
کارگر
Zarif: Karşı tarafın siyasi iradesinde her zaman sorun yaşanıyor
MHA'nın haberine göre, yapıaln görüşmelerden sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, müzakerelerin siyasi iradeye bağlı olduğu ve karşı tarafın siyasi iradesinde her zaman sorun yaşandığını belirtti.
Bazı bakanların ülkelerine döndüklerine de dikkat çeken Zarif, "Bazı bakanlar ve yetkililer, yürt içi programları nedeni ile ülkelerine dönmek zorunda kaldılar. Gerekir ise bakanlar döneceklerdir. Tabi siyasi müdürler ve yardımcılar düzeyindeki heyetler çalışmalarına devam ediyorlar" dedi.
Zarif açıklamasının devamında ise detayların incelendiği görüşmelerin çok kritik bir noktaya ulaştığını belirterek, ilerleme kat edilmesini umut etti ve sözlerine "Müzakereler hala ve tüm heyetler arasındaki görüşmeler hala devam ediyor. Müzakereler artık iki heyet arasında düzenlenmiyor. Farklı heyetler, farklı görüşler ve endişeler ile hem hukuksal ve hem politik açıdan müzakereleri sürdüyorlar ve bu da işlerin biraz karmaşık olmasına neden olmuştur. Bu karmaşıklık, hem İran ile diğer ülkeler arasında ve hem P5+1 ülkeleri arasında görülüyor. Birçok konuda anlaşmaya varıldı, ama hala iniş ve çıkış yaşandığı bazı konular var" diye ekledi.
İran'ın bu müzakerelerde farklı görüşlere sahip 6 ülke ile görüşmeler düzenlediğini belirten Zarif, açıklamasının devamında ise "Ama bence önemli olan nokta, İran halkı ve devletinin tüm dünyaya hırs ve gaddarlık karşısında boyun eğmeyeceklerini göstermelidir. Karşı tarafın İran halkının hırsları karşısında direniş göstereceklerini algıladıkları zaman, halkımız eski yanlışların telafi edilmesi için değerli bir fırsat verecektir. Daha önce hem Kutsal Savunma dönemi ve hem İran'ın nükleer çalışmaları sürecinde, İran halkının kesin hakları defalarca gözardı edildi. Şimdi ise bu geçmişi telafi etmeleri için bir fırsata sahipler ve İran halkı ile iletişim kurma yolunu seçebilirler. Eğer karşı taraf da bunun değerini bilir ise, böyle bir iletişimin kurulabilmesi için çok uygun bir düzeye sahibiz" dedi.
Zarif açıklamasının devamında ise yayınalacak bildiri hakkında "Daha bildiri veya müzakerelerin sonucu hakkında kesin bir karar alınmış değildir. Bu konu ile ilgili geçtiğimiz akşamdan itibaren farklı görüşmeler yapılıyor. Hatta yazım konusunda da bazı çalışmalar düzenlendi. Ama hala müzakerelerin sonucunun ne olacağı hakkında konuşma etabına ulaşmadık. Ama kesinlikler bir bildiriden fazla olmayacaktır. Müzakerelerin 2 ve 3 Nisan tarihlerinde de devam etmesi daha kesin olarak belli değil" dedi.
EBÛ ZER EL-GIFÂRÎ (R.A.)
Asıl ismi “Cündüb bin Cünâde” olan Ebû Zer, kabilesinin hırçın tabiatlı, cesur bir ferdi idi. Cahiliye Devri’nde süvarilerin önünü kesmekle tanınırdı. Bu sebeple Medine civarındaki kabileler, Gıfarlı Ebû Zer’den bir hayli rahatsızdı.
Günün birinde Mekke’den kulağına bir haber ulaştı: “Biri çıkmış, Kureyşlilerin dinine meydan okuyormuş, yeni bir din getiriyormuş. Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlar.”
Garip yaradılışlı biri olan Ebû Zer, merakını çeken bu haberi araştırmak ve Yeni Peygamber’den haber getirmek için kardeşi Üneys’i Mekke’ye gönderdi.
Üneys gidip araştırdı. Dönünce “Muhammedü’l-Emîn” denilen zatın peygamberlik iddia ettiğini, iyi ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmayı istediğini söyledi. Mekkelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı “kâhin” diyorlardı. Ancak kendisi de bir şair olan Üneys, “Fakat ben, şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini kâhinlerin sözleri ve şiir çeşitleriyle karşılaştırdım, hiçbirine benzemiyordu!” dedi.
Ebû Zer’in merakı daha çok tahrik oldu. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin olmadı, “Sen gönlüme şifa verir bir haber getirmedin!” dedi ve yol azığını hazırlatıp tek başına Mekke yoluna düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mekke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, Peygamber olduğunu iddia eden zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmiş, zemzem suyuyla hayatına devam etmeye başlamıştı.
Bir gün Hz. Ali, Kâbe’nin yanından geçerken, Ebû Zer gözüne takıldı. Hâlinden garip ve yabancı biri olduğnu anladı:
“Sen garip biri misin?”
“Evet.”
“Buyur, benimle gel, seni misafir edeyim.” dedi. Ebû Zer kabul etti.
Ebû Zer kadar Hz. Ali de tedbirli ve ihtiyatlı idi. O gün birbirlerine açılamadılar. Zira müşrik zulmü öylesine kuvvetliydi ki, birinin Müslüman olduğunu haber alır almaz hemen üzerine çullanarak bayıltıncaya kadar dövüyorlardı…
Sabah olmuştu. Ebû Zer hemen kalkıp Kâbe’ye gitti. “Belki Yeni Peygamber’i görebilirim!” diye düşündü.
Akşama yakın yine Hz. Ali oradan geçiyordu:
“Henüz bir yer bulup yerleşemedin mi?”
“Hayır. Aslında burada kalmaya pek niyetim yok.”
