
کارگر
Nasrallah: "İhanet filmi, Mescid-i Aksa'nın yakılmasından daha da tehlikeli
Konuşmanın geniş özeti
'ABD çifte standart uyguluyor'
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Hz. Peygamber'e hakaret içeren ve İslam dünyasında infiale yol filme ilişkin, ''ABD, ifade özgürlüğü konusunda çifte standart uyguluyor. Filmle ilgili tavrı bunun açık göstergesi'' dedi.
Nasrallah Lübnan El-Menar televizyonunda yayınlanan konuşmasında, birçok İslam ülkesinde protesto gösterilerine neden olan filmden ABD'yi sorumlu tuttu.
Hizbullah genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, İslam’a hakaret içeren filmin Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çatışma çıkarmayı hedeflediğini açıkladı.
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, pazar akşam saatlerinde el-Menar televizyonu aracılığıyla yaptığı konuşmasında, Hz. Peygamber'e hakaret içeren filmi protesto etmek için Lübnanlıları gösteri düzenlemeye çağırdı.
Amerika'yı söz konusu filimle Müslüman ve Hıristiyanlar arasına fitne sokmayı hedeflediğini belirten Nasrullah "Pazartesi gününü, hareket için başlangıç olarak seçtik. Yarın 17:00'de Dahiya'da düzenlenecek olan gösteri, tüm Lübnan'da, İslam ve Arap aleminde devam etmelidir" dedi.
Nasrallah "Bu filimden ötürü öncelikli olarak yargılanması, cezalandırılması gerekenler, bu filmin sorumlularıdır. Sonrasında bu filmi yapanların arkasında duranlar, destek verenler ve koruyan Amerika gelmektedir" dedi.
Hizbullah lideri Seyyid Nasrallah, Hz. Peygamberimizin şahsiyetine yönelik ağır hakaret içeren filme karşı ümmeti ayağa kalkmaya çağırdı.
Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah, yayınlanan filmde Resulüllah (s..a.v)’e yönelik hakaretin çok ileri boyutlarda olduğuna dikkat çekerek “bu çok ciddi ve kabul edilemez bir durum” dedi.
Pazar akşamı El Menar televizyonunda film üzerine bir konuşma yapan Seyyid Nasrullah, “Bugün karşılaştığımız durum çok ciddidir ve daha beteri de bu filmin hala internet sitelerinde yayınlanıyor olmasıdır. Bu durum, 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın ateşe verilmesinden de daha ciddidir. Hz. Resulüllah’ın şahsiyetine yönelik bu hakaretler karşısında sessiz kalmak çok tehlikeli bir durumdur. Hz. Resulüllah’ın şahsiyetine yönelik hakaretlere musamaha gösterenler Mescid-i Aksa’yı yıkmak isteyen İsraillilere de yanlış bir mesaj göndermektedirler” dedi
Hz. Resulüllah’a karşı saldırı karşısında Müslümanların sorumluluklarını üslenmesi gerektiğini belirten Seyyid Nasrullah düşmanın İslam ümmetine karşı askeri, politik, fikri, kültürel veya ekonomik saldırıları karşısında iki yolun takip edilmesine dikkat çekti.
“Birinci yol, düşmanın amaçlarını bilip bunları başarısızlığa uğratıp amaçlarını gerçekleştirmesine fırsat vermemek. Düşman Müslümanlarla hristiyanlar arasında bir çatışmanın çıkmasını amaçladığı için böylesi bir çatışmadan kesinlikle kaçınmak. İsrail Müslümanların hristiyanları öldürmesini ve onların kiliselerini yakmasını görmek istiyor” diyen Seyyid Nasrullah, Müslümanların dünya çapında gösterdikleri tepkilerde hristiyanları değil de Amerika ve İsrail’i hedef almasının olumlu bir işaret olduğunu belirtti.
İslam dünyasından Amerikan yönetimine İslam’ın mukaddesatına karşı böylesi saldırıları önlemesi çağrısında bulunduğunu, ancak ABD yönetiminin bu yönde hiçbir şey yapmadığını belirten Seyyid Nasrullah, Müslümanların protesto gösterileri yaptıktan sonra geri evlerine dönmelerine dönmelerinin yeterli olmadığını söyledi.
“Bütün İslam Ümmeti olarak tarihi sorumluluklarımızı üslenmeliyiz. Bugün Hz. Resulullah'ı savunmak İslam'ın bütün mukaddesatını savunmaktır. Hz. Resulullah'ı savunmak Kudüs'ü, Mescid-i Aksa'yı savunmaktır. Hz. Resulullah'ı savunmak bütün peygamberleri ve bütün kitapları savunmaktır” diyen Seyyid Nasrullah, acilen İslam Konferansı’nın toplanmasını istedi.
Seyyid Nasrullah “bu din sizin dininiz, merak ediyorum, niçin çoğunuz niçin güçlü bir tavır koymuyorsunuz. Arap yöneticilerimize şunu söyleyelim; bu sizin sorumluluğunuzdadır” diyerek Arap rejimlerinin tutumunu sert bir şekilde eleştirdi.
Lübnan hükümetine çağrıda bulunan Seyyid Nasrallah, Hz. Peygambere karşı sergilenen bu saldırganlık karşısında Lübnan hükümetinin harekete geçmesini isteyerek “Lübnan Arap Birliği içinde ve BM’nin bir üyesi. Açık protestolarımızla bu filmin yayınlanmasını durdurmalı, bu saldırganlığın arkasında olanları cezalandırmalıyız” dedi.
Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’a, Meclis Başkanı Nebih Berri’ye, Başbakan Necip Mikati’ye ve Lübnan’daki tüm siyasi gruplara çağrıda bulunan Seyyid Nasrullah, bu filme karşı küresel bir rol üslenmelerini, Irak hükümetinin de İslam İşbirliği Konferansı’nın bir zirve düzenlemesine ön ayak olmasını istedi.
Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah, başta batı olmak üzere bütün dünya ülkelerine şu kesin uyarıyı yaptı:
“Dünya devletleri Arap ve İslam dünyasındaki çıkarları Arap ve İslam dünyasının mukaddesatına gösterecekleri saygıya bağlıdır.”
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed ve İslam Dini'ne hakaret içeren ve İslam dünyasında infiale yol filme ilişkin, ''ABD, ifade özgürlüğü konusunda çifte standart uyguluyor. Filmle ilgili tavrı bunun açık göstergesi'' dedi.
''İslam ümmeti gereken cevabı vermelidir. İslam'a karşı birçok kez eylemler yapıldı. Bunlar arasında Salman Rüşdi'nin kitabı, Amerikalı papaz Terry Jones'un Kur'an-ı Kerim'i yakması gibi eylemler var. Bu operasyon Amerikan Gizli Servisi'nin işidir. İslam dünyası ABD'den bu filmi durdurmasını istiyor ama gereken işlemler bir türlü yapılmıyor, internetten kaldırılmıyor.''
İslam dünyasının çok önemli bir dönemeçten geçtiğini belirten Nasrallah, çok dikkatli olunması gerektiğini dile getirdi.
ABD Kongresi'nin Müslümanları hedef alan saldırıları suç sayacak bir karar alması için bu ülkedeki Müslüman nüfusun çaba harcaması gerektiğini bildiren Hizbullah lideri, Papa'nın ziyareti sırasında, Lübnan'daki Müslümanlar'ın gereken hoşgörüyü gösterdiğini ancak bundan sonra filme yönelik gereken tavrın gösterilmesi, politikacıların da tavır alması gerektiğini belirtti.
İslam dünyasının liderlerinin de acil olarak toplanmasını isteyen Nasrallah, taraftarlarına filme yönelik tavırlarını bildirmek için gösteriler düzenlemeleri çağrısı yaptı.
Konuşmasını bütün dünya Müslümanlarının dünyanın bütün şehirlerinde caddelere çıkarak büyük protesto gösterileri düzenlemeye çağırarak bütün Lübnanlıları önümüzdeki günlerde Hz. Resulüllah’ın hürmet ve şahsiyetini savunmak için Lübnan’ın her tarafında düzenlenecek olan protesto gösterilerine katılmalarını isteyerek "Lebbeyk Ya resulüllah" sözleriyle bitirdi.
“Bütün dünya bilsin ki, bu peygamberin onu terk etmeyen ve ona hakaret edilmesine asla sessiz kalmayan bir ümmeti vardır.”
Hz. Fatıma Mâsume"nin Doğum Günü
Hz. Mâsume, Hicrî 1 Zilkade 173 tarihinde Medine'de dünyaya gelmiştir.
Merhum Ayetullah Şeyh Ali Nemazî,[1] Müstedrek-i Sefinetu'l-Bihar adlı değerli eserinin 8. cildinde Fatıma-i Mâsume'nin H.173 yılının Zilkade ayının başında dünyaya geldiğini yazmıştır.[2]
Merhum Feyz, Encum-i Furûzan'da; Gencine-i Âsar-ı Kum, Levakihu'l-Envar fi Tabakati'l-Ahyâr'dan naklen [Abdulvahhab Şa'rânî Şâfiî'nin (ö. 937 H.) eseri] ve Seyit Musa Berzencî Şafiî Medenî, Nezhetu'l-Ebrar fi Neseb-i Evlad-ı Eimmeti'l-Athâr kitabında şöyle naklederler:
"İmam Musa Kâzım'ın (a.s) kızı Hz. Masume, Hicrî 183 yılının Zilkade ayının başında Medine'de dünyaya gelmiş ve Hicrî 201 yılında, Rebiyülahır'nin 10'unda Kum'da vefat etmiştir."[3]
Hz. Mâsume'nin (s.a) Zilkade ayının başında doğduğunu rivayet eden diğer kaynaklar ise şunlardır:
1- Avalimu'l-Ulum, Allame Behranî, c.21, s.328.
2- Hayatu's-Sett, Şeyh Mehdi Mensurî, s.10.
3- Fatıma Bint'i-İmam Musa el-Kâzım, Dr. Muhammed Hâdi Eminî (el-Gadir müellifi Allame Eminî'nin oğlu), s.5, 21.
4- Zindigani-i Hz. Musa b. Cafer, İmad Zâde c.2, s.375.
Bazı kaynaklarda Hz. Mâsume'nin doğum yılı Hicrî 183 olarak zikredilmiştir. Ama doğru olan, Müstedrek-i Sefine'de nakledilen 173 yılıdır. Çünkü İmam Kâzım (a.s), 25 Recep 183 tarihinde Harun Reşid-'in Bağdat zindanında şahadete ermiş. Hapiste en az dört yıl kaldığı ve bu süre içerisinde Medine'de bulunan ailesinden uzakta oluşu dikkate alınırsa, Hz. Mâsume'nin 183 yılında doğması imkânsızdır. Görünen o ki, rakamda bir yanlışlık olmuş ve 173 yerine 183 yazılmıştır.
Araştırmacı yazar merhum İmamzâde İsfahanî şöyle yazar:
Hz. Mâsume, Hicrî 173 yılının Zilkade ayında, Medine'de dünyaya geldi; 201 yılının Rebiyülahır ayında da Kum kentinde vefat etti."[4]
İmam Rıza'nın (a.s) kutlu doğumu 11 Zilkade 148 Hicrî'de, Medine'de gerçekleşmiştir. Bu vesileyle, İmam Rıza (a.s) ile kardeşi Hz. Mâsume'nin doğum günleri arasındaki on gün "Nurlu On Gün" olarak adlandırılmıştır.
Kutlu Doğum
Zilkade'nin başlangıcı, İmam Rıza (a.s) ve Ehl-i Beyt hânedanı için özel ve mutluluk habercisi bir gündü. Çünkü Necme hatunun İmam Rıza (a.s)'dan başka bir çocuğu yoktu ve İmam'dan sonra, uzun bir süre çocukları olmamıştı. Zira İmam Rıza (a.s) Hicrî 148'de dünyaya gelmişti ve Hz. Mâsume 173 yılında doğacaktı. Yani, arada 25 yıllık bir fasıla vardı.
İmam Cafer Sadık (a.s) böyle bir hatunun dünyaya geleceğini müjdelediği için Ehl-i Beyt hânedanında uzun süredir bir bekleyiş vardı.
Bu yüzden Hz. Mâsume'nin dünyaya geldiği bugün, Necme hatun ve İmam Rıza (a.s) için çok mutlu bir gündü. Çünkü imamet ve velayet evinde bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. Parlak simasıyla kalpleri okşuyor, gözleri aydınlatıyordu.
--------------------------------------------------------------------------------
[1]- Merhum Nemazî, Hicrî Kamerî 1405 yılında, 2 Zilhicce'de vefat etmiştir. Mezar-ı şerifi, İmam Rıza'nın (a.s) Harem-i Şerif'inin Razevî Avlusu'ndaki odalardan birinde bulunmaktadır.
