
کارگر
İran’da Kriz ve Zil Çalıp Oynayanlar
Allah’ın Adıyla
İran’da son zamanlarda bir ekonomik kriz yaşandığı inkar edilemez bir gerçektir. ABD ve müttefiklerinin uluslararası kuralları ayaklar altına alarak ve imzaladıkları nükleer anlaşmayı çiğneyerek devam eden ekonomik yaptırımları genişletmeleri İran para birimi Riyal’in değer kaybetmesine yol açtı ve bu durum ister istemez halk arasında etkisini hissettirmeye başladı.
Son durumun ortaya çıkmasında İran’da işbaşında bulunan hükümetin yanlış siyasetleri ve gafletleri de görmezden gelinemez elbet. Nükleer anlaşma sırasında ve sonrasında sulta sistemine güvenerek gerekli tedbirleri almaması, direniş ekonomisini zamanında uygulamayarak başta ABD olmak üzere Batı’nın baskıları azaltacağına dair iyimser tutumlar takınması; idari ve yargı sistemindeki yolsuzlukların önlenmesinde zayıf kalışlar da yaptırımların etkili olmasındaki etkenlerdendir.
Ancak İranlılar 40 yıldan beri dış yaptırımlar yüzünden zaman zaman bu gibi krizlerlerle karşılaşmış oldukları için buna karşı artık bağışıklık kazandıkları, dirençlerini artırdıkları dolayısiyle bu krizi de atlatacakları söylenebilir.
Son durum İslam İnkılabının bu ülkede zafere ulaştığı 1979 yılından beri yaşanan ilk ekonomik kriz olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır kuşkusuz. Niçin mi?
Çünkü, İran zulüm temeli üzerine kurulu uluslararası sulta sisteminin egemenliğini kabul etmemektedir.
Çünkü, İran müstekbir güçlerin bunca çabasına rağmen bu sisteme entegre olmamakta, uyum sağlamamakta ve teslim olmamaktadır.
Çünkü, BM gibi uluslararası kurum ve kuruluşları, özellikle de mali, sermaye kuruluşlarını ellerinde bulunduran siyonist güç odaklarının isteklerini yerine getirmemekte, gasıp işgalci Siyonist Rejimin/İsrail’in varlığını kabul etmemektedir.
Çünkü, başta komşuları olmak üzere Batı Asya ülkeleri üzerinde oynanan oyunları bozmakta, Irak’ta ve Suriye’de olduğu gibi Amerikan emperyalizmi ve bölgesel müttefiklerinin planlarını etkisiz hale getirmiş bulunmaktadır.
Çünkü, bölgenin gerçek sahipleri ve halklarının içinden çıkan Hizbullah, Ensarullah, İslami Cihad, Hamas vb direniş güçlerini desteklemekte ve düşmanların sadece şimdiki değil gelecekteki uğursuz emelleri önüne de set çekmektedir.
Çünkü, İran sadece bölgenin mazlum halklarına değil dünyanın her yanındaki tüm mustazaf halklara da sultacılara karşı bir mücadele yöntemi sunmakta, direniş sembolü olmaktadır.
Ve işte bütün bu nedenlerden dolayı İran’a geçmişte baskı uygulandığı gibi bundan sonra da uluslararası sulta sistemine teslim olmadığı, İslam İnkılabının ilkelerine bağlı kaldığı sürece bu gibi baskılar devam edecektir.
İran halkının son aylarda düzenledikleri miting ve gösterileri de hükümetin yanlış siyasetlerine itiraz ve uyarılar olarak değerlendirmek gerekir. Her ne kadar bu gösterilerde dış tahrikler ve içerideki rejim muhalifi küçük grupların rolü olsa da göstericilerin ekseriyeti ekonomik sıkıntıların giderilmesini talep etmekte ve İslam İnkılabının ilkelerine olan bağlılıklarını her fırsatta dile getirmekteler.
Her ülkede olduğu gibi İran’da da halk yöneticilerin yanlış siyasetlerine olan itirazlarını dile getirmekte iken bunu rejim karşıtlığı olarak göstermek doğru değildir.
Sulta sistemine bağlı medyanın dünya çapında kasıtlı olarak başlattığı bu akıma Türkiye’de de her nedense iktidarın nimetlerinden geçinen Havuz Medyası öncülük etmektedir.
Başta Anadolu Ajansı olmak üzere yandaş medyayı yöneten perde arkası güçler belli amaçlarla istihdam ettikleri sözde İran uzmanlarından anlaşıldığı kadarıyla sadece İslam İnkılabını karalamalarını istemektedir.
İran için sözde hayıflanan bu çevreler aslında efendilerinin daha başarılı olduğunu ispatlamaya ve güya İran’ın bölgesel siyasetlerini eleştirmekle gerçekte efendilerinin son yıllarda başta Suriye olmak üzere bölgesel çapta kırdıkları potları gizlemeye çalışmaktalar.
Anadolu Ajansı ve benzeri merkezlerde istihdam edilmiş sözde İran uzmanlarınca üretilen yarım yamalak haber ve analizlerinin üzerine “mal bulmuş mağribi misali” atlayan medyanın İslam İnkılabı hakkındaki arzuları hiç bir zaman gerçekleşmiyecektir.
Ziya Türkyılmaz
Jim Carrey'den 'Yemen' Tepkisi: Bizim Suçumuz
Yemen'de Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyonun düzenlediği ve çoğu çocuk 50 kişinin hayatını kaybettiği saldırıya, dünyaca ünlü aktör Jim Carrey'den tepki mesajı geldi.
Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyonun geçtiğimiz günlerde Yemen'in kuzeyindeki Sada ilinde çocukları taşıyan bir otobüse düzenlediği hava saldırısında çoğu çocuk 50 kişi hayatını kaybetmiş, çok sayıda kişi de yaralanmıştı. Suudi Arabistan ise saldırının 'meşru bir askeri eylem' olduğunu savunmuştu.
ABD'li ünlü komedyen Jim Carrey, Yemen'deki hava saldırı sonucu hayatını kaybeden çocuklar için Twitter hesabı üzerinden açıklama yaptı.
Carrey, üzerinde ABD bayrağının bulunduğu füzenin, çocukların içinde olduğu okul otobüsünü vurma anının resmedildiği görselle birlikte paylaştığı mesajında şu ifadeleri kullandı:
"Yemen'de 40 masum çocuk bir otobüste öldürüldü. Bizim müttefikimiz. Bizim füzemiz. Bizim suçumuz."
İran dini lideri "ABD'yle müzakerelere" noktayı koydu, Hürmüz'ü kapatma mesajı verdi
İran dini lideri Imam Ali Hamanei, ABD'yle müzakerelere son noktayı koydu: ABD'ye güven olmaz! Hamaney, İran Cumhurbaşkanı Ruhani'nin 'Gerekirse Hürmüz'ü kapatırız' açıklamasına da destek verdi.
İran'ın dini lideri Imam Ali Hamanei, İran'ın ABD'yle müzakere masasına oturmasına ilişkin tartışmalara son noktayı koydu. Ayetullah Hamanei, "Amerikalıların ne sözüne ne de imzasına güven olmaz, bu yüzden ABD'yle müzakere yapmanın bir faydası yok" dedi.
Dışişleri Bakanlığı çalışanları ve büyükelçileri kabulünde konuşan Imam Hamanei, ABD'yle müzakere yapılması veya diplomatik ilişki kurulması halinde ülke sorunlarının hal olacağı yönünde yapılan açıklamaların "açık bir hata" olduğunu söyledi. Imam Hamanei, Washington yönetiminin asıl sorununun İran İslam Devrimi'nin temel ilkeleriyle olduğu savundu.
İran Cumhurbaşkanı Ruhani'nin, İran'a petrol ambargosu uygulanması durumunda Hürmüz Boğazı'nı kapatma çıkışına da destek veren Imam Hamanei, "Cumhurbaşkanı'nın, 'İran'ın petrol satışının engellenmesi halinde, bölgede kimse petrol ihraç edemez' açıklaması, İslam Cumhuriyeti'nin konuya ilişkin politikasını ve yaklaşımını ortaya koyan önemli bir açıklamadır" dedi.
Imam Hamanei, Dışişleri Bakanlığı'nın, Cumhurbaşkanı Ruhani'nin ortaya koyduğu duruşu sıkı bir şekilde takip etmesi gerektiğini belirtti.
TRUMP: İRANLILAR BİR NOKTADA BENİ ARAYIP ANLAŞALIM DİYECEKLER
ABD Başkanı Donald Trump, Mayıs ayında İran'la imzalanan nükleer anlaşmadan ayrılarak, İran'ın füze çalışmaları, bölgedeki faaliyetleri ve diğer konuların da bulunduğu daha geniş kapsamlı bir anlaşma yapılmasını istemişti.
Trump, geçen hafta NATO zirvesi sırasında yaptığı bir konuşmada, ABD'nin anlaşmadan çekilmesiyle İran'da yaşanan ekonomik sıkıntılara dikkat çekerek, "Ekonomilerinin çökmekte olduğunu biliyorum, bir noktada beni arayıp anlaşalım diyecekler "ifadesini kullanmıştı.
TR.JAMNEWS.COM
Hayatın Anahtarı Ayete'l Kürsi
O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır; Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez.
Kur’an’ı Kerim’in içerisinde bazı ayetlere olan ilgimiz oldukça fazladır. Yasin suresini, Amener Resulü ile başlayan Bakara 285-286. ayetlerini, Ayete’l-Kürsi ismiyle tanıdığımız Bakara 255. ayetini bunlara örnek olarak gösterebiliriz. Bu ayetlerin, özellikle belli günlerde yüzünden okunması üzerinde çok önemle durulmuş, fakat anlamı, verdiği mesajı öğrenme ve üzerinde düşünme gibi çalışmalar nedense ihmal edilmiştir. Oysa Yasin suresi bir Tevhid suresidir. Amener Resulü diye tanıdığımız ayetler kulun Rabbine yakarışının çok muhteşem bir örneğidir. Ayete’l-Kürsi ise İslam düşüncesinin ana esaslarını içeren, Allah (C.C.)’ın sıfatlarıyla doludur.
“Allah. O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz.Göklerde de, yerde de ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve, arkalarındakini bilir. Onlar ise Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiç bir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür.” (1)
Bu ayet, yüce Allah’ın tek ve ortaksızlığı, sıfatlarının noksansızlığı, kuşatıcılığı ve kudretinin vurgulanması ile ilgili en kapsamlı, en etkileyici Kur’an ayetlerinden birisidir.
Dilediğini yapma yetkisine sahip olan Allah (C.C.)’ın inanılması gereken tek ilah olduğu, O’nun dışında bir takım insanların kulluk sundukları düzmece ilahların, inkar edilmesi gerektiği gerçeği haykırılmıştır.
Ayet; kesin sözlü bir tek Allah inancını yansıtan, "Allah, O'ndan başka ilâh olmayan...".ifadesi ile başlamaktadır.