Hz. Ali onu tekrar evine davet etti. Birlikte gittiler. Eve vardıklarında Hz. Ali aralarındaki sır perdesini araladı:
“Doğru söyle, seni buraya getiren bir şey olmalı! Sen bir şeyler arar gibisin.”
“Gizli tutacağına söz verirsen söylerim.”
“Emin olabilirsin.”
“Bize ‘burada birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği’ haberi ulaştı. Ondan haber getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği haber beni tatmin etmediği gibi, bu zata karşı merakımı daha da artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek ve konuşmak istedim.”
“Şüphesiz, sen tam aradığının içine düştün! Ben de onun yanına gideceğim. Sen arkamdan gel. Beni takip ederek onun huzuruna girersin. Yalnız ben yolda sana zarar verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de durmaksızın ilerlersin.”
Ebû Zer bunları duyunca pek sevindi. İçine tatlı bir heyecan dalgası yayıldı. Günlerce araştırdığı gerçek, karşısına çıkmıştı. Merakı bir kat daha arttı. Hz. Ali’nin peşine takılıp gitti. Resûlullah’ın evine yaklaştılar. Hz. Ali önden, Ebû Zer de arkadan takip etti ve içeri girdiler.
Ebû Zer’de heyecan son haddine varmıştı. Peygamber’i görür görmez ona hayretle baktı ve “Bana hemen dinini anlatıver!” demekten kendisini alamadı. Peygamberimiz, tebliğ ettiği yüce dini kısaca kendisine anlattı.
İçi içine sığmıyordu. Sanki dünyaya meydan okuyacak bir Ebû Zer olmuştu. Duyduğu hakikati kâinata haykırmak, her önüne gelene anlatmak istiyordu. Yüce Peygamberimiz, ona tedbirli olması tavsiyesinde bulundu, “Ey Ebû Zer! Bu işi şimdilik gizli tut. Memleketine dön. Bizim ortaya çıktığımızı haber aldığında döner, gelirsin.” Buyurdu.
Fakat Ebû Zer, “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu hakikati müşriklerin ortasında haykırırım!” dedi.
Kötülük yolunda gözünü budaktan esirgemeyen Ebû Zer, hak yolunda mı çekinecekti?!
Kâbe’de Kureyş müşriklerinin toplu bulunduğu yere vardı, “Ey Kureyş cemaati!” dedi, “Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebû Zer, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna kesin olarak şehadet ediyorum.”
Bu meydan okuyuşu duyan azgın müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Ebû Zer’in üzerine saldırdılar. Ebû Zer mücadele ettiyse de nafileydi, bayılıp yere yığıldı. Bu hâl birkaç kere tekrar edildi. Bir keresinde Peygamberimizin amcası Abbas, Kureyş’e, “Ne yapıyorsunuz?! Dövdüğünüz bu zat, sizin ticaret yolunuz üzerindeki Gıfar kabilesindendir.” deyince onu bıraktılar.
Ebû Zer bundan sonra Medine civarındaki Gıfar yurduna döndü. Annesi, kardeşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.[1]
Bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etti. Resûlullah’ın en yakın Ashâbı arasında yer aldı. Onun yakın hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar huzurunda kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Resûlullah’ın hastalığında daima başucunda duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabilerden biri de Ebû Zer idi.[2]Allah Resûlü’ne o kadar yakındı ki, bazen ondan “dostum” diye söz ederdi. Bağlılığı o kadar büyüktü ki, bizzat Resûlullah’a, “İnsanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur, diye hayret ediyorum! Benim kalbim yalnız Cenâb-ı Hakk’ın ve Resûlünün sevgisiyle doludur.” derdi. Bu sevgisini de kayıtsız şartsız itaatiyle gösterirdi. Bir defasında Resûlullah’tan bir memuriyet istemişti.
Peygamberimiz ona idarecilik için zayıf olduğunu söyleyerek, “İdareciliğin yükü ağırdır. Bu işin hakkını vermek lazımdır. Eğer dikkat edilmezse, kıyamet gününde mahcup olunur.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer hemen isteğinden vazgeçti.[3]Bir defasında da Resûlullah ona şöyle demişti:
“Senin hizmetin, emîrlerin hizmetinden az değildir. Onların kılıç kullanarak yapacağı hizmeti sen kafa ve fikrinle yaparsın.”[4]
Peygamber Efendimiz onun hakkında, “Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür.” buyurmuştu. Onun hayatı gerçekten hep bu ifadenin doğrulanması şeklinde geçti.
Sıcak bir yaz günüydü… Tebük Seferi için Ebû Zer de hazırlanıyordu.
Ne var ki, devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zer ne yaptıysa, hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası iyice açıldı. Bu arada bazıları çeşitli bahanelerle seferden geri kalmışlardı.
Tebük’e yakın bir konak yerine varılmıştı. Ebû Zer de görünürlerde yoktu. Sahabiler, geride kalanlar için ileri geri konuşmaya başlamıştı. Ebû Zer’in de olmadığı hatırlatıldığında Resûlullah, “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ulaştırır.” buyurdu. Resûlullah onun İslam’a nasıl bağlı, ne büyük bir fedakâr olduğunu biliyordu.
Bir öğle vakti idi… Gözcü, “Ufukta bir adam tek başına bu tarafa doğru geliyor!” dedi. Resûlullah, “Ebû Zer mi acaba? Onun olmasını isterdim!” buyurdu.
Sahabe toplanmış, tek başına yaklaşmakta olan şahsı seyre dalmıştı. Bazıları, “Vallahi odur, Ebû Zer’dir!” dediler.
