslümanlara tatbik etmişlerdir.”
Şeyh Salih Es-Sadelan’ın hariciler hakkındaki bu açıklamaları kendisi ve tabi olduğu vahabilik içinde geçerlidir. Zira Vahabiler, Sadri İslam’da müşrikler için nazil olan ayetleri Müslümanlara tatbik etmektedirler! Vahabi yazarlar kendi sözlerinde nasıl çelişkiye düştüklerinin farkında bile değillerdir.
Vahabi alim Albani’ye Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen yöneticileri neden kafir bilmiyorsunuz halbuki Kur’an şöyle buyurmaktadır:
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ فَاُولٰئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. (Maide Suresi, 44. Ayet)”
Sorusunun cevabında şöyle demektedir: “Bu ayetteki küfürden maksat, dinden çıkmak anlamına gelen dinde küfür değildir, bilakis ameli küfürdür.” Albani, bu şekilde ayeti tevil etmektedir. halbuki kendi temel inançlarıyla burada çelişmektedir. Çünkü Albani tevile inanmamaktadır! Albani ve diğer Vahabi yazarlar Sadri İslam’da müşrikler için nazil olan ayetleri örneğin: “فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللّٰهِ اَحَدًا; “O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (dua etmeyin) (Cin Suresi, 18. Ayet)” ve bunun gibi bir çok ayeti sahih bir tefsir olmadan Müslümanlara tatbik etmektedirler!! Peygamber ve Ehlibeytine tevessül edenlere çok rahat bir şekilde müşrik demektedirler!! Halbuki bu ayetler başka hakikatleri açıklamaktadır.
Şeyh Abdullah bin Cibrin “Mecmu Feteva c.6” kitabında şöyle yazmaktadır:
“… İmam Malik şöyle diyor: Eğer birisinin kafirliğine % 99 ve imanına sadece % 1 ihtimal versem, Müslüman’a hüsnü zandan dolayı onun amelini mümin olduğuna yorarım.”
Ayetler, hadisler ve Şia ve Sünni mezheplerinin büyüklerinin fetvalarından sonra şu soru akla gelmektedir: Neden tekfir içerikli fetvalar bazı Vahabiler tarafından sadır olmakta ve Müslümanların katlini mubah saymaktadırlar? Tüm Sünni ve Şii Müslümanları tanıklığa çağırarak şöyle diyoruz: acaba böyle fetvalar Kur’an’a, sünnete ve mezheplere mutabık mıdır, yoksa onlara muhalif midir? Eğer muhalifse hangi sebeple bu tür fetvalar yayınlanmaktadırlar? Acaba tekfir fetvalarının yayınlanması Kur’an ve sünnetin bir kenara bırakılması değil midir? Acaba bu fetvalar, fetva verenlerin lehine midir, zararına mı? kimler bu fetvalardan yararlanmaktadır, dostlar mı düşmanlar mı? acaba bu tür fetvaları yayınlayanlar cahil midir, yoksa alim mi? acaba bu kişiler müçtehitler mi yoksa mukalitler mi? acaba İslam, Kur’an ve sünneti bilen ve Müslümanların yararını düşünen bir müçtehit böyle fetvalar verir mi?
Bu soruların cevabını siz değerli okuyucuların vicdanlarına bırakıyoruz.