[2]- Müstedrek-i Sefinetu’l-Bihar, c.8, s.257.
[3]- Encum-i Furûzan, s.58; Gencine-i Âsar-ı Kum, c.1, s.386; Feyz, Gencine adlı eserinde şöyle yazar: “Hüccetü’l-İslam Şeyh Cevad Müçtehid, hac yolculuğunda Medine’deki kütüphanede adı geçen iki kitabı (Levakih ve Nezhe) büyük zorluklardan sonra bularak bu konuyu o kitaplarda gördüğünü söylemektedir.” (Gencine-i Âsar-ı Kum, c.1, s.387)
[4]- Zindigi-i Hz. Musa b. Cafer (a.s), İmadzâde, c.2, s.375.
İmam Sadık"ın (a.s) Hz. Mâsume Hakkında Sözleri
Hz. Mâsume'nin özel bir makama sahip olduğunu gösteren bariz delillerden biri de, henüz o doğmadan, hatta babası dahi dünyaya gelmeden İmam Cafer Sadık'ın (a.s) onun hakkında buyurduğu sözlerdir.
Bu sözler, peygamber ailesinden gelen bu hatunun özel ve yüce değerlere sahip olduğunu ve ilahî kişiliği bulunduğunu açıkça göstermektedir. Örnek olarak, şöyle sıralamak mümkündür:
1- Şiîlerden biri İmam Cafer Sadık'ın (a.s) huzuruna çıktı. İmam'ın (a.s) beşikte bir bebekle konuştuğunu gördü. Oldukça şaşırmıştı. İmam'a (a.s) dönerek, "Yeni doğan bir bebekle mi konuşuyorsunuz?" diye sordu. İmam Sadık (a.s), "Eğer istiyorsan gel, sen de konuş" dedi.
Bu Şiî, olayın devamını şöyle anlatır: Beşiğe yaklaşıp selam verdim. Bebek, selamımın cevabını verdi ve bana "Yeni doğan kızına verdiğin ismi değiştir. Zira Allah, o isimden hoşlanmaz" dedi. (Bu kimsenin, olaydan birkaç gün önce bir kız çocuğu olmuş, adını da Humeyra koymuşlardı.) Yeni doğan çocuğun konuşması, gaipten haber vermesi ve hatamı düzeltmeye çalışması beni daha da şaşkına çevirmişti. Bunun üzerine İmam Sadık (a.s), bana şöyle buyurdu: "Şaşırma, bu çocuk oğlum Musa'dır (a.s). Allah, onun neslinden bana bir kız verecek. Adı, Fatıma-'dır. O, Kum toprağında gömülecek. Kim onu Kum'da ziyaret ederse, cennet ona vacip olur."[1]
2- Yine İmam Cafer Sadık (a.s), Hz. Mâsume henüz dünyaya gelmeden onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Pek yakında Kum'da benim evlatlarımdan Fatıma isminde bir hâtun defnedilecek. Kim onu ziyaret ederse cennet ona vacip olur.[2]
İmam Musa Kâzım'ın (a.s) Hicrî 128'de dünyaya geldiğini, Hz. Mâsume'nin de 173 yılında doğduğunu göz önünde bulundurursak, İmam Sadık'ın, (a.s) bu sözü Hz. Mâsume'nin doğumundan 45 yıl önce söylemiş olduğu sonucuna varırız.
İmam Sadık (a.s) bir başka rivayette de şöyle buyurmuştur:
"Benim kızlarımdan bir hâtun, Kum'da vefat edecek ve onun şefaatiyle tüm Şiîlerim cennete girecektir."[3]
Bu gaybî haberler, aynı zamanda Şiîleri bu yüce hâtunun kutsal hedeflerine davet etmektedir.
Baban Sana Feda Olsun!
Hz. Fatıma Zehra’nın (a.s) faziletlerinden biri de, Hz. Peygamberin defalarca onun hakkında söylediği “Babası ona feda olsun”[4] sözüdür.
Peygamberimizin söylediği bu söz, Hz. Fatıma’nın makamının yüceliğini ve saygınlığını beyan etmektedir.
Hz. Mâsume hakkında da buna benzer sözler, babası İmam Kazım (a.s) tarafından söylenmiştir. Bu konuyla ilgili olarak aşağıda yer alan anlamlı olayı naklediyoruz.
Ayetullah Uzma Seyit Ebu’l-Kasım Hoî'nin ilk damadı olan Merhum Ayetullah Müstenbit, IX. yüzyılın alimlerinden Salih b. Arendes’in Keşfu’l-Leali kitabından[5] şöyle nakleder:
İmam Kâzım (a.s) döneminde bir grup Şiî, sorularına cevap almak kastıyla Medine’ye geldi. Ancak İmam (a.s) yolculukta olduğundan geri dönmek zorunda kaldılar. Bir sonraki seferde sorularını bir kâğıda yazarak İmam Kâzım'ın (a.s) ailesine bırakmak istediler. Ancak, İmam’ın kızı Hz. Mâsume, buna fırsat vermeden bütün sorularına cevap verdi. Şiîler, cevapları alınca vatanlarına doğru yola koyuldular. Yolda İmam Musa Kâzım (a.s) ile karşılaşınca konuyu ona da anlattılar. İmam, Hz. Mâsume’nin yazdığı cevapları onlardan alarak gözden geçirdi. Hepsini doğru buldu ve üç defa şu cümleyi tekrar etti: "Babası ona feda olsun!"
O dönemde Hz. Mâsume'nin yaşının küçük olduğunu da göz önüne alırsak, bu olay, onun ilim ve marifet derecesinin büyüklüğünü ve eşsiz makamını gösteren bir kanıt olarak ortaya çıkar.[6]
--------------------------------------------------------------------------------
[1]- Minhacu’d-Dumû, s.441.
[2]- Bihar, c.60, s.117.
[3]- Bihar, c.60, s.228.
[4]- Bihar, c.43, s.86, 88.
[5]- Bu kitabın el yazması nüshası, Necef’teki Şuşterîliler Kütüphanesi'nde mevcuttur.
[6]- Kerime-i Ehl-i Beyt, Ali Ekber Mehdi, s.63-64.
Tebyan
İslam Karşıtlığında Yeni Dalganın Başlangıcı :11 Eylül
11 Eylül 2001 olaylarının yıldönümü bir kez daha geldi. Amerika yönetiminde ve toplumunda yer alan İslam karşıtları bu yıl da geçmiş yıllarda olduğu gibi, olayı kendi açılarından yeniden yorumlayarak siyasi ve propaganda amaçlı rant sağlamaya çalışıyor.
Aslında Newyork'ta ikiz kulelere iki yolcu uçağının çapması ve yine Washington'da Pentagon binası benzer bir şekilde saldırıya uğramasının üzerinden 11 yıl geçti, lakin bu olay hala belirsizliğini koruyor. Amerika yönetimi ise yolcu uçaklarının nasıl kaçırıldığı, ikiz kulelere ve Pentagon binasına ulaştığı ve bu olayı gerçekleştirdiği konusunda ikna edici bir cevap veremiyor. Bu soru işaretleri Amerika yönetiminde bu olaydan siyasi, askeri ve propaganda amaçlı çıkarlar sağlayan gizli ellerin bulunduğunu gösteriyor. 11 Eylül 2001 olayları ile ilgili sorulara karşı sürdürülen suskunluk ve bu sorulara cevap verilmemesi, Amerika yönetiminin olayla ilgili resmi açıklamaları hakkında şaibelerin yaşanmasına sebep oluyor. Nitekim bu olayın nasıl gerçekleştiği ile ilgili belirsizlikler hakkında bir çok tartışma da söz konusu. Amerika ve Avrupa'da bir çok araştırmacı ve belgeselci olayla ilgili çeşitli raporlar ve belgeseller hazırladı ve yayınladı. Şimdi burada olayla ilgili çeşitli rivayetleri yeniden masaya yatırmak istemiyoruz, lakin Amerika yönetiminin bu olaydan nasıl siyasi, askeri ve propaganda amaçlı rant sağladığını bilmekte yarar var diye düşünüyoruz.
Gerçekte Amerika yönetiminin 11 Eylül 2001 olaylarına karşı tepkisi, bu olayı zaten beklediğini ortaya koyuyor. Nitekim eğer Amerika yönetiminin bu olayla ilgili ileri sürdüğü rivayeti kabul edecek olursak, Amerika’nın bu olaydan sonra dünya genelinde İslamofobi ve İslam karşıtlığı ile ilgili üçüncü dalgayı başlattığını ve böylece Afganistan ve Irak çıkarmalarını haklı göstermeye çalıştığını söyleyebiliriz. Gerçekte eski sovyetler birliği dağıldıktan sonra Amerika, dünyada rakipsiz kaldı. Ancak dünyaya dayattığı yarım asırlık sultası sırasında komünizmle mücadeleyi bahane eden Amerika için sovyetler birliğinin dağılması büyük bir boşluk yarattı, çünkü artık komünizm diye bir düşman yoktu ki başka ülkeler bu düşmandan korkup Amerika'nın sultası altına sığınsın. İşte bu yüzden Amerika için dünyada üstünlüğünü ve tek süper güç olduğunu ispat edebilmek için yeni bir düşman yaratmak bir zaruret haline geldi. İşte bu çerçevede kızıl tehlikenin yerine yeşil tehlike gündeme geldi.
Amerika'nın İslam'ı komünizm yerine düşman olarak belirlemesi için bir çok neden vardı. İran'da İslam inkılabının zafere ulaşması, Amerika'nın Ortadoğu gibi dünyanın en stratejik bölgesinde çıkarlarını sorgulamaya başlamıştı. İran'ın Amerika'nın nüfuz çemberinin dışına çıkması Washington'un sultacı emellerine ciddi darbe indirdi. Bu yüzden Amerika, İran'ın zulüm ve sulta ile mücadele eğiliminin yayılmasını önlemek amacı ile bölgede ve dünyada İranofobi ve İslamofobi dalgası oluşturdu. Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra İslamofobi ve İslam karşıtlığı politikaları daha da ivme kazandı. İslamofobi stratejisinin yeni aşamasında bu süreci sırf propaganda kanalının ötesine taşıdılar ve buna sözle bilimsel ve kültürel boyut kazandırmaya çalıştılar. Bu çerçevede 1992 yılında, Samuel Huntington medeniyetler çatışması tezini gündeme getirdi. Huntington yeni tezinde medeniyetler arasında kırılma hatları, gelecekteki çatışmaların sınırlarını belirleyeceğini ve İslam medeniyetinin batı medeniyetine karşı en büyük tehdit olduğunu belirtti.
Gerçekte Amerika'da karar mekanizmaları bu tezleri ile İslam dünyasının sınırları, batı dünyası için tehlike sınırları olduğunu telkin etmeye başladı. İslamofobi stratejisi için sözde bilimsel ve kültürel altyapı oluşturma faaliyetlerine paralel olarak Amerika ve batı medyası ve siyaset çevreleri İslam karşıtlığını da gündeme aldı. İslam'dan ve öğretilerinden çarpık bir imaj sergilemek İslamofobi ve İslam karşıtlığı stratejilerinin temel ilkelerine dönüştü. Bu zehirli propagandalar batı dünyasını İslam'dan tek yanlı ve gerçek dışı bir algılamaya yöneltti.
Batının izlediği propaganda kampanyasında İslam'dan şiddet yanlısı, radikalizmi körükleyen, köktenci, bilim ve kalkınma karşıtı ve terör yanlısı bir imaj sergelenmeye ve bu dinin insan hakları karşıtı bir din olduğu intibağı yaratılmaya başlandı. Oysa gerçekte İslam dini propagandaların aksine ileri, barış yanlısı, bilim ve düşünce ve insanların gerçek haklarını savunan semavi bir dindir. İslamofobi ve İslam karşıtlığının ikinci dalgasının bir kısmı sovyetler birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkmaya başladı. Üçüncü dalga ise tam 11 Eylül olaylarını takiben ortaya çıktı. İslamofobi ve İslam karşıtlığının üçüncü dalgasında Amerika'nın sultası altında bulunan medya, İslam dünyası ile batı dünyası arasındaki ilişkileri hedef aldı. Bu çerçevede İslam ve batı medeniyetleri arasındaki fay hattının faaliyete geçtiği telkini gerçekleştirildi. 11 Eylül olaylarından tam iki gün sonra Amerika'nın Herald Tribune gazetesi yayınladığı makalede, bu tür olayların aslında İslam ve batı medeniyetlerinin çatışmasını gün ışığına çıkardığını yazdı. İslamofobi ve İslam karşıtlığının üçüncü dalgasını başlatan batı medyası ve sulta düzenine bağlı medya bu dalgayı öylesine başlattı ki İtalya'nın dönem Başbakanı Silvio Berlusconi haddini aşan sözlerinde, batı uygarlığının İslam medeniyetinden daha asil olduğunu ileri sürmeye başladı ve müslümanları alçak insanlar olarak aşağılamaya çalıştı.
Bu sürecin devamında Amerikalı düşünür Fransis Fukuyama 11 Eylül 2001 olaylarından bir ay sonra The Guardian gazetesine verdiği demeçte, batı modernitesini tehdit eden tek kültürel düzenin İslam olduğunu belirtti. Fukuyama bununla da yetinmedi ve Amerika’nın İslam ülkelerinin moderniteye karşı direnişini kırmak için askeri gücünden yararlanabileceğini söyledi. Bu çerçevede Amerika'nın eski savunma bakanı ve bu ülkenin önde gelen stratejistlerinden William Kohen yaptığı açıklamada, Amerika ve müttefiklerinin İslam'la savaşının dördüncü dünya savaşı olduğunu ileri sürdü. Amerika'nın dönem başkanı oğul Bush da, ikinci haçlı seferlerinin başlamasından dem vurdu. İslamofobi ve İslam karşıtlığının üçüncü dalgasında askeri ve şiddet içerikli yöntemlerin teorize edilmesi çerçevesinde hristiyan siyonizmin propagandasını yapmakla tanınan papaz Rud Parsley, "Daha fazla susmak caiz değil" adlı bir kitabında, Tanrının Amerika'yı İslam'ı yenmekle görevlendirdiği iddiasında bulundu.
Amerikalı papaz kitabında, Amerika'nın yanlış bir dini yıkmak için kurulduğunun bir gerçek olduğunu da ileri sürdü. İşte böyle bir ortamda Amerika 2001 yılında Afganistan'ı ve 2003 yılında da Irak'ı işgal etti ve o dönemde müslümanlara yönelik medya saldırıları artmaya başladı. İslam peygamberine (sav) karşı saygısızlık çerçevesinde hakaret içerikli karikatörler, fitne adlı filmin yayınlanması, batının İslam karşıtlığının yeni örnekleri olarak ortaya çıktı. Ancak Amerika ve Avrupalı müttefiklerinin tüm kararlama kampanyalarına karşın İslam dini barış, adalet ve insan hakları yanlısı bir din olarak hızla yayılmaya başladı ve bu gelişme, İslam ülkelerinin coğrafi sınırları ile sınırlı kalmadı. Nitekim Amerika'nın dönemin Dışişleri Bakanı, George Town Üniversitesinde yaptığı konuşmada, İslam dininin Amerika'da hristiyanlıktan sonra ikinci din olduğunu itiraf etti. Bu durum Fransa, Rusya ve diğer bir çok batılı devletler için de geçerlidir.
Amerika'nın İslamofobi ve İslam karşıtlığı dalgasını başlatmasının bir amacı da, Amerika'nın terör ve radikalizmle mücadele bahanesi ile sultacı ve savaş çığırtkanlığı politikalarını haklı göstermektir. Amerika'nın bir başka amacı, batı toplumunda İslam'ın yayılmasını önlemektir. İşte bu yüzden batı medyası İslam'dan gerçek dışı ve şiddet yanlısı bir imaj sunmaya ve böylece bu semavi dinin batılı toplumlarda yayılmasını önlemeye çalışıyor. Ancak ne var ki veriler, İslamofobi ve İslam karşıtlığı politikalarının ters sonuç doğurduğunu ve batılıların İslam dinini daha yakından tanımaya başladıklarını ve dine yöneldiklerini gösteriyor. Araştırmalar ise, İslam dininin 2050 yılına kadar dünyanın en kalabalık izleyeni olan dine dönüşeceğini gösteriyor. Nitekim bu din şimdiden yüce öğretiler ve zengin kültürü ile dünyanın en etkin dini sayılıyor.
İran Devrim Muhafızları Genel Komutanı Caferi'den önemli açıklamalar...
İslami İran Devrim Muhafızları Genel Komutanı Muhammed Ali Caferi, yaptığı basın toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtladı. General Caferi, İran Kudüs birliklerinin Suriye’de olup olmadığı, Hizbullah’ın Suriye’ye müdahale edip etmeyeceği, olası bir Amerika İsrail saldırısı karşısında İran’ın tutumu, İran’ın yeni geliştirdiği insansız hava aracı olan Şahit 129’un özelliği… hakkında bilgiler verdi.
Abna'nın haberine göre İslami İran Devrim Muhafızları Genel Komutanı Muhammed Ali Caferi, bugün yaptığı basın toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtladı. İslam karşıtı ve Peygamber efendimize (s.a.a) hakaret içerikli Amerika, Siyonizm ortak yapımı filmi kınayan General Caferi, İslam devriminin genel yapısı ne savaş, ne şiddet, ne tehdit ne İslam kutsallarına ve seçkin karakterlere hakaretle durmaz, bilakis hareketi daha da hızlanır. İslam devrimi her türlü şiddet, tehdit ve saygısızlığa kayıtsız kalmaz.
General Muhammed Ali Caferi konuşmasını şöyle sürdürdü: 26 Şehriver (16 Eylül) İmam Humeyni’nin Devrim Muhafızlarının Kara, Hava ve Deniz kuvvetlerinin kurulması için verdiği tarihi emrin yıldönümüdür. İmam Humeyni’nin emrinden 27 yıl geçiyor ve Devrim Muhafızları askeri ve savunma gücünün zirvesinde bulunmaktadır.
Devrim Muhafızları En Gelişmiş Silahlarla Donatıldı
Devrim Muhafızları Genel Komutanı Muhammed Ali Caferi, şunları söyledi: Devrim Muhafızları çok güzel hazırlıklar yapmış ve en gelişmiş silahlarla donatılmıştır. Ayrıca komşu ülkelerdeki savaş durumuna göre tehditlere karşı iyi bir hazırlık yapılmıştır.
Amerika’nın Askeri Üstleri Ve Birlikleri Devrim Muhafızlarının Füzelerinin Menzilinde
General Caferi, Devrim Muhafızlarının İsrail’in tehditleri karşısındaki son durumuna da değinerek şunları söyledi: İsrail şu anda yolun sonuna yaklaşmış durumda ve İslam Cumhuriyetinin gücü ve İslami uyanışın dünya genelinde yayılışı Siyonist rejimin, İran’ı tehdit ve askeri baskılarla asli yolundan çıkarabileceği düşüncesine sevk etmiştir. Siyonist rejim gelecek korkusuyla Amerika’yı da İran’a karşı askeri bir saldırıda yanına çekmek için uğraşmaktadır. Ancak bize göre bu düşüncesinde başarıya ulaşamayacaktır. Çünkü Amerika, İran’ın çevresinde bulundurduğu askeri ve insani güçlerinin çok zarar göreceğini bilmektedir. Buradaki üstler Devrim Muhafızlarının füzelerinin menzilinde bulunmaktadır. öte yandan dünya ve bölgedeki Müslümanların İran ve İslam Devrimini himaye etmeleri onları bu girişimlerden men etmektedir. savaş çıkması halinde onlar için çok ağır sonuçlar doğuracağını bilmektedirler.
Hakaret İçerikli Filmin Yayınlanması Libya’da İnsanların Öldürülmesine İzin Vermez
Devrim Muhafızları Komutanı, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’i aşağılamaya yönelik filmin yayınlanması Libya’daki Amerikan elçilerinin öldürülmesini gerektirir miydi? sorusuna karşı verdiği cevapta şunları söyledi: Kesinlikle bu öldürmeye izin vermez ve doğru da değildir. ancak Müslümanların duygularıyla oynanmıştır ve yapabilecekleri tek eylem Amerikan elçiliklerine karşı itiraz etmek, öfke ve itirazlarını göstermekti, ama böyle sonuçlanmıştır. Hiçbir yerde şu ana kadar bir Müslüman’ın Hz. İsa’ya, Yahudi dinine veya Hz. Musa’ya hakaret ettiği görülmemiştir. Ancak İslam’a karşı Amerika gibi bir ülkede ifade özgürlüğü bahanesiyle saygısızlık yapılıyorsa bu eylemlerin belli bir program çerçevesinde yapıldığını ortaya koyar ve bu durum İran İslam İnkılabının hakkaniyetini ortaya koymaktadır.
Bir Grup Devrim Muhafızı Kudüs Birliği Geçmişten Beri Lübnan Ve Suriye’de Bulunmakta
General Caferi, İran birliklerinin Suriye’de olup olmadığına dair bir soruya verdiği cevapta şunları söyledi: “Herkes Devrim Muhafızlarının “İslami kıyamlar” adında bir birliğinin olduğunu bilmektedir. Bu birliğin amacı mustazaflara yardım ve İslam dünyasındaki uyanıştır.
Kudüs Birlikleri kurulduktan sonra (Bu birim İran- Irak savaşı sırasında kurulmuştur) başta Lübnan ve Suriye olmak üzere mazlum milletleri himaye etmek amacıyla bir grup Kudüs Birliği buralarda bulunmaktadır. Bu bizim askeri olarak orda olduğumuz anlamına gelmemektedir.
Bizler, Arap devletlerinin Suriyeli isyancı grupları himaye etmeleri ve askeri olarak orada hazır bulmalarıyla mukayese edilecek bir girişimde bulunmadık. Bizler sadece düşünce, danışmanlık ve tecrübelerimizi intikal ettirdik.
Suriye’ye Tecrübelerimizi İntikal Ettirmemiz İran’ın İftiharlarındandır
Direniş halkasından olan Suriye’yi savunmak için her türlü düşünce ve tecrübesini Suriye’ye aktarmak İran İslam Cumhuriyetinin iftiharlarındandır. Halbuki öteki ülkeler Suriyeli isyancılara askeri yardımlarda bulunmakta hiç çekinmemektedir ve biz bunu mahkum ediyor ve kınıyoruz.
Komutan Caferi ayrıca İran ve Suriye arasında güvenlik anlaşması ve icrası hakkındaki soruya şu yanıtı verdi: Bu anlaşma koşullara bağlıdır. Şu anda kesin olarak eğer Suriye’ye karşı askeri bir saldırı olursa İran Suriye’yi savunmak için doğrudan müdahale eder diyebilmemiz koşullara bağlıdır.
Lübnan Direniş Hareketi Hizbullah, önceden Suriye’ye müdahale etmediğini açıklamıştı, ancak son günlerde yaptığı açıklamada Suriye’ye müdahale eden ülkelerin bunun sonucuna katlanacağına dair bir açıklamada bulundu. Acaba Lübnan Hizbullah hareketi Suriye’ye müdahale edecek mi, etmeyecek mi? sorusuna general Caferi şu yanıtı verdi: Suriye ve Lübnan arasında eskiden beri var olan birlikteliğin şartları ile İran’la Suriye arasındaki ilişkiler farklıdır.
Lübnan direniş hareketi Hizbullah bağımsız bir güçtür ve Suriye’ye yardıma gidip gitmemeleri konusunda alacakları kararlar kendilerine bağlıdır. Geçmişte Lübnan’a yardım için Suriye birlikleri bu ülkede bulunmuştu. Doğal olarak Suriye’nin de ihtiyaç duyması durumunda Lübnan halkı da onlara yardıma gidecektir. Ve bunun İran’la bir ilgisi olmayacaktır ve geçmişteki birlikteliklerinden bunun uzak bir ihtimal olmadığı söylenebilir.
Suriye Halkından 50 Binden Fazla Kişi Sivil Savunma Veya Milis Güç Olarak Eğitildi
Devrim Muhafızları Komutanı General Caferi, şöyle devam etti: Suriye halkından 50 bin kişiden fazla sivil halk sivil savunma adında veya milis güç olarak eğitildi. Ve şu anda bölge ve uzak ülkelerin haksız ve namertçe saldırılarına karşı Suriye ordusuyla birlikte direnmektedirler. Suriye halkının Beşşar Esad’ı desteklemesine binaen dış desteğe ihtiyaç duyacağı uzak bir ihtimaldir.
General Caferi, Türkiye savaş uçağını düşüren silahın İran’a ait olup olmadığı sorusuna ise şu yanıtı verdi: Hayır, o uçağı düşüren sistem muhtemelen Rusya’ya aitti.
Devrim Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi, General Cezayiri’nin ‘Mukavemet cephesinin Suriye’nin yardımına koşacağına’ dair açıklaması gerçekleşecek mi? sorusuna ise şu yanıtı verdi: General Cezayiri, direniş cephesinin gücünü kendi analizi ile ilan etmiştir. Büyük bir kısmının Lübnan’da olduğu İslami direniş cephesine eğer bir gün ihtiyaç duyulursa bunun etkisi görülecektir.
Kur’an-ı Kerim’in açık ifadesiyle Müslümanlar Müslümanların yardımına koşmalıdır. Ve biliyoruz ki direniş cephesi devletlere bağlı değildir.
Devrim Muhafızlarının Zilzal Füzelerinin İsabet Oranı 50 Metrenin Altında
300 kilometrelik bir menzili olan zilzal füzelerinin isabet oranın 50 metrenin altına indiğini belirten general Caferi, bu füzelerin 15 ila 20 yıl önce Devrim Muhafızları tarafından yapıldığını ve şu anda yeni projeyle en üstün konuma getirildiğini söyledi.
Gelişmiş “Ra’ad” Radar Sisteminin Üretimine Başlandı
General Caferi, Devrim Muhafızlarının yeni geliştirdiği hava savunma sistemi olan Ra’ad’ın son derece gelişmiş bir radar sistemi olduğunu ve şu anda yapılma aşamasında olunduğunu söyledi.
İran, “Şahit 129” Adında Füze Atma Özellikli Yeni Bir İnsansız Hava Aracı Geliştirdi
İran Devrim Muhafızları Komutanı General Caferi, İran’ın insansız hava aracı üretmesine değinerek şunları söyledi: “Şahit 129” insansız hava araçları Devrim Muhafızlarının ürettiği en yeni insanız hava aracı olup 24 saat havada kalma, saldırı ve tanıma özelliklerine sahip. Devrim Muhafızlarının kendisinin ürettiği “sedid” füzeleri bu insansız hava araçlarına monte edilmektedir…
MİT Pakistan’dan Suriye’de savaşmak üzere 93 el-Kaide ve Taliban militanınıTürkiye’ye getirdi
Fars haber ajansından sarsıcı iddia
Fars haber ajansı, MİT’in 10 Eylül’de Pakistan’dan Suriye’de savaşmak üzere 93 el-Kaide ve Taliban militanını Türkiye’ye getirdiğini iddia etti.
Fars haber ajansı, MİT’in 10 Eylül’de Veziristan’dan 93 Taliban ve el-Kaide militanını Suriye’de savaşmaları için önce İstanbul’a ardından da Hatay’a naklettiğini öne sürdü.
Haberde 93 el-Kaide ve Taliban militanının Türk Hava Yollarının 709 sefer sayılı Airbus tipi uçağıyla Karaçi’den İstanbul’a ardından da Hatay’a nakledildiği iddia edildi.
Suriye’ye savaşmak için Türkiye’ye getirilen 93 kişi arasında Suudi Arabistan, Kuveyt, Yemen, Pakistan, Afgan ve Özbek vatandaşı militanların bulunduğunu belirten Fars haber ajansı, militan naklinin MİT, CIA, Suudi Arabistan ve Katar istihbaratlarının koordinasyonu ile gerçekleştiğini öne sürdü.
Türkiye'nin İran'dan petrol ithalatı dörde katlandı
Reuters, İran petrolünün alıcıları olarak yayınladığı listede, Türkiye'nin Ağustos ayında bir önceki aya oranla İran'dan petrol ithalatı dört kat arttığını yazdı.
İran'ın petrol alıcıları listesini yayınlayan Reuters, Türkiye Ağustos ayında İran'dan her gün 200 bin varil ham petrol ithal ettiğini yazdı.
Reuters Türkiye'nin Ağustos ayında İran'dan ithal ettiği petrol miktarının bir önceki aya oranla dört kat arttığını kaydetti.
Bazı Çinli firmaların İran'dan ham petrol ithalatını azalttığını yazan Reuters, Çin'in İran'dan petrol ithalatı Temmuz ayında Haziran ayına nazaran düşüş kaydettiğini, ancak Çin'in Haziran ayında İran'dan petrol ithalatı son bir yılın en yüksek düzeyinde olduğunu belirtti.
Reuters, Türkiye şu anda İran petrolünü ithal etmeyi sürdüren tek Avrupa devleti olduğunu da vurguladı.
"11 Eylül Mitolojisi: Çağımızın Büyük Yalanı"
Winston Churchill doğru bir şekilde “gerçek pantolonunu giyene kadar, yalan dünyanın yarısını dolaşır” demişti. Bugün, elbette, anında her yeri dolaşıyor.
Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, bir keresinde şöyle demişti:
“Eğer yeterince büyük bir yalan söyler ve sürekli tekrar edersiniz, insanlar eninde sonunda buna inanacaktır.”
Arkasından da “gerçek, yalanın can düşmanıdır, bu yüzden de, kapsamı büyütürseniz, gerçek Devlet’in de en büyük düşmanıdır” diye eklemişti.
Şirket medyasını yönetenler, geniş kesimlerin en kötü emperyal suçlara desteğini kazanmak için çarpıtacakları, tahrif edecekleri ve insanları kandıracakları büyük hikâyeleri severler.
Gerçekten de, olay ne kadar büyükse, aktarım o kadar kötüdür ve gerçeklik, herkesin anlaması ve kaçınması gereken güdümlü haberler ve fikirler için feda edilir.
David Ray Griffin gibi seçkin araştırmacılar, kapsamlı araştırma ve yazılarında 11 Eylül yalanına ışık tuttular. Kendisi, çok sayıda kitabına, makalesinde ve sunumunda, bunun “çıldırmış Araplar” tarafından gerçekleştirilmiş bir saldırı değil, içeriden gelen bir iş olduğuna dair ikna edici kanıtlar sundu.
5 Nisan 2006 tarihinde “11 Eylül: Mit ve Gerçek” başlıklı sunumunu şu sözlerle bitirmişti:
“Pek çok nedenden ötürü, müdahale yıllarında dini bir mit işlevi gören (ve görmeye devam eden) resmi 11 Eylül hikâyesi, gerçeklikle uyuşmayan, pejoratif anlamda bir mit gibi görünmektedir.”
Griffin bu olayı Büyük Yalan, çağımızın en büyük yalanı olarak tanımlamıştı.
11 Eylül 2008 tarihinde Global Research’te yayınlanan “11 Eylül 2001: Resmi 11 Eylül hikâyesini sorgulamak için 21 neden” başlıklı makalesinde bu nedenleri şöyle sıralamıştı:
(1) Her ne kadar Büyük Yalan Usame bin Ladin’i sorumlu tutuyorsa da, FBI onun saldırıyla “kesin bir bağlantısı olduğuna dair bir kanıt olmadığını” itiraf etti. (NPHR 206-11).
(2) 11 Eylül mitinin iddiasına göre “adanmış Müslümanlar Cennet’te ödül kazanmak için şehit olarak ölmeye hazırdılar, fakat Muhammed Atta (varsayılan liderleri) ve diğer varsayılan uçak korsanları çok içki içiyor, striptiz kulüplerine gidiyor ve seks için para ödüyorlardı (NPHR 153-55).”
(3) 30 bin feet yükseklikte yolcuların yakınlarıyla yaptığı cep telefonu görüşmeleri iddiası, o dönemin teknolojisinin bunu imkânsız kılması nedeniyle çürütüldü. FBI daha sonra hikâyesini değiştirerek yalnızca “United 93’ten, 5 bin feet’e geldikten sonra” iki görüşme yapıldığını söyledi (NPHR 111-17).
(4) Dönemin “ABD Genel Savcısı Tel Olson’un, eşi Barbara Olson’un kendisini AA 77’den iki kez aradığı” ve korsanların uçağın kontrolünü ele geçirdiğini söylediği iddiası da “bu FBI raporu ile çelişkili” idi ve buna göre Barbara Olson’un arama girişimi “bağlantı kuramadı” ve “0 saniye” sürdü (NPRH 60-62).
(5) FBI, Atta’nın arkasında, “El Kaide’nin saldırılardan sorumlu olduğunu gösteren kesin kanıtlar” içeren bir valiz bıraktığını söylerken yalan söylüyordu. (NPHR 155-62)
(6) Varsayılan El Kaide videoları, “çarpmanın olduğu yerlerde bulunan pasaportlar ve United 93’ün çarptığı yerde bulunan bir saç bandı, üretilmiş olduklarını gösteren çok açık işaretler taşıyordu.” (NPHR 170-73).
(7) Kanıtlar, korsanların uçaklarda OLMADIĞINI gösteriyor. Dahası, eğer “kokpitlere girmiş olsalardı, pilotlar uluslararası kaçırma koduyla ‘alarm’ verirlerdi”, ki bu iki saniye sürecek basit bir hareketti. Ne var ki dört uçaktan hiçbirinde bu yapılmadı (NPHR 175-79).
(8) “Uçuşta olağanüstü durum işaretleri gösteren uçakları yaklaşık 10 dakika içinde” durdurmak üzere uygulanması gereken standart prosedürler uygulanmadı. Aksine, bir “iniş emri bu prosedürlerin uygulanmasını engelledi. (NPHR 1-10, 81-84).
(9) Ulaştırma Bakanı Norman Mineta, Beyaz Saray sığınağında Dick Cheney’e, “Sabah 9.25 dolaylarında bir iniş emri verildiğinin doğrulandığını” söyledi, bu ise Pentagon’a yapıldığı varsayılan uçak saldırısından önceydi. “Bir başka kişi, LAX güvenliğin bir üyesinden Beyaz Saray’ın ‘en yüksek seviyesinden’ bir iniş emri geldiğini öğrendiğini söyledi.” (NPHR 94-96).
(10) 11 Eylül Açıklama Komisyonu Mineta’nın aktarımını görmezden geldi, resmi kayıtlardan sildi ve “Cheney’nin sığınağa saat 10 dolaylarından önce girmediğini iddia etti.” Yalan söylüyorlardı. (NPHR 91-94).
Gerçekte, 11 Eylül Komisyonu’nun başkanı Philip Zelikow, Bush’un Beyaz Saray memurlarından biriydi.
(11) 11 Eylül Komisyonu, Cheney’nin Tim Russett’a 16 Eylül’deki basın toplantısında söyledikleriyle bile çelişiyordu (NPHR 93).
(12) Tek motorlu bir uçağı kullanamayan berbat bir pilot olduğu söylenen Hani Hanjour’un Pentagon’un 1 numaralı köşesine vurmak için AA 77’nin izlemesi gereken sıradışı yolu izlemiş olması mümkün değildi, çünkü deneyimli uçak pilotları bile çarpıp yanacakları korkusuyla bu yolu denemezlerdi. (NPHR 78-80).
(13) 1 numaralı köşe, vurulması en mantıksız yerdi. Hedeflendiği varsayılan üst düzey isimler olan Rumsfeld ve Pentagon şeflerinin ofislerinden en uzakta olan noktaydı.
Aynı zamanda da “Pentagon’un takviye edilen tek kısmı” idi. İnşaat yenilememesi tamamlanmamıştı ve bu yüzden orada çok az insan vardı. Uçuş bakımından da en zor yolun üzerindeydi (NPHR 76-78).
(14) Pentagon yetkilileri, yaklaşan bir uçağa dair ikaz almadıklarını söylerken yalan söylüyorlardı. Gerçekte, “bir askeri E-4B – Hava Kuvvetleri’nin en ileri iletişim, komut ve kontrol donanımlarına sahip uçağı – o sırada Beyaz Saray’ın üzerinde uçuyordu. Şaşkınlık yaratacak bir şekilde Pentagon, “bu uçağın kendilerine ait olduğunu inkâr etti” (NPHR 96-98).”
Bunlara ilave olarak Pentagon, yaklaşan bir tehdidi durdurup yok edebilecek gelişmiş radar ve yerden fırlatılan füzeleriyle, dünyanın en iyi korunan yapısıdır.
(15) İkinci kulenin vurulduğu öğrenildikten sonra Gizli Servis, açıklama yapmaksızın George Bush’un 30 dakika boyunca Sarasota, FL’deki bir okulda kalmasına izin verdi ve en üst düzey yetkililerin hedef alındığı varsayılan bir sırada onun güvenliğini sağlamak için uyması gereken standart prosedürleri ihmal etmiş oldu.
Medya, Amerika’nın saldırı altında olduğunu söylerken kendisine tehlike olmadığı şeklinde bilgi veriliyordu.
11 Eylül’ün birinci yıldönümünde yeni bir Beyaz Saray hikâyesi ortaya çıktı. Bu hikâye, Bush’un derhal okulu terk ettiğini iddia ediyordu. “Bu yalan önde gelen gazetelerde ve MSNBC ve ABC kanallarında yerini aldı (NHHR 129-31).”