Gerçekten gelen, Ebû Zer’di. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca, onu bırakmış, yükünü sırtına yüklemişti. Tek başına aç susuz yollara koyulmuştu. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Resûlullah, Ebû Zer’i görünce sevindi ve “Allah, Ebû Zer’e rahmet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.” buyurdu.[5]
Ebû Zer, bitkin bir vaziyetteydi. Resûlullah onu şu dua ile taltif etti:
“Ey Ebû Zer! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Allah senin bir günahını bağışlasın.”
Ebû Zer’in yükünü sırtından indirip susuzluğunu giderdiler.Peygamberimiz zaman zaman Hz. Ebû Zer’e tavsiyelerde bulunurdu. Bazen de Ebû Zer’in (r.a.) kendisi, Resûlullah’tan (a.s.m.) tavsiyede bulunmasını isterdi. Bir gün yine Peygamberimizden ricada bulundu. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Sana Allah korkusunu tavsiye ederim; çünkü Allah korkusu her şeyin başıdır. Okuyabildiğin kadar Kur’ân oku ve Allah’ı an; çünkü Allah’ı anmak senin için yeryüzünde nur, göklerde azıktır. Çok gülmekten sakın; çünkü gülmek, kalbi öldürür ve yüzün nurunu giderir. Cihattan ayrılma. Çok konuşmamaya alış; zira çok konuşmamak, şeytanı senden uzaklaştırır ve dininin muhafazasında sana yardımcı olur. Fakirleri sev ve onlarla oturup kalk. Nimet noktasında senden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma. Böyle yaparsan Allah’ın sana verdiği nimetleri küçümsemezsin. Acı da olsa daima hakkı, doğruyu söyle. Kendini kötü bilmen, seni başkalarına dil uzatmaktan alıkoymalıdır. Senin işlediğin kötülükleri başkaları işlediği zaman onlara kızmamalısın. Sende bulunan bir kusuru görmeyip de o kusurla başkalarını kötülemekten ve kendin suçlu olduğun hâlde aynı suçtan dolayı başkalarına kızmaktan daha büyük bir kusur olamaz.
“Ey Ebû Zer, tedbir gibi akıl, yasak olan şeylerden sakınmak gibi takva, güzel ahlak gibi de şeref yoktur.”[6]
Ebû Zer, hayatının geri kalan kısmında Peygamberimizin bu tavsiyelerine harfi harfine uydu.
Ebû Zer (r.a.) mürüvvet sahibi biriydi. Başkalarına iyilik yapabilmek için hayatını dahi çekinmeden ortaya koyabilirdi.
Bir defasında adalet güneşi Ömerü’l-Fâruk bazı sahabilerle sohbet ediyordu. O anda huzuruna iki genç girdi. Temiz giyimli, vakarlı ve mert tavırlı bir genci de beraberinde getirdiler. Geliş maksatlarını da şöyle anlattılar:
“Biz iki kardeşiz. Herkes tarafından sevilen ve sayılan babamız, bahçesinde meyve toplamaktayken, bu genç tarafından bugün öldürüldü! Kendimiz bir ceza vermeye tevessül etmedik, adaletin eline teslim etmek için size getirdik.” dediler.
Hz. Ömer, davacıları dinledikten sonra, getirilen gence, “Bu söylenenler hakkında ne diyorsun? Doğru mu konuşuyorlar?” diye sordu.
Genç telaşlanmadan, soğukkanlılık içinde, başından geçenleri anlatmaya başladı:
“Ey müminlerin emîri! Evet, bunlar doğru söylediler. Fakat hadiseyi daha geniş olarak ben anlatayım: Ben bir çölün ortasında, vahada yaşayan bir insanım. Ailemi alarak buralara kadar gezmeye geldim. Yolum bahçelerin arasından geçiyordu. Atım ve kısraklarım da yanımdaydı. İçlerinden birisi vardı ki, bakmaya kıyamazdınız! Yanımda çok kıymetliydi. Yürüyüşüne hayran olmamak mümkün değildi. Bir bahçenin duvarından sarkan bir dal hayvanın içini çekmiş ki, boynunu uzattı, daldan kopardı. Bunu görür görmez, atın yularını hemen çektim. İşte tam bu sırada bahçeden sinirli ve öfkeli bir ihtiyar belirdi. Üzerime doğru geliyordu. Elinde de bir taş vardı. Hiçbir şey demeden elindeki taşı ata fırlattı. Ne olduğunu anlamadan bir de baktım ki, atım cansız yerlere serilmiş! Canım kadar sevdiğim atın bu hâlini görünce, ben de yerdeki taşı aldığım gibi adama attım. Adamcağız da bir feryat kopararak o anda can verdi! Ben bu hâldeyken, bu iki genç, kolumdan tuttular. İşte, gördüğünüz gibi beni huzurunuza getirdiler.”
Gencin yaptığını böyle mertçe itiraf etmesi Hz. Ömer’in hoşuna gitti. Fakat adalet tecelli etmeliydi. Hükmünü verdi:“Suçunu itiraf ettin. Kısas lazım!”
Genç, verilen hükmü itiraz etmeden kabul etti. Fakat bir mazereti olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Mademki dinin hükmü budur, verilen kararı kabul ediyorum. Yalnız, benim küçük bir kardeşim var. Babam daha önce ölmüştü. Ona da biraz para bırakmış, ‘Oğlum, bunlar kardeşinindir. Büyüyünceye kadar bunun muhafazası sana ait.’ demişti. Ben de bu paraları bir yere sakladım. Yerini benden başka kimse bilmiyor. Eğer hemen kısası yerine getirirseniz, para, sakladığım yerde kalır, yetimin de hakkı zayi olur! Eğer müsaade buyurursanız gideyim, o emaneti güvenilir bir adama teslim ettikten sonra dönüp geleyim. Ondan sonra cezamı çekmek için canımı teslim ederim. Bu hususta bana kefil de bulunur.”
Genci dinleyen Hz. Ömer biraz düşündükten sonra:“Bu gence kim kefalet eder?” dedi.