Bu kesin sözlü ve katıksız tek Allah inancı, İslâm düşüncesinin dayandığı ve hayatın tümüne ilişkin, İslâm'ın kaynağını oluşturan temel bir esastır. Kulluğu ve ibadet eylemlerini sırf Allah'a yöneltme ilkesi bu düşünceden doğmaktadır. Buna göre hiçbir insan, Allah'tan başka bir kimseye kul olamaz, Allah'tan başka hiçbir mercie ibadete yönelemez, kendisini Allah'tan ve Allah'ın uygun görüp emre bağladığı mercilerden başka hiç kimseye itaat etmekle yükümlü sayamaz. Bütün değer yargılarını, Allah'a dayandırması gerektiği gibi, Allah'ın terazisinde ağırlığı olmayan herhangi bir sosyal değer yargısının da hiçbir önemi olmadığını keşfeder.
Yine bu çarpıcı ifade, Hz.İsa’nın Rab olarak kabul edildiği Teslis(üç ilah) anlayışının savunulmasının da karşısında yer alır.
Bu şekilde yegane Rab ve ilah olarak kabul ettiğimiz Allah (C.C.)’ın, gücü ve kudretinin anlaşılmasında,bize yardımcı olacak sıfatlarının bilinmesi gerekmektedir.İşte ayetin devamı da, bu bilgiye ulaşmamızda bize rehber olmaktadır.
"...diri, yarattıklarını gözetip yöneten..."
Allah'ın sıfatlarından biri olan “Hayy” (hayat sıfatı) O'nun kendinden kaynaklanır, hayatlarını yaratıcılarının bağışına borçlu olan tüm yaratıkların hayatı gibi başka bir kaynaktan gelmez. Aynı zamanda bu hayat ezelî ve ebedîdir, yani ne başladığı ve ne de bittiği bir nokta vardır. Başka bir deyimle bu hayat sıfatı, zaman kavramından bağımsızdır. Bu gerekçe ile bu anlamdaki hayat da sadece Allah'a özgüdür.
Hayy (diri) olan Allah (C.C.) aynı zamanda Kayyum’dur. “Kayyum” yüce Allah'ın bütün varlıkları gözetip yönetmesi, bunun yanısıra her varlığın varoluşunun O'na dayanması anlamına gelmektedir. İnsan, bu hikmete ve tedbire dayalı ve ana hatları çizilmiş kaideler uyarınca yaşar; değer yargılarını bu sistemden alır; bu arada bu değer yargılarını kullanırken yüce Allah'ın sürekli gözetimi (murakabesi) altında bulunur.
Yoksa mesele eski Yunan filozoflarından olan Aristo'nun düşündüğü gibi değildir. Ona göre Allah, yaratıklarından hiçbirini düşünmez; çünkü O, kendi zatından başka hiçbir şey üzerine düşünmeyecek derecede yücedir. Ona göre Allah, yaratıp kendi haline bıraktığı varlık alemi ile ilişkisini kesmiş oluyordu.
Günümüz beşeri ideolojilerinin ortaya çıkması, bu zihniyetin devam ettiğinin bir sonucudur. Çünkü bu fikir akımları referans olarak vahyi almadıkları gibi, vahyin inşa edeceği bir toplumun ortaçağ karanlıklarında boğulacağı hakaretlerini de yapmaktan geri kalmamışlardır. Kendi oluşturdukları toplumlarda, kabul ettikleri ilahın, tabiat ile ilgili işleri düzenlediğini ama işlerimizde müdahale edememe gibi bir konumda olduğunu uygulamaları ile iddia etmişlerdir. Oysaki Allah (C.C.), hem göklerin ve hem yerin Rabbi olarak Kayyum’dur; yani gözetir ve yönetir.
“(O) göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin Rabbidir. Şu halde O'na kulluk et; O'na kulluk etmek için sabırlı ve metânetli ol. Hiç O'nun bir adaşı (benzeri) olan birini biliyor musun? (Asla benzeri yoktur).” (2)
Bu gözetme ve yönetme, bir an bile uyku ve uyuklamaya tutulmayan Allah’a özgüdür.
Yüce Allah ile hiçbir varlık arasında bir benzerlik asla söz konusu değildir. Allah (C.C.), gizli uyuklamaktan (dalgınlıktan) ya da sürekli uykudan, her ikisinden de kayıtsız şartsız bir kesinlikle münezzehtir.
Şu dehşet verici evrende yer alan sayısız atomun, hücrenin, canlı varlığın, cansız nesnenin, bütün bunları gözetimi ve denetimi altında tutan ve bütün bu varlıkların, Allah'ın tedbirine dayalı olarak ayakta durması çok etkileyici bir gerçektir. Oysa tahrif edilmiş bir kitap olan Kitab-ı Mukaddeste yaratıcı, yaratılanın sıfatlarına benzetilmiş, ve bozuk bir ilah anlayışı ortaya sunulmuştur:
"Ve yedinci gün Allah yaptığı işi bitirdi. Ve yaptığı işlerin hepsini bırakarak yedinci günde dinlendi." (3)
"Rab sanki uykudan uyanır gibi ve güçlü bir adamın şarap nedeniyle nara atması gibi uyandı." (4) Elbette Allah tüm bu zayıflıklardan uzaktır.
"Göklerde ve yeryüzünde ne varsa O'nundur."
Kaydı, şartı, kaybedilme ihtimali ve ortaklığı olmayan bir mülkiyettir bu... Gerçek mülkiyet sırf Allah'a bağlanınca,insanların hiçbir şeye malik olmadığı sonucu ortaya çıkar. Bu durumda insanlar sadece, her şeyin mülkiyeti elinde olan, tek mülk sahibinin vekilleridirler. Bu durumda bu vekillik işlevlerini yerine getirirken onlara yetki veren asıl mülk sahibinin şartlarına uymak zorundadırlar. Asıl mülk sahibi olan Allah (C.C.) bu şartlarını Peygamberler vasıtası ile insanlığa açıkça bildirmiştir. İnsanlar bu şartların dışına çıkamamalı, onları çiğnememelidirler.