(16) Sağlam çelik kolonları, patlayıcılar yoluyla parçalanmadığı sürece, serbest düşüş hızında kulelerin yıkılmasını imkânsız hale getiriyordu. Bir başka deyişle, uçakların çarpmasının ve yangın çıkmasının yıkılmanın nedeni olduğu şeklindeki iddialar “bilimsel olarak imkânsızdır. (NPHR 12-25).
(17) Kulelerin yıkılmasını sağlayan diğer özellikler, “yalnızca güçlü patlayıcılarla izah edilebilir”. “Çelik kirişlerin yatay ejeksiyonu, çeliğin erimesi, çelik sülfidasyonu ve incelmesi” de bu özellikler arasındadır. Dahası, “ateşler çeliğin erimesi için gerekli 1000 Fahrenheit derecelik ısıya gelemezdi” (NPHR 30-36).
(18) New York İtfaiye Teşkilatı’nın “11 Eylül’den kısa süre aktardığı sözlü hikâyeler İkiz Kuleler’de patlamalar gören” tanıklıklar aktardı. “Şehir yetkilileri, Dünya Ticaret Merkezi çalışanları ve gazeteciler de 7 Dünya Ticaret Merkezi ’ni yıkan patlamalar gördüklerini söylediler.” (NPHR 27-30, 45-48, 51).
(19) 11 Eylül’de Belediye Başkanı Rudy Giuliani, ABC News spikeri Peter Jennings’e, böyle düşünmek için hiçbir neden olmadığı halde kendisine binaların yıkılabileceğinin söylendiğini anlattı. Acil Durum Yönetimi Ofisi’nden gelen bu bilgi ya çarpıtmaydı ya da komplo önceden biliniyordu. (NPH 40).
(20) “İkiz Kuleler ve (yakın zamanda) 7 Dünya Ticaret Merkezi hakkındaki resmi raporları hazırlayan NIST, bilimsel olmaktan bütünüyle çıkartılarak politikanın alanına taşındı”. Gerçekte bu kuruluşun “bilim adamları”, “kiralık tabanca” işlevi görmektedir. (NPHR 11, 238-51).”
(21) Giderek artan sayıda “fizikçi, kimyacı, mimar, mühendis, pilot, eski askeri yetkili ve eski istihbarat memuru”, resmi 11 Eylül mitini reddetmekte ve küstah bir yalan olarak tanımlamaktadır (NPHR xi).
Ticaret Bakanlığı’na bağlı Ulusal Standartlar ve Teknoloji Enstitüsü (NIST - eski adıyla Ulusal Standartlar Bürosu, NBS) bilimsel açıdan doğrulanabilir, çarpıtılmayan analizler yapması beklenen bir ölçüm standartları laboratuvarıdır.
Bir başka yazısında Griffin, 11 Eylül hakkında örtbas edilen gerçekleri açığa çıkardı ve kuruluşun, böyle bir şeyin olmasının imkânsız olduğunu bilmelerine rağmen “büyük çelik çerçeve binaların (ikiz kuleler gibi) yangından kaynaklı olarak yıkılması normal bir olaydır” iddiasında bulunduğunu söyledi.
NIST ayrıca 7 Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasının “nihai açıklamasını” sunmayı hedef olarak önüne koydu. Bir kez daha, ifade edilmeyen hedef, gerçeklerin örtbas edilmesiydi.
Kuruluş, “iki tür bilimsel hile yaptı: İlgili kanıtları (patlayıcıların kullanıldığını gösteren kanıtları) görmezden geldi ve gerçekleri çarpıttı.”
Örneğin bağımsız değerlendirmenin sonucu olan ve “DTM enkazında reaksiyona girmemiş nanotermit bulunuyordu. Yangın çıkaran normal termitten farklı olarak nanotermit yüksek derecede patlayıcı nitelik taşır” diyen Kopenhag Üniversitesi raporunun ortaya koyduğu kanıtları ortadan kaldırdı.
İçeriden gelen doğrulanabilir itirafların dışında, ikiz kuleleri ve 7 DTM’yi yok eden kontrollü yıkımların yangın veya başka nedenlerden kaynaklanmadığına dair kesin deliller bulunuyor.
11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Araştırmacılar
James Fetzer, öğretim üyeleri, öğrenciler ve araştırmacılardan oluşan, resmi yalanları ifşa etme, hile örtüsünü kaldırma ve 11 Eylül’ün arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarma hedefi güden, partilerden bağımsız bir kuruluş olan “Scholars for 9/11 Truth” (11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Araştırmacılar) derneğini kurdu.
İnternet sitesindeki “11 Eylül’den neden şüphe etmek gerekir” başlıklı bir kısımda, resmi yalanı çürüten 20 örnek sunuluyor. Bunlar, şöyle sıralanıyor:
(1) İkiz Kuleler, onlara büyük uçakların çarpması gibi darbelere dayanıklı olarak inşa edilmiştir.
(2) Jet yakıtının büyük bölümü “yaklaşık olarak ilk on beş saniye içinde yanmıştır. Kuzey kulesinin 96. katı ve Güney kulesinin 80. katından aşağısı soğuk çeliktendir ve yukarıdan gelen ateşten etkilenmez.”
(3) Çelik, 2,800 Fahrenheit derecelik ısıda yanar ve bu, yanan jet yakıtlarının ürettiği “maksimum ısıdan yaklaşık 1000 derece daha yüksektir.”
(4) Sigorta laboratuarı, hazırladığı raporda binanın çeliklerinin “üç veya dört saat boyunca belirgin sonuçlar olmaksızın” 2000 dereceye kadar Fahrenheit ısıya direnebileceğini belirtmektedir.
Oluşan 500 derecelik ateşler, çelikleri eritmekten ziyade, tatlı kızartmaya daha elverişliydi.
(5) Eğer çelik erimiş veya binaları zayıflatmış olsaydı, etkilenen zeminler, imkânsız olan yıkılmadan bütünüyle farklı davranış gösterirdi.
(6) Güney kulesinin üst 30 katının, alt katların dayanamaması sonucunda yan tarafa çöktüğü sırada bile, “alttaki 80 katın üzerine yeterince basınç uygulaması” mümkün değildi.
Dahası, Kuzey kulesinin “tek birim gibi aşağıya güç uygulayan” üstteki 16 katı, “yukarıya doğru karşı güç uygulayan 199 birim tarafından” dengeleniyordu.
(7) Kuzey kulesinden son çıkan kişi olan William Rodriguez “subasmanlarda büyük yıkıma neden olan dev patlamalar işittiğini” aktardı.
(8) “Patlamanın üst katlardan gelen seslerden önce meydana geldiğini” söyledi ve bu iddia Craig Furlong ve Gordon Ross tarafından hazırlanan, “patlamaların uçakların çarpmalarından 14 ila 17 saniye gibi uzun bir süre önce gerçekleştiğini” gösteren “Deprem Yaratan Kanıt: 11 Eylül İçeriden Geldi” başlıklı çalışmada kanıtlandı.
(9) Kuleler gibi ağır çelik konstrüksiyonlu yapılar, yerleştirilmiş patlayıcılar buna neden olmadığı sürece kesinlikle düşey çökme yaşayamazlar.
(10) Her iki kulenin ateşten veya kendi başına başka bir nedenden serbest düşüş hızında yıkılması imkansızdır.
(11) Mekanik Mühendislik Profesörü Judy Wood, kulelerin çökmesini “iki dev ağacın tepeden tırnağına talaşa dönmesine” benzetti.
(12) 7 DTM’nin yıkılması, saat 5.20’de klasik bir kontrollü yıkımdı.
(13) İkiz kuleler, farklı yıkılma biçimleriyle yıkıldı.
(14) “Pentagon’un vurulduğu nokta, 125 feet kanat genişliği ve 44 feet yüksekliğinde kuyruğu olan 100 tonluk bir uçağı alamayacak kadar küçüktü…”
Dahası, enkazda “hiçbir kanat parçası, hiçbir gövde parçası, hiçbir koltuk, hiçbir ceset, hiçbir bavul, hiçbir kuyruk parçası” ve hiçbir motor bulunmadı.
Bir başka deyişle, hiçbir uçak Pentagon’a çarpmadı. Muhtemelen bir cruise füzesi kullanıldı; böyle bir silahın, fırlatılması olanağı bir yana, herhangi bir yerde, varsayılan teröristlerin elinde bulunması bile mümkün değildir.
(15) Pentagon’un video kayıtlarında binaya çarpan bir Boeing 757 görünmemektedir.
(16) “Resmi açıklamalarda söylenen – yer seviyesinden çok az yüksekte yüksek hızda uçuş – fiziksel olarak imkânsızdı.” Deneyimli uçak pilotlarının bile bunu yapması aerodinamik bakımdan kabul edilebilir değildir. Elbette hiç kimse bunu denemiş olamaz.
(17) NTSB tarafından 11 Eylül gerçeğinin peşindeki pilotlara verilen uçuş kayıt verileri, farklı bir yaklaşım ve irtifaya sahip bir uçağa denk düşmektedir. Eğer gelen bir Boeing 757 olsaydı, Pentagon’a çarpmaz, üzerinden geçerdi.
(18) Eğer Uçuş 93 aktarıldığı gibi çarpmış olsaydı, sonrasında hayatta kalanları bulmak için çaba yürütülürdü. Aksine, gerçek örtbas edilmeye çalışıldı ve aktarılandan farklı bir olay ileri sürüldü.
(19) Varsayılan korsanlar, ticari jetleri kullanmak bir yana, tek motorlu uçakları kullanacak yetkinliğe bile pek sahip değillerdi. Dahası, “isimleri hiçbir orijinal, onaylı yolcu belgesinde geçmemektedir.”
Gerçekte, bunlardan çoğunun “hayatta ve iyi olduğu ve Ortadoğu’da yaşadığı ortaya çıkmıştır.” Washington hiçbir zaman bu kişilerin biletlerini kanıt olarak kullanmadı, çünkü bu kişiler uçaklarda değildi ve olaylarla bir ilgileri de yoktu.
(20) George Bush daha sonra Saddam Hüseyin’in 11 Eylül’le hiçbir ilgisi olmadığını kabul etti. Senato İstihbarat Komitesi onun El Kaide ile bağlantısı olmadığını söyledi. Dahası FBI, Bin Ladin’le 11 Eylül arasında bir bağlantı olduğuna dair bir kanıt olmadığını itiraf etti.
11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Mimarlar & Mühendisler (AE911Truth)
AE911Truth, büyük 11 Eylül yalanının temelindeki sahtekârlıkları ifşa etmeyi ve gerçekleri açığa çıkarıp, mitin yerine gerçeği koymayı hedefleyen, mimar, mühendis ve ilgili sektör çalışanlarından oluşan, partilerden bağımsız bir dernektir.
Sayıları giderek artan üyeleri, şunları hedeflemektedir:
(1) Hatalı bilgilerin yerine bilimsel olguları ve hukuki kanıtları yaymak
(2) Mimarları, mühendisleri ve kamuoyunu en geniş şekilde bilgilendirmek ve harekete geçirmek
(3) Mahkeme davetiyle gerçekten bağımsız bir 11 Eylül soruşturmasının gerçekleşmesini sağlamak
(4) 11 Eylül Gerçeği’nin ana akım medyada yer bulmasını başarmak
Dünya çapında pek çok insan bugün resmi mite karşı çıkıyor ve buna, 11 Eylül Gerçeğinin Peşindeki Müslümanlar da dâhil.
Müslümanlar hakkaniyetsiz bir şekilde, dünyanın herhangi bir yerindeki başka insanlardan çok daha fazla ve en büyük bedeli ödediler – siyasi avantaj için, inançları ve etnik kökenleri nedeniyle karalandılar, zulme ve saldırıya uğradılar.
11 Eylül yalanı, savaş, zulüm ve çeşitli suistimallerle dolu bir dönemin temel sorumluluğunu taşıyor. Bunu durdurmak, gerçeği açığa çıkarmak ve sorumluların kim olduğunu göstermek hepimizin görevi.
Son kitabı olan “11 Eylül – On Yıl Sonra”da David Ray Griffin şunları söylüyor:
“11 Eylül yalanını ifşa etmek temel önemdedir. Bunun en açık nedenlerinden biri, basitçe, adalettir.” Yalnızca hiçbir zaman gerçeği söylememiş ve mümkün olan her yoldan tazmin edilmiş olan aileler için değil.
Üst düzey hükümet yetkilileri ve askeri yetkililer de dahil olmak üzere “bu suçu işlemiş olan kişiler için cezalandırma anlamında da adalet olmalı”. Belki bu kişiler kendilerinin yurtsever olduğunu sanıyorlardır. Gerçekte onlar, “cinayet ve ihanet suçlusu”.
11 Eylül gerçeğinin anlaşılması aynı zamanda “gelecekte demokrasiye karşı işlenebilecek suçları engellemek adına” da hayati öneme sahip.
“Pek çok kanıt, 11 Eylül’ün içeriden geldiğini gösteriyor. Bu, gerçekten de su götürmez bir durum. Bunun sonucu olarak, herkesin “bir daha asla” sözüne gerçek manasını vereceği şekilde ortaya konması gerekiyor.
Son Bir Yorum
11 Eylül, çağımızın dönüştürücü olayı oldu ve bu dönüşüm iyiye doğru değil, kötüye doğru oldu. Çok sayıda savaşın kıvılcımını çaktı ve bunlar da yeni savaşlara yurtiçinde baskılara yol açtı.
Aynı zamanda “küresel çapta terörizmle savaş” konseptini getirdi ve bu, Amerika’nın ve NATO’daki partnerlerinin kendini gösterdiği her yerde gerçeklere, insan ve yurttaşlık haklarına, sosyal adalete, hukuk devleti ilkelerine ve demokratik değerlere karşı savaşa dönüştü.
11 Eylül 2011’in onuncu yıldönümü olduğu olay, yaşı o günü görmüş olacak kadar büyük olan insanların asla unutmayacağı bir hadisedir ve insanların, bu olayı insanlığa karşı savaş açmak için kullanmasından ötürü Washington’u affetmemesi gerekiyor.
Bütün savaşlar zenginlik ve iktidar içindir, hiçbiri özgürlük ya da sosyal adalet getirmek için değildir.
Resmi 11 Eylül yalanını ifşa etmek, Amerika’yı, kendisini yok eden bir habislikten özgürleştirmeye ve elinde tuttuğu her yerdeki insanları özgürleştirmeye giden yolda ilk yaşamsal adımdır.
* Stephen Lendman Chicago’da yaşamaktadır ve kendisine Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. adresinden erişilebilir. sjlendman.blogspot.com adresindeki blog sitesine erişerek Perşembe günleri ABD Merkez saatiyle sabah 10’da ve Cumartesi ve Pazar günleri öğlen saatinde İlerici Radyo Ağı’nda İlerici Radyo Haberleri’ne aldığı seçkin konuklarıyla yürüttüğü zengin tartışmaları dinleyebilirsiniz.
medyaşafak
Büyük Şeytan ve İğrenç Filim üzerine
Bismillah...
Kavram kargaşasının kol gezdiği günümüzde bir takım çevrelerin kafasının karıştığı, karıştırıldığı veya geniş çaplı dezenformasyon karşısında bazılarının afalladığına, infiali tepkiler verdiğine tanık olmaktayız. Vatan, millet, yurt ve bayrak sevgisinden tutun İslami vahdet, mezhebi taassup, mazlumiyet, Kerbela faciası vb bir çok kavrama sarılarak rakipler karşısında üstün çıkmak, muhalifleri altetmek amaçlanmaktadır.
İslam'ın ve müslümanların maslahatı namına daha islam'ın ilk asrında başlatılan cinayetler ve saptırmaları kimse inkar edemez. Bütün bunlar kavramlardan kendine göre yorum çıkarma düşüncesinden kaynaklanmıştır. Ayrı bir ifadeyle hak ile batıl bir birine benzetilmiş, hak söz ve kavramlarla batıl murad edilmiştir. Mesela "ümmetin vahdetini koruma" gibi kutsal değerler öne sürülerek vahdetin mihverleri devre dışı bırakılmış, "Kur'ana saygılı olalım" diye Kur'an'ın müfessiri yalnızlığa itilmiş,"ulu'l emr'e" itaat namına hak İmam şehid edilmiştir. Kısacası, kavram kargaşası ve saptırması yeni bir olgu değildir, tarihte hep var olmuştur ve bundan sonra da var olacaktır.
İslam İnkılabının İran'da zafere ulaşmasıyla birlikte müslümanlar yeni kavramlarla tanıştılar: Büyük Şeytan, İstikbar, Müstekbirler, Mustazaflar, İslami direniş ve...
İmam Humeyni(ra) emperyalist ABD'yi "Büyük Şeytan" olarak adlandırdığında bu kavram birçoklarımızın ilgisini çekmişti. Çünkü biz dindarlar o zamana kadar dinsizliğin temsilcisi olarak tanıtılan Komünist Sovyetler Birliği'ni büyük şeytan bilirdik veya bize öyle anlatılmıştı. Dinsizliğe karşı dini ve dindarları koruyan ABD ise desteklenmesi gerekiyordu. Hatta bunun düşünce/inanç alt yapısı bile oluşturulmuş, ABD emperyalizmi "ehven-i şerr", şerlerin hafifi, yumuşağı olarak zihinlere kazınmıştı. İran'da bile bazı çevreler Batı ile Hristiyanlığından(!) dolayı çelişkiye düşülmemesi ve Komünizmin asıl düşman olduğu telkinlerinde bulunuyordu. İmam ise başını ABD'nin çektiği Batı emperyalizmini bütün kurumlarıyla İslam'ın ve dünya mustazaflarının baş düşmanı ilan ediyordu. Aradan geçen zaman, Rahmetli İmam'ın ne kadar isabetli tespitlerde bulunduğunu gözler önüne serdi.
İmam(ra) bir yandan müslümanları vahdete çağırıyor ve bu doğrultuda İslam ulemasını her fırsatta bir araya toplarken dünya mustazaflarının da başta büyük şeytan ABD olmak üzere müstekbirlere karşı desteklenmesini açık seçik bir dile haykırıyordu. O zamana kadar müslüman olmayan mazlum halklarla dayanışma kavramını sadece sol çevreler seslendirdiği için müslüman dindar çevreler saflarını ehven-i şerr ABD ve müttefiklerinin yanında belirlemeyi tercih ediyorlardı. İmam Humeyni ise Kur'ani kavramlar olan " mustazaflar ve müstekbirler" mücadelesinde mustazafların yanında yer aldığını ve yeryüzünden zulmün, fitnenin ve sultanın kaldırılmasına kadar mücadele etmeye dair kararlılığı vurgularken gerçekte alışılagelen kavramları da altüst ediyordu. İmam'a göre; durulması, desteklenmesi gereken safın adı mustazaflar cephesi ve dağıtılması, yıkılması gereken saf ise müstekbirler cephesiydi. Mustazafların (zayıf bırakılmışlar, ezilmişler, hakları ellerinden alınmışlar) illa da müslüman olması gerekmediği gibi müstekbirler cephesinde iktidar sahipleri ve kapı kulu alimlerden oluşan müslüman müttefikler de yer alabilirdi ve nitekim hala da öyleydir.
İslam İnkılabının zaferinden sonra Ortadoğu bölgesinde vuku bulan direniş ve savaşlarda ve özellikle de son iki yıldır İslam dünyasında tanık olduğumuz gelişmelerde bu saflaşmalara daha belirgin bir şekilde rastlamaktayız. Suriyedeki Baasçı rejimi devirmek için müstekbir güçlerle onlarca defa toplantılar yapılması ve istikbarın vurucu gücü NATO’nun Suriye’ye müdahale etmesi için davetlerde bulunulması müstekbirlerle işbirliğinin en açık örneğidir.
Sovyetlerin dağılmasından sonra NATO gibi bazı kurumlarının işlerliğini kaybettiği durumuyla karşılaşan Batı müstekbirliği, terörizmle mücadele bahanesiyle gerçek mahiyetini ortaya koyarak yeni görevini İslami uyanış ve direnişle mücadele olarak tanımladı. Irak ve Afganistan'ın doğrudan bazı ülkelerin ise dolaylı olarak işgali bu yeni konsept doğrultusundadır. İslami uyanış ve direnişi yenilgiye uğratmak amacıyla yumuşak savaş başlatılması da aynı hedefe yöneliktir. Son yıllarda İslam'ın kutsal değerlerine doğrudan saldırılar, iki cihan serveri Resulullah'a(sa) yönelik ihanetler bu cümleden olup ehven-i şerr(!) Batı'nın desteği ile sürdürülmektedir. Son olarak İsrail asıllı Sam Bacile adlı Amerikalı siyonistin yönetmenliğinde İslami direnişi kırmak ve İslami uyanışı yenilgiye uğratmak amacıyla yapılan " Müslümanların Masumiyeti" adlı filim hiç kuşkusuz ABD'nin maddi ve manevi desteği ile yayına sokulmuştur. Bu gibi planlı faaliyetleri münferid olaylar olarak görmek açık bir safdilliktir.
Saflarını ABD'den yana belirleyenlere bir sözümüz olmaz, onlar İslam dünyasında ortaya konulan tepkileri yine radikal çevreler üzerine atacak ve ABD çıkarlarına yönelik kayıplar konusunda ABD'ye geçmiş olsun dileklerinde bulunacaklardır. Bu çevreler yapılan ihaneti kınamak ve müsebbiplerinin cezalandırılmasını haykırmak yerine reel politika namına müstekbir güçlere yaltaklık yapacaklardır. Müstekbir-Mustazaf cepheleşmesinde saflarını belirlememiş, hatta geçmişte mustazaf cephedeyken bugün afallayan ve her ne pahasına olursa olsun Suriye meselesi gibi hususlarda ABD ve yandaşlarından destek arayışı içinde olan müslüman çevrelerin bu duruşu ise zavallılıklarının kanıtıdır.
Allah rahmet etsin İmam Humeyni'yle birlikte dünyaya, olaylara bakış açımız değişmiş, çevremizde olup bitenleri değerlendirecek yeni ölçüler edinmiş bulunuyoruz. Artık ABD ehven-i şerr değil, şerrin en belirgin temsilcisi ve kendisidir. ABD ile aynı çizgide hareket edenler, ABD 'ye bağlı NATO gibi kurumlarla işbirliği yapanlar, müstekbirlerden medet umanlar ve bunları sözleri ve davranışlarıyla onaylayanlar dile getirmeseler de istikbar cephesinde yerlerini almış bulunmaktadırlar. Bu çevrelerden bazılarının geçmişte ABD ve istikbar karşıtlığı ve hatta İslam İnkılabı ve direniş cephesiyle gönül birliktelikleri olsa bile hatalarını görmezden gelme, onları temize çıkarma hakkımız yoktur . Ve yine dün istikbar cephesinde bulundukları halde müstekbirlerin uğursuz varlığı ve sultasının farkına varıp bugün mustazaflar cephesine geçenleri geçmişlerinden dolayı veya yarın yeniden yön değiştirecekleri ihtimalleriyle dışlayamayız. Çünkü ölçü, şimdi bulundukları konumdur. Yarın kimin hangi cephede olacağını Allah bilir.
Burada bazı dostlara da dostça bir uyarıda bulunmak istiyorum:
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kriterler ışığında İmam'ın çizgisinde hareket eden bazı dostların son günlerde girmiş oldukları polemikte bir birlerine karşı incitici sözler sarfetmelerinden duyduğumuz rahatsızlığı dile getirmek ve İmam'ın mücadele yöntemini yeniden gözden geçirmelerini hatırlatmak isteriz.
İçinde bulunduğumuz hassas zaman diliminde konuyu daha fazla deşip somut örnekler vermek yerine dostların özel ortamlarda birbirlerini uyarmaları ve aleni ortamlarda ise dayanışma ve işbirliği içinde olmaları gerektiğine inanıyoruz. Çeşitli çevrelere hangi kriterlerle yaklaşılacağı İmam Humeyni ve halefi İmam Hamanei'nin söz ve davranışlarında apaçık ortadayken birbirimizi tazyif edecek eleştirilerde bulunmamız tasvip edilecek gibi değildir. Bir takım kişi ve çevrelere yaklaşma ve uzaklaşmada ölçümüz Allah’ın rızası olmalıdır. O’nun rızasına ise hiç kuşkusuz velayet sahipleri takip edilerek varılır ancak.
Hidayete ve hidayet önderlerine tabi olanlara selam olsun.
Y. ZİYA T.YILMAZ
Ayetullah Tahriri: İlahi Kaza ve Kadere Razı Olmak
Eminullah Ziyaret namesinde İmam Zeynel Abidin (a.s) Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) mukaddes dergahına sevgi ve isteğini arz ettikten sonra ilahi evliya ve kamil insanların on üç tane seçkin sıfatını Yüce Allah’tan talep etmektedir. Elbette o Hazretin kendisi bu sıfatların en yücesine sahiptir, yinede onları Yüce Allah’tan talep etmesiyle bunun hiçbir çelişkisi yoktur. Şayet, hakiki bir kulun hiçbir zaman Rububi makamdan ihtiyaçsız olmadığı ve Hak Teala’nın feyiz vermesine daimi olarak ihtiyaç duyduğunu bize anlatmak için olabilir.
Buna ilave olarak ilahi evliyaları ziyaret sırasında bu kemalatları istemenin dışında ziyaretteki hedeflerden birisinin de Kemaliye vasıflarıyla vasıflanmak ve ilahi evliyaların hat ve yolunda karar kılınmaktır. Bundan dolayı bu duaların yüce anlam ve mazmunlarına dakik bir şekilde teveccüh etmek gerekmektedir. Böylelikle istek makamında hangi şeyleri isteyeceğimizi anlayalım.
KAZA VE KADERE SAHİH İTİKAT
Bu konuların burada tasarlanıp ele alınmasının asıl maksadı ahlaki ve nefsanî etkilerin beyan edilmesidir, ancak İslami ahlak konularının, itikat ve tevhidi meselelerle has bir bağı olduğundan -özellikle taktire emin olmak ve kazaya razılık gibi- dolayı bu konuda Kur’an ve sünnetten kısa bir mukaddimeyle giriş yapmak zorunludur. Kaza ve kader konusu öğle bir konudur ki İslam’dan önce de bahis konusu olmuş ve İslam’ın başlangıcında da çok gürültü patırtı koparmış, onu kabul veya reddetmek çeşitli mezhep ve eğilimlere neden olmuştur. Şöyle ki Kur’an ve masum Ehlibeytin (a.s) rivayetlerinde akli delillere de mutabık kalınarak Allah’ın taktirinden insanın muhtar olması gibi çok bahisler olmuştur. Ancak bütün müminlerin Allah’a, elçisine, kıyamete ve ona iman etmeleri gerekmektedir. Allah Resulünün[1] (s.a.a) kadere (taktire) imanı Allah’a, elçisine ve mead’a imanla müminlerin imanlarının nişanesi olarak bilmiştir. Başka bir rivayette[2] de taktiri yalanlayanı lanet etmiş ve buyurmuştur[3] ki Allah kıyamet günü ona rahmet gözüyle bakmaz. Elbette bazı rivayetlerde bu derin konuları halletme gücü olmayanlar bu konulardan men olmuşlardır.[4] Ancak İmamların (a.s) kendileri bunu bazı fertler için beyan etmişlerdir. Bu açıdan buradaki mümininden maksat has anlamındaki manasıdır. Yani “12 imam Şia’sı” ve Masum İmamlara (a.s) tabi olanlardır. Onlar tüm inançsal, ahlaki ve ameli merhalelerde “vasat[5] ve mutedil” ümmettiler. Kadere iman konusunda da bu şekildedirler. Şöyle ki ne Allah’ı işlerinde sınırlı ne de insanı, Eşaire mektebinin mukabilinde taktiri mantıksızca ve gerçek dışı manasında bilmişler ve zorunlu olarak insanın ihtiyari amellerinde cebre kail olmuşlardır ve ne de ayrıca mutezile mektebi gibi cebirden kurtulmak için –adli ilahiye aykırı bildikleri için- taktiri inkâr etmişler ve tefrit tarafına yönelerek insanın mantıksızca ve gerçek dışı olarak –bütün rabıtaların Hak Teala’dan kesilmesi- tefvize (mutlak ihtiyar) kail olmuşlardır. (Şia vasat bir yolu seçerek her iki yanlış görüşten uzak olmuştur.) Bu sebepten dolayı bazı rivayetlerde[6] Mutezile kaderiye ve bu ümmetin Mecusileri olarak adlandırılmıştır. Zira Mecusiler alem için hayır ve şer olmak üzere iki yaratıcıya inanırlardı.
KAZA VE KADERİN MEFHUMU VE ONUNLA İLİŞKİLİ AYETLER
“Kader” ölçü ve mizan anlamına, “taktir” ise ölçme, ölçü alma ve bir şeyi belirli bir ölçüde yapmaya denir.[7] “Kaza” ise Kur’an’da ve Arap lügatinde kullanıldığına göre çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Lakin istersek bu manaların arasında ortak bir yön bulabiliriz. O da şu ki (kaza) son bulmak, sona erdirmek ve bitirmek manalarına gelmektedir.[8]
Kur’an-ı Kerim bazen ilahi taktiri “Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.” [9] Ayetinde olduğu gibi bütün mahlûkatı kapsayacak şekilde anlatmış ve bazen de mevcudat ve cüzi olaylar hakkında anlatmıştır.[10] Güneş ve ayın hareketi, gökyüzünden yağmurun inişi, dört mevsim veya yerin dört devresi, Hz. Nuh (a.s) ve Musa (a.s) tufanı ve...
Kur’an-ı Kerim’de, umumiyeti anlayabileceğimiz ilahi kazayı kapsayan ayetlerde vardır örneğin: “Bir işe hükmedince ona sadece «Ol!» der; o da oluverir.” [11] Ve bazen cüzi meselelerde ilahi kazayı ortaya koyar örneğin:[12] insanın ölümü, Müslümanların zaferiyle sonuçlanan Allah’ın onlara olan yardımı, önemli bir işin yasamasında, ilahi kadılıkta ve ayrıca Hz. Meryem’in (a.s) hikayesinde ve Hz. İsa’nın (a.s) doğumunda..., bütün bu durumların hepsinde kaza son bulmak, sona erdirmek ve bitirmek manalarına gelmektedir. Kadılık ve kesin hüküm vermelerde de bu mana geçerlidir. Elbette kaza ve kader bazen eşanlamlı kullanılmış ancak bu şekilde kullanılması, bilinen maruf ıstılah ve mütedavil dışıdır.
KAZA VE KEDERİN TAHLİLİ
Yaratılış düzenine ve Kur’an ayetlerine dikkat edildiğinde has yaratıkların ortaya çıkarılmasından bahsedilmiş ve ayrıca bütün eşyalar hakkında taktir ve ilahi kaza ayetlerinin toplamından bu alemin mevcudatları ölçü ve müşahhaslara sahiptirler, onlarsız ortaya çıkamazlar ve devamlılıkları yoktur. Yani onların mevcut olmaları ve vücutlarından kaynaklanan eserlerin oluşması onların vücut şartları ve illetlerin tahakkuku ile beraber gerçekleşmektedir. Şöyle ki her mevcudun kendine has illet ve şartları vardır. Onların azalıp çoğalmasıyla, o mevcudun keyfiyet ve niteliği de değişecektir. Buna örnek olarak şöyle bir misal verebiliriz: En küçük bitki veya hayvanı incelediğimiz zaman onun çeşitli şartlara ve yerlere bağlı olduğunu ve o (şartların) tamamının olmasıyla, o şey mevcut olmuş ve ondan kaynaklanan eserler kâmil bir şekilde oluşmuştur. Bu kaide ihtiyari fiiller, kimyevi, fiziki fiil ve infialler ve insanın ruhi ve yaşamsal işlerini kapsamaktadır. Örneğin: insanın yemek yemesi için sindirim sisteminin kâmil ve salim olması ve ayrıca dış alemde yenilmeye elverişli şeylerin olması ve bu ihtiyari amelin oluşması için de insanın ihtiyari olarak hareket etmesi gerekmektedir. Elbette bütün şart, illet, nitelik, nicelik, zaman ve mekânla ilgili ölçü ve hudutları dikkate almak zorundayız ki diğer has hudut ve şartlarda son bulsun. Bu alemin ilk unsurları olan basit (bileşik olmayan) mevcudatların ortaya çıkması bu alemin bileşiklerinden daha az şartlara ihtiyaçları vardır ve esasen onların vücutları ibdaıdır ve maddi şartlardan uzaktır. Onların, sadece vücut veren feyiz failine ihtiyaçları vardır. Onların vücutlarının oluşumunun niteliğini, Allah ve Onun bilgilendirdikleri dışında kimse bilmez. Netice olarak bu alemin mevcudatlarına dikkatli bir şekilde baktığımız zaman akıl, külli bir şekilde her mevcudatın nitelik, nicelik, zamansal ve mekânsal olmak üzere has hudut ve ölçülere sahip olduğuna hükmeder ve vücudun bütün şart ve sebeplerinin tahakkuku ile o şeyin vücudu kesin olur ve artık o şeyin oluşması için intizar haleti kalmaz. Şeyin hudut ve ölçüsüne “kader” ve “taktir”, kesin vücuda da “kaza” denir.
Bu iki merhalenin biri diğerine mukaddemdir ve bazen aynı şekilde kader merhalesinin, kaza merhalesine zamansal takaddümü vardır ve bu maddi mevcudatların çoğunluğunun oluşumunda geçerlidir. Şöyle ki şeyin vücudunun hudut ve ölçüsü tedricen mevcut olur. Lakin bazen şeyin kader merhalesinin, kaza merhalesine zamansal takaddümü yoktur, bilakis mertebe ve akli takaddümü vardır. O ise ilahi evliyaların kerameti veya mucize vasıtasıyla tahakkuk bulmuş mevcudatlardır, bastonun Hz. Musa (a.s) eliyle yılana dönüşmesi gibi. Her halükârda şeyin kaza merhalesi tedrici değildir, zira bütün şart ve illetlerin tahakkuku ile şey derhal tahakkuk bulur. Elbette çünkü eşyanın nitelik, nicelik, zamansal ve mekânsal hudut ve ölçüleri tedrici olarak vücut bulduğundan onların bazılarının değişmesi, tebdili ve yer değişiklikleri mümkün olacaktır. Örneğin bir bitkinin tahakkuk bulması için çiftçinin tohumu toprağa ekmesi gerekmektedir ama bu işlemi bazen rüzgarın onun yerine geçerek yerine getirmesi mümkündür. Veya bir insan veya hayvanın tahakkuk olması için zahiri olarak erkek ve dişinin birleşmesi gerekmektedir, ama bazen erkek spermlerinin dişi rahmine yerleştirilmesiyle o birleşme işleminin yerini alır. Ayrıca civcivlerin oluşması için gerekli olan doğal hararet ve ışığın yerini de yapay ışık ve hararet alabilmektedir. Bilim ve sanatın ilerlemesiyle bunun gibi şeyler tahakkuk bulabilmektedir. Ama her ne olursa olsun bu, mevcudatın vücut bulabilmesi için hudut ve ölçülerin belirlendiği ilahi taktirdir. Her ne kadar onlar değişikliğe ve tebdile elverişlide olsalar ve beşer ilminin sınırlı vasıtasıyla, -“Size sadece az bir ilim verilmiştir.” [13]- eşyanın vücudunun bütün şartlarına vakıf olamaz ve bu hudut ve ölçülerin sınırını aşamazlar. Bu sebepten dolayı kur’an-ı Kerim’de kaç yerde şöyle buyrulmuştur: Allah her şeyi ölçü ve bir mizanla yaratmıştır. Ve ayrıca bu, O Allah’tır ki her ne kadar vasıtalarla da olsa –insan ve gayrı insan olabilir- şeyin vücudunun şartlarını muhakkak ettikten sonra o şeyi derhal muhakkak etmektedir. İşte bu onun kaza ve iradesinin fiiliyat bulmasıdır. Bundan dolayı bazen kur’an’da kaza kelimesini kullanmakta ve bazen de irade kelimesini kullanmaktadır. Bu şekilde Allah bir şeye geçit verip yaratmak ister veya irade etmek istediği zaman[14] ona ol der o da hemen oluverir. Elbette bu gibi tabirler Allah’a nispet verilmiş fiilde tedrici ihtimallerdir, zamansal mevcut olduğumuzdan ve bu tür tabirlerin kullanılmasından başka çare olmadığından dolayı, bizim anlamamız için böyle tabirler kullanılmıştır. Yoksa Allah bir şeye irade ettiği zaman veya hükmettiği zaman ona ol der o da hemen oluverir. Bu Allah’ın hüküm ve iradesi şeyin tahakkuk bulmasının aynısıdır. (yani önce hüküm ve irade sonra tahakkuk değildir. irade ve istemek tahakkukun ta kendisidir.)