Genç, mecliste bulunan sahabilere göz gezdirdi. Biraz sonra Ebû Zer el-Gıfârî Hazretleri’ni işaret ederek, “İşte bu zat,” dedi, “bana kefil olur.”
Hz. Ömer, Ebû Zer’e dönerek, “Ey Ebû Zer, bu gence kefil olur musun?” diye sordu.
Hz. Ebû Zer, gencin mertçe davranışı karşısında hiç tereddüt etmeden, “Evet,” dedi, “üç güne kadar döneceğine kefil olurum.”
Sahabiler arasında yüksek mertebesi ve mevkii bulunan Hz. Ebû Zer’in kefaleti, davacı olan gençlere de kâfi geldi.
Kefaleti kabul edilen genç bırakıldı. Evine gitti. Aradan üç gün geçti. Verilen mühlet bitmek üzereyken davacılar Hz. Ömer’e geldi. Ebû Zer Hazretleri de orada hazırdı. Fakat suçlu olan genç henüz gelmemişti.
Davacı gençler Ebû Zer Hazretleri’ne, “Ey Ebû Zer, kefil olduğun adam nerede kaldı? Böyle durumlarda, giden geri gelir mi hiç?! Biz kısasın senin üzerinde yapılmasını istiyoruz! Kefilliğin icabı budur.” dediler.
Verdiği sözden dönmek bilmeyen Ebû Zer Hazretleri de:
“Acele etmeyin, daha vakit var. Hele verilen müddet tamamlansın. Eğer dönmezse, kefalet hükmünün yerine getirilmesine razıyım.” dedi.
Bu konuşmaları dinleyen Hz. Ömer, davacılara ve Hz. Ebû Zer’e, “Eğer genç gelmezse, Allah şahit olsun ki, kısasın hükmünü infaz ederim!” buyurdu.
Ebû Zer Hazretleri güzel ahlakı ve takvasıyla sahabilerin en çok sevdiği bir kimseydi. Bu manzara karşısında hazırda bulunan sahabiler ümitsizlik içinde ağlıyorlardı. Davacı gençlere diyet, yani kan parası teklif ettilerse de kabul etmediler. Kısasta ısrar ediyorlardı.
Sonunda zaman dolmuş, Ashâb’ın heyecanı son raddeye gelmişti. Ebû Zer Hazretleri’nin, gözlerinin önünde kısas edilmesini o an için düşünmek bile istemiyorlardı. Tam bu sırada genç çıkageldi. Yorgun ve bitkin bir hâldeydi. Ter içinde kalmıştı. Konuşmaya mecali kalmamıştı. Nefes nefese, geç kalışının sebebini anlatmaya başladı:
“Kardeşimi dayısına teslim ettim. Ona, paraları sakladığım yeri de gösterdim. Bütün gayretlerime rağmen ancak şimdi gelebildim. Bulunduğumuz yer çok uzak olduğu için biraz geciktim. Verilen hükmü infaz edebilirsiniz.”
Genci pürdikkat dinleyen sahabiler, verdiği sözde durduğundan dolayı tebrik ettiler. Ebû Zer’e de, mertliğin en canlı misalini veren genci nereden tanıdığını ve ne maksatla kefil olduğunu sordular. Yüce sahabi şöyle cevap verdi:
“Bu genci sizin gibi ben de ilk defa gördüm. Daha önceden hiç tanımam. Ama sizlerin huzurunda yaptığı teklifi reddetmeyi mürüvvete uygun görmedim. ‘Âlemde insanlık kalmamış’ mı denilsin?!”
Tarihlere altın sayfalarla geçecek manzara karşısında duygulanan davacı gençler dayanamayarak davalarından vazgeçtiler…
Ebû Zer (r.a.) sonraları Şam’a yerleşti. Çok sade bir hayat yaşadı. Gösterişe meyletmediği gibi, meyledenlerden de hoşlanmazdı. Şatafattan uzak kalmayı severdi. Son derece kanaatkârdı. Kendisine 4000 dinar maaş bağlanmıştı. Fakat o, bu paranın çok azını kendine sarf ediyor, büyük bir kısmını fakirlere tasadduk ediyordu. Çünkü müminlerin, kazançlarını Allah yolunda sarf etmeleri gerektiğine inanıyordu. Ailesi için gerekli olan nafakadan fazla mal biriktirmenin doğru olmadığına kàni idi. Bu fikirlerini büyük bir cesaretle müdafaa ediyordu. Nihayet zenginler onu, Şam Valisi Muâviye’ye şikâyet ettiler.
Vali Muâviye, bin altını bir hizmetçisiyle bir gece yarısı Ebû Zer’e göndermişti. Onun samimiyetini ölçmek istiyordu. Halka böyle telkin edip de kendisi başka türlü mü yapıyordu?
Ebû Zer (r.a.) parayı alır almaz hemen fakirlere dağıtıverdi. Vali sabah namazından sonra hizmetçisini çağırıp, “Ebû Zer’e git, ‘Vali parayı başkasına gönderdiği hâlde yanlışlıkla sana verdim. Geri ver, yoksa valinin cezasından kurtulamayacağım!’ de.” dedi. Hizmetçi Ebû Zer’e (r.a.) durumu açıklayınca, “Aman evladım, valiye söyle ki, yanımda altınlardan biri dahi kalmadı! Size müsaade etsin de, gidip dağıttıklarımdan toplayayım.” dedi.
Muâviye için bu kadarı kâfi idi. Onun samimi olduğunu anladı. Durumu Halife Hz. Osman’a bildirip onu Medine’ye gönderdi.
Hak bildiği bir meseleyi söylemekte kimseden çekinmeyen Ebû Zer (r.a.), burada da herkese bildiği hakikatleri anlatmaya devam etti.
Hattâ meydana gelen rahatsızlıklar sebebiyle halife kendisini fetva vermekten menetmişti. Konuştuğu bir sırada biri kendisine bunu hatırlatınca şöyle demişti:
“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasınız, başımı uçurmadan önce Resûlullah’tan duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, yine söylerim!”
Nihayet halife ve kendisinin de muvafakati üzerine, Medine dışında, Mekke yolu üzerinde şirin bir konak yeri olan Rebze köyüne gitti. Hayatının son senelerini burada geçirdi.
Hicret’in 31. senesinde artık ölüme iyice hazırlanmıştı. Yeni bir elbiseye ihtiyacı olduğu söylendiğinde, “Bana elbise değil, kefen lazım!” diyordu. Yakında Resûlullah’a kavuşacağını söylüyordu. Yanında hanımı ile bir tek hizmetçisi vardı. Onlara, “Ölünce beni yıkayıp kefenleyin, sonra da yolun ortasına koyun!” diye vasiyet etti.
Hanımı ağlamaya başladı. Onu tek başına kimseden habersiz mi toprağa gömeceklerdi?! Bunun üzerine Ebû Zer, “Ağlama. Bir gün Resûlullah ile birlikte idik… ‘Sizden biri ıssız yerde vefat edecek. Onun cenazesinde müminlerden küçük bir topluluk hazır bulunacak.’ buyurmuştu. Orada bulunanların hepsi topluluklar içinde vefat ettiler. Geriye ben kaldım. Yolu gözet, benim söylediklerimi aynen yap.” dedi. Ve ruhunu teslim etti.
Hanımı ile hizmetçisi vasiyetini yerine getirip cenazesini yol üzerine koydular. Hizmetçi de yanında beklemeye koyuldu. O sırada Irak’tan, içlerinde Abdullah bin Mes’ud’un da bulunduğu bir kafile çıkageldi. Kâbe’ye umre yapmak üzere gitmekteydiler. Yol üzerindeki cenaze onları korkuttu! Hattâ develer ürküp az kalsın onu çiğneyeceklerdi… Bu sırada hizmetçi ayağa kalkarak, “Bu, Resûlullah’ın sahabisi Ebû Zer’dir. Kendisinin gömülmesi için vasiyet etti. Yardım ediniz!” dedi.
Bunları duyan Abdullah bin Mes’ud, kendisini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve eski günleri hatırlayarak şöyle dedi:
“Resûlullah, ‘Sen tek başına yürüyecek, tek başına yaşayacak, tek başına öleceksin.’ buyurmakla ne kadar doğru söylemiş!”
Arkadaşlarıyla birlikte inip Ebû Zer’in namazını kıldılar ve orada defnettiler.[7]
Ebû Zer (r.a.) 281 hadis rivayet etti. Onun rivayet ettiği hadislerin az olması inzivayı, yalnız yaşamayı sevmesinden kaynaklanmaktadır. Rivayet ettiği hadislerden:
“Kardeşine güler yüz göstermen sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermen sadakadır. İyi görmeyen birine yardımcı olman sadakadır. Taş, diken ve kemik gibi, insanlara zarar verecek bir şeyi yol üzerinden kaldırman sadakadır. Kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.”[8]
“Amellerin en üstünü, sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir.”[9]
“Resûlullah’ın karşılaşıp da musafaha yapmadığı hiç olmamıştır. Bir gün beni çağırması için birini göndermişti… Ben ise evde yoktum. Gelince, Resûlullah’ın çağırdığını söylediler. Hemen yanına gittim. Sedir üzerinde oturuyordu. Beni kucakladı. Bu kucaklama benim için çok güzel bir şeydi.”[10]
__________________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 5: 187; Buhârî, Menâkıb: 82.
[2]Müsned, 5: 162.
[3]Müslim, İmâre: 16.
[4]Asr-ı Saadet, 3: 194.
[5]Üsdü’l-Gàbe, 5: 188.
[6]Hilye, 1: 168.
[7]Hilye, 1: 169-170; İsâbe, 4: 65.
[8]Tirmizî, Birr: 36.
[9]Ebû Dâvud, Sünnet: 2.
[10]age., Edeb: 143; Müsned, 5: 163.
Ruhani’den 5+1 Grubu’na üye ülkelerin liderlerine mektup
İran Cumhurbaşkanı, Rusya, Çin ve Fransa Cumhurbaşkanları ve İngiltere Başbakanı’yla telefon görüşmesi gerçekleştirdi.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Rusya, Çin ve Fransa Cumhurbaşkanları ve ayrıca İngiltere Başbakanı’yla gerçekleştirdiği telefon görüşmelerinde, Nükleer Müzakereler ve Ortadoğu’daki son gelişmeler ele alındı.
Ruhani ayrıca 5+1 Grubu’na üye ülkelerin liderlerine de birer mektup gönderdi.
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İngiltere Başbakanı Philip Hammond ile yaptığı telefon görüşmesinde, İran’ın nükleer mesele konusundaki görüşlerini izah ederek, İran’ın barışçıl nükleer enerji konusunda uluslararası hukuk çerçevesinde sahip olduğu hak ve hukuka vurguda bulundu.
İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ile düzenlediği ikili telefon görüşmesinde ise, Rusya’nın Nükleer Müzakereler sürecinde tutunduğu yapıcı rol nedeniyle Putin’e teşekkür etti ve bundan sonra da Rusya’nın İran ve 5+1 Grubu arasında devam eden Nükleer Müzakere sürecinde daha aktif bir rol üstlenmesini istedi.
Hasan Ruhani, Fransa ve Çin cumhurbaşkanlarıyla da gerçekleştirdiği ikili telefon görüşmesinde ise, İran ve 5+1 Grubu arasında devam eden Nükleer Müzakereler ve ayrıca bölgedeki son gelişmelere değindi.
Reuters: İran'ın Gölge Generali Arap Şeyhlerinin Kalbine Korku Saldı
Reuters; geçtiğimiz yıla kadar İngiltere'nin Arabistan elçisi John Jenkins'e dayandırdığı haberde, İran'ın hâlihazırda 4 Arap başkentinde hâkimiyeti ele geçirdiğini yazdı.
Reuters Haber Ajansı İran'ın bölgedeki etkili rolü, Suudi Arabistan'ın duyduğu büyük rahatsızlığı ve ABD'nin Sünni müttefiklerini ele aldı.
Bazılarına göre; Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani perde arkasında Arap topraklarında yeni bir Şii ve İran İmparatorluğu kurma peşinde.
Reuters; Kasım Süleymani'nin şimdiye kadar perde arkasında olduğunu, fakat IŞİD terör örgütünün Irak'ta Musul'u işgal etmesinin ardından, kendisinin Ortadoğu'da ki tüm savaş meydanlarında ön safta cephe hattında hazır olduğunu yazdı.
Reuters; Kasım Süleymani'nin her yerde görüldüğünü, hatta Beyrut'ta Hizbullah liderlerinden Şehit İmad Muğniye'nin oğlu Cihat Muğniye'nin mezarı başında dua ederken görüldüğünü satırlarına taşıdı.
ABD dışişleri bakanı Chan Kerry Suudi Arabistan dışişleri bakanı Suud El Faysal ile katıldığı bir ortak konferansta Kasım Süleymani'den bahsedip, İran'ın Irak'ı işgal etmek üzere olduğunu söyleyerek, El Faysalın çıldırmasına sebep olmuştu.
Reuters; İran'ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen'de kazanan taraf olduğunu itiraf etti.
Reuters; Devrim Muhafızları Kudüs Gücünün, Kasım Süleymani komutasında 1980 yılında İran İslam İnkılabını tüm dünyaya yaymak için kurulduğunu iddia etti.
Reuters; geçtiğimiz yıla kadar İngiltere'nin Arabistan elçisi John Jenkins'e dayandırdığı haberde, İran'ın hâlihazırda 4 Arap başkentinde hâkimiyeti ele geçirdiğini yazdı.
çanakkale savaşı
ALLAHIN ADIĞLE
Geçen hafta çanakkale savaşın 100.yıl dönümü Türkiyede kutlandı . Bu yüzden kaç noktaya değinmek istiyorum .
1 – 100 yıl önce zalım ve kafirler bir islamı ülkeye saldırdığında ; diğer müslüman ülkelerden kafirlerle savaşmak ve islami bir ülkeyi korumak için çanakkaleye ulaşıp ; savaşıp ve bazen şehitte olmuşlar . Bunların içinde Süriyeli – Iraklı – filistinli – bosnslı ve hatta şii İranlılarda var .
2 – Eğer diğer islami ülkeler Osmanlı hakimiyyeti altinda yaşamış ve diyelim ki zorakı gelmişse ; ama İrandan savaşçılar çanakkalede ne işi varmış? O zamanki İranlı ( Şii) alimler kafire karşı ve müslümanlara yardım için fetva verip ve İranlılar farz olarak Türk karedşlerine yardım için çanakkaleye gelmişler. ( İranlı şehitlerin adları çanakkaledeki arşivlerde bulunur)
3- 100 yıl önce müslümanlar ( sünni – şii demeden) yekparçe ve birlik ve beraber ; kafire karşı cebhe tutmuşlar .Ama bügünler mülümanların halına bakmak ve ağlamak gerekir . Bü 100 yıl içinde kafirler ne yaptılar ki müslümanlar onlara karşı değil ; kendilerin karşısında durup ve müslüman , müslümanı öldürüyor . Ne oldu ki bu 100 yılda düşmanların yeri değişildi ? kafir –dost ve dost – kafir olarak tanıttırıldı ? Bügün Türkiye ile Süriye ; Türkiye ile Irak ve Mısırle Filistin ilişkileri bozuk noktadadır . Bahraın – tunus – yemen – libiya _ Afrıkadakı islami ülkelerin halı karışık ve mülümanlar rahat yaşıyamıyor . Maalasaf müslümanlar birbirinin canını kıyıyor ve ifiharla yaptiği cinayet ve terörü dünyanin gözü önüne seyrettiriyor .
4 – Geldiğimiz nokaya kim ve neden bizi getirmiş ? Kim düşmanin yerini değiştirmiş ? Kim müslümanların arasına fitne sokmuş ? Kim müslümanların ölmesinden hoşnud oluyor? Kim Sii – Sünni savaşından faydalanır ?
5 – Türkiye başbakanı Canakkale töreninde İranı ve İranlı şehitlerden hiç yad etmedi . ( İnşaalah unutmuştur) . Ama biz üzüldük . nedeen üzüldik ? 100 yıl sonra geldiğimiz noktaya üzüldük .
Ümüt ediyorum müslümanlar üyansınlar ve zalimler ve kafirlerin tuzağında bir daha düşmesinlar. ALLAH Birlik ve beraberlik versin ve tüm ummeti MÜHHAMMEDİ zafare ulaştırdın .
Eş-Şarku'l-Avsat: İmam Humeyni'nin Şakirtleri İsteğini Gerçekleştirdiler
İmam Humeyni'nin öğrencileri en büyük isteği olan İslam İnkılabını, bölgede en güzel şekilde yaymayı başardılar.Bölgedeki gelişmeler İran lehine işliyor, ABD ve Batılı müttefikleri İran ve Hizbullah'ı terör listesine alacaklarına açıkça İran'ın terörizmle mücadele ettiğini söylüyorlar.
Eş-Şarku'l-Avsat bugünkü başyazısında şunları yazdı: İran, İslam Devrimi'nin başlangıcından buyana, bölgedeki ilerlemelerine başlamıştı. Arap ve Körfez ülkeleri İran'a dünya siyasetinden dışlanmış kendi kabuğuna çekilmiş bir ülke olarak bakıyorlardı ama gözlerinden kaçan bir şey vardı, oda İran'ın gizlice Arap ülkelerin kalbine kadar nüfuz etmesiydi
Gazete haberin devamında şöyle yazıyor: Arap liderler bölgedeki siyasi gelişmeler karşısında hiçbir aksülamel göstermezken tüm olaylar İran lehine dönüverdi, şimdiyse İran'la başa çıkmak için Arap-Türk koalisyonu oluşturma çabası içerisindeler.
Arap şeyhleri, Ensarullah ve Hizbullah liderlerini ortadan kaldırarak İran ile baş edebileceklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar, çünkü İran kendi ideoloji ve düşünce tarzını Arap ülkelerinin en derinliklerine kadar işlemiş durumda. İmam Humeyni'nin öğrencileri en büyük isteği olan İslam İnkılabını, bölgede en güzel şekilde yaymayı başardılar.
Gazete son olarak şunlara yer verdi: ABD ve Batılı müttefikleri, İran ve Hizbullah'ı terör listesine alacaklarına, açıkça İran'ın terörizmle mücadele ettiğini söylüyorlar ve Irak ve Suriye'de Sünnilerin karışıklık çıkardıklarını iddia ediyorlar.
Irakçi: “Karşı tarafa hiç bir taviz verilmeyecek”
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Nükleer Müzakerelerdeki Başmüzakereci, İran ve Batı arasında bir anlaşma olacak ise eğer, bu anlaşmanın denetime bağlanması gerektiğini söyledi.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran Dışişleri Bakanı Yardımcısı ve Nükleer Müzakerelerde Başmüzakereci Seyyid Abbas Irakçi, İran ve 5+1 Grubu arasında olası bir anlaşmanın imzalanması halinde, bu anlaşmanın uygulanması konusunda denitim yapılması gerektiğini ve İran’ın bu denetimin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından gerçekleştirilmesini kabulleneceğini belirtti.
Irakçi, İran ve karşı taraf arasında imzalanacak her türlü anlaşmanın dengeli olması gerektiğine de vurgu yaparak, “İran’ın karşı tarafın tedirginliğini gidermek için bazı yükümlülükleri var, diğer taraftan ise Batılı taraflar da İran’a karşı uygulanan ambargo ve yaptırımların tamamen kalkmasını güvence altına almalı” diye açıklamada bulundu.
İran başmüzakerecisi Irakçi, Nükleer Müzakereler’de çok kritik bir aşamada olundunduğu belirtti ve olası bir Nükleer Anlaşma’da karşı tarafa hiç bir taviz verilmeyeceğinin de altını çizdi.
Yeni tur Nükleer Müzakereler, yeniden Lozan’da düzenlenecek
İran ve 5+1 Grubu arasındki Nükleer Müzakereler, Prşembe günü Lozan’da yeniden başlayacak.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran ve 5+1 Grubu arasında geçen Cuma günü son bulan Nükleer Müzakerelerin yeni turu bu hafta Perşembe günü başlayacak ve geçen tur görüşmeleri gibi bu tur da İsviçre’nin Lozan kentinde düzenlenecek.
Bu habere göre , İran Nükleer Müzakere Heyeti de bu oğrultuda Nükleer Müzakerelere 5 günlük bir aranın ardından yeniden başlamak için Çarşamba günü İsviçre’ye gitti.
Prşembe günü başlanması ön görülen yeni tur müzakereler, geçen haftaki gibi İsviçre’nin Lozan kentinde ve Beau-Rivage Palace hotelinde düzenlenecek.
ABD ile müzakere sadece nükleer meselesiyle sınırlıdır
İmam Hamanei yeni Hicri-Şemsi yılın ilk günü Nevruz dolayısıyla cumartesi günü Meşhed’de İmam Rıza’nın(as) türbesinde yüzbinlerce kişiye hitaben yaptığı konuşmada iç ve dış birçok konuya değindi. Konuşmanın önemli satır başları şöyle:
Yaptırımların kaldırılması görüşmelerin ana konusudur, görüşmelerin sonucu değil. Anlaşma tarihinde yaptırımlar da lağvedilmelidir.
Daha çok yaptırım ve askeri tehdit İran milletini korkutamaz.
Dış siyasetimizi değiştirir, müstekbirlerle uzlaşır, dayatmaları kabul edersek ekonomimiz canlanır düşüncesi akim ve faydasız bir siyasettir. Bu düşüncede olanlar yanılıyor.
Düşmanın İran milletine karşı koymak için başvuracağı tek silahı yaptırımlardır.
Amerika’nın müzakereye ihtiyacı çok fazladır; Amerikalılar arasındaki ihtilaflar müzakereye ihtiyaçları olmadığı anlamına gelmez.
Amerikan Cumhurbaşkanı, İran’da bazı kesimlerin müzakereye karşı olduğuna dair ifadeleri tam bir yalandır. Biz görüşmeye değil dayatmalara, zorbalığa karşıyız.
ABD ile müzakere nükleer meselesiyle sınırlıdır ve bölgesel, dahili ve silahlar konusunda onlarla kesinlikle konuşmuyoruz. Çünkü bölgesel konularda birbirine zıt görüşte ve karşı cephelerdeyiz.
En büyük emir bil maruf İslam nizamı kurmak, İslam nizamını korumak ve milletin izzetini korumaktır.
En büyük münker İslam nizamını zayıflatmak, İslam kültürünü, ekonomiyi, ilim ve teknolojiyi zayıflatmaktır.
Yetkili makamlar uygulamaları, izlenen siyasetleri eleştirenlere hakaret etmemelidir. Muhalifi tahkir etmek tedbir ve hikmete aykırıdır.
Kaygılanmak suç değildir, hükümet ve hükümet yanlıları bazı siyasetlerden endişe duyanlara ihanet etmemelidir.
Ben, bütün hükümetleri destekledim, bu hükümeti de destekliyorum ama kimseye açık çek de vermem, desteğim sınırsız değildir.
Bugün ülkenin en büyük problemlerinden biri ekonomik meseledir. Düşman ekonomik baskıyla halkı hükümet ve İslam nizamı karşısına geçirmek ve iç huzur ve güvenliği ortadan kaldırmayı planlamaktadır.
Ban Ki-moon’dan Nevruz kutlaması
BM Genel Sekreteri, yıllık Nevruz Bayramı’nın, toplumların birbiriyle kaynaşmak ve çeşitli kültürlerle saygı ve diyalog çerçevesinde yaşamak adına eşsiz bir fırsat olduğunu belirtti.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, Tahran'da bulunan Birleşmiş Milletler enformasyon merkezinin dün Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un, 21 mart Nevruz Bayramı nedeni ile gönderdiği kutlama mesajını yayımladığı bildiride, Nevruz'un toplumların birlik ve dayanışma günü olduğuna vurgu yapıldı.
Ban Ki-moon'un mesajında ayrıca bu yıl Nevruz Bayramı’nın başka bir anlam taşıdığını, zira BM'nin sürdürülebilir gelecekten yeni bir portre çizmeye, yararlı Küresel iklim anlaşmasını onaylamaya çalıştığını belirtti. Söz konusu önceliklerin ise Nevruz'un özü doğrultusunda olduğu belirtildi.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin mesajının bir diğer kısmında ise, tarihi Nevruz geleneğinin baharın başlaması ile birlikte, Güney Asya’dan Orata Asya’ya kadar ve Kafkasya’dan Balkanlar’a kadar, bir çok toplum tarafından geleneksel ve bereketli kutlamalara vesile olduğu ifade edildi.
İmam Hamanei’nin Nevruz mesajı
İslam inkılabı rehberi İmam Seyyid Ali Hamaney, Hicri-i Şemsi 1394 yeni yılını, “Hükümet ve millet, gönül ve söz birliği” yılı olarak adlandırarak, nevruzu kutlayan İran halkı ve tüm halklara kutladı.
İmam Hamanei yeni yıl mesajında, bu yılın Hz. Fatime-i Zehra’nın –sa- şehadet günleri ile eşzamanlı olmasına işaretle, İran halkının İslam peygamberi (sav)’in Ehli Beyt’ine ve muhterem kızına olan sevgisinin bazı gereklerinin olduğunu, halkın bu gereklere kesin riayet edeceklerini ve yeni yılın Fatımi bereketlerle dolu olmasını ve o yüce insanın ad ve anısının halkın yaşamında çok derin etki bırakmasını temenni etti.
İmam Hamanei, Nevruz mesajının devamında geride bırakmış olduğumuz 1393 yılının bazı önemli olaylarını hatırlatarak hükümet ile halk arasında yakın işbirliği ve dayanışmanın zaruri olduğunu bildirerek, “Yeni yılın şiarı olan “1394 Yılı, “Hükümet ve Millet, Gönül ve Söz birliği” sloganının tahakkuku için bu sloganın her iki tarafı da yani aziz, yüce, yiğit, bilge ve gayretli İran halkıyla hizmetkar hükümet birbirine güvenmeli ve samimiyet içinde birbiriyle işbirliğinde bulunmalıdır” ifadesini kullandı.
İslam inkılabı rehberi yeni yılda İran halkının önündeki arzularına temas ederek, bunların “Ekonomik Kalkınma”, “Uluslararası ve Bölgesel İktidar ve Onur”, “Gerçek Anlamda Bilimsel Atılımlar”, “Yargı ve Ekonomi Adaleti” ve “İman ve Maneviyat” olduğunu ve kendisinin bunları halk için temenni ettiğini, elbette tüm bu arzuların elde edilebilir arzular olduğunu ve İran halkının büyük kapasitesinin ve nizamın siyasetlerinin dışında olmadığını belirtti.
İmam Hamanei yeni yılı “Hükümet ve millet, gönül birliği ve söz birliği” olarak adlandırdığına dikkat çekerek, halk ve hükümet arasında daha fazla samimiyet, daha fazla işbirliği ve gönül birliği ile işlerin daha iyi ilerleyeceğini belirterek; “Hükümet halkın hizmetçisi ve halk da hükümetin işverenidir. Hükümet ile halk arasındaki işbirliği ne kadar fazla olursa işler de o kadar ilerleme kaydedecek. Bunun için hem hükümet halkı kabul etmeli ve halkın değer, önem ve yeteneklerini yerinde kabul etmeli ve hem de halk sözün tam manasıyla hükümete güvenmelidir” dedi.
İmam Hamanei geride bıraktığımız Hicri-i Şemsi 1393 yılının şiarının ne kadar tahakkuk bulup bulmadığını değerlendirerek, “Milli İrade ve Cihadi İdarecilik” mevcut sorunlar dikkate alınarak 93 yılı için seçilmiştir ve halkımız da hem bir takım sorunlar karşısında tahammül ve hem de 22 Behmen (11 Şubat), “Dünya Kudüs Günü” ve “Büyük Erbain” yürüyüşü gibi bir takım yürüyüş ve etkinliklerdeki kendi sarsılmaz irade ve gayretini sergilemiştir” ifadesini kullandı.
Geçen yılda cihadı iradenin de açıkça görüldüğüne işaret eden İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamaney, 93 yılı sloganların sadece bu yıla özel olmadığını, gelecek yıllarda yaşamın tüm kesitlerinde milli irade ve cihadı yönetime ihtiyaç olduğunu hatırlatarak, “Nerede “Cihadi İdarecilik” var olmuşsa ilerlemeler de kendini göstermiştir” dedi.