
کارگر
Doğu Azerbaycan-Tebriz’den Türkiye’ye beyaz eşya satışı başladı
FHA- Doğu Azerbaycan Sanayi, Madencilik ve Ticaret Teşkilatı Başkanı Tebriz üretim birimlerinin düşük maliyetli fiyatı ve beyaz eşya ürünlerinin çeşitliliğini ihracat artışının ana nedeni olarak açıkladı.
FHA- Tebriz Uluslararası Fuarı'nda 30. uluslararası ev aletleri ihtisas sergisini ve 25. uluslararası ısıtma, soğutma ve havalandırma sistemleri ihtisas fuarını ziyaret etti. Bu sabah Tebriz'i ihracatın artmasındaki ana etken olarak belirleyerek, "Tebriz'deki beyaz eşya sanayi birimleri, ilin iyi sanayi kapasitelerinden biri olan üretimi artırma konusunda büyük bir yeteneğe sahip.
Tebriz'de üretilen ürünlerin artan kalitesi, üretim fiyatının düşmesi ve ev aletlerinin çeşitliliği, komşu ülkelere önemli ihracatlara yol açtı.
Parnian sözlerine şöyle devam etti: Şu anda beyaz eşya üretim birimleri, düşük fiyatlı ve yüksek kaliteli çeşitli ürünler üretiyor.
Doğu Azerbaycan Sanayi, Maden ve Ticaret Teşkilatı Başkanı şunları ekledi: Bu yılın ilk üç ayında buzdolabı ve soğutucu gibi beyaz eşya ürünleri Türkiye'ye 780.000 dolar değerinde ihraç edildi ve bu da genel olarak beyaz eşya sektörleri için iyi bir pazar oluşturdu. .
Bu fuarın halk tarafından çok iyi karşılandığına işaret ederek, "Bu fuarda Doğu Azerbaycan, Batı Azerbaycan, Tahran, Horasan Razavi, İsfahan, Kum, Alborz ve Kazvin illerinden firmalar ile Türkiye'den firmalar yer alıyor , Çin ve Güney Kore de burada ürünlerini sergileyecek.
Dernek milletvekillerinin huzurunda gerçekleştirilen bu ziyarette, bazı sergiciler ve ekonomi aktivistleri il güvenlik teşkilatı başkanına sorunlarını ve sorunlarını dile getirdiler ve bu kapsamda soruşturma ve inceleme yapılmasına karar verildi.
İran’ın kaliteli yerli üretimi sayesinde İran’dan Türkiye’ye beyaz eşya satılması, ABD’nin bütün yaptırım ve ambargolarının İran milletinin azmi karşısında yetersiz kaldığının da bir göstergesi.
Güçlü Suriye'yi ne biz isteriz ne İsrail
FHA- Orta Doğu'da ve hususiyetle Suriye'de din/mezhep taassubunu dikkate almadan bir hâl yolu bulamazsınız.
FHA- Bir de İsrail'i dikkate alacaksınız. İsrail'le Suriye bitişik. Suriye'nin İsrail'i çekindiren bir uzantısı ise Lübnan. İsrail, Suriye'nin Lübnan'la hiçbir surette güçlü bir bağ kurmasını istemez. Lübnan, güçlü bir Suriye'nin etkisine girmeye hazırdır. Geçmişte girmişti de. Bunun bizzat zararını gördük. PKK'nın iki merkezi vardı. Biri Şam, biri de Lübnan-Bekaa. Ve ikisi de Suriye gizli servisi Muhaberat'ın kontrolündeydi. PKK, Beşşâr'ın babası Hafız Esad zamanında kol kanat saldı. Biz o kolları kanatları kırmak için yılları heba ettik.
Suriye iç savaşı sürerken, 2015'te, İsrail'in Jerusalem Post gazetesinde Gideon Sa'ar ve Dr. Gabi Siboni imzasıyla çıkan yazıda Suriye'nin bütün bir devlet olarak ortadan kalktığı, yakın bir gelecekte de yeniden birleşmesinin mümkün görünmediği görüşlerine yer verildi.
Her iki yazar da İsrail'de yakından takip edilir. Gideon Sa'ar Likud Partisi'nde önde gelen politikacı. İçişleri Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı da yaptı. Gabi Siboni bir albay.
Suriye'nin etnik temelli ayrışmalarından bahsediyor ama ben bunu daha çok "mezhep farklı devletlere ayrışma olarak" görüyorum. Yazarlar tabiî olarak Türkiye faktörünü hesaba katmadılar. Ayrışmadan bahsedildiğine göre, bu ayrışmayı Türkiye'nin kontrolündeki bölgeler olarak da düşünmeliyiz. Siyasîlerimizin "Suriye'nin toprağında gözümüz yok." gibi laf etmeleri boşuna. Onlar da biliyorlar, Suriye'nin bütünlüğünden bahsedilemez. Biz girebildiğimiz yerleri berkitmeliyiz. Diğer bölgelerde de ağırlığımızı hissettirmeliyiz.
İsrailli yazarlar biraz uçmuşlar: Suriye'nin 4 bölgeye bölünebileceğini söylüyorlar. Kıyıda Alevî [Nusayrî] devleti, güneyde Cebelü'd-Dürzi ve Ürdün sınırında Dürzî devleti, kuzeyde Kürt devleti ve geri kalan bölgelerde de Sünnî devleti tasavvur ediyorlar.
Suriye, Fransa mandasıyken beş ayrı otonom bölge vardı. Ama sonra onlar birleşti. Şimdi şartlar farklı. Devreye İran ve Türkiye girdi. ABD ve Rusya'yı saymıyorum. Onlar geçici. Kalıcı olan iki ülke: Türkiye ve İran. İkisini da mezhep bağlantılarını dikkate alırsak Suriye'den vazgeçmeleri mümkün değil. İran neyse... Suriye ile arasında Irak var. Ama Türkiye, ne mezhep olarak, ne etnisite olarak kendi rızası ışında bir varlığa müsamahası olur.
CHP'nin önceki genel başkanı, tecrübeli siyasetçi, ta 2012'de şimdi de geçerli görüş serdediyor:
"Suriye'de ortaya çıkan iç savaş tablosunu sadece bu ülkenin iç dinamikleriyle açıklamak mümkün değil. Bu olay sadece köhnemiş bir dikta rejimine karşı demokrasi ve özgürlük isteyenlerin mücadelesi değildir. Açık bir şekilde dışarıdan düğmeye basılmıştır. Suriye rejiminin reaksiyonunun da ölçüsüz olması bu ülkeyi bir iç savaşa sürüklemiştir. Suriye'de yaşananlar Türkiye'yi çok yakından ilgilendirir."
Deniz Baykal, iç çatışmayı mezhep çatışmasına bağlıyor:
"Suriye'de yaşananlar mezhep çatışmasıdır. İç savaşın kimliği budur. Türkiye bu savaşta taraf haline gelmeye başladı. Türkiye, başlangıçta Irak'ta çatışmaların mezhep savaşına dönüşmemesi için büyük gayret gösterdi. Ama bugün Irak'ta da Türkiye bir mezhep çizgisine sürüklenmiştir. Suriye de zaten mezhep savaşının tarafı haline gelmiştir." (Röp. Fikret Bila, "TBMM acilen toplanmalı", Milliyet, 1.08.2012)
Baykal teşhisi baştan doğru koymuştur. Özellikle CHP yönetimi "Esad" derken onun sözlerini akıllarında tutmalıdır.
Aslan tekin
Hüseyni Kıyam Sırasında Mekke, Medine ve Kufe’deki Durum Nasıldı?
Bismillah
İmam Hüseyin (as) diyor ki:
“Ben ceddim Resulullah’ın ümmetini ıslah ve emri bil marufu(dinini) ihya etmek/ diriltmek için kıyam ettim”
İmam Huseyin(as) neyi ıslah ve ihya etmek istiyordu? Ümmete ve dine ne olmuştu da düzeltmeye ve diriltmeye ihtiyacı vardı? İslam’ın o zamanki merkezleri Mekke, Medine, Basra, Şam ve Kufe’deki toplumsal, ahlaki ve siyasal durum incelenmeden İmam’ın kıyamına neden olarak ileri sürdüğü bu söz anlaşılamaz.
Kerbela’da 61/680 yılında Muharrem ayının onuncu günü/ Aşura günü zirvesine ulaşan Hüseyni Kıyam’ın tüm nesillere yönelik çok sayıda mesajı vardır. Hüseyni Kıyam tarih felsefesi, siyaset, toplum bilim, ahlak ilmi, askeri-hamaset, edebiyat-duygusallık gibi bir çok dalda incelenmiş ve incelenmeye devam edilecektir. Anlamak istiyorsak, tarihten ders çıkarmak istiyorsak araştırmaktan, incelemekten ve tekrar tekrar değerlendirmekten başka çaremiz yoktur.
Hüseyni Kıyam sadece Müslümanlar arasında değil insanlık tarihinde eşi benzeri olmayan, idraki/anlaşılması oldukça zor bir olay ve olgudur. Geçmişte ve zamanımızda olayın derinliğine inmek, hikmetini kavramak, toplumsal/siyasal düzen için dersler çıkarmak çok az kişiye nasip olsa da olayın duygusal yönünü anmak ve zamanımıza kadar yaşatmanın önemi de yadsınamaz.
Başta ülkemiz olmak üzere dünyanın çeşitli yanlarında Hüseyni Kıyam’ın ruh ve hakikatini şiir, mersiye ve genel olarak matem merasimleriyle canlı tutan ve bizlere ulaştıranlara şükran borcumuz vardır. Ama bütün bu çabalar Hüseyni Kıyam’ın duygusal yönünü anlatmakla sınırlı kalmış ve kıyamın asıl amacını ihtiva eden yönleri henüz toplumsal çapta anlaşılabilmiş/anlatılabilmiş değildir.
Takdir edilir ki, İmam Hüseyin(as) ona mersiyeler okunup, merasimler düzenlenip ağlanılsın diye kıyam etmemiş ve yeryüzüne gelmiş geçmiş en aziz ve reşid topluluk olan ashabını/yaranlarını bunun için feda etmemiştir. İmam Hüseyn’in kıyamının hedefleri konusunda şimdiye kadar birçok görüş ileri sürülmüşse de genelin kabul ettiği şudur ki; İmam’ın hedefi vazifesini yerine getirmek/iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, tahrif edilmiş İslami değerleri ihya etmek, davete icabet ederek tağuuti saltanatı yıkmak ve zevk u sefaya dalmış/yozlaşmış toplumun uyanışı için güçlü bir mesaj vermek/şok etkisi oluşturmaktı.
Hüseyni Kıyamı tüm yönleriyle özet olarak açıklamak bile aylarca yıllarca zaman gerektirirken bizim gibilerin birkaç yazıyla kıyamın hedeflerini ortaya koymak gibi bir iddiamız asla olamaz. Ama karınca kararıyla da olsa bazı karanlık noktaları aydınlatmaya çalışmayı da görev bilmeliyiz. Ola ki, araştırmacılar ve kalemi güçlü olanlar bu hatırlatmaları dikkate alarak şimdiki ve gelecek nesilleri Hüseyni Kıyam’ın hedefleri konusunda aydınlatmayı başarırlar, inşallah.
Şimdi birkaç soruyla kıyam öncesi durumla ilgili bazı hususlara değinelim:
Kıyam zamanında Mekke ve Medine’nin toplumsal siyasal durumu nasıldı?
Niçin başka bir şehir değil de Kufe? Mekke, Medine ve Basra’yla karşılaştırıldığında Kufe’nin farkı neydi?
Cemel, Sıffin ve Nehravan savaşları sırasındaki sapma ve yozlaşmayı isyancıların geçmişine bakarak anlamakta zorlanan, onbinlerce müslümanın kanının döküldüğü savaşları “ictihad farkı” olarak tevil edenler gibi Hüseyni Kıyamı bir iktidar savaşı olarak gören ve başka nedenlerden dolayı anlamakta zorlananlar da İslam toplumunun 30 yıl gibi kısa bir süre içerisinde İslami değerlerden uzaklaşabileceğine inanamıyorlar.
İmam Hüseyin’e nispet edilen bir rivayette Hazret şöyle buyurur: “Benim zamanımda marufla münker yer değiştirdi.” Yani kötülük iyiliğin yerine geçti, kötü işler iyi, iyi işler kötü olarak görüldü. İmam Huseyin zamanında toplum nifak/ikiyüzlülük aşamasını geride bırakarak daha tehlikeli bir aşamaya girmişti. Medine ve Mekke’de artık alenen şarap içiliyordu, evlerden çalgı ve kadın şarkıcı sesleri yükselmeye başlamıştı.
Zina konusunda duyarlılık zayıflamıştı. Bunun en açık örneği Muaviye’nin Ziyad ibn Ubeyd’i kendi kardeşi olarak ilan ederek bundan sonra Ziyad’a Ubeyd’in oğlu değil Ebu Süfyan’ın oğlu değin, çünkü Ziyad babamla annesi Mercane’nin gizli ilişkisinden dünyaya gelmiştir, diyor ve bu münkerin halife tarafından ifşa edilmesi karşısında kimseden ses çıkmıyordu. Kısacası Emeviler İslami değerleri ortadan kaldırmak ve cahiliye döneminin adetlerini geri getirmek için açıktan faaliyet gösteriyor, Ebuzer ve Ammar gibi birkaçı dışında sahabelerden de kimse buna tepki göstermiyor veya gösteremiyordu. Hatırlatmak gerekir ki, Ziyad, Yezid tarafından Kufe’ye vali olarak atanan ve Kufe ordusunu Kerbela’ya gönderen baş katil Ubeydullah’ın babasıdır.
Ebu’l Ferec İsfahani “El-Eğani” adlı kitabında şöyle yazar: “ Hicri 60’lı yıllarda (İmam Hüseyin’in imamet yıllarında) hacc ibadetini yerine getirmek için Mekke’ye gelen hacılar, tavaf sırasında şarap da içiyorlardı… ”
Ahlaki laubalilik ve yozlaşmaya kayıtsız kalındığı gibi siyasal açıdan da Emevilerin oluşturduğu korku ve baskı ortamına kimse karşı çıkacak cesareti gösteremiyordu. Artık nasihat edecek, karşı çıkacak Ebuzer , Ammar ve Salman da yoktu.
İmam Huseyin(as) işte böyle bir zaman ve ortamda Yezid gibi birine biyat edemeyeceğini ilan ediyor ve “Ben ceddim Resulullah’ın ümmetini ıslah ve emri bil marufu(dinini) ihya etmek/yeniden diriltmek için kıyam ettim” diyerek ümmetin doğru yoldan çıktığını ve dinin tahrif edildiğini haykırıyordu.
Peki nasıl oldu da genel olarak toplum ve özel olarak dünün mücahitleri kısa sürede böyle duyarsız, tepkisiz ve yozlaşmış bir duruma gelmişti?
Bilindiği üzere ikinci halifenin iş başına gelmesiyle birlikte futuhat/başka ülkeleri fethetme yöntemi tebliğ-irşad ile İslamı’ı tanıtma yayma yöntemi yerine geçmiş ve kısa sürede geniş ülkeler Müslümanların kontrolüne geçmişti. Fethedilen her bölgeden elde edilen ganimet ve haraç müthiş bir servet yığılmasıyla sonuçlanmıştı. Ganimet dağıtımı Pegamber (sa) ve birinci halife Ebubekir dönemindekinin aksine katsayı sistemine göre dağıtılmaya başlandı. Yani İslam’a girme geçmişi, muhacirden olma, savaşlara, gazvelere katılım sayısı vb ölçütlere göre dağıtılınca İslam’a ilk giren sahabelerden bazıları aniden müthiş servetlere sahip olmuştu.
Misal olarak Abdurrahman bin Afv ilk muhacirlerden olup Ensar’ın yardımıyla hayatını sürdürmüşken vefat ettiğinde servetinin miktarı hesaplanamayacak kadar fazlaydı. Bir rivayete göre öldüğünde dört eşinden birinin isteği üzerine mirasın acil olarak bölünmesine karar verilmiş ve sahip olduğu geniş araziler ve çiftlikler dışında sadece sahip olduğu altınlardan bu eşinin hissesine (1/32) 80.000 altın sikke düşmüştür. Yani 2.560.000 altın sikkeye sahipmiş. Mesudi, “ Muruc ez-Zeheb” adlı kitabında şöyle kaydeder: “ Ravi diyor ki, Abdurrahman bin Afv’ın altınlarını Mescid-i Nebi’nin ortasına yığdılar, ben Mescid’de durduğum yerden baktığımda Mescid’in öte tarafını göremiyordum.”
Bu sadece bir örnek olup ülkeler fethetme döneminde ganimet toplama savaşa katılmanın ilk saiki haline gelmişti. Şöyle ki, Cemel Savaşında Ayşe, Talha ve Zubeyr’in komuta ettiği ordu yenildikten sonra Emir’el Müminin Ali’nin ordusundaki askerler ganimet toplamak ve müslüman kadınları kızları esir edip cariye edinmelerine izin verilmeyince şaşırmışlardı. Yani ganimetsiz, cariyesiz savaş düşünemeyecek duruma gelmişlerdi. Bu misal bile Peyamber’in(sa) irtihailinden daha 30 yıl geçmeden ortaya çıkan sapmanın derinliğini göstermekte değil midir?
Mekke ve Medine başta olmak üzere önemli İslam beldelerinde servet bolluğunda, şehvet ve zevk u safa içinde boğulan sahabe ve tabiinin –istisnalar da vardı elbet- Peygamber’in (sa) getirdiği ilahi dinin Emevilerce değiştirilmesine duyarlı olmaları veya tepki göstermeleri beklenemezdi elbet.
İmam Huseyin (as) işte böyle bir ortamda Medine’den çıkmış, İslami beldelerden Hacc ibadeti için toplanmış Müslümanlara Mekke’de durumu anlatmaya çalışmış ve herhangi olumlu bir cevap alamamış ve Kufelilerin davetine icabet etmek için yeniden Kuzey’e doğru yoluna devam etmişti.
Peki Kufe nasıl bir yerdi? Kufeliler niçin İmam’ı davet etmişlerdi?
Kufe bir şehir halini almadan önce İkinci Halife Ömer zamanında sürdürülen fetihlerde ordunun toplanma merkezi olarak seçilmiş ve zamanla birlikte doğu, kuzey ve batıya doğru genişlemede büyük bir garnizona dönüşmüştü. Dicle ve Fırat nehirleri sayesinde sulak ve verimli arazilerin ortasında bulunan bu bölge kısa sürede Yemen, Hicaz ve başka bölgelerden göçlerle o zamanki en büyük şehrin oluşmasına tanık olmuştu. Beni Esed, Beni Temim gibi büyük Arap kabilelerine ilaveten Arap olmayan anlamında mevali olarak adlandırılan İranlı Müslümanların da göçüyle Kufe yeni kurulmuş çok uluslu bir şehir haline gelmişti.
Geçmişe dayalı belli bir gelenek ve kültüre sahip olmayan Kufe kabilelerin ve ulusların sayısı oranında kozmopolit, çoklu bir kültürel yapıdaydı. Ama savaşa hazır olma, ganimet toplama, yeni bölgelere hakim olma, beytülmaldan pay alma ve kabilelerini her açıdan güçlendirme konusunda ortak özelliklere sahiptiler.
Peki Kufeliler Şii miydiler?
Şiiliği Ehlibeyt’in(as) velayetini kabul etmek olarak düşünürsek bu tip Şiilerin sayısının birkaç yüz kişiyi geçmediği söylenebilir. Bunlar açısından İmam, Allah ve Resulü(sa) tarafından tayin edilmiştir, ister devletin başında olsun ister makamı gasbedilmiş olsun. Bunların Kufe’de halk tabanında bir rolleri yoktu denilebilir. Çünkü farklı kabileler içinde azınlık durumundaydılar. Ve çoğu defa kabilenin ortak kararı dışına çıkamıyorlardı.
Şiiliği İmam Ali’nin(as) halifeliğini, ilmi üstünlüğünü, komutanlıktaki üstünlüğünü kabul etmek olarak düşünürsek, nüfusun önemli bir bölümünün bu grupta olduğu söylenebilir. Emirelmüminin zamanında olduğu gibi İmam Hasan ve İmam Huseyin zamanında bunların geneli olmasa da ileri gelenleri savaşta ve barışta gerekli gördükleriinde kendi görüşlerini ve maslahatçılığı ileri sürebiliyorlardı. Muslim ibn Akil’i Kufe’de yalnız bırakan ve Hüseyni Kıyama katılmadıkları için pişman olan Tevvabin bu kategoride değerlendirilebilir. İmam Huseyn’e mektup yazıp Kufe’ye davet edenlerin çoğu bu gruptaki Şiilerdi. Süleyman ibn Sured’i bu grubun en belirgin şahsiyeti olarak görebiliriz. Kerbela şehidlerinden Habib ibn Mezahir ve Müslüm ibn Avsece’nin birinci grupta mı yoksa bu ikinci grupta mı olduğu konusunda farklı görüşler vardır.
Üçüncü bir grup ise önceki üç halifeye biyat ettikleri ve meşruiyetini kabul ettikleri gibi İmam Ali ‘ye de biat etmiş ve çıkarları korunduğu sürece savaşlarda İmam ali’nin yanında yer almış kesimlerdi. Güçlü Kindi kabilesinin lideri Eş’as ibn Kays gibi kabile reisleri ve çoğu Kur’an karisi olan Haricilere bağlı topluluklar bu grupta bulunuyordu. Kufe nüfusunun ekseriyetini bunlar oluşturuyordu. Bunlardan bazıları da İmam Huseyn’e davet mektubu yazmış ve hatta kendilerini İmam’ın şiisi/taraftarı (Şebes ibn Rebii vb) olarak tanıtmışlardı. Bu gruptakiler öteden beri iktidarın Şam’dan Irak’a, Irak’ın o zamanki merkezi Kufe’ye aktarılması yanlısı olarak Yezid’i halifelik makamına uygun görmüyorlardı. Bunlar hakkaniyet değil iktidar özlemi çeken ve iktidardan yararlanmak isteyen kesimlerdi.
Dördüncü bir grup ise sayıları çok olmasa da Emevilerin desteği ile Kufe’de bulunan, hükümetin nimetlerinden yararlanan ve Şam hükümeti lehine çalışanlardı.
Kufe şehri yukarıdaki açıklamalar ışığında eksik yanlarına rağmen Medine, Mekke, Basra ve Şam’dan toplumsal faaliyetler bakımından daha canlı, siyasal açıdan daha ileri ve dini duyarlılık bakımından daha az yozlaşmış durumdaydı. Hangi saikle olursa olsun Emevi zulmüne karşı sözde de olsa direnişe hazır olmalarını açıklamaları bile öteki şehirlerden biraz daha önde olduğunu gösteriyor.
Bu makalede İmam’ın sözünün dayandığı tarihi gerçekleri, kıyam öncesi İslam toplumunun düştüğü müptezel durumu bir nebze olsun açıklamaya çalıştık. Kufe halkının İmam Huseyn’i davet etmelerine ve O’na biyat etmelerine rağmen verdikleri sözde durmadıkları ayrı bir tarihi gerçek olup ayrı bir makalede incelenmesi gerekir. Bu konuve Kerbela’ya Ömer ibn Saad komutanlığında hareket eden grupların motivasyonlarını ayrı bir yazıda değerlendireceğiz inşallah.
Ziya Türkyılmaz
İmâm Humeynî ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin İrfânî Tefsirinde İnsanın Kemâl Seyri
İnsanın, varlık âlemindeki diğer varlıklar arasında özel ve benzersiz bir makamı vardır. Bu makamın eşsiz oluşu; insanın Hakk’a ulaşması, rüşt ve kemal elde etmesi için kendisine bahşedilen yetenekler sebebiyledir. İnsanın varlık hazinesinde zâhirî ve bâtınî illetler/sebepler olarak bulunan bu yeteneklerin tümü, kerâmetin zuhur sebepleridir. Bu esasa göre modern insanın önemli özelliklerinden biri olan şaşkınlıktan kurtulabilmek de, insanın varlığı ve yeteneklerine dair doğru bir portrenin tanıtılması yoluyla mümkün olabilir. İnsan için tabiat âleminin ve siyasî - içtimâî sistemlerin faydalı olabilmesi, hatta kutsallık taşıyıp mutluluk bahşetmesi; kendisinin ne için yaratıldığını, mutluluğa kavuşabilmek için aslî ve ilâhî ihtiyaçlarını temin etmede nelerin faydalı olduğunu ve toplumu hangi rükünlerin muhafaza edeceğini bilmesine bağlıdır.
İnsanın kemal seyrini konu alan, ölümden sonraki hayatı dünya hayatıyla sıkı sıkıya irtibat halinde bilen ve dünyayı, âhirete ulaşmada bir köprü ve vesile mesabesinde nazara alan Antropoloji, insanın, kendisi için maddî hayatta olduğundan daha üstün bir değer biçmesini, maddeye bağlılıktan kurtulmasını ve aynı zamanda da Allah’ı tanıma yoluyla kendisini de tanımasını sağlamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’a mübteni bir Antropoloji’ye eğilmek, akıllı ve bilgili her Müslümanın görevidir. İmâm Humeynî ve Allâme Cevâdî Âmulî gibi İslâm âlimleri ve âriflerinin ekserisinin, himmetlerinin en çoğunu bu önemli konu üzerinde sarf etmelerinin nedeni budur.
İmâm Humeyni (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin görüşüne göre, insan diğer mevcutların sathında yer alan bir varlık değildir. İnsanın şahsiyeti, maddî öğelerle sınırlandırılmış ve bunlara mahsus kılınmamış olduğundan, tabiî ilimler onun varlıksal hüviyetini incelemeye tâbi tutamazlar. Bilakis, İmâm (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’ye göre insan; esmâ-i ilâhînin kâmil suretteki mazharı ve varlık âleminde Hakk Teâlâ’nın zâtını tamamıyla aksettiren bir âyinedir. Allah’ın en yüce ve en büyük hüccetidir; varlığın tüm hakikatlerini kendisinde toplamıştır. Fıtrî tahârete ve ruhun kutsiyetine sahiptir.
İnsan varlığının aslı, melekût âlemi içindir ve bu asıl, dünya ve âhirette derece ve derekelere sahiptir. İnsan, dünyada inancı ve ameli ile ya yüksek derecelere erişir ya da aşağı derekelere iner. Yukarıdaki iki âlime göre, insan için marifetin tahsili yalnızca vahiyle ve vahyânî kelâmın irşatları ile mümkündür. Hakkın tanınması ve insanın hakikatinin ne olduğunun bilinmesi de yine bu yolla hâsıl olur.
Zikredilmesi gerekir ki, Antropoloji’nin konusu iki mihver arasında çark etmektedir: 1) İnsanın hakikatinin ve özelliklerinin tanınması, 2) Makamının ve kemâl seyrinin amacı. Buna göre, bu makaledeki mevzu da bu iki mihverin temel esasları üzerine ele alınmıştır.
Araştırmanın Yöntemi
Bu tahkikin yöntemi pratik bir esasa dayalıdır. Tanımlama-tahlil etme, bu makalenin metodunu oluşturmaktadır ve araştırmanın temel sorusuna; yani İmâm Humeynî (r) ve Allâme Cevâdî Amûlî’nin görüşleri esasınca Kur’ân ve irfânda insanın ilmî ve amelî kemâl yolunun ne şekilde tebyin edilebileceğine cevap verilmiştir. Bu esas üzere, gereken veriler incelenmiş; insanın, Kur’ânî ve irfânî kemâl seyrinin en önemli cüz’leri açıklanmıştır. Bu makalede, konuların kütüphane yöntemiyle bir araya getirilmesine ve de tanımlama-tahlil etme (içeriğin analizi) yöntemiyle bunların irdelenmesine çalışılmıştır.
Söylenmesi gerekir ki, şu ana dek insanın kemâl seyri hakkında irfânî kitap ve makale formunda muhtelif bahisler yazılagelmiştir. Bunların birer birer fihristine de ihtiyaç duyulmamaktadır. Lâkin bu makalenin özel bakışı; İmâm Humeynî ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin, insan ve makamlarına ve aynı zamanda insanın hayvânî tabiattan uzaklaşıp yaratılışının maksadına erişmek için izleyeceği kemâl seyri hakkındaki görüşlerinin yansıtılmasına yöneliktir. Bu makalenin çerçevesi ve yazılış esası bu hedeflere mübtenidir ve daha önce bu nitelikte bir tahkik yapılmamıştır.
İnsanın Makâmı Ve Kemâl Seyri
İbn-i Arabî’nin eserleri ve eserlerini şerh eden kimselerden bazılarının kaleme aldıkları başta olmak üzere, çok sayıdaki irfânî eserde, iki tür insana işaret edilmiştir: 1) Allah’ın halifesi olan kâmil insan, 2) İlâhî halifeliğe liyâkati olmayan nâkıs insan. (Bkz: Kâşânî, 101-102, 1370 ve en-Nâblûsî, c. 2, s. 357, 1429 h.k) Bu ikinci tür, “hayvan” vasfıyla tavsif edilmiştir ve onda ilâhî hakikatlerin zemini oluşmamıştır. Dolayısıyla, insanın övülmesi ve kâmil insanın vasıfları konularında dile getirilen kemâlî sıfatların, ikinci türdeki insan ile bir ilgisi yoktur. Bu ikinci tür insanın kâmil insanla olan benzerliği yalnızca surettedir, kemâl boyutunda değildir (Bkz: İbn Arabî, c. 1, s. 163 ve 641, ty; a.g.e., c. 3, s. 266 ve 295; el-Cündî, s.379-380, 1423 h.k; el-Mehâimî, s. 622-623, 1428 ve Mahmûd el-Ğurâb, s. 11-13, 1414 h.k).
Buna göre kâmil insan, Hakk’ın en azametli rahmeti iken; hayvan vasıflı insan ise kâmil insan yoluyla Hakk’ın rahmetinden nasiplenmektedir (Bkz: Mahmûd el-Ğurâb, s. 9-10, 1414 h.k).
İmâm Humeynî ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin irfânî tefekküründe insan olgusu, başta İbn Arabî olmak üzere diğer bazı âriflerden bir nebze farklılık arz etmektedir. Onların düşüncesine göre insan, diğer mevcutların sathında bir varlık değildir. Onun yüce derecelere ulaşması veya aşağılara düşmesi, akîde ve ameli vasıtasıyladır. Bu iki âlim bu tabiat âlemini (dünyayı), insanların kendi cismî hususiyetleri sebebiyle içine düştükleri bir kuyu gibi telâkki etmişlerdir. Bunun neticesi olarak insan, karanlıklara ve kederlere gark olmuştur. Dolayısıyla İmâm Humeynî (r), insanın cismî özelliklerini betimlerken şunları söylemiştir:
“Bil ki, insan bu tabiat âleminin çocuğudur ve onun annesi işte şu dünyadır. İnsanlar bu suyun ve toprağın çocuklarıdırlar. Onun kalbinde bu dünya sevgisinin ekini ezelden olgunlaşmaya yer bulmuştur ve insan ne kadar büyürse, gönlündeki bu muhabbet de o denli büyür.” (Mûsevî-yi Humeynî, s. 122, 1376)
İmâm Humeynî (r)’nin düşüncesine göre insan, en kâmil insanlar tarafından gerçekleştirilecek doğru ve dışarıdan bir eğitim ile ıslah edilebilir niteliktedir ve bu sayede kemâl yolunu kat edebilir. Hakk’ın terbiye eli, varlık âleminin tamamında insanın terbiyesine koyulmuştur. “İnsan, ilk ve sondur.” (a.g.e., s. 262, 1373)
Allâme Cevâdî Âmulî’ye göre; Münezzeh olan Allah’ın, insanın hareket noktasının başlangıcından bu yana beyân ettiği en temel ve en önemli husus, insanın hilâfeti hâdisesidir. Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım.” demişti.” (Bakara, 30).
Kur’ân-ı Kerîm’de defalarca kendilerinden söz edilen diğer Peygamberlerin aksine, Hz. Âdem’in hilâfeti meselesi yalnızca bu âyet-i şerîfede beyân edilmiştir. Ama buna rağmen, Kur’ân’ın baştan sona bu hikâyenin, (yani insanın hilâfetinin açıklanması) bir şerhi olduğu öne sürülebilir. Zira Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında esmâ-i hüsnâ ve yüce sıfatlarını tanıtmış ve kendisini o isimler ve sıfatlarla övmüştür. Bir taraftan da insanın, daima bir hareket ve değişim hâlinde olduğunu belirtmiştir:
“Ey insan, sen Rabbine (kavuşuncaya) kadar çabalayacaksın, sonunda O’na kavuşacaksın.” (İnşikâk, 6).
Bu hareket bir nevi içsel bir dönüşüm ve nihâî bir oluştur; yani insan bazen fazilete doğru yürümekte ve melek huylu olmakta, bazen de rezâlete doğru koşmakta ve hayvan tabiatlı olmaktadır. Ama her halükârda esmâ-i ilâhiyenin iktiza ettiği üzere, bir dönüşüm ve oluştadır. (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 116, 1381).
Kur’ân-ı Kerîm, insanın seyrini “sîrûret” (oluş) olarak zikretmektedir. “Sîrûret” ile “seyr” arasındaki fark şudur: “Seyr” (“Sîn” harfi ile) “hareket” anlamındadır; yer kürenin ve göğün tüm cisimlerinde mevcuttur. Lâkin “sîrûret” (“Sâd” harfi ile), “bir hâlden başka bir hâle, bir makamdan başka bir makama, bir merhaleden başka bir merhaleye dönüşmek ve kemâl bulmak” demektir.
İstisnâsız, (tüm) insanlar seyir hâlindedirler; önlerinde aşılması gereken ve nihayeti Hakk-ı Teâlâ’ya kavuşmak olan dönüşüm ve oluşlar vardır. Bunlardan (dönüşümler ve oluşlar) her birinin bir veçhi vardır ve bu vecihler Allah’ın inâyeti ile gerçekleşmektedir: “Herkesin yöneldiği bir yön vardır.” (Bakara, 148). Fazilete, adalete, Allah’tan başkasından âzâd olmaya, tevazuya, iffete ve emanete, … doğru hareket eden bir kimsenin Allah’a doğru bir seyri vardır (Seyr-i ilâ’llah). Rezâletlere doğru yol alan bir kimse de Allah’a kavuşacaktır. (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 99-101, 1381).
Öyle sanılmaktadır ki, İmâm (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin bu görüşleri, Molla Sadrâ’nın ekolüyle paralellik arz etmektedir. Çünkü Molla Sadrâ’ya göre, insanlardan her bir fert, kendisinde bulunan çok sayıdaki insânî kabiliyet nispetinde hilâfetten nasiplenmiştir. Onun görüşüne göre, “O sizi yeryüzünde halifeler kılandır…” (Fâtır, 39) âyeti tam olarak bu noktaya işaret etmektedir. (Bkz: Sadrâ-yı Şîrâzî, s. 110, 1360).
Böyle bir bakış açısıyla İmâm Humeyni da tıpkı Molla Sadrâ gibi, kâinat karşısında insan için daha fazla mesuliyet öngörmüş ve âlemde alelâde düzeydeki insanların da hâzır bulunmalarındaki felsefeyi aydınlığa kavuşturmuştur. Onun itikadına göre her insan, kemâli arayış yolunda yerini alabilir ve kendisindeki aşkın boyutları eğitmek suretiyle, derûnunda karar kılınmış ve göreceli bir kavram olan kemâli elde etmede büyük adımlar atabilir. İnsanın kendi başına yürümek yerine bir veliye tâbi olma vazifesinin olması, işte bu esas üzerinedir. Zira veli ve nebinin asıl vazifesi, insanı tabiat âleminin karanlıklarından kurtarmak ve onu bizatihi velâyete ve hakikî tevhide ulaştırmaktır (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 382, 1368). Alelâde insanların da O’nun hidayet ve marifet nurundan istifadelenme, kalplerini Şeytan’ın ve enâniyyetin tasallutundan koruma, sırât-ı müstakim üzere, veli ile bir arada olma ve onunla birlikte amel etme vazifeleri vardır (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, s. 531-532, 1376). Dolayısıyla velâyet dâiresi insanlar karşısında işte bu suretle genişlemektedir ve birçok ârife göre hilâfetin, insan-ı kâmilin şa’nından olduğu kabul görmüş ise de velâyet dairesinin sözkonusu genişliği insanın ilâhî hilâfetten faydalanması içindir (Bkz: Câmî, s. 104, 1370).
Sahîfe-i İmâm’da yer alan İmâm’ın sözlerinde de bu manaya rastlamaktayız. İmâm’ın sözlerinde, İslâm’ın kâmil insanlar yetiştirmek istediği gerçeğine işaret edilmiştir. Merhum İmam, Sahîfe-i İmâm’da yaklaşık on dokuz meselede “insan-ı kâmil” terimini kullanmıştır. Bazen onun insan-ı kâmil ile kastetmek istediği; tezkiye olmuş, kemâl derecelerini ve basamaklarını kat etmiş ve ilâhî insanın buyruklarından istifadelenmiş kimsedir. Bazen de insan-ı kâmil ile anlatmak istediği; vatanı ve milleti için faydalı olan, İslâmî, dine ve şeriate bağlı kimseler olmuştur. (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, c. 8, s. 327, 1378).
Allâme Cevâdî Âmulî’nin tabiriyle, diğer varlıklara nispetle âlemleri kendisinde toplama ve İsm-i A’zam’ın mazharı olma makamları insandan başkası için sözkonusu değildir. Dolayısıyla hiçbir varlık, kemâllerinin tamamı vasıtasıyla Allah’a doğru bir seyir izleyebilecek evsafta değildir. Ama insanın durumu farklıdır; zira Allah kendini esmâ ve sıfatlarının tümüyle övmüş ve insanlara şöyle buyurmuştur:
“Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz dönün, Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115).
Yine, esmâsının tamamıyla kendine doğru gelinmesini emretmiştir:
“En güzel isimler Allah’ındır, bu güzel isimlerle O’na dua edin.” (A’râf, 180).
Dolayısıyla insan, yalnızca tek bir yol üzerinde değildir; bilakis bütün yollardan Münezzeh olan Allah’a doğru yola koyulabilir ve Hakk’ın tüm esmâsı da insanın likâullaha erişmesini sağlayabilir (müsîrun likâ-illah). Ama tüm kapıları kendi yüzüne açılmış olarak bulan ve Allah’ı tüm isim ve sıfatlarıyla talep eden ve anan yalnızca kâmil insandır. (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 124, 1381).
İmâm Humeynî, insan-ı kâmil mefhumunu toplumun ayniyyet ve hakikatinde öylesine aydınlatmış ve idrak edilebilir bir hâle getirmiştir ki, böylece insanların eğitilmesi konusunda bu teorinin statükosuna dair yeni bir anlayışı aksettirmiştir. İmâm (r) herkesten, bir bedenin âzaları gibi olmalarını ve insan-ı kâmilin hizmetinde bulunmalarını istemektedir. Bunu Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de istemiştir. (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, c. 12, s. 420-426, 1378 ve Celâlî, s. 94-95, 1378). Bizzat İmâm da bu kimselerdendi. Asrımızın câhiliyeti ile mücadele etmiş, insanların bâtınî hayatlarını tomurcuklandırmış, fıtratları uyandırmış, kâmil insanın ve velâyetin anlamını mücessem kılmıştır. İslâm’ın numune sîmâsını insanlara tanıtmış; bu da neslimizin ve asrımızın, bu yüce hakikati zihinsel/soyut surette değil de somut/aynî anlamda anlaması adına paha biçilmez bir fırsat olmuştur. İmâm kendi teorik irfanında, bizler için yalnızca insan-ı kâmilin yüce sîmâsını anlaşılır kılmakla kalmamış, bilakis kendisi de evliyâullah ve kâmil insanların bir numunesini teşkil etmiştir. Bundan dolayı İmâm Humeynî, kendi insan anlayışında/antropolojisinde insanın dinî terbiye sayesinde ıslah olabileceğini ve böylece kâmil insan mertebesine ulaşabileceğini söylemiştir.
“İnsan, yalnızca şu tabiî ve dünyevî hayata sahip olan diğer canlılar gibi değildir. Aksine insan, öyle bir şekilde yaratılmıştır ki; bu tabiî hayata ilaveten, tabiat ötesi bir hayata da sahiptir… Nebilerin tüm talimatları, hedef ve yolu göstermek içindir ve insan, çaresiz bu yolu geçmek zorundadır. Eğer insan (bu konuda) başına buyruk olursa, bu âlemden bir diğerine intikal eden bir hayvan mesabesinde olacaktır. Ama nebilerin yolunu yürürse, insaniyeti kâmil olacaktır.” (Mûsevî-yi Humeynî, c. 9, s. 11, 1378).
Başka bir yerde de, insanın özelliklerini açıklarken, şöyle buyurmuştur:
“İnsanın, bir başkaları nezdindeki bir boyutu vardır (mâ indeküm) ve bir de Allah katındaki değeri vardır (mâ indeAllah). Kendine yöneldiği… müddetçe “indeküm” boyutunu dikkate almıştır…; ama eğer Allah’a yönelirse, Bâki ismiyle bâkîdir ve bekâ bulur.” (a.g.e., s. 130, 1375).
Ona göre insan gerçekte, değerler silsilesinden müteşekkil bir insicama sahiptir ve bu silsilede yer alan her bir merhaleyi geçmek suretiyle daha üstün merhalelere erişir. (a.g.e., c. 14, s. 378).
Bir ferdi, saadetin nihâî merhalesine sevk eden en önemli etken, kendini bilmesidir (marifet-i nefs) ve bu, nefsânî kemâllere erişmenin asıl mihveri sayılmaktadır. Âriflerin her biri, bu konuyu kendi fikirlerinin alabildiğince incelemek için himmet sarf etmişlerdir. Öyle ki Sadrü’l-Müteellihîn, marifet-i nefs bâbında şöyle söylemiştir:
“Burhan ve Kur’ân’ın ikisi de şu konuda birleşmektedirler: İlâhî hikmetin ve insanî nefsin bilgisini; yani mebde’ ve meâdı, (bir de) ebedî bekâ yoluyla kurtuluşu öğrenmek. Bunları bir kenara itmek ise ezelî ve ebedî bir hüsrânın menşeidir.” (Sadrây-ı Şîrâzî, c. 6, s. 9, 1368).
Allâme Cevâdî Âmulî’nin açısından da insanın tanınması/antropoloji büyük bir öneme sahiptir. Zira insan kendini tanımaz ve bu büyük meydana gözü kapalı girerse hataya düşer ve aldanır. Bilhassa da ardında “Şeytan” adında, yemin etmiş, mücehhez bir düşman varsa, ki onun şerâretinde bir mevcut yaratılmamıştır ve yaratılmayacaktır. Çünkü gazap alevleri onu öylesine sarmıştır ki, kendisine dahi acımamış ve altı bin yıllık ibadetinin tüm mahsulünü bir anlık kibirle ateşe atmıştır. O kendini bu denli yakmayı göze alabilmişken başkasına, özellikle de onun sürülmesinin asıl sebebi olan insana acıması düşünülebilir mi?! Âmulî’nin görüşüne göre, Kur’ân-ı Kerîm’in insana bu konuyu beyân etmesindeki ısrar; insanın hangi tehlikeyle yüz yüze olduğunu ve gazap ve taassuptan müteşekkil yakıcı bir ateşin onu peşi sıra takip ettiğini bilmesi ve de böylesine bilgili, mücehhez, şerli ve yatışmak bilmez bir düşmana gâlip gelmenin de yer ve gök arasındaki hiçbir şeyle mukayese edilemeyeceğini idrak etmesi içindir. Zira yer, gök, altından dağlar, kıymetli madenlerden okyanuslar ve buna benzer şeylerin hepsi bir son bulup nihayetinde helâk olacaklardır. Lâkin feyz, kurtuluş ve Şeytan’a gâlip geliş ise ebedî ve bâkîdir (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 172, 1381). Bu esas itibariyle Merhum İmâm (r), nefsi bilmeyi anahtarların anahtarı ve kandillerin kandili olarak telâkki etmektedir. (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, s. 18, 1384).
İmâm (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin irfânî tefsirlerinde zikredilmesi gereken şey şudur: Nefs ve Hakk arasında sıkı bir irtibat vardır. Bu, şu şekilde açıklanabilir: Onların tefsirlerinde iki tür yakınlık (kurb) sözkonusudur:
1- Tekvînî Yakınlık: Burada nefs ile Hakk arasında sıkı sıkıya bir irtibat bulunur. O kadar ki, aralarında bir ikilik ve başkalık sözkonusu değildir ve Hakk Teâlâ sadece kullarının tamamına değil, aynı zamanda diğer mahlukâta da yakınlığın son sınırındadır:
“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16).
2- Sülûkî Yakınlık: Nefs ve Hakk arasında bulunan bu tür irtibat, kulların zâtları hasebiyle Hakk’a karşı çaba, dua ve iştiyâkları ile meydana gelmektedir ve de yalnızca irfânî çaba, sülûk ve mücâhede ile hâsıl olmaktadır. Kulların kabiliyetlerindeki farklılıklara binâen, sülûk ve mücâhede de farklı olmaktadır. Dolayısıyla insan, kendini müşahede etmek suretiyle Hakk’tan ne kadar uzak olduğunu (=Sülûkî Yakınlık) ve Hakk’a nazar etmekle de kendi ile O’nun arasındaki yakınlığı görebilir (=Tekvînî Yakınlık). Nitekim İmâm Humeyni şöyle diyor:
“Sana kavuşabilir miyim bilmem, canımın içindesin Sen;
Canımın içinde olan Senin yüzünün ayrılığı revâ mı bana?”
(Mûsevî-yi Humeynî, s. 43, ty.)
Başta İbn Arabî olmak üzere marifet ehlinden diğer bazı kimselerin görüşlerine bakıldığında şu neticeye varılmaktadır: Onlar nefsi bilmeyi Rabbi bilmenin mukaddimesi olarak görüp, Rabbi tanımayı da nefsi bilmenin neticesi olarak telakki etmişlerse de diğer bir taraftan nefsin hakikatinin döneceği yer olarak zât-ı ilâhiyeyi bilmişlerdir. Hakk’ın zâtının, Hakk’tan başka hiç kimsenin marifetine erişemeyeceği bir makam olması hasebiyle bilinemeyeceğini ve yine tıpkı Hakk’ın zâtı gibi, nefsi bilmenin de mümkün olmadığını söylemişlerdir. Bu esasa göre onlar, nefs vasıtasıyla Hakk’ın marifetine erişilemeyeceğine inanmışlardır. Lâkin her ârif kendi nefsini -ki bu bir nevi icmâlî bir ilimdir ve bu yolla Hakk’a icmâlî bir ilim hâsıl olmamaktadır- bilir; ancak nefsin hakikatinin ve âlemin tanınması noktasında -ki bu Hakk’ın kendisidir- aczini itiraf etmektedir. (Bkz: Harezmî, c. 1, s. 170, 444-445, 1368; a.g.e., c. 2, s. 776-777).
Merhum İmâm da (r) zâtın makamının tanınamayacağı hususunda İbn Arabî ile hemfikirdir. İmâm’ın görüşüne göre, salt nefsi bilme vasıtasıyla Hakk’ın zâtının marifetine erişilemeyeceği gibi, başka hiçbir şey aracılığıyla da Hakk Teâlâ’nın künhüne muttali olmak mümkün değildir. Ama ona göre, bu alanda aczin itiraf edilmesinin de keşf ehlinin en büyük marifeti olduğunun bilinmesi gerekir. (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, s. 13, 1384). İşte bu ayrım, İmâm (r) ile İbn Arabî’nin görüşleri arasındaki farklılığı oluşturan noktadır. Bu esasa göre, İmâm’ın (r), İbn Arabî ve onun eserlerini şerh edenler ve de marifet ehlinden diğer kimseler arasındaki görüş farklılığı şu iki mihver esasınca açıklanabilir:
1. İmâm’ın (r) irfânî bakışında insan, kendi kemâl seyrinde ve Hakk ile olan irtibat halkasında, Hakk’a olan marifetin son derecesine erişebilir ve neticede de “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.” yani her kim nefsini tanırsa – ki tanıyabilir (tanımaktan aczin beyan edilmesi) – o vakit Rabbini de tanıyacaktır. Ama İbn Arabî ve onun eserlerinin bazı şârihlerine göre, ne nefs tanınabilir, ne de Rab. Zira insanın künhünün tanınması, Hakk’ın künhünün tanınmasına mübtenidir ve aslında Hakk (zât makamında) tanınacak mahiyette değildir. Sonuç itibariyle, “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu.” yani her kim nefsini tanırsa - ki tanıyamaz – o zaman Rabbini de tanıyacaktır. Dolayısıyla ne nefs tanınasıdır ve ne de Rab.
“Onun hakikatinden bir şey idrâk edemedim,
Onun içindeyseniz, nasıl idrâk edilebilir?”
(Hârezmî, c. 1, s. 66, 1368).
2. Merhum İmâm’ın insana bakışı, bir ârifin ve kâmil bir insanın, kâmil olmayan ve karanlığa gark olan insanlara bakışıdır. Bu insanların, hayat-ı tayyibeye ve iyiliğe ulaşabilmeleri için, irşad yoluyla ve insan ruhunun kapasitesi ve sınırları esasınca eğitilmeleri ve de karanlıklardan ve huzursuzluklardan kurtarılmaları gerekir. Bu, birçok ârifin, yerine getirmekten kaçındığı bir meseledir. Çünkü beyân edildiği üzere, İmâm’a göre insan, diğer canlılar gibi bu tabiat ve dünya hayatı ile sınırlı değildir; bilakis o tabiî hayata ilaveten, tabiat ötesi bir hayata da sahip olarak yaratılmıştır. (Mûsevî-yi Humeynî, c. 9, s. 11, 1378). İmâm (r), insanın bu özelliklerini dikkate alarak, Peygamberlerin, beşeriyetin kemâl ve hidayet yolundaki tesirine ve rolüne vurguda bulunmuştur. (a.g.e., c. 4, s. 189).
Görüldüğü üzere İmâm, İbn Arabî ve bazı irfan ehli kimselerin aksine, kendi sınıflandırmasında insanı, kâmil insan ve hayvânî vasıflı insan olmak üzere iki gruba ayırmamaktadır. Bilakis insanı, hayvanlardan farklı olarak iki makam sahibi bilmektedir. İnsanın, Allah katında sahip olduğu makam dolayısıyla hayvanî tabiattan uzaklaşmak için bir kemâl seyri olmalıdır. Nitekim onun yaratılışındaki maksat da budur.
Buna göre, Allâme Cevâdî Âmulî’nin sözleri ve de Kur’ân-ı Kerîm’in buyrukları, insanın her iki yönüne değinmek suretiyle onun tabiatını hülâsa bir şekilde açıklamaktadır. Burada manevî konular, ahlâkî faziletler ve rezillikler, amellerin tecessümü gibi, beşerî ilimlerin inceleme alanının dışında olan nice meselelere isnat edilmekte ve tekitte bulunulmaktadır. Eğer bir kimse hayvânî lezzetler merhalesini aşarsa, insanî makama adım atmış olacaktır ve onun bu makamdaki seçkin vasfı kerâmettir:
“And olsun Biz Âdem oğullarını yücelttik.” (İsrâ, 70).
Dolayısıyla Kur’ân’da insanın tabiî ve tabiat üstü olmak üzere iki yönü de açıklanmıştır; ama bu durum, insanın iki hakikate de denk ve eşit surette sahip olduğu anlamına gelmemelidir. Bilakis insanın özünü, onun ruhu olarak izah eden rivayetlere göre, insanın yalnızca tek bir hakikati vardır ve bu yegâne hakikatin bir aslı, bir de fer’i vardır. Onun aslı ilâhî ruhtur; fer’i de aslî yönüne tâbî olan cismidir/bedenidir. Ruhun gücü ne kadar fazla olursa, beden de o nispette kuvvetli olacak, yorgunluk ve yoksunluktan da bir o kadar uzak olacaktır. (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 77, 1381).
İmâm (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin böyle bir bakış açısına sahip olmalarının nedeni belki şu şekilde açıklanabilir: Onların görüşlerine göre insan, varlık arenasında özel ve eşsiz bir makama sahiptir. Bu konum ve mertebe insanın, Hakk’a ulaşmak ve rüşt ve kemâl elde etmek için, varlığında karar kılınmış çok sayıdaki istidat sebebiyledir (hayvanların ve diğer varlıkların aksine). Bu yetenekler zâhirî ve bâtınî suretlerde insanın derûnunda yer almaktadırlar ve bunların tamamı da kerâmetin zuhur sebebidir. Bundan dolayı, tekâmülün tüm evrelerinde insanın eğitilmesi ve tefekkür düzeyinin yükseltilmesi/geliştirilmesi; kerâmetini idrak edecek yolda konumlandırılmasından, insana azametinin ve değerli makamının hissettirilip idrak ettirilmesinden ve de kendisinin, sahip olduğu şa’na gereken önem ve özeni göstermesinden ibarettir. Ama bu çabanın dışında kalan niceleri, insânî yüceliğine hiçbir şekilde önem vermemekte ve durumunu ıslah etmek adına kayda değer hiçbir çaba göstermemektedir. Bu durum öyle bir dereceye varmaktadır ki, insanın şimdiki zamanı, geleceği ve geçmişi abes ve anlamsız olmakta, amaçsızlaşmaktadır. Doğal olarak böyle bir durum, insanın çaba ve çalışma yoluyla vicdanının ikna ve tatmin edilmesi imkanını ortadan kaldırmakta; hayatındaki meselelerin ve durumların düzeltilmesi için yapılacak davete yönelik çabaları ve de daha iyi ve müteâlî bir yaşama doğru hareket etme gayretlerini etkisiz kılmaktadır.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, insanın yaratılış merhaleleri hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Gerçek şu ki, Biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık. Sonra onu bir nutfe halinde son derece sağlam ve emniyetli bir karargâha yerleştirdik. Sonra bu nutfeyi alaka, alakayı mudğa haline getirdik. Mudğayı kemikler haline soktuk ve bu kemiklere et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratışla güzel bir insan kıvamında ortaya çıkardık. O eşsiz, en güzel yaratıcı olan Allah yüceler yücesidir; bütün nimet ve bereketlerin asıl kaynağıdır.” (Mü’minûn, 14).
Bu âyet-i şerîfeden öyle anlaşılıyor ki, Allah’ın Mübârek oluşu, onun insan cismine ve de nebâtî merhalesine feyzde bulunmasından ötürü değildir, aynı zamanda hayvânî merhalesiyle ilgili de değildir. Bilakis insanın, insaniyet makamıyla alakalıdır. Meleklerin secde ettiği, diğer mevcutlardan daha üstün ve haddizâtında mükerrem olan, işte bu insaniyet makamıdır.
Kerâmeti Sebebiyle İnsanın Diğer Mevcutlara Nispetle Bir Kemâl Yolunun Olması
İnsanın kemâl yolunun olmasının en önemli delili, diğer mevcutlara nispetle sahip olduğu kerâmet ve de Allah katındaki halifelik makamıdır. O, bu kurbiyet aşamalarını izleyerek bu makama ulaşmalıdır. Bizatihi bu keramet, birçok faktörün neticesidir (ma’lûlüdür). Bunlardan bazılarına işaret edilmesi gerekirse:
1 İnsan Allah’ın Yeryüzündeki Halifesidir ve Hilâfet-i İlâhiye Varıncaya Dek Kemâl Yolu Sahibidir
Kur’ân-ı Kerîm insanın hilafetinin ilâhî bir takdir olduğunu bildirmektedir (Bkz: Bakara, 30). İslam’a göre insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. “Esmâ”nın tamamını bilmektedir, meleklerin secde ettiği varlıktır ve de “melâiketullah”tır (Bakara, 30-32).
Allâme Cevâdî Âmulî, insanın kemâl yolunu yukarıdaki âyet-i şerîfelerle delillendirmektedir. Âmulî Allah’ın tüm işlerinin, hikmet adı altında ve ilâhî hikmetin de O’nun ilmi adı altında olduğuna inanmaktadır. O halde Allah, hilâfet hâdisesine ilim yoluyla başlamakta ve esmâ-i ilâhiyenin öğretilmesini de kendi hikmetli işinin esası olarak karar kılmaktadır. Dolayısıyla ilâhî hilâfetin yolu, O’nun esmâ-i hüsnâsını bilme yoludur. Eğer bir kimse isimleri biliyorsa, Allah’ın halifesi olur. Ama salt lafızları, mefhumları ve ıstılahları bilmek, Allah’ın halifesi olmayı gerektirmez. Aksi takdirde Şeytan da bu lafzî ve kavramsal ilme sahip idi; ama ilâhî hilâfetten nasibini alamamıştı. Nitekim böyle teorik bir ilim, pratik bir cehaletle karışmıştır ve sahibini bir yere ulaştırmayacağı gibi, onu kemâlin tüm merhalelerinden alıkoymakta ve de âkıbetini helâka sürüklemektedir:
“Kendisini cehlinin öldürdüğü ve ilim sahibiyken ilminin kendisine fayda vermediği nice âlim vardır.” (Nehcü’l-Belâğa, 107. Hutbe).
Bu sözle hedeflenen şudur: Bu tür âlimler ilim sahibi olmalarına rağmen akıllarından gerekli faydayı sağlayamamışlar, cehaletleriyle isyana sürüklenmişler ve helâk olmuşlardır.
Dolayısıyla isimlerin ilmi, şuhûd nev’indendir ve insanı, eşyanın hakikatine götürmektedir. Böylece insan başta günah olmak üzere tüm şeylerin hakikatini idrak etmekte ve de bu hakikatler insana gösterilmektedir. Eğer insan esmâ-i hüsnâyı bilir, ilâhî hakikatleri öğrenirse ne aldanır, ne kötü işlere boyun eğer ve ne de kötülüğü emreder. Böylece gerektiği şekliyle melekût yolunu takip eder ve Allah’ın halifeliği mertebesine nâil olur.
Âmulî, ilâhî seyirden ilâhî hilâfete doğru uzanan bu konu hakkında Esfâr-ı Erba’a’yı konu edinmektedir (Cevâdî Âmulî, s. 266-269, 1381). Kur’ân-ı Kerîm’in özellikle Bakara Sûresi’nde Âdem (a.s)’ın hikâyesi, remizler ve sırlarla doludur ve bu sırların açığa çıkarılması, Kur’ân’a mübteni bir insan biliminin (Antropoloji) inşasında ve insanın kerametinin bilinmesinde çok önemli bir role sahiptir. İnsan bunları dikkatlice incelemek suretiyle, kendisi hakkındaki önemli sorulara uygun cevaplar verilebilecektir.
İmâm Humeynî (r) de bu meseleye inayet maksadıyla Âdem (a.s) ile ilgili âyetlerin tevil ve tefsirinde irfânî bir metot izlemiştir. O, Âdem (a.s)’ın cennetten çıkışı konusuna işaretle Allah’ın ezelde, dünya hayatında ve tabiât âleminde bereket kapılarını açmayı murat ettiğini ve bunun da Âdem (a.s)’ın cennetten çıkıp tabiat âlemine ayak basması dışında bir yolla tahakkuk edemeyeceğini belirtmiştir (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, s. 46-47, 1381). Ona göre bu açıdan bakıldığında yeryüzüne hubût ve Allah’a kurbiyet makamından iniş, insanın çıkış yayında (kavs-ı su’ûd) yer alıp kemâle nâil olmasına vesile olmakla kalmamış, aynı zamanda varlık âleminde feyz ve rahmetin vücuda gelmesini sağlamıştır. (Bkz: a.g.e., s. 123, 1376).
Esasen Âdem (a.s) daha başlangıçta, yeryüzünde yaşamak üzere yaratılmıştı. Zira Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara, 30).
Bu sürecin tekmili, yeryüzüne hubût ile mümkün olabilirdi. Buna göre, yasaklanmış ağacın meyvesini yemek hata sayılmamaktadır. Bilakis bu, asıl programın tahakkuku için önceden takdir edilmiş bir hâdise idi. Dolayısıyla bunun gerçekleşmesi gerekiyordu ve insanın insaniyetini tamamlamak adına da gerekliydi. Bu hâdise, varlığın bu en kâmil ve en güzel nizamında, gerçekleşmesi gerekli ve de kesin kılınmış bir vâkıadır
2 İnsanın Kemâl Seyrinde İrâde ve İhtiyârın Rolü (İnsan, Kendi İnsaniyetinin Yaratıcısı)
İmâm Humeynî (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin antropolojisinde, insanın kendi insaniyetini meydana getirmesinde irâdesi ve özgürlüğü meselesine oldukça önem verilmiştir. Kendini insan ve daha insanî, ya da hayvan veya hayvandan da aşağı kılacak olan yine insanın kendisidir. İmâm Humeynî (r), “Aklın ve Cehlin Orduları”nın şerhinde, insanın tabiatında kemâl sıfatları ya da bir diğer adıyla aklın ordusunun; ve ahlâkî rezaletlerin ya da cehalet ordusunun hamurunun yoğrulmuş olduğuna inanmaktadır. Bunlardan birincisi (aklın orduları) zâtî, ikincisi ise arazî surettedir. İnsan bunlardan herhangi birini istemekte ve fiiliyete ulaştırmakta özgürdür. (Bkz: a.g.e., s. 68, 1385). Ona göre, “Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O yücedir, bağışlayandır.” (Mülk, 2) âyeti insanın, fıtratını gerçekleştirmesi konusunda ihtiyar sahibi olduğunu haber vermektedir. (Bkz: a.g.e., s. 321-322, 1376).
Dolayısıyla mutlak kemâle aşk, tüm insanların fıtratında mevcuttur. Lâkin tabiat âleminin hicapları ve dünyaya zayıf veya şiddetli bağlılık, insanın, mutlak kemâli teşhisinde hataya düşmesine ve de kemâlin dünya lezzetlerinde bulunduğunu sanmasına yol açmıştır. Bu tür insanlar, dünya hayatın gözlerinde süslenmesinden ötürü, fıtrî bir şekilde dünya lezzetlerine yönelmektedirler. Ama başka bir grup da kemâli, âhiret makamlarında ve derecelerinde görmektedir. Dolayısıyla insanlar arasında ihtilaflar meydana gelmektedir. (Bkz: a.g.e., s. 27).
Bu doğrultuda Allâme Cevâdî Âmulî’nin tabiriyle insan, melekûtî bir rehbere ihtiyaç duymaktadır. İnsan, ilk olarak derûnunda çıkması gereken bir sefer olduğunu bilmelidir. Bu seferin de mertebe ve menzilleri vardır ve bu mertebe ve menzillerin her birinde de bir rehbere ihtiyaç duyması, inkar edilemez bir gerçekliktir. Çünkü her bir menzilde zorlu ve tehlikeli eşkıyalar pusuda beklemektedirler. Eğer sâlikin elinde yeterli miktarda azık ve techizât mevcut ise; melekûtî bir rehber eşliğinde seyrini gerçekleştiren bu insan, bu inişli ve çıkışlı yoldan selâmetle geçecek ve Rahman olan Allah’a kavuşması demek olan nihâî hedefe erişecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insan hiçbir surette durağan ve sakin değildir; zâhirde bir köşede otursa bile bir şeyleri takip etme çabası onu her daim hareket etmeye çağırmakta ve servet sahibi olmaya özendirmektedir; lâkin bu, kevserî bir zenginliktir; çokluk yarışı niteliğindeki zâhirî bir zenginlik değildir. (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 97-98, 1381). Bu bakışa göre insan, kendi yaratılış sürecinde etkili olan ve aynı zamanda kendi özgür iradesiyle mahiyetini belirgin kılan tek varlıktır. İşte bu sebepledir ki İmâm (r), bazı şeyhlerinin ifadesiyle “azm”in, insaniyetin özü ve de insanı diğer tüm canlılardan ayıran bir özellik olduğunu söylemiştir. (Bkz: Mûsevî-yi Humeynî, s. 7, 1376). O, bilinçlilik ve uyanıklığı azmin gerçekleşmesi ve de amellerin azim ve irâde esasları üzerine şekillenmeleri için bir mukaddime bilmektedir (Bkz: a.g.e., s. 174). Onun, asıl hedefe doğru hareket etmek adına bu bilinçlilik ve kararlılığı ifade etmek için kullandığı tabir “ikinci doğuş”tur (vilâdet-i sâneviyye). “İnsâniyet ve melekût âleminde eşyânın eşyâlığının kendisiyle olduğu ölçü, melekûtî vilâdettir.” (a.g.e., s. 66, 1385; s. 168-169, 1376). Yani melekûtî vilâdet ile kast edilmek istenen işte bu ikinci doğuştur. “İkinci doğuş” ifadesinin esasını, Hz. İsâ (a.s)’dan ulaşan bir hadis ifade etmiştir. Hz. İsâ bu hadiste şöyle buyurmaktadır: “İkinci kez doğmayan kimse, semânın melekûtuna varamayacaktır.” (a.g.e., s. 66, 1385).
İmâm Humeynî’nin (r) nefs, ruh, özgürlük ve ihtiyar gibi meselelere ilişkin bahisleri ele almasındaki tek ve asıl hedef, kendi nefsine dönmek ve kendini derinlemesine tanımak suretiyle insana, varlığının hakikatini göstermektir. Böylece o, asıl hedefini tanıyabilecek, Allah vergisi imkân ve nimetlerden istifade ederek, ebedî saadete erişebilecektir.
3 Kavs-ı Nüzûl ve Su’ûd’da İnsanın Kemâl Seyri
İnsanın, diğer varlıklarda bulunmayan kendine has özelliklerinden biri de nüzul (iniş) ve su’ûd (yükseliş) seyridir. “Muhakkak Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn, 4-5) âyetleri esasınca insan kavs-ı nüzul sahibidir. Başlangıç itibariyle bu iniş, Hz. Ehadiyyet’ten ve ilâhî âlemdeki âyân-ı sâbiteden başlamakta ve bu suretle insan, meşiyyet (tabiat) âlemine inmektedir. Daha sonra meşiyyet âleminden akıl âlemine ve oradan da melekût-i ulyâ (küllî nefisler) âlemine yükselmekte ve bundan sonra da tekrar misâl âlemine geri dönmekte ve oradan da tabiat âlemine inmektedir.
Eğer Allah, insanı “ziyankâr” olarak tanıtıyor ve “Şüphesiz insan ziyân içindedir.” (Asr, 2) diye buyuruyorsa bu, insanın nüzûlî seyirde saplanıp kalmasındandır. Bu nüzûlî seyirde hareket sebebi, tıpkı insanın su’ûdî seyrinde de geçerli olduğu gibi, fıtrattır. Nitekim İmâm (r) şöyle buyurmaktadır:
“Hüsran ve hayıflanma, belki de bir şaşkınlıktır. Evliyânın seyrinin burağı olan fıtrat, Hz. Bârî’ye -azze ve allâ – kurbiyetin mirâcı ve mutlak kemâle ulaşmalarının sermâyesidir. İşte bu insan, başını bedbahtlığın nihayetine de vardırabilir veya Kibriyâ’nın mukaddes dergâhından bir dereceye de eriştirebilir.” (Mûsevî-yi Humeynî, s. 84-85, 1385).
Bu açıdan şöyle söylenebilir: “İnsan, Hakk Teâlâ’nın mevcutlarının en hicaplısıdır/meçhulüdür.” (a.g.e., s. 289, 1373). Ama su’ûd kavsında insanın ikinci doğuş süreci ve insaniyet basamaklarına doğru yükselip ilerlemesi, İmâm Humeynî’nin kelâmıyla insan hüviyetinden sayısız sırları ortaya çıkarmaktadır ve ona göre bu sırlar; anlamsızlık ve hüviyetsizlik girdabına gark olmuş bugünün şaşkın, kendine yabancı ve de bunalımlı insanını mutluluğa ulaştırabilir ve onun insaniyetini geliştirebilir.
Allâme Cevâdî Âmulî’nin deyimiyle de bir insanın iç âleminde hem zirvelere doğru uçabileceği melekûtî kanatlar, hem de körlük ve karanlık mevcuttur. Yüce Allah her ikisini insana ilham etmiş ve doğru bir seçim yapması için onu hazırlamış ve şöyle buyurmuştur: “Nefse ve onu düzgün bir şekilde şekillendirene, iyiliklerini ve kötülüklerini ona ilham edene.” (Şems, 7-8). Diğer birçok âyet de bir yandan beşeriyetin ahlâkî ve insânî faziletlerine dair çehresine, bir yandan da nefsânî ve şeytânî rezillikleri üzerine vurguda bulunmuştur. İlki, insanın fıtratına, ikincisi de onun tabiatına dönmektedir. Âyetler böylece bu iki çehre arasındaki sınıra değinmektedir. İşte bu sınır, tıpkı bir tarafı gül bahçesi, diğer tarafı da ateş ocağı olan bir duvar gibidir (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 285, 1381)
İnsân-ı Kâmil Makamına Ulaşmak İçin İnsanın Kemâl Seyri
Merhum İmâm’a (r) göre, insan sürekli yer değiştiren (seyyâl) bir varlıktır ve ân be ân vücut mertebelerini kat etmekte ve hiçbir makam ve mertebede statik bir surette kalmamaktadır. Aynı surette kendisine ait hiçbir hüviyette, belli bir makamı yoktur ve varlıktan belli bir dereceyi kendine has kılmamaktadır. O, çok sayıda ve muhtelif makam ve derecelere sahiptir ve kemâl seyrinde duraklayacağı bir sınır ve de sabit bir makam bulunmamaktadır. Zira insan tüm yönleriyle nâ-mütenâhîdir. Bu yüzden, insanın yükseliş seyri herhangi bir makam ile son bulmamaktadır. Dolayısıyla insan, hiçbir makama gönül bağlamamalıdır.
İmâm Humeyni (r), “Ey Yesrib halkı, artık sizin için durmanın imkânı yok.” (Ahzâb, 13) âyetine isnatla, insan için belli başlı hiçbir sınır ve makamın bulunmadığını delillendirirken şöyle buyurmuştur:
“Yesrib halkının insaniyet konusunda belli başlı hiçbir makamı yoktur. Zira insan, nüzûl kavsında Rabbin tecellilerini kabul eden heyûlâ mertebesine sahip idi ve su’ûd kavsı itibariyle de yüksek ufuklara ve de Hz. Ehadiyet’te fânî olabilecek potansiyele sahiptir.” (Mûsevî-yi Humeynî, s. 78, 1410 h.k).
Merhum İmâm, Şeyh İşrâk’ın sözüne isnatla şöyle söylemektedir: “İnsanî nefsin bir mahiyeti yoktur.” İmâm, insanın belli ve sabit hiçbir mahiyetinin olmadığına ve mahiyetini kendisinin oluşturduğuna inanmaktadır. Ona göre insanın bir makamı vardır lâkin bu makam, konum ve şa’n anlamındadır; sınır anlamında değildir. Aynı şekilde, insanın bir şa’nı vardır ve şa’nı da imkânî sınırları aşmak ve Vâcibe’l-Vücûd’un deryasında pâre pâre (fâni) olmaktır. Neticede söylenmesi gereken şudur:
“İnsan, her bir sureti kendisine kabul eden heyûlâdan, Hz. Ehadiyet’te fâni olmaya değin kapsamlı bir surette tecelli bulmuş, yayılmış bir kağıt misâlidir (rakk-ı menşûr).” (Bkz: a.g.e., s. 121-122, 1378).
Bu beyân edilenler esasınca, insanın ilâhî fıtratı gereği kemâl aşığı ve hakikat tâlibi olduğu, bunların da onun en temel ihtiyacı oldukları, sonsuzluğu arayan ruhunu bu maddî dünyanın unsurlarıyla tatmin edemeyeceği açıklığa kavuşmuştur. Bu sebeple insan dâima ten kafesinde esir olmaktan yana dertlidir ve can/ruh kuşu bu kafesi kırmak istemekte, dost semtine ve aşk diyarına doğru kanatlanmanın özlemini çekmektedir. O, likâullaha susamıştır ve gönül ehli büyüklerin feyziyle Yâr’e kurbiyete nâil olmayı istemektedir. Dolayısıyla insan, Allah’ındır: “Mukkak ki Biz Allah’a aitiz.” ve O’na dönecektir: “Şüphesiz biz O’na döneceğiz.” (Bakara, 156). Bundan dolayı insanın iki hareketi vardır: Nüzûlî hareket ve su’ûdî hareket.
İmâm Humeynî (r)’nin, “Aklın ve Cehlin Orduları” kitabındaki sözlerinden şunlar anlaşılmaktadır: Yükseliş seyri, insanın madde âleminden ve nefsaniyetten hareket etmesi ve enâniyetten çıkıp akıl âlemine doğru yol alması demektir. Dolayısıyla seyr ü sülûkta hareket, sâlikin yükseliş hareketi demektir ve bunun tahakkuku da, bahsedilen yol dışında mümkün değildir. Böylece insan, maddî bağlılıklardan gönlünü arındırmak ve perdeleri peşi sıra yırtmak suretiyle nihâî kemâline ulaşacaktır. Dolayısıyla bu seyri tanıma peşinde olunmalıdır.
Doğru yolun tanınması ve böyle bir hedefe erişilmesi, - ki menzile erişme iştiyakı duyanları buraya ulaştırmak maksadında olan kimselerin iddiasına göre bu yollar sayısızdır – insan için en büyük zorunluluktur. Allâme Cevâdî Âmulî’nin deyimiyle bu yolda, insanı tehdit eden iki büyük tehlike vardır: Bunlardan biri, Allah’ın yolunu münharif bilmek; diğeri de hayvanlaşmak ve de bu maddî dünyanın dayattığı düşünce kalıplarıyla düşünmek. Bundan ötürü, Münezzeh olan Allah, hem sırât-ı müstakîmi açıklamış ve hem de insanın insâniyetini tefsir etmiş; insanı kendi sonsuz ve ilâhî özüyle tanıştırmış ve ona şöyle buyurmuştur:
“Bu dünyada sana eşit bir şey yoktur. Kendin için mutlak Hakk’a varacak ve seni o mutlak Hakk ile buluşturacak yolu tut.” (Bkz: Cevâdî Âmulî, s. 201, 1381).
Buradaki önemli nokta, İmâm’ın (r), seyr ü sülûkün ve de makam ve menzilleri geçmenin şartının, şeriatın hükümlerine dikkatli bir şekilde riayet etmek olduğuna inanmasıdır. Zira o şöyle buyurmuştur:
“Bil ki, ilâhî maarifte, insanın bu yola zâhirî şeriatle başlaması dışında takip edilecek bir yol yoktur.” (Mûsevî-yi Humeynî, s. 8, 1376).
Sonuç
İnsân-ı kâmil, tüm mezâhirin aslı olması unvanıyla, âlemde Allah’ın feyz ve rahmetinin südur vasıtasıdır. Bu nedenle evrenin dışsal âhengi; insanın, bu sözü geçen makama (insân-ı kâmil makamına) erişmek amacıyla kendisinde bulunan bilkuvve suretindeki güç ve yeteneklerin tahakkuk ettirilmesine (bilfiil kılınmasına) bağlıdır. İnsan bu makama erişmekle evrende “ilâhî feyzin mecrâsı”na dönüşmektedir. Lâkin insanların çoğu, dalâletleri sebebiyle kendi gerçek makam ve rollerini unutmuşlardır. İşte bu sebepledir ki, kâinat ân be ân Allah’tan “ayrı düşmekte” ve daha da perişan olmaya doğru sürüklenmektedir. İnsanın bu aslî rol ve makamı; manevî kemâle erişmesi ve kâinatta ilâhî feyzin sudur edeceği mecrâlara dönüşmesi içindir. Bu da Kur’ân’da “emanet” olarak beyân edilmiştir. Bu emanet, insanın yaratılışıyla birlikte omuzlarına yüklenmiştir. İmâm Humeynî (r) ve Allâme Cevâdî Âmulî’nin insan anlayışında insan, iki gücün karşıya karşıya geldiği bir savaş meydanındadır: Bunlar, “Rahmânî ve aklânî” kuvvetler ve de “şeytânî ve cehlânî” kuvvetlerdir.
Dinî literatürde enâniyetin olumsuzlanmasına (nefy) tekitte bulunulduysa, bu, insanın nefsinden kurtuluşuna davet anlamındadır ve nefsin; insanın, maddî dünyanın güçlerine esareti şekline bürünmüş olmasındandır. Aksi takdirde bazı din karşıtlarının sandığı gibi, dinin, insanın bireyselliğini izâle etmesi manasında değildir. Din, Kur’ân, peygamberler ve esasen tüm varlık âlemi, insana insaniyet bahşetmek içindirler ve insanın insaniyetinin tahakkukunda etkili oldukları zaman değerlidirler. İmâm Humeynî (r) bu bağlamda şöyle buyurmuştur:
“Kur’ân, insanı insan kılmak için gönderilmiştir ve bunların tamamı işte bu hedef için bir vesiledir. Tüm ibadetler ve dualar birer vesiledirler. Tüm bunlar, insanın özünün zâhir olması ve de insân-ı bilkuvvenin insân-ı bilfiil, insan-ı tabiînin insân-ı ilâhî olması içindirler. İnsanın her şeyinin ilâhî olması için..” (a.g.e., s. 174).
Netice itibarı ile insan, yalnızca bir yolla kurtuluşa erebilir. Bu kurtuluş, günümüz insanının şiddetli bir ıstırapla aradığı kurtuluştur ve onu bulma uğruna birtakım fikirlerin pençesine düşmektedir, ki bu fikirler de insan için başlıbaşına başka esaretleri doğurmaktadırlar. O halde bu kurtuluş, yalnızca din yoluyla müyesserdir. Kurtuluşa doğru gerçekleştirilecek bir hareketin ve de tüm himmetini tabiat âlemini sarf etmek olan nefsin boyutlarından felâha ermenin başlangıcı, onun diğer işlevlerinden gâfil kalmak suretiyle gerçekleşecekti
Kaynaklar
Kur’ân-ı Kerîm
Nehcü’l-Belâğa. (1414 h.k). Subhî Sâlih. Kum: Hicret.
Âmulî, Seyyid Haydar. (1368). Câmi’u’l-Esrâr ve Menba’ü’l-Envâr. Tahran: Bilim ve Kültür Bakanlığı, Yüksek Öğretim Başkanlığı
Câmî, Abdurrahman. (1370). Nakdü’n-Nüsûs fî Şerh-i Nakşi’l-Füsûs. Tahran: İslâmî İrşâd ve Kültür Bakanlığı.
Celâlî, Gulâmrıza. (1378). İbn Arabî İrfânı’ndan İmâm Humeynî (r) İrfânı’na Kadar “İnsân-ı Kâmil” Teorisi. Mecelle-i Havza. Sayı, 94-95, s. 1-13.
Cevâdî Âmulî, Abdullah. (1381). İnsanın Kur’ân’daki Suret ve Sîreti. Hüccetü’l-İslâm Gulâmali Emîn-i Din’in Tahkiki ile. Kum: İsrâ.
el-Cündî, Müeyyidüddîn. (1423 h.k). Şerhü Füsûsi’l-Hikem. Seyyid Celâleddin Âştiyânî’nin Tahkik ve Tashihi ile.
el-Mehâimî, Alâeddîn Ali b. Ahmed. (1428 h.k). Cevâhirü’n-Nüsûs fî Şerhi’l-Füsûs. Âsım İbrâhîm el-Kiyâlî el-Hüseynî eş-Şâzelî ed-Derkâvî’nin Tahkik ve Tashihi ile. Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Hârezmî, Tâceddîn Hüseyin. (1368). Şerhü Füsûsi’l-Hikem. Tahran: Mevlâ.
İbn Arabî, Muhyiddîn. (1370). Füsûsü’l-Hikem. Tahran: ez-Zehrâ Yayınları.
İbn Arabî, Muhyiddîn. (ty). el-Fütuhâtü’l-Mekkiyye, Beyrut: Dâr-i Sâdır.
Kâşânî, Abdürrezzak. (1370). Şerhü Füsûsi’l-Hikem. Kum: Bîdâr.
Mahmûd el-Ğurâb, Mahmûd. (1414 h.k). el-İnsânü’l-Kâmil fî Kelâmi’ş-Şeyhi’l-Ekber. Şam: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî.
Mûsevî-yi Humeynî, Ruhullah. (1373). Âdâbü’s-Salât (Namaz Âdâbı). Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1410 h.k). Ta’lîkâtün alâ Şerhi Füsûsi’l-Hikem ve Misbâhi’l-Üns. Kum: Müessese-i Pâsdâr-ı İslâm.
(1375). Tefsîr-i Sûre-i Hamd. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(ty). Dîvân-ı İmâm. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1381). Sırrü’s-Salât – Mi’râcü’s-Sâlikîn ve Salâtü’l-Ârifîn. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1376). Kırk Hadîs Şerhi (Erbaîn Hadîs). Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1385). Şerhi Hadîs-i Cünûd-i Akl ve Cehl. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1386). Şerhi Duâ-yı Seher. Farsça Tercüme. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1378). Sahîfe-i İmâm, Mecmûa-yi Âsâr-ı İmâm Humeynî (r). Açıklamalar, Mesajlar, Röportajlar, Ahkâm, Şer’î İcâzetler ve Mektuplar. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
(1384). Misbâhü’l-Hidâye ilâ’l-Hilâfe ve’l-Velâye. Seyyid Celâleddîn Âştiyânî’nin Mukaddimesi ile. Tahran: İmâm Humeynî’nin Eserlerini Düzenleme ve Yayımlama Müessesesi.
Sadrâ-yı Şîrâzî, Muhammed b. İbrâhîm. (1360). Esrârü’l-Âyât. Muhammed Hâcevî’nin Tashihi ile. Tahran: İrân İslâmî Hikmet ve Felsefe Derneği.
Sadrâ-yı Şîrâzî, Muhammed b. İbrâhîm. (1368). el-Hikmetü’l-Müteâliye fî Esfâri’l-Akliyyeti’l-Erbaa. Kum: Mektebü’l-Mustafavî.
Şam’la barış ve Kürtlerle savaşın yeni angajman kuralları
Türkiye, Şam’a barış teklifine rağmen Suriye ordusunu hedef alarak 32 kilometre derinliğindeki şeritte Kürt güçleriyle dayanışmaya geçit vermeyeceğini gösteriyor. Buna karşın SDG de sınırda Türk askerlerini hedef alırken saldırıları artık gizlemiyor. İki taraf açısından da yeni angajman kurallarından bahsetmek mümkün.
Türkiye bir yandan Şam’a uzlaşma teklif ederken diğer yandan Kürt güçlerine ve Suriye ordusuna yönelik artan saldırılar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki 32 kilometre derinliğindeki “güvenli” bölgede yeni angajman kurallarına dair fikir veriyor. Ankara Kürt güçlerini temizleme ısrarını sürdürürken Suriye ordusunun Halk Koruma Birlikleri (YPG) ve Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) dolaylı koruma ya da destek sağlayan herhangi bir pozisyonuna göz yummak istemiyor. Buna karşın normalde Türkiye sınırlarındaki Türk askerlerini hedef almaktan kaçınan veya karşılıklı atışlar olsa da bunu deklare etmeyen SDG-YPG güçleri de sıfır noktasındaki karakol ve devriyelere saldırılar düzenleyerek oyunun kurallarını değiştirdiği izlenimi veriyor.
Erdoğan’ın 5 Ağustos’ta Soçi’de Rusya lideri Vladimir Putin’le görüşmesinden sonra Şam’la uzlaşmadan yana sözleri Rus fonlarının Türkiye Merkez Bankası’na akmasına paralel olarak daha belirgin bir istikamet aldı. 2016’da “Devlet terörü estiren zalim Esed’in hükümranlığına son vermek için biz oraya girdik" çıkışını yapmış olan Erdoğan, şimdi "Esed'i yenmek, yenmemek gibi bir derdimiz yok ki” diyecek noktaya geldi.
Erdoğan sorunu terör tehdidi olarak ortaya koyarken pozisyon değişikliğinin kıvrımlarını özetle şöyle dile getirdi: “Terörü Suriye’de birinci derecede besleyen ABD ve koalisyon güçleridir. Rusya da rejimle bir dayanışma içinde. Kendileriyle görüştük. Bunu bir yere oturtmamız lazım dedim. Rusya ile öyle bir dayanışma yapalım ki terörle bir mücadele gerçekleştirelim (…) Süreci daha fazla uzatmayalım. Suriye'nin topraklarında gözümüz yok. Rejim bunun idrakinde olmalı. Temennim odur ki hem anayasa bir an önce yapılır hem de halkın sıkıntılarını giderecek adımlar atılır. 4 milyon insanı ağırlıyoruz. Bundan sonraki süreç belki çok daha hayırlı olacaktır. Devletler arasında siyasi diyalog veya diplomasi kesip atılamaz. Suriye sorununu çözmekle ilgili elimizi taşın altına koyduk. Suriye'de attığımız her adımda Rusya'yla irtibat hâlindeyiz. Gönül arzu ederdi ki İran'la da bu çalışmaları daha etkin yürütelim ama olmadı. Suriye ile daha ileri seviyede adımları temin etmemiz gerekiyor. Bu adımları atmak suretiyle inşallah bölgede birçok oyunu bozarız."
AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş da "Meseleyi sanki Türkiye ile Suriye rejimi arasında bir meseleymiş gibi ortaya koymak fevkalade yanlıştır. Mesele, Suriye rejimi ile halkı arasında bir meseledir" ifadelerini kullandı.
Söylemde mutlak bir U dönüşü var. Buna mukabil Suriye’ye askeri sevkiyatlar sürerken Tel Rıfat, Menbic, Ayn İsa, Kobani ve Tel Temir’de Kürt güçlerle kesişme noktalarına yönelik Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve Suriye Milli Ordusu’nun eşgüdümlü saldırıları tırmanıyor. Bu saldırılar Şam’la olası barışın temeline Kürtlere karşı ortak mücadele şartının konulduğunu vurguluyor. Bunun ötesinde Suriye ile normalleşme olsa bile TSK’nın Kürt unsurlara karşı 32 kilometre derinliğindeki şeritte operasyonlar yapmaya devam edeceği ve bunun bugünden itibaren kabul edilmesi gerektiği mesajı veriliyor.
Suriye ordusunun 2019’da Barış Pınarı Harekâtı’nı durduran mutabakatların ardından SDG ile anlaşarak kuzeyde sınır hatlarına yerleşmesine göz yuman Türkiye’nin bundan sonra YPG ya da SDG’nin varlığını kamufle eden bir konuşlanmaya izin vermek istemediği anlaşılıyor.
Bununla ilgili şok edici gösterge 16 Ağustos’ta TSK’nın Kobani’nin batısındaki Çarıklı mevkiinde yer alan Suriye askeri üssünü vurmasıydı. Şam kaynaklarına göre askerlerden üçü ölürken altısı yaralandı. Türk Milli Savunma Bakanlığı bunu bir askerin öldüğü karakol saldırısına misilleme olarak sundu. Fakat TSK noktasına atılan havan topunun hedef alınan üsten geldiğine dair bir bilgi yok. Yani misillemenin SDG’ye değil de Suriye ordusuna yapılması manidar.
TSK’nın Suriye askerlerini vurmak için bir nedensellik bağına ihtiyaç duymadığını, bir gün sonra Halep’in kuzeyindeki Menağ (Minnig) Hava Üssü’nde Suriye askerlerini hedef alan SİHA saldırısından da anlıyoruz. Bu saldırıda kayıp olup olmadığı bilinmiyor. 18 Ağustos’ta ise Haseke’nin kuzeyinde Tel Temir’deki Rus üssüne yakın Dardara köyünde SİHA saldırısında biri teğmen iki Suriye askeri yaralandı. 12 Ağustos’ta yine Tel Temir’in kuzeyindeki Şeyh Ali köyünde iki asker top atışında yaralanmıştı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Kürt güçleriyle Suriye ordusunun birlikte bulunduğu noktalara yönelik saldırıların sayısını yedi olarak veriyor.
Kürtlerin kontrolündeki alanlardaki saldırılar ise savaştan farksız. Tabloda alan hâkimiyetine dönük bir kara harekâtı eksik. El Vatan gazetesinin 18 Ağustos tarihli haberine göre bu yıl sadece SİHA’larla düzenlenen 52 saldırıda 5’i sivil 53 kişi ölürken en az 86 kişi yaralandı. Buna ilaveten 18 Ağustos akşamı Haseke’ye bağlı Şimoke köyünde voleybol oynayan kız çocukları hedef oldu; 4 kişi öldü, 11 kişi yaralandı. Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetimi saldırının SİHA ile yapıldığını açıklarken Birleşik Müşterek Görev Gücü - Doğal Kararlılık Operasyonu (CJTF-OIR) Komutanı Tümgeneral John Brennan saldırıyı kınadı.
Bu saldırılar karşısında SDG, menzilini Türkiye sınırlarına uzatıyor. SDG Basın Merkezi, 8 Ağustos’ta Mardin sınırında üç saldırıda 23 Türk askerinin öldüğünü iddia etti. Türk tarafında kayıp ya da yaralı bilgisi geçilmedi. Sınırda daha önce de karşılıklı atışlar olmasına rağmen ilk kez SDG bir saldırıyı üsleniyordu.
SDG Basın Merkezi 18 Ağustos’ta dikkat çekici bir açıklama daha yaptı:
“Saldırılara cevap vermek için güçlerimiz tarafından işgalci Türk ordusuna karşı bir dizi etkili eylem gerçekleştirildi. İlk eylemde, Urfa’nın Birecik ilçesinin Çiçekalan Karakolu’na yakın bir noktada, T-155 tipi bir obüsün etrafında toplanan işgalci Türk ordusunun 6 askeri hedef alındı. İşgalci 6 asker öldürüldü. İkinci eylemde, Antep’in Karkamış ilçesine bağlı Köprübatı Karakolu hedef alındı. Üçüncü eylem, Mardin sınırında gerçekleşti. Eylemde Kirpi tipi bir araç hedef alındı. Bir asker öldürüldü, 3 asker de yaralandı. İşgalci Türk devletinin her türlü saldırısına karşı cevap verme eylemlerimiz devam edecek.”
Urfa Valiliği, Çiçekalan’da 16 Ağustos’ta gerçekleşen saldırıyla ilgili "Bir askerimiz şehit düştü, dört askerimiz yaralandı” demişti. Çarıklı’daki üsse hava bombardımanı bu saldırıdan sonra gerçekleşmişti. Karkamış’a atılan havanlar ise boş araziye düşmüştü. Sonuncusu 10 Ağustosta gerçekleşen Mardin sınırındaki saldırılarda ise ölen ya da yaralanan olduğuna dair bilgi geçilmedi. 12 Mayıs’ta Karkamış-Köprübatı karakoluna düzenlenen havan saldırısında ise 1 asker yaşamını yitirirken 3 asker yaralanmıştı.
Bu değişimi Al-Monitor’a yorumlayan bir Kürt kaynak, “SDG ilk kez misilleme eylemlerini üstleniyor. Daha önce karşılıklı ateş açma olayları oluyordu ama Rusya ve uluslararası koalisyondan gelen talepler üzerine bunlara son veriliyordu. SDG, 2019’daki mutabakatların garantörü ABD ve Rusya Türkiye’nin saldırılarını önlemediği için angajman kurallarını değiştirdi. Yaklaşık son bir aydır durum böyle” dedi.
SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi, 2019’da Barış Pınarı Harekâtı’ndan önce Haseke’de benim de aralarında olduğum bir grup gazeteciye olası saldırılar karşısında bütün sınırlarda topyekûn savaşın yaşanacağını söylemiş fakat 2018’de Afrin’de olduğu gibi çatışmalar hedeflenen bölgeyle sınırlı tutulmuştu. Bu yaklaşımda Türkiye’ye topyekûn işgal gerekçesi sunmama kaygısının yanı sıra ABD’nin frenleyici etkisi belirleyiciydi.
Al-Monitor
Reisi: Suudi Arabistan-İran İlişkileri Bölge Güvenliği İçin Önemli
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Irak'ın bölge ülkeleri arasındaki işbirliği ortamını yabancıların müdahalesi olmaksızın iyileştirmeye yönelik girişimlerini ve tedbirlerini bölgesel entegrasyonu güçlendirmede etkili olarak nitelendirdi ve Suudi Arabistan'ın İran ile ilişkilerinin düzeltmesi ve güçlendirmesinin bölgesel güvenliğin çıkarına olacağını söyledi.
İbrahim Reisi Pazartesi gecesi Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin'le görüşmesinde yaptığı görüşmede Irak hükümetinin bölgesel meselelere ilişkin istişarelerini takdir etti.
Reisi, İran ve Suudi Arabistan arasında Irak'ın arabuluculuğunda gerçekleştirilen beş tur diyaloğun faydalı olduğunu belirterek, önceki anlaşmaların uygulanmasının tamamlanmasıyla etkileşimlerin teşvik edilmesinin yolunun açılacağını söyledi.
İran Cumhurbaşkanı, Irak'ta güvenlik ve istikrarın sağlanmasının ancak bu ülkenin tüm siyasi akımları arasında anayasaya dayalı diyalogla ve sorunların çözümü için yeni bir hükümetin kurulması konusunda bir anlayışa varılmasıyla mümkün olduğunu belirtti ve Irak'ta dini mercilerin bu konuda çok önemli bir rolü olduğunu söyledi.
Bu görüşmede Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin de, İran İslam Cumhuriyeti'nin Irak'ta istikrar ve güvenliğin tesis edilmesinde sürekli ve kararlı desteğinin yanı sıra, Irak'taki siyasi oluşum sürecinin tamamlanmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Irak hükümetinin İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin geliştirilmesindeki rolünün devamına vurgu yaptı ve bu konuda ayrıntılı bir rapor sundu.
İran, UAEA'nın Taleplerine Uyma Şartını Açıkladı
İran Atom Enerjisi Kurumu Sözcüsü Behruz Kemalvendi, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) ülkesinin nükleer programıyla ilgili taleplerini "aşırı" olarak değerlendirdiklerini ve yaptırımlar nedeniyle bu taleplerin kabul edilmeyeceğini söyledi.
İran devlet radyosunda katıldığı bir programda konuşan Kemalvendi, ülkesinin nükleer programını denetleyen UAEA ile bazı konularda ortaya çıkan anlaşmazlığı değerlendirdi.
Tahran ile UAEA arasındaki iş birliğinin sürdüğünü ancak yaptırımlar nedeniyle denetimin kısıtlandığını hatırlatan Kemalvendi, buna karşın Ajansın daha fazla denetim talebinde bulunduğunu belirtti.
İran'ın UAEA ile Güvenlik Denetimi Anlaşması dışında bir yükümlülüğü bulunmadığını ifade eden Kemalvendi, "Bu talepleri aşırı kabul ediyoruz çünkü yaptırımlar nedeniyle bu talepler uygulanabilir değildir. Batılılar yaptırımları kaldırıp nükleer anlaşmadaki yükümlülüklerine dönerse İran da anlaşma kapsamında kabul ettiği taahhütlerine geri dönecektir." dedi.
İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa ile Almanya (5+1) arasında 2015'te yaptırımların kaldırılması karşılığında Tahran'ın nükleer faaliyetlerinin düzenlendiği ve denetim altına alındığı bir anlaşma imzalanmıştı. Washington, eski Başkan Donald Trump döneminde, 2018'de anlaşmadan tek taraflı çekilerek İran'a yeniden yaptırım uygulamaya başlayınca Tahran da anlaşmadaki taahhütlerini kademeli olarak durdurmuş ve yeniden yüksek düzeyde uranyum zenginleştirme dahil bir dizi adım atmıştı.
İran ve UAEA arasındaki anlaşmazlık
İran’da UAEA’ya bildirilmemiş 3 yerde nükleer bulguların tespit edilmesi ve söz konusu nükleer bulgulara ilişin Tahran yönetimine yöneltilen soruların istenilen düzeyde yanıtlanmaması taraflar arasında gerginliğe neden olmuştu.
Ajansın, Tahran’ın bu 3 yere ilişkin yaptığı açıklamayı teknik olarak inandırıcı bulmadığını açıklaması üzerine, 8 Haziran’da UAEA Yönetim Kurulu, İran’a karşı karar almıştı.
Bu gelişme üzerine İran, 9 Haziran’da Kapsamlı Ortak Eylem Planı olarak adlandırılan nükleer anlaşma kapsamında bu ülkenin nükleer programını denetlemek amacıyla Ajansın kullandığı kamera sistemleri başta olmak üzere çeşitli ekipmanları kaldırmaya başladığını duyurmuştu. Bu durum da Ajansın İran’ın nükleer programına ilişkin gözlem ve doğrulama faaliyetlerini sınırlamıştı.
Filistin Direniş Gruplarından Birlik Çağrısı
Siyonist Rejim İsrail, son günlerde HAMAS ve İslami Cihat'a karşı ağır psikolojik operasyon ve algı girişimleri uyguladığı zamanda bu iki Filistinli direniş kurumu işgalci rejim ile mücadelede birliğine ve tam mutabakata vurgu yaptılar.
Siyonist rejim geçtiğimiz günlerde Gazze Şeridi'ne 3 günlük bir savaş dayattı ve aralarında direniş komutanlarının da bulunduğu 44 Filistinli şehit oldu. Bu rejimin bu savaştaki ana stratejisi Filistin İslami Cihadının komutanlarını ve üyelerini hedef almaktı. Bu strateji ile Siyonist düşman, Filistinli gruplar arasında bir boşluk yaratmak için harekete geçmişti ve bu stratejiyi de devam ettirmek istemiştir. Son günlerde Siyonist medya ağı tüm gücüyle Hamas hareketi ile İslami Cihat arasında bir boşluk ve ihtilaf yaratmaya çalıştı ve birçok sahte ve asılsız açıklamayla direniş gruplarının ortak sahasını ve direnişini hedef aldı.
Siyonist düşmanın algısı, HAMAS ve İslami Cihat arasındaki bölünme siyasetiyle Filistin direnişini zayıflatabileceği ve Filistin karşıtı hedeflerini gerçekleştirebileceği yönünde.
Siyonist rejimin bu stratejisine karşı Filistinli gruplar ve Filistin halkı, diğer zamanlardan daha fazla birliklerini göstermeye çalıştı. Bu kapsamda ilk olarak Hamas ve İslami Cihad, Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta ortak bir toplantı gerçekleştirdi. Hamas heyetinde bulunan hareketin siyasi büro başkan yardımcısı Salih el-Aruri ve HAMAS siyasi büro üyeleri Halil el Hilye ve Zahir Cebbarin, Filistin İslami Cihad hareketinin genel sekreteri Ziyad Nehale ile bir araya geldi. Bu görüşmede Hamas ve İslami Cihad hareketleri, sahaların birliğine vurgu yaparken, Siyonist rejimin saldırgan ve ırkçı ve vahşi saldırılarını önlemek için güvenlik ve askeri işbirliğine vurgu yaptı.
Bu toplantının sonucu, iki hareketin, Hamas ve İslami Cihad'ın buluşmasının, işgalci Kudüs rejiminin Gazze Şeridi'nde Filistin direnişinde bölünme yaratmaya yönelik şeytani planını söndürdüğü oldu. Filistin İslami Direniş Hareketi'nin (Hamas) Arap ve İslam İlişkileri Dairesi Başkanı Halil el-Heyye, "düşmanımız birdir ve ona karşı birlik içerisindeyiz" dedi ve şu açıklamada bulundu: "İslami Cihad ve Hamas'ın Beyrut'ta buluşmasının önemli bir anlamı vardı; Çünkü direniş ortak yolumuzdur ve biz de bu toplantıda ortak harekat odasının güçlendirilmesine vurgu yaptık."
Yazar ve siyasi analist Mustafa el-Savaf da bu konuda şunları söyledi: "Hamas ile İslami Cihad'ı bir araya getiren toplantı gerekliydi ve işgalci rejimin yalanlarına bir sert bir cevaptı. Bu toplantı Hamas ile İslami Cihad arasında tam bir birlik olduğunu teyit ediyor. "
Ayrıca siyasi analist İbrahim el-Medhun, "Hamas ve Cihad toplantısı normal bir toplantı değildi, siyasi, askeri ve güvenlik liderlerini bir araya getirdi ve Filistin halkına ortak katılım ve işgale karşı direnişin birliği haberini getirdi. Direnişin yaklaşımı birlik içinde uzlaşmazlıktır ve bu amaçla iki hareket tarafından ortak eylem planları ve siyasi projeler formüle edilmektedir." değerlendirmesinde bulundu.
Hamas ve İslami Cihad liderlerinin toplantısıyla eş zamanlı olarak binlerce Filistinli de miting düzenledi ve işgalci rejime karşı birlik vurgusu yaptı. Gazze, Cenin, Refah, Şam ve Beyrut'un 5 meydanında Filistinliler ve direniş gruplarının eş zamanlı mitingi gerçekleştirildi. Yüzlerce Filistinli lider ile siyasi ve askeri grup üyeleri ile birlikte şehit ailelerinin katıldığı törenler ve mitinglerde, Filistinli şehitlerin çizdiği direniş seçeneğine tüm Filistinlilerin bağlılığının ve sadakatinin gerekliliği vurgulandı.
ParsToday
İşgalci Siyonist İsrail'in Nablus Saldırısında 25 Filistinli Yaralandı
İşgalci Siyonist İsrail ordusu, Filistin’in Batı Şeria bölgesinin kuzeyinde yer alan Nablus kentindeki Rujeib kasabasında, Filistinli Sawalhi ailesine ait bir evi kuşatarak, hoparlörler ile içeridekilere teslim olmalarını talep etti. Daha sonra evi yıkmakla tehdit eden İşgalci Siyonist İsrail askerleri saldırı başlattı.
Filistin Kızılayı Acil Durum ve Ambulans Departmanı Başkanı Ahmed Cibril, kasabada çıkan çatışmalarda toplam 25 kişinin yaralandığını açıkladı.
Filistin Tıbbi Yardım Derneği’ne bağlı (PMRS) sağlık görevlileri, uyluk kemiğinden vurulan bir kişinin Rafidiya Hastanesi'ne sevk edildiğini ve durumunun ciddi olduğunu açıkladı. İşgalci Siyonist İsrail askerlerinin, Filistin Tıbbi Yardım Derneği (PMRS) ambulansına ateş açtığı bildirildi.
Olay sonrası isimleri Nabil Sawalhi ve Nehad Awad olan 2 kişinin İşgalci Siyonist İsrail askerlerine teslim olduğu bildirildi.
Filistin resmi haber ajansının WAFA'nın haberine göre, İşgalci Siyonist İsrail güçleri bugün Batı Şeria'nın çeşitli bölgelerinden 16 Filistinliyi gözaltına aldı.
İşgalci Siyonist İsrail güçlerinin Batı Şeria'nın kuzeyindeki Tulkarm ilçesinde çok sayıda baskın düzenleyerek, aralarında eski mahkumların da bulunduğu yedi Filistinliyi gözaltına aldığı bildirildi.
Aşura ve Çok Katmanlı Strateji (II)
C) Hüseyni Kıyamın Felsefesi Hakkında Beş Teori
Hüseyni kıyamın felsefesi hakkında birçok analiz sunulmuştur ve toplamda bu görüşler beş ana teoriye geri döndürülebilir:
1. Kendini Savunma ve Canını Koruma
İmam Hüseyin (a.s), Yezid'e biat etmeyi haram ve genel maslahata aykırı bilmekteydi, ancak Yezid'in saltanatını devirmek gibi bir niyeti de yoktu ve Yezid onu biat etmeye zorlayıp yolunu kapattığında, canını kurtarmak için Medine'den ayrılmak zorunda kaldı ve Mekke'ye gitti. Mekke'de de kendisine suikast girişiminde bulundular. O da Şiilerin yanında güvende kalmak için Kufe'ye gitti ve onlar (düşmanlar) Kufe'nin kapısını ona kapatıp Kerbela'da iki yol ayrımında bıraktıklarında, biat ve zillet (aşağılanma) yükü altında kalmamak için savaşmak zorunda kaldı.
2. İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak
İmam (a.s) başından beri, Resulullah’ın (s.a.a) sünnet ve geleneğini ihya etmeyi ve İslam toplumunu fitne ve sapkınlıktan kurtarmayı kendine vazife bilmiştir. Yezid'in tavır ve davranışları öyle bir şekildeydi ki, devam ederse dinin yıkılmasına yol açacaktı ve bundan dolayı İmam, insanları aydınlatmak ve uyandırmak olan görevine yöneldi ve her adımda, her vesileyle -nasihat, bağırıp çağırmak, ifşa ve yüzleşme yolları ile- fesat ve yolsuzlukla mücadeleyi bırakmamış ve nihayetinde şehit oluncaya kadar da bu yolda savaşmıştır. Bu teori, İmam Hüseyin'in (a.s) sadece kötülükleri sınırlamak için bir kıyam başlattığına, aksi takdirde hükümeti değiştirme umutlarının olmadığına inanmaktadır.
3. Hilafetin Devrilmesi ve Hükümetin Kurulması
İmam Hasan'ın (a.s) barış anlaşması, hak ve adalet hükümetinin önünü açmak için Muaviye'nin kendi yerine bir halef atamasını engelledi. İmam Hüseyin, Yezid'e biat etmeyi reddederek hükümete karşı kıyamın temellerini attı ve Kûfe ve diğer şehirlerdeki Şiilerin açık desteğiyle, tağuta karşı savaşmak ve Ehl-i Beyt’in (a.s) hilafet hakkını geri kazanmamak için hiçbir mazereti yoktu. İmam, davet edenlerden biat etmeleri için temsilciler gönderdi ve düşmanlar Kufe'ye giden yolu kapatıp Şiilere katı davranınca, ashabından sağ kalanlarla birlikte cihat etmek ve düşmanlara karşı savaşmak zorunda kaldı.
4. Şehitlik ve Fedakârlık
Seyyid-i Şüheda, Kerbela'daki kaderini biliyordu, bundan dolayı hiçbir zafer ümidi olmadığından bir hükümet kurma ve halifelik niyeti de yoktu. Bu İmamın işin sonunu önceden öngörmesi, ister İmam'ın gaybi bilgisine dayansın, ister Hz. Peygamber Ekrem’in (s.a.a.) ve Müminlerin Emiri (a.s.) tarafından gelen gaybi haberlerden kaynaklansın, ister şartların tahlili ve zafer faktörlerinin olmadığına emin olmakla olsun, İmama hükümet kurma niyetinin atfedilemeyeceğini göstermektedir. Dolayısıyla imamın en başından beri şehitliği seçtiğini ve onun önüne geçmesinin başka bir yolu olmadığını söylemek gerekir. İmam (a.s.) bu şekilde zulme karşı savaşarak ve bu yolda fedakârlıkla mücadele ederek, gelecek nesillere zulüm ve fesat karşısında ihmal edilmemesi gereken dersler vermiştir.
5. İlahi Planın Uygulanması
Bazıları, hadisler esasına göre, Ehl-i Beyt'in (a.s) her birinin kendi dönemlerinde gerçekleştirmekle yükümlü oldukları özel bir misyonu olduğuna inanmaktadır. İmam Hüseyin'in hareketi de Allah tarafından önceden belirlenmiş ilahi bir plandı ve bu ilahi görevi yerine getirmek için önceden seçilmişti. Seyyid-i Şüheda (a.s) bu sonucu bilerek ve bu ilahi sorumluluğu kabul ederek, kendi ilahi görevini iyi bir şekilde yerine getirmiş ve bu zorluklara göğüs gererek Allah'ın kendisi için hazırladığı büyük mükafatları elde etmiştir. Bu nedenle Kerbela hadisesi ve Aşura’ya götüren olayların ilahî sırlardan biri olduğu ve o hadiseye has bir durum olduğundan başkaları için model alınamayacağı söylenmiştir. Elbette bu beş bakış açısının her birinin kendine özgü kanıtları ve temelleri vardır ve bazen aralarında çok az farkla alt teorileri de içerirler. Bu beş görüş dışında, bu maddelerin yanında yer almayan ve onlarla birleştirilebilecek gibi görünen başka görüşlerin olduğu da ifade edilmiştir.
D) Bu teorilerin birbirleriyle uyumluluğu
Bu teoriler genellikle kendi bakış açılarını diğer teorileri reddedecek şekilde açıklar. Ancak bu hedeflerin bırakın sadece birbiriyle uyumsuz olmadığını, Kerbela kıyamında hepsinin veya çoğunun bir arada var olduğu kanaatindeyiz. Önemli olan bu çelişkili yaklaşımların birbiriyle nasıl koordineli ve kapsamlı bir ana plana uyduğunu göstermektir. Aşura'nın önemi çok katmanlı stratejik planında yatmaktadır.
Ancak bu iddiamızın delilleri şudur:
1. Tarihsel Kanıtlar:
Tarihsel raporlar, İmam Hüseyin'in (a.s.) zahiri olarak gaspçı ve zalim bir hükümetin önünde bir siyasi lidere yakışan tüm işleri yaptığını göstermektedir. Öte yandan, tarih, İmam'ın (a.s) bazı özel durumlarda hareketinin sonunu, yaranlarının ve kendisinin şehadetini ilan ettiğine tanıklık etmektedir. Aynı şekilde Seyyid-i Şüheda'nın bu hareketi sırasında çeşitli yerlerde ceddinin ümmetinin ıslahına vurgu yaptığı ve son ana kadar hayatın korunması ilkesini vurguladığı ve hayat sahnesinde kalmaya çalışmaktan vazgeçmediği, öğüt vermekten ve ara verip müzakere istemekten vazgeçmediği de açıktır.
Bu raporların hiçbirinin inkâr edilemeyeceği açıktır ve şimdiye kadar bu bilgi kategorisini başka bir kategori lehine reddetmek için gösterilen çabalar başarısız olmuştur.
2. Hukuki ve Ahlaki İlkeler
İslam fıkhı ve ahlak kurallarına göre İmam Hüseyin (a.s) ne Yezid'e biat etmeyi kabul edebilirdi ne de işin başında ve şartların görünüşte hazır olduğu bir dönemde, Şiilerin hak ve adalet hükümetinin kurulması konusundaki istek ve ısrarlarını görmezden gelmek için hiçbir mazereti olmadığı gibi Allah’ın dinini ve insanların haklarını gözetme vazifesini bırakıp, canını kurtarmak için emniyetli bir köşeye sığınması, zillete ve teslimiyete boyun eğmesi ve bütün peygamberlerin ve evliyaların yolu olan bu yolda canını feda etmekten kaçınması da uygun değildi.
Öte yandan, canı korumanın, özellikle de dünyanın yaşamı ve ümmetin koruyucusu ve sığınağı olan İmam'ın canının korunmasının zorunlu olduğu açıktır, yalnızca dini korumak için temel bir zorunluluk varsa ve başarı ümidi açıksa, böyle bir risk kabul edilebilir.
3. Kelami ve Teolojik İlkeler
Bazı kimseler, hükümet için kıyam etme inancının, İmam'ın işin akıbeti konusundaki önsezisiyle çeliştiğini düşünmüşler ve bu nedenle kıyamın gerekçesini bu koşullarda geçersiz saymışlardır veya bunun mukabilinde diğer bir grup, İmam'ın şehadete olan ilmi ile hükümet için kıyam etme varsayımının anlamsız olduğunu düşünmekte ve bu nedenle devrimin amacını haklı çıkarmak için İmam'ın ilmini inkâr etmişlerdir. Ya da bazıları, eğer Aşura olayı, Allah'ın tüm peygamberlere önceden bildirdiği ilahi bir plan veya kader ise, kıyamın amacı ve benzerlerinden bahsetmenin anlamsız olduğu iddiasındadır. Veya bazıları, her koşulda imamın hayatını korumanın gerekli olduğunu ve hiçbir durumda şehitliğin İmam'a atfedilemeyeceğini zannetmişlerdir ve ...
Ancak Ehl-i Beyt (a.s) mektebinin esaslarına göre bunların hiçbiri birbiriyle çelişmemektedir:
İlk olarak, imamın işin akıbeti ile ilgili ön bilgisinin olması (bu bilgi hangi yolla elde edilmişse edilmiş olsun) mutlaka bu bilginin imama eşlik etmesi gerektiği anlamına gelmez, ancak ilahi sünnet ve geleneğe göre imam, zahiri ve doğal koşullara göre gündelik hayatta görevlerinin yerine getirilmesinden sorumludur.
İkincisi, nihai bir sonuç olarak İmam'ın şehit edilmesinin, bu olaydaki etkili faktörlerinin hiçbiri vazifesini belirlememiştir, fakat her insan, vazifesi olan aynı fiili aynı özel şartlarda yapmalıdır. İnsan eylemlerinin sonucu, birden çok davranışın, dış koşulların ve ilahi takdirlerin etki ve tepkisinin sonucudur ve doğrudan bir kişinin eylemine atıfta bulunmaz (dikkatli olun).
Üçüncüsü, dünya işlerini düzenlemede Tanrı'nın tekvini (yaratıcı) iradesi ve takdiri (ki bu, tüm varoluş sistemi ve insan yaşamı için ilahi plana göre gerçekleşir), dünyevi ve zamansal görevleri yerine getirirken insan iradesiyle çelişmese ve tamamen uyumlu olsa da bu iki irade zorunlu olarak koordineli ve uyumlu değildir. İmam ve Allah'ın kulları olarak diğerleri, Allah'ın şeriat iradesini uygulamak ve görevlerini yerine getirmekle görevlidir, ancak Allah'ın da aynı durumlarda varlık sistemindeki genel planına göre tekvini ve yaratıcı bir iradeye sahiptir ve eşyanın kaderini istediği gibi belirler. Ehl-i Beyt'in (a.s.) öğretilerinde “Emru’n beyne’l Emreyn”[1] olarak bilinen bu ilke ve bu ilkenin dalları sayılan “genel kader ilkesi”, “genel beda ilkesi”[2] ve “genel imtihan ilkesi” ve benzeri gibi başka ilkeler insanların (İmam ve diğerleri dahil) genel ve kısmi davranışlarında mevcuttur ve biz Aşura sahnesinin varlığı yöneten bu sünnet ve geleneklerin en önemli tezahürlerinden biri olduğuna inanıyoruz. (Tabii ki, bu tartışmanın daha ayrıntılı açıklamalara ihtiyacı vardır).
Dördüncüsü, imamın canını koruma zorunluluğu, iman esaslarından ve ümmetin her bir ferdinin sorumluluğu dahilinde olan şeriatın önemli hükümlerinden biri olmasına ve imamların herkesten önce kendi canlarını korumaları gerekmesine rağmen bu prensip mutlak değildir, ancak dinin mevcudiyetine yönelik bir tehlike ve mektebin esasından sapma olduğu zaman, dinin asıl koruyucusu olan imam mücadeleye girer ve gerektirdiği ölçüde fesat ve yolsuzlukların kökleriyle mücadele etmek için canını feda etmekten çekinmez.
4. Örnek Olma ve Modelleme İlkesi
Allah'ın masum önderleri, ümmetin bireysel ve toplumsal hayattaki rol modelleridir ve hayatları da sözleri gibi, başkaları için mutluluğun ve güzel yaşamın yolunu tasvir eder. Her ne kadar ilâhî evliyaların bazı davranış ve planlarının münhasıran kendilerine ait olduğu açık olsa da masum imamın normal hayatında meydana gelen ve zahirî davranışlarının imama özgü olduğuna dair bir delil olmadıkça, ders ve ibret alınacak doğal bir programa atfedilmesi gerekir. Öyle görünüyor ki, Seyyid-i Şüheda’nın (a.s) başından sonuna kadarlık süreçteki toplam davranışları, bu eylemlerin İmam'ın normal ve geleneksel yaşantısının dışında olduğuna ve uyulmaması gerektiğine dair hiçbir işaret yoktur.
E) Kapsamlı Program ve İlahi Sünnetin Hâkimiyeti
İmamet görevinden sorumlu olan ilahi liderler, makro ve stratejik hareketlerde, tüm koşulları göz önünde bulundurarak, aşamalı önlemler, alternatif ve seçenekli planlar düşünürler ve en başından itibaren mümkün olan olasılıkları öngörerek çıkmazlara ve zorluklara çözümler tasarlarlar; kapsamlı ve stratejik bir plan, ana ve alt stratejileri ve değişen ve değişken nesnel koşullarda farklı ve değişik taktiklerin tasarımını içerir.
Aşura hadisesi çok hassas ve dönüm noktası olan bir zamanda gerçekleşti ve İmam Hüseyin'in (a.s) davranışı da gösteriyor ki, durumu dikkatli bir incelikle yönetiyor ve hareketin başından sonuna kadar duruma göre yerinde ve zamanında kararlarla, uygun ve zamanında kararlarla tepki veriyor. Yüzeysel bir bakışla dahi, büyük bir insani lider olarak İmam Hüseyin'in (a.s.) bu büyük çatışma sahnesine eli kolu bağlı ve basit bir şekilde gelmediği ve şartlara göre en büyük kapasiteleri en yüksek hedeflerine hizmet etmek için kullanmaya çalıştığı ve nihayetinde sahadan elleri dolu ve muzaffer çıktığı kabul edilmelidir.
Fakat bir başka açıdan Aşura olayı, salt dünyevi bir olay, bir zaman ve mekân takvimi değildir. Aşura, Allah'ın Seyyid-i Şüheda’nın (a.s) varlığına dayanarak varoluş ilişkilerini değiştirme iradesinin tecellilerinden biridir. Aşura, Allah’ın masumun velayet ekseninde tarihin akışını ve insanın tekamülünü değiştirmek için tekvini ve yaratıcı bir edinimidir. Aşura, Allah'ın sünnet ve geleneklerini küçük bir dünyada ve kısa sürede sergilemek için gösterdiği gücünün bir örneğidir. Bu tanımla, İmam Hüseyin'in (a.s) hareketinin Allah'ın çok yönlü bir planının örneği olduğu, bir yandan Seyyid-i Şüheda ve ashabının Onun teşrii (yasama) iradesini yeryüzünde uygulamak zorunda olduğu kapsamlı bir plan; öte yandan Allah, kendi velayet (yetkisiyle) ve kader, imtihan ve beda ilkesini uygulayarak olayın kaderini, insan, tarih ve varoluş için büyük planının gerçekleşeceği istikamet yönüne götürdüğü açıktır.
F) Aşura Etkinliğinde Çok Katmanlı Stratejiler
Aşura'nın bir hareketten ve sahneden daha büyük, belirli bir plan ve amacın ötesinde analiz edilmesi gerektiği tarihsel rivayetlerden ve bahsi geçen temellerden anlaşılmaktadır.
İmam Hüseyin (a.s), içinde bulunduğu durum karşısında tüm şahsi ve imamet görevlerini göz önünde bulundurarak, en önemli görevi en az maliyetle gerçekleştirerek ve sonunda düşmana en ağır darbeyi indirerek en büyük zaferi dine ve hak mensuplarına takdim etmiştir. Bu amaç, bu zor koşullarda elbette basit ve tek taraflı bir planlama ile mümkün değildir ve çok katmanlı stratejilerin öngörülmesini gerektirir.
Birinci katmanda imam, Emevilerin gücüne karşı mücadelede Şiilerin taleplerine cevap vermeli ve imamet hakkını takip etmelidir. Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.a)'in sünnetini ihya etmek ve Sakife'den bugüne kadar birikmiş olan büyük kötülükleri (münker) yasaklama görevi, umumi ve toplumsal hazırlık ve halkın desteğini gerektirir ve basitçe ve boş ellerle yapılamaz. İmam Hüseyin'in (a.s) hareketinin dış yüzü tam da bu koşulları tasvir etmekte ve bu yönde hiçbir çabadan kaçınmadığını göstermiştir. Dost ve düşmanlarla ilişkilerde en kesin siyasi ve askeri taktikleri takip etmek ve tüm ahlaki ve dini koşulları gözetmenin yanı sıra, canı ve gücü koruma ve tehlikeye atılmama ilkesi ve nihayetinde bilgeliği ve iyi argümanı ifade etme ve iyi vaaz verme veya müzakere ve mühlet isteme gibi yol gösterici kuralların kullanımı bu ilk katmanda analiz edilebilir.
Ama ikinci katmanda, imam (a.s), bu şartlar altında gasp edilmiş halifeliğin devrilmesinin mümkün olsa bile adil ve dindar bir hükümet kurmanın mümkün olmadığını ve sapma çizgisinin insanların dininde ve ahlakında kök saldığını öyle ki bu ahlaki ve ideolojik pisliklere dayanan iktidar sistemini yerinden oynatmanın neredeyse imkânsız olduğunu bilmektedir. İmam bu şekilde eninde sonunda şehit olacağını bilmekte ve bu fitne ve şüphe ortamında kendisinin ve ashabının şehadetinden, doğruyu ve yanlışı ayırt etmekle kalmayacak, gelecek nesilleri de aydınlatacak ve inşa edecek, görkemli ve parlak bir çizgi çizmeye çalışmaktadır. Bu nedenle İmam (a.s), ilk proje ile birlikte yavaş yavaş ve özel çevrelerde ikinci senaryoyu hazırlamakta ve İbn Hanefiye ve İbn Abbas gibi bazı protestoculara başka bir amaç peşinde olduğunu anlatmakta ve yavaş yavaş o son sahne için özel yardımcılar hazırlamaktadır.
İmam Hüseyin'in hareketi incelendiğinde, baştan sona gidildikçe ilk yaklaşımın renginin giderek azaldığı ve ikinci stratejinin belirtilerinin ortaya çıktığı görülmektedir.
Ancak üçüncü katmanda İmam Hüseyin (a.s) Allah'ın kendisi için olan planının farkındaydı ve sorumlu olduğu belirli görevleri biliyordu ve bunları harfi harfine uyguladı.
Seyyid-i Şüheda, sırlarını sadece kendisinin ve Rabbinin bildiği bir programın icra edicisi idi ve başkaları şu anda bile onun sonunu ve sonuçlarını tam olarak bilemeyebilirler. Başka bir grubun, üçüncü planın önceki iki stratejiyle çeliştiğini düşünmesine neden olan şey, Allah'ın masum imamlar için önceki planını tarihi şartların dışında ve ümmetin dünyevi durumundan ve zamanından bağımsız olarak değerlendirmiş olmalarıdır; Hal böyle iken İmamet'in ilahi planı, ümmete rehberlik etmek ve dini, dünyanın nihai kaderine doğru yönlendirmek olduğu iyi bilinmektedir.
Dolayısıyla burada önemli olan nokta, Aşura'nın ilahi planının (üçüncü strateji) tam olarak Kerbela'nın dünyevi planının koridorundan geçmesidir ve diğer bir deyişle birinci ve ikinci katmanda söylediğimiz her şey Tanrı'nın aynı kapsamlı planının bir parçasıdır. Kelâm ve fıkhî temellerde söylediklerimizin esasına göre, imamın ve diğerlerinin teşrii (şeriat) dünyasındaki davranışlarının sahnesi, her Müslümanın her durumda vazifesi ile birebir aynı idi ve elbette imam, imamet görevi nedeniyle özel görevlerden de sorumluydu. Bu dünyada hür irade (ihtiyar), bela, şer ve bunun sonucunda adalet ve lütuf gibi ilkeler vardır ve Aşura tüm bu ilahi ilke ve geleneklerin bir örneğidir, fakat tekvin ve yaratılış âleminde, kader, beda ve benzeri prensiplerle ilâhî irade, beşerîn fiillerinin akıbetini ve neticesini tayin etmekte ve dünya ve insan üzerindeki planını gizlemektedir.
[1] - Emru’n Beyne’l Emreyn, kelam ilminde kullanılan bu terim, cebir ve ihtiyar konusunda Şia İmamiye’ye özgü özel bir inançtır. Bu öğreti, cebir ve tefviz'in mukabilinde kullanılmaktadır. Bu terimden maksat, insanın kendi iradesiyle yaptığı fiillerinde hem Allah’ın ve hem de insanın müdahale ettiği ve aracılığının olduğudur. İki emir, iki iş anlamına gelen "Emreyn"den maksat, cebir ve tefvizdir. Cebir teorisine göre, insan iradesinin fiillerde ve eylemlerde bir etki ve dehaleti yoktur. İşler kaçınılmaz ve kendi isteği dışındadır. Tefviz teorisine göre ise, insan iradesi fiillerinde tüm yönlerden etkin ve müessirdir. Allah’ın kudretinin onda bir etki ve tesiri yoktur. Allah yalnızca insanı ve onun kudretini yaratarak icat etmektedir. “Emru’n-Beyne’l Emreyn” bu iki teoriyi iptal etmekte ve insanın kendi isteği ile işlerinde hem Allah'ın ve hem de insanın iradesinin müessir olduğu; bu iki iradenin birbirlerinin sıralama ve boyunca olduğunu ispat etmektedir. (Çevirmen)
[2] - Beda’nın Arapçadaki kelime anlamı, ortaya çıkmak ve aşikâr olmaktır. Bir insanın beğenilen iyi davranışları neticesinde kaderinin doğal akışının değişikliği anlamını ifade eder. (Çevirmen)
ehlibeytalimleri.com