Bu yüzden taktir ve kaza eşyanın vücudundan iki kısımdır. Biri, şeyin hudut ve şartlarının içtima açısıyla, diğeri de şeyin tahakkuk bulma açısıyladır. Akıl Allah’ın fiilinden alır ve bu Allah’ın fiilinden hesap edilir. Bizim rivayetlerde İmamlar (a.s) Allah-u Teala tarafından eşyanın vücudu için merhaleler beyan etmişlerdir. Bu da eşyanın Allah’tan tedrici olarak çıkma yönünde değil, dış alemde eşyanın tedrici tahakkukuna nezaret etmektedir. Yunus diyor ki İmam Rızaya (a.s) dedim ki: Allah’ın isteyip irade etmesinden, taktir ve hüküm vermesinden başka hiçbir şey yoktu. Ona arz ettim ki, istemek ne anlama gelmektedir? Buyurdular: “İşin iptida ve başlangıcıdır.” Dedim ki: “İrade ne anlama gelmektedir?” Buyurdular: “Onda sağlam ve sabit kalmaktır.” Dedim ki: “Taktir ne anlama gelmektedir?” Buyurdular ki: “Şeyin, uzunluk ve genişliğinden mizan ve ölçüsüdür.” Dedim ki: “Kaza ne anlama gelmektedir?” Buyurdular ki: “Ona hükmettiği zaman onu imzalar ve sonuçta vücut bulmaktan başka çaresi kalmaz.”[15]
İLMİ VE AYNİ KAZA VE KADER
Üsteki rivayette ve onun benzeri[16] rivayetlerde, Yüce Allah’ın icat etmesini, ihtiyarı olması yönünden insan fiiline benzetmiştir, yani nasıl ki insan her hangi bir işi yapmadan önce onu tasavvur eder sonra gayet veya faydasını tasdikler, daha sonra onu yapma kararı alır, onu yapmaya başladığı zaman da onun hudut ve kayıtlarını dikkate alarak onları hazırlar, sonra onu yapar. Allah Teala eşyayı yaratmadan önce onun hududunu bilir, ancak insanda tasavvur edildiği gibi değildir, bilakis Allah, zat makamında eşyaya ilmi vardır. Bu ilim basit (mürekkep olmayan) ve değiştirilmesi imkânsız olan ilimdir. Eşyaya olan ilmi, vücutlarının (oluş) esnasında vardır ve bununda eşyanın vücudundan önceki ilmi taktirden alakası yoktur. Zira o eşyanın vücudunun aynıdır ve eşyanın Allah katında aşikâr olma anlamına gelmektedir. Ama ayet ve rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Allah’ın, yaratıklarının dışarıda muhakkak olduğu gibi başka bir ilmi daha vardır. Bu ilim, yüce ve şerif bir mahlûku olan “levhi mahfuz” denilen “ümmul kitap”tır. Onda hiçbir değişikliğin olması söz konusu değildir. Eğer birisi Allah’ın izni ile onunla irtibat kurarsa geçmiş ve gelecek olaylar hakkında haberdar olur ve ayrıca eksik ve noksan illetlerin ve şartlı bir şekilde gerçekleşecek olayların onda yansıdığı taktirlerin yer aldığı ondan daha aşağı levhalar vardır ve onunla irtibat kuranlarda değiştirilmeye elverişli ve şartlı olan mahdut haberler elde edebilirler. Kesin olmayan, şartlı taktirlerin değişmesine Rivayetlerde “beda” denilmiştir. Bunun bahsi çok ayrıntılı olduğundan bu konuların işlendiği ayrıntılı yerlere müracaat edilmelidir.[17] Şayet, bu mübarek ayet Allah’ın fiili ilminin bu iki merhalesine işaret etmektedir: “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır.” [18] Bu hakikate ıstılahı açıdan “kaza ve kaderi ilmi” denir. Ancak eşyanın noksan illetlerinin vücuduyla vücudun oluşması kesinlik kazanmayan ve ayrıca bütün merhalelerin tahakkuku ve eşyanın vücudunun mukaddime ve illetlerinin oluşmasından sonra şeyin vücudu kesinlik kazanır, buna da “kaza ve kaderi aynı” denir. Kaza ve kader, maddi mevcudatlara mahsus olduğundan dolayı taktir merhalesi kaza merhalesinden öncedir.
KAZA VE KADERİN İNSAN İHTİYARI İLE İLİŞKİSİ
Geçen konuları dikkate alırsak taktir Allah’ta son bulan şeyin hudut ve ölçüsüdür. Açıktır ki her ne kadar insanın bazen tefekkür, basiret ve ihtiyar hududunun dışında bağları olsa[19] da insanın yaratılışı[20] eylemlerinin ihtiyarla yapılmasına göre dizayn edilmiştir, lakin bu ilişkilerin mizan ve ölçüleri, ihtiyari fiillerin mahdudun da müşahhas olur. Allah bunlardan haberdardır ve ihtiyarla herhangi bir çelişkisi olmadan (Allah) fiilleri onların esasına göre ölçer. İnsanın son olarak seçip irade ettiği şey olan fiilin mukaddimeleri[21] hazırlandıktan sonra fiilin vücudu zorunlu ve kaçınılmaz olu. Fiilin oluşması için tam illet tahakkuk bulduktan sonra artık irade için yer baki kalmaz, zira irade onun son cüzüydü. Her ne kadar insan ihtiyar ve serbestlikte bağımsız değilse de Allah, insanın işlerini irade yoluyla yapmasını istemiştir. Bu da öyle bir şekilde olmalı ki insanın vücudu, iradesi ve fiili irade yolundan Allah’a isnada sahiptir. İşte bu insan fiilleri hakkındaki ilahi kazanın umumiyetidir. Bu sebepten dolayı kur’an-ı Kerim insan fiillerini Allah’ın mahlûku saymış ve şöyle buyurmuştur: “Hâlbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” [22] İlahi kaza konusunda onun yaratılmasını da taktir ve ölçüyle olduğunu bildirmiştir: “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” [23] Ayrıca insanın yaratılışını belirli ölçülere sahip, en iyi ve en güzel bir şekilde olduğunu bildirmiştir: “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” [24] Diğer taraftan bütün yaratılışın hak üzere –hakikatin aynısı ve gerçek hedefe sahiptirler.- olduğunu açıklamıştır: “Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak üzere ve belirli bir süre için yarattık.” [25]İnsan hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [26] Ama insanın hilkatini şu anda olduğu gibi, hak ve en güzel yaratılış olarak bilmiş bu da öyle bir şekilde ki insan kendi ihtiyar ve seçimiyle matlup hedefe varmak için fiilleri yerine getirmelidir bu doğrultuda bir gurup batıl, sapık yolu seçerek dünya alemine meyli seçer. Diğer gurup hak yolu seçerek ahiret alemini seçer. Ve ayrıca şöyle buyurur: “Sonra da onu aşağıların en aşağısına döndürdük. (hakkı inkâr ve layık olmayan amellere) Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar müstesnadır.” [27] Bu suret haricinde resullerin gönderilmesi, emir, men, sevaba vade, azaptan korkutma ve sonunda Mead’ın olması saçma ve yalan olurdu, halbuki kur’an ayetleri ilahi resuller vasıtasıyla cenneti müjdelemek ve azaptan korkutmak üzere hüccetin itmamıyla doludur.[28]
Bu kısımdaki bahsin neticesi şudur; Allah biliyor, istiyor ve hükmediyor ki insan kendi irade ve seçimi vasıtasıyla, sevilen sıfat ve fiillerle saadet yolunu veya sevilmeyen sıfat ve fiillerle şekavet yoluna gitsin. ve onun gereçlerini -onlar; enbiya, evliya, hakkı ve batılı teşhis edebilen akıl ve intihap edip seçmeye yarayan iradedir.- hazırlamış, onun mukabilinde de onun için imtihan gereçlerini –onlar; kötülüklere davet eden şeytan ve vücudundaki maddi temayüllerdir.- hazırlamıştır, onun için matlup hedef –kendisine hakiki kulluk- merhalelerin hiç birinde Yüce Allah’tan bağımsız ve müstakil olmadığı bir şekildedir.
Devam edecek…
--------------------------------------------------------------------------------
[1] —Bihar’ul- Envar, c.5 s.87 rivayet,2
[2] —a.g.e, s.88, rivayet,4.5.6
[3] —a.g.e, s.87, rivayet,3
[4] —a.g.e, s.110, rivayet,35
[5] —Tefsiri Ayyaşi, c.1 s.63, rivayet,111
[6] —el-Mizan, c.19 s.100
[7] —Müfredat’ı –Rağıb, s.409
[8] —a.g.e, s.421
[9] —Kamer, 49, Furkan,2, Hicr,21, Ala,3
[10] —Yasin,38–39, Muminun,18, Fussilet,10, Kamer,12, Taha,40
[11] —Bakara,117, Ali imran,47, Meryem,30, Mumin,68
[12] -Zümer,42, İnfal,44, İsra,23 Mümin,20 Meryem,21
[13] -İsra,85
[14] -Yasin,82
[15] -Bihar’ul- Envar, c.5 s.122, rivayet,68
[16] -a.g.e, rivayet,64-65 ve 69
[17] -el-Mizan, c.11 s.420 ve 421
[18] -Rad,39
[19] -örneğin birisi her hangi bir iş yapmak için kendi ihtiyarıyla evinden dışarı çıkıyor onun arkadaşı da kendi ihtiyarıyla evden dışarı çıkıyor her hangi bir öngörü olmadan onunla yolda karşılaşıyor bu ihtiyari iş bizim haberimiz olmayan ihtiyari olmayan bir işle bağlanıyor. Bizim bu olaydan önceden haberimiz yoktu ancak Allah-u Teala biliyordu. Bu konunun örnekleri kur’an’da da vardır örneğin: Hz. Musa’nın peygamberliğiyle sonuçlanan Medyen şehrine geliş olayı, Taha,40 ve 41
[20] -insanın yaratılışı zamansal, mekânsal, ırksal, türsel ve ayrıca vücudunun güç ve azaları hatta ihtiyar, tefekkür ve onun seçme kudreti her ne kadar ilahi taktire bağlıda olsa onun ihtiyarıyla alakası yoktur. Hatta onda tabii bir şekilde sadır olan fiiller örneğin: sindirim sistemi, teneffüs etmek ve bu bunun gibi şeyler.
[21] - son cüzü irade olmak üzere insanın bütün fiilleri mukaddimeye sahiptir ancak genelde bu günlük ve sıradan işlerde seri bir şekilde muhakkak olur sadece üzerinde çok düşünülmesi icap eden akıllıca seçim yapılması gereken önemli işlerde bu aşikâr olur. Üniversitede bölüm tercihi, meslek seçimi ve evlilik gibi konularda ve ayrıca insanın fiillerinin iradi olması aklın olgunlaşması sonucu malumatların anlaşılmaya başlandığı zaman aşikâr olur, çünkü insanın buluğa ermeden önceki işlerinin çoğunluğu noksan iradi veya bilinçsizcedir.
[22] -Saffat,96
[23] -Kamer,49
[24] -Tin,4
[25] -Ahkaf,3, Hicr,85
[26] -Muminun,115
[27] -Tin,5 ve 6
[28] -Bihar’ul- Envar, c.5, s.12, rivayet,19
Peygambere değil ABD'lilere ağladı ABD’nin Katliamlarına ses çıkarmayan Gülen, Efendisi için mesaj yayınladı!
İslam dini ve Müslümanlarla açık bir savaş yürüten ABD ve İsrail’i şu ana kadar bir kez dahi kınamayan Amerikancı İslam’ın başlarından Fethullah Gülen, yine kendisine yakışanı yaptı ve Amerika için başsağlığı mesajı yayınladı!!
Kutsallarımıza aşağılık saldırı düzenlenmesinin ardından çıkan çatışmalarda öldürülen ABD'liler için Fethullah Gülen'in taziye mesajı.
Fethullah Gülen'in mesajı şöyle;
Amerika Birleşik Devletleri'nin Bingazi'deki Konsolosluğu'na yapılan saldırıda, Büyükelçi Christopher Stevens ve üç konsolosluk çalışanının hayatını kaybettiğini teessüfle öğrenmiş bulunuyorum. Görevi itibariyle Amerika Birleşik Devletler'ini Libya'da temsil eden ve aynı zamanda bu ülkede misafir hükmünde olan Büyükelçiyi hedef alan saldırıyı en şiddetli şekilde kınıyor ve bu vesileyle faili kim olursa olsun terörün her türlüsünü lanetliyorum.
Kahire ve Yemen'deki şiddet içeren protesto gösterileri münasebetiyle hatırlatmak isterim ki; kalıcı müspet değişimler ancak barışçı ve diyaloga açık bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Masum insanları hedef alan şiddet, onu müdafaa etme iddiasıyla yola çıkılan İslam'ın ruhuna ihanettir. Müslümanlara yakışan, tepkilerini dinlerinin izzetine uygun bir tarzda barış ve sükunet içerisinde ifade etmeleridir.
Olayda hayatını kaybedenlerin yakınlarına, Amerikan halkına, hassaten ABD Dışişleri Bakanı Sayın Hillary Clinton'a başsağlığı diliyorum.
Yaralılara acil şifalar temenni ediyor ve acılarını yürekten paylaşıyorum"