Yüce Allah'ın göklerde ve yerde bulunan canlı-cansız herşeyin gerçek maliki olduğu gerçeğinin insan bilincinde kökleşmesi, herşeyin sınırlı süreli bir emanet olduğunu, süresi dolunca bu ödünç emanetin sahibi tarafından geri alınacağını bilmesi, doyumsuzluğun, tamahkârlığın, cimriliğin, ihtirasın ve amansız servet yarışının şiddetini düşürmeye, aşırılığını törpülemeye yeterli bir faktördür. Bu bilinç aynı zamanda kanaat, elde edilen rızka ilişkin hoşnutluk, eldeki imkânlar ölçüsünde özveri ve cömertlik duygularını aşılamanın; insan kalbini varlıkta da yoklukta da güven duygusu ile doldurmanın da teminatıdır. Böylece kaybedilen ya da elden kaçan maddî imkânlar karşısında insanın hayıflanması, yazıklanması, kafasına taktığı ve peşinden koştuğu şeyler uğruna kalbinin yanıp tutuşması önlenmiş olur!
Göklerin ve yerin mülkiyeti Allah (C.C.)’a aitken "İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçı olabilir?"
Geçmişte, Mekkeli müşrikler taptıkları putlarının kendilerini Allah(C.C.)’a yakınlaştırdığını, söylemekteydiler. Ayrıca Hristiyanlar, Allah (C.C.) için -haşa- oğul edindiğini ya da değişik şekillerde ortağı olduğunu iddia ederek, -haşa- Rab İsa’nın kendileri için şefaatçi olacağına inanmaktadırlar. Yahudiler ise O'nun, yardımını, -haşa- O'nun yakını olduklarından (seçilmiş topluluk) alacaklarını düşünmektedirler. Bu anlayış bazı Müslüman toplumlara sıçramış, kendileri için kurtarıcı olacağı, hesap gününde himayesine girerek sırat’ın kolayca geçileceği kişilerin varlığına ciddi bir şekilde inanılmaya başlanmıştır.
Göklerin ve yerin mülkiyeti Allah (C.C.)’a aitken "İzni olmadıkça O'nun katında kim şefaatçı olabilir?" vurgusu ise tüm bu bozuk inanışları; peygamberlerin, meleklerin vs. Allah'tan şefaat dileyeceklerini ve O'nu bağışlamaya zorlayacaklarını sanan kimselerin yanlış fikirlerini reddeder. Bu tür kimseler, yaratıklarının hiçbirinin, değil O'nu bağışlamaya zorlamak, O'nun önünde duramayacağı ve şefaat edemeyeceği konusunda uyarılmaktadırlar. Evrenin Hakimi'nin izni olmaksızın hiçbir peygamber, hiçbir melek ve hiçbir kul O'nun önünde bir tek söz bile söyleyemeyecektir.
"İnsanların önünde ve arkalarında bulunan ve olup-biten herşeyi bilir. Onlar O'nun bilgisinin sadece dilediği kadarını kavrayabilirler."
Bu ifade genel olarak Allah'ın bilgisinin yaygınlığını ve herşeyi kapsayan niteliğini anlatan mecazî olmayan yalın bir ifadedir. İnsanlar ise sadece Allah'ın bilmelerine izin verdiği şeyleri bilebilirler. İnsanların bu gerçek üzerinde uzun uzun kafa yormaları gerekmektedir.
Özellikle evrenin ya da hayatın herhangi bir alanında edindikleri bilgi ile hemen şımarıklığa kapıldıkları şu günlerde bu kafa yormaya daha çok ihtiyaçları vardır.
Her şeyi mutlak, kapsamlı ve eksiksiz olarak bilen, sadece yüce Allah (C.C.)'tır. O, kulları tarafından bilgisinin bazı bölümlerinin keşfedilmesine izin verebilir.
Fakat insanlar bu gerçeği unutarak Allah (C.C.)'ın edinmelerine izin vermiş olduğu bilgiler ile şımarmış; kendilerine bu bilgileri bağışlamış olan Allah (C.C.)’a bu nimetlerin karşılığında şükretme yoluna gitmemişlerdir. Tersine pohpohlanmış ve ilâhi bağışa karşı nankörce davranarak asi olmuşlardır.
"O'nun Kürsî'si (egemenliği) gökleri ve yeryüzünü kaplamıştır; Bunları koruyup gözetmek O'na ağır gelmez."
Normal olarak hükümdarlık, egemenlik anlamını içeren Kürsi (koltuk, taht) kelimesi, dilimizde ki kullanılışı gibi iktidar yerine kullanılmaktadır. O halde "Allah'ın Kürsî'si, gökleri ve yeri kaplayınca" O'nun egemenliği de gökleri ve yeryüzünü kaplamış demektir.
Eğer Kur'an'ın kendine özgü üslubunu, ifade biçimini iyi kavrayacak olursak onun içerdiği bu tür ifadeler etrafında yapılan tartışmalara girmek gereğini duymayız, bunun yanısıra bu amaçla Kur'an-ı Kerim'in yalınlığını ve berraklığını büyük oranda bozan Batı kaynaklı yabancı felsefi kavramları ödünç almaya kalkışmayız.
Göklerin ve yeryüzünün egemenliği kendisine ait olan Allah (C.C.)’ya, bu egemenliği koruyup gözetmek asla ağır gelmez.
"Yüce ve büyük olan O'dur."
Burada dikkat etmemiz gereken çok çarpıcı bir mesaj vardır. Ayet "O, yüce ve büyüktür." demiyor. Bunun yerine "Yüce ve büyük olan O'dur" diyerek, bu sıfatların, ortaksız bir biçimde, sadece Allah (C.C.)’a özgü olabileceği gerçeğinin zihinlere kazınması sağlanmaktadır.
Gerçekten yücelik ve ululuk sıfatları sadece Allah'a özgüdür, bu sıfatlarda başka hiçbir ortağı yoktur. Eğer kullardan biri kendisini dev aynasında görerek bu dereceye yükseldiği saplantısına kapılırsa, Allah (C.C.) onu dünyada horluğa ve aşağılığa, Ahirette de azaba ve perişanlığa mahkum edecektir.
"Orası Ahiret yurdudur.Onu, yeryüzünde böbürlenmeyip, bozgunculuk peşinde koşmayanlara veririz. (Güzel) akibet ise takva sahiplerinindir." (5)
Yine yüce Allah, helâk olmanın eşiğindeki Firavun'dan sözederken "O, kendini beğenmiş bir azgın zorba idi" buyurmaktadır..(6)
Artık açıklamasını öğrenen bir kul, Ayete’l-Kürsi’yi okurken, gökleri idaresi altında bulunduran Allah (C.C.)’ın yeryüzünde de tüm işlerine müdahale etme hakkına sahip olduğunun şuuruna varır.
Diri olan ve kendisini hiçbir zaman uyuklama ve yorgunluğun tutmadığı Rabbinin sürekli gözetimi altında olduğunu düşünerek, O’nun belirlediği sınırları aşmamaya çalışır.
Zerre kadar hayr ve şerrin karşılığının alınacağı bir gün olan hesap gününde, dünyada empoze edilen her türlü şatafatlı, varlıklı, şahsiyetlerin, din tüccarlarının peşine gidilmesinin kendisine bir fayda sağlamayacağını, kendisine güvenilip dayanılacak olanın sadece Allah (C.C.) olduğunu bilerek ibadetlerine şirk karıştırmaz.
Namazlarımızdan sonra, yatmadan önce, herhangi bir darlığa düştüğümüzde, ezberimizden sayısız kereler okuduğumuz Ayete’l-Kürsi, işte budur. Bu ayeti, üzerinde tefekkür etmeden, hızlı bir şekilde, birden çok okumakla yetinirsek, yukarıda belirttiğimiz muhteşem mesajına da yazık etmiş oluruz.
-------------------------------------------------------------
Kaynaklar :
Fizilal’il Kur’an........ Şehit Seyyid Kutub
Tefhimu’l Kur’an .....Mevdudi
Et-Tefsirü’l-Hadis.... İzzet Derveze
1-(2/Bakara 255)
2-(19/Meryem 65)
3-(Tekvin, 2:2)
4-(Psalms 78:65.)
5-(28/Kasas Suresi 83)
6-(44/Duhan Suresi 31)
Hz. İmam Rıza'dan (a.s) Kırk Hadis
Hz. İmam Rıza'dan (a.s) Kırk Hadis
1- “İnsanlar iki kısımdır: kendisinden daha iyi ve daha takvalı olan ve kendisinden daha kötü ve daha aşağı olan. (Nazarında) kendisinden daha kötü ve daha aşağı olan biriyle karşılaştığında şöyle demelidir: “Belki onun iyiliği gizlidedir ve bu onun yararınadır. Benim iyiliğim ise açıktadır; bu da benim zararımadır.” Ama kendisinden daha hayırlı ve daha takvalı birini gördüğünde de, ona ulaşmak için karşısında tevazu etmelidir. Bunu yaparsa makamı yücelir, iyilikleri temiz olur, ismi iyi anılır ve zamanının efendisi olur.”
2- “Kimde şu beş sıfat olmazsa, dünya ve ahiret işlerinden hiçbiri için hayır bekleme: Asaletinde güvenirlik, tabiatında kerem, ahlakında sebat, nefsinde şeref ve kalbinde Allah korkusu.”
3- “İmanın dört rüknü vardır: Allah'a tevekkül etmek, Allah'ın kazasına rıza göstermek, Allah'ın emrine teslim olmak ve işleri Allah'a bırakmak. Salih kul (Mümin-i Âl-i Fir'avn) şöyle dedi: “Ben işimi Allah'a bırakıyorum…
(Bunun üzerine) Allah onların düzenlerinin kötülüklerinden onu korudu.” Mu'min/44-45
4- “İman, farzları yerine getirmek, haramlardan sakınmak, kalple Allah'ı tanımak, dille ikrar etmek ve azalarla da amel etmektir.”
5- Bir gün İmam Rıza (a.s) Kur'ân'ı anarak ondaki hücceti ve nazmındaki mucizeyi beyan edip şöyle buyurdu:
“Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın sağlam ipi, muhkem kulpu ve örnek yoludur, insanı cennete götürür, ateşten kurtarır. Zaman onu yıpratmaz; ağızlarda dolaşmak basitleştiremez. Çünkü o, belli bir süre için gönderilmemiştir. O, insan için açık delil ve hüccet kılınmıştır. Hiç bir taraftan batıl ona giremez; çünkü Hamid ve Hekim olan Allah tarafından indirilmiş bir kitaptır.”
6- “Cömert, yemeğini yesinler diye halkın yemeğini yer. Ama cimri, yemeğini yemesinler diye halkın yemeğini yemez.”
7- “İmamet (müslümanların önderliği) dinin yuları, Müslümanların düzeni, dünyanın ıslahı ve müminlerin izzetidir. İmamet, İslam'ın gelişen kökü, yücelen dalıdır. İmam ile namaz, zekat, oruç, hac ve cihat kamil olur, ganimet ve sadakalar çoğalır, had (şer'i ceza) ve hükümler uygulanır, hudut ve sınırlar korunur.”
8- “Öyle bir gün gelir ki, afiyet (rahatlık) on üz olur: dokuz cüz'ü, insanlardan uzaklaşmakla, bir cüz'ü de susmakla sağlanır.”
9- İmam (a.s) Ebu Haşim-i Caferi'ye şöyle buyurdular:
“Ey Ebu Haşim! Akıl, Allah'ın bir armağanıdır. Edep, zahmetle elde edilen bir şeydir; zahmetine katlanan onu elde eder. Ama zahmet ve zorluğa katlanarak akıl elde etmeye çalışan, ancak cehaletini artırır.”
10- “Mümin, kendisinde üç haslet olmadıkça mümin olamaz: Rabbinden bir sünnet, Peygamberinden bir sünnet, Allah'ın velisinden (İmam'dan) bir sünnet. Rabbinden olan sünnet, sırrını başkalarından gizlemektir. Nitekim Allah-u Teala buyurmuştur ki; “Gizlileri bilendir, gizlileri razı olduğu elçilerden başka bir kimseye bildirmez.” Peygamberden olan sünnet, halkla iyi geçinmektir. Nitekim Allah-u Azze ve Celle Peygamberine; “Halkın yanlışlıklarını af ve onları iyi iş yapmaya emret” buyurarak halkla iyi geçinmesini emretmiştir. Allah'ın velisinden olan sünnet ise sıkıntı ve zorluklarda sabırlı olmaktır.”
11- “Müslüman'da on haslet olmadıkça aklı kemale ermez: İyiliği umulmalı, kötülüğünden emin olunmalı, başkalarının az iyiliğini çok görmeli, kendisinin çok hayrını az saymalı, ihtiyacı olanların müracaatından bıkmamalı, ömür boyu ilim talep etmekten yorulmamalı, Allah yolunda fakir olmayı zengin olmaya tercih etmeli, Allah yolunda aşağı olmayı, düşmanlar içerisinde aziz olmaktan üstün bilmeli, tanınmamayı meşhur olmaya üstün tutmalı, onuncusu ve en önemli olan ise ilk karşılaştığı herkesi kendisinden daha iyi ve daha takvalı bilmesidir.”
12- “Kim nefsini hesaba çekerse kar eder, kim ondan gafil olursa zarar görür; kim (Allah'tan) korkarsa güvene kavuşur, kim ibret alırsa basiretli olur, kim basiretli olursa anlar, kim de anlarsa bilgili olur.”
13- Kulların en iyileri kimlerdir? diye sorduklarında şöyle buyurdu: “Kulların en iyisi, iyilik yaptığında sevinen, kötülük yaptığında mağfiret dileyen, kendisine bir nimet verildiğinde şükreden, sıkıntıya düştüğünde sabreden, sinirlendiğinde de affeden kimselerdir.”
14- “Kaçınılması gerekli olan büyük günahlar şunlardır: Allah-u Teala'nın öldürülmesini haram kıldığı nefsi öldürmek, zina ve hırsızlık yapmak, şarap içmek, ana babaya eziyet etmek, savaştan kaçmak, zorla yetimin malını, murdarı, kanı, domuz etini ve zaruret olmaksızın Allah'ın adı getirilmeden kesilen hayvanın etini yemek, faiz ve haram mal yemek, kumar oynamak, ölçü ve tartıda eksik vermek, iffetli hanımlara iftira etmek, livata yapmak, yalan yere şahadet etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın cezasından korkmamak, zalimlerle yardımlaşmak, onlara yaslanmak, yalan yere yemin etmek, sıkıntıda olmaksızın halkın hakkını (borcunu) vermemek, yalan konuşmak, kibirli olmak, israf ve tebzir (savurganlık) etmek, hıyanet etmek, haccı küçümsemek, Allah'ın velileriyle savaşmak, boş şeylerle eğlenmek ve günahları yapmakta ısrar etmek.”
15- “Abdestte, yüz ve elleri yıkamanın bir defası farz, ikincisi ikmaldır ve fazlası günahtır, sevabı yoktur. Abdestti ancak (bağırsaktan çıkan) gaz, bevl (idrar), gait (dışkı), uyku ve cünüplük bozar. Kim mestin üzerine mesh ederse, Allah'a, Peygamber'e ve Kur'ân'a muhalefet etmiştir; abdestti de batıldır. Çünkü Ali (a.s) mestin üzerine meshetmede diğerlerine muhalefet etmiştir.”
16- “Eğer Allah-u Teala insanları, cennet ve cehennemle müjdeleyip korkutmasaydı, yine onlara yaptığı lütfu ve ihsan karşılığında Allah'a itaat edip isyan etmemeleri gerekirdi.”
17- “Oruç niçin emredildi? diye sorulacak olursa cevap olarak şöyle denir; Açlık ve susuzluğun zorluğunu görerek ahiretin fakirliğini anlamaları; oruçlunun alçak gönüllü, huşulu, mükafatlanması, sevaba ümitli olması, açlık ve susuzluk karşısında bilinçle sabretmesi ve böylece sevabı hakketmesi için oruç farz kılındı. Üstelik oruç, şehvetlerin ölmesine de sebep olur. Yine orucun farz kılınışı, dünyada insanlara bir öğüt olması, onları dini mükellefiyetlerini yerine getirmeye yöneltmesi, ahiret için kılavuz olması, dünyadaki yoksulların durumlarını anlamaları ve Allah'ın onların malında farz kıldığı hakları yoksullara eda edilmeleri içindir.”
18- “Namazın cemaatle kılınmasının felsefesi; Tevhit, İslam ve Allah'a olan ibadetin zahir, aşikar ve yaygın olması içindir. Çünkü bunların aşikar ve ibadetin sadece Allah'a mahsus oluşu, doğu ve batıda yaşayan herkese hüccet olmasından dolayıdır. Yine münafıkların ve dini hafife alanların, İslam'ın zahirine ikrar ettikleri şeyi eda etmeleri ve insanların birbirlerine şahitlik yapabilmelerinin câiz ve mümkün olması içindir. Bunlardan ilave cemaat namazı, takvaya, iyiliğe ve Allah'a karşı yapılan bir çok masiyetin önlenmesine de yardımcı olur.”
19- “Allah-u Teala, Kur'ân'da üç şeyi üç şeyle birlikte istemiştir: Namazı zekatla birlikte istemiştir; öyleyse kim namaz kılıp da zekat vermezse, onun namazı kabul olmaz.
Allah Teala, kendisine ve ana-babaya şükür ve teşekkürü birlikte emretmiştir; öyleyse kim ana-babaya teşekkür etmezse, Allah'a şükretmemiş sayılır. Allah Teala, O'ndan çekinmeyi ve sila-i rahimde bulunmayı birlikte emretmiştir, öyleyse kim sila-i rahim yapmazsa, Allah Azze ve Celle'den gerektiği şekilde çekinmemiştir.”
20- “Âl-i Muhammed'e (Ehl-i Beyt'e) sevgi ümidiyle, ibadette gayret göstermeyi ve salih amel yapmayı asla terk etmeyiniz.”
21- “Hırs ve hasetten kaçının; çünkü geçmiş ümmetleri bu iki sıfat helak etmiştir. Cimrilikten sakının; çünkü cimrilik hür ve mümin insanda bulunmayan bir afettir ve cimrilik imana aykırıdır.”
22- “Ey Ali! Nimetlerin kadrini bilin (onların şükrünü yerine getirin). Çünkü nimetlerin kadri bilinmezse kaçarlar; kaçtılar mı da bir daha geri dönmezler. Ey Ali, insanların en kötüsü, yardımını (halktan) esirgeyen, (sofrasına kimseyi davet etmeyip) yalnız yemek yiyen ve kölesine kırbaç vuran kimsedir.”
23- “Namaz, vaktin evvelinde kılınmalıdır. Cemaatle kılınan her rekat,ferdi kılınan iki bin rekata bedeldir. Fasıkın arkasında namaz kılma; velayet ehlinden başkasına da iktida etme….”
24- “Ramazan ayının orucu, Ramazan hilalinin görülmesiyle başlar ve Şevval hilalinin görülmesiyle de sona erer. Teravih namazı (Ramazan ayı gecelerinde kılınan müstehap namazlar, diğer müstehap namazlar gibi) cemaatla kılınmaz. Her ay üç gün oruç tutmak müstahaptır; şöyle ki,her on günde bir gün; yani ayın ilk on gününün perşembe, ikinci on gününün çarşamba, son on gününün ise Perşembe gününü. Şaban ayının orucu güzeldir, sünnettir de. Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: Şaban ayı benim ayımdır, Ramazan ayı Allah'ın ayıdır.” Ramazan ayının kaza olan oruçları ard arda olmasa da olur.”
25- “Cimrinin rahatlığı, kıskancın lezzeti, çabuk usananın vefası, yalancının da yiğitliği olmaz.”
26- “Namazın felsefesi; Allah'ın rububiyetine ikrar etmek, şeriki olmadığını nefyetmek, geçmiş günahların affedilmesini dilemek için onlara itiraf ederek cebbar olan Allah'ın önünde huzu ve huşu içerisinde durmak, Allah'ı yüceltmek için günde beş defa yüzü yere koymak, unutmak ve azmaksızın Allah'ı sürekli anmak, O'nun huzurunda kendini zelil saymak, din ve dünya hakkındaki nimetlerinin artmasını da talep etmektir. Üstelik namaz, mevla, yönetici ve yaratıcıyı unutarak azmamak ve haddi aşmamak için insanı gece gündüz sürekli olarak Allah'ı hatırlamaya iter. Namaz halinde Rabbini anması ve O'nun huzurunda durması ise onu, her çeşit günah ve fesatlardan alıkoyar.”
27- “Cihat, adil İmam'ın emriyle yapılır. Kim, mal, mülk ve canını savunmak yolunda savaşıp da öldürülürse şehittir. Takiyye halinde hiçbir kafiri öldürmek câiz değildir; ancak can tehlikesi olmaz ve (kafir de) katil veya bağı olursa o başka. Muhalif veya muhalif olmayan kimselerin mallarını (haksız yere) yemek câiz değildir”
28- “İslam, imandan başkadır. Her mümin, Müslüman'dır, ama her Müslüman mümin değildir. Hırsız, mümin olduğu halde hırsızlık yapmaz. Şarap içen de mümin olduğu halde şarap içmez. Mümin, mümin olduğu halde Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmez. Haddi (şer'i cezayı) hakkeden kimseler, ne mümindirler, ne de kafir (yani Müslüman'dırlar). Allah, kendisine cenneti ve orada ebedi kalmayı vaat ettiği bir mümini cehenneme sokmaz. Nifak, fısk veya büyük bir günahtan dolayı cehennem ateşini hakkeden bir kimse, ne müminlerle haşır olur ve ne de onlardan sayılır.
29- “Allah-u Teala şarabı haram kılmıştır. Çünkü şarap fesada ve onu içen kimsenin şuurunu yitirip Allah'ı inkar etmesine, Allah'a ve resullerine iftirada bulunmasına sebep olur. Yine şarap, fesat, adam öldürme, birbirine ithamda bulunma (kazf), zina ve Allah'ın haramlarından çekinmemeye yol açar. Bundan dolayı, içinde sarhoş edici maddenin bulunduğu her şeyin içilmesinin haram olduğuna hükmettik. Çünkü şarabı içmekle meydana gelen sonuçlar sarhoş edici meşrubatta da vardır. Öyleyse Allah'a ve ahiret gününe inanan, biz Ehl-i Beyt'i seven ve bizi dost tutmakla şereflenen herkes, her türlü sarhoş edici meşrubattan uzak durmalıdır. İçki içenlerle bizim aramızda hiç bir (dostluk) bağı yoktur.”
30- “Yedi şey olmadan yedi şey alay sayılır: Kim kalpten pişman olmadan diliyle mağfiret dilerse, kendisini alay etmiştir; kim Allah'tan tevfik ister de ciddiyet göstermezse, kendisiyle alay etmiştir; kim ihtiyatlı olmak ister de sakınmazsa, kendisiyle alay etmiştir; kim Allah'tan cenneti niyaz eder de sıkıntılarda sabırlı olmazsa, kendisiyle alay etmiştir; kim cehennemden Allah'a sığınır da dünyevi lezzetleri terk etmezse, kendisiyle alay etmiştir; kim Allah'ı zikreder de O'na kavuşmaya koşmazsa, kendisiyle alay etmiştir.”
31- “Bir yudum suyla bile olsa, sıla-i rahimde bulun; en iyi sıla-i rahim akrabaya eziyet etmemektir. Allah Teala Kur'ân'da şöyle buyurmuştur: “Sadakalarınızı minnet ve eziyet ederek batıl etmeyin.”
32- “Herkesin dostu, onun aklıdır; düşmanı ise cehaletidir.”
33- “Kim bir Müslüman fakirle karşılaşır ve zengine verdiği selamdan farklı bir şekilde ona selam verirse, kıyamet günü Allah'ı, kendisine gazap ettiği halde mülakat eder.”
34- “Nasıl sabahladınız? dediklerinde şöyle buyurdular: “Yakınlaşmış bir ecel (azalmış bir ömür) ve korunmuş bir amelle sabahladım; ölüm yanı başımızda beklemekte, ateş arkamızda durmakta ve bize ne yapılacağını da bilmiyoruz.”
35- “Kabir azabına, Nekir ve Münkire, öldükten sonra dirilmeye, hesaba (sorgu suale), teraziye ve sırata iman etmek, dalalet imamlarından ve onların takipçilerinden uzaklaşmak, onlardan beraat etmek, Allah'ın dostlarını sevmek, şarabın azını da çoğunu da haram bilmek dinimizdendir.”
36- “İki tarafı birbiriyle eşit olmayan her çeşit yumurtanın yenmesi helaldir. İki tarafı birbiriyle eşit olan her çeşit yumurtanın yenmesi de haramdır.”
37- “Hediye, kinleri gönüllerden giderir (öyleyse hediye verin).”
38- “Sarhoş edici her şey şaraptır; çoğu sarhoş eden her şeyin, azı da haramdır. Mecburiyette kalan kimse bile şarap içmemelidir. Çünkü şarap (aklı mahvederek ruhi yönden) onu öldürür.”
39- “Yeni doğan erkek veya kız çocuğunun yedinci günü akika kurbanı verilir, saçı kesilir, ismi konulur, ve yine o günde saçının ağrılığı miktarınca altın ve gümüş sadaka verilir.”
40- “Kıyamet günü bana en yakın olanınız, ahlakı en güzel olan ve ailesi için en hayırlı olanınızdır.”
İmam Rıza (a.s) Kutlu Doğumu
İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s), yüce Allah'ın kendilerinden her türlü kötülüğü giderip tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt İmamları'nın (a.s) sekizincisidir.
Ehl-i Beyt ki, Kur'ân'dan ayrılmayan ağır/paha biçilmez emanettir. Onlara ve Kur'ân'a birlikte sarılan kimse sapmaz. Onlar, binenin kurtulduğu, binmeyeninse boğulduğu kurtuluş gemisidirler.
Resulullah'ın (s.a.a), doğumunu müjdelediği bu büyük İmam, Abbasî halifesi Mansur zamanında ve dedesi İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şehit edilmesinden sonra dünyaya geldi. Kureyş'in en saygın evlerinden birinde, Haşimî-Alevî ailesinde, imamet ve şahadet yuvasında büyüdü. Babası İmam Kâzım'ın (a.s) kucağında gelişti, onunla birlikte üç dönem yaşadı. Bu dönemlerde Abbasoğulları halifelerinden Mansur, Mehdi, Hadi ve Harun Reşid'in hükümdarlıklarına tanık oldu. Bunlar ki, bu ulu ailenin nurunu söndürmek için hiçbir çabadan kaçınmıyorlardı.
İmam Rıza (a.s), İslâmî siyaset sahnesine o dönemde İslâm tarihinin tanık olduğu en parlak siyasî bir şahsiyet o-larak doğdu.
İmam Rıza (a.s), siyasî tavır alışlarında sarsılmaz bir sertliğe sahipti, alabildiğine açıktı. Abbasî halifelerinin en zekisi, en kurnazı Me'mun'un başvurduğu iğrenç, bir o kadar da sahte yöntemlerin hiçbiri onu yanıltamadı.
Me'mun, Alevî (Ehl-i Beyt soyuna mensup seyitlerin) a-yaklanmanın Abbasî şahlarının tahtını sarstığı bir dönemde, onu, önce halifelik için aday göstermiş, sonra da veliaht olmayı kabul etmesini dayatmıştı.
Me'mun'un hiç de iyi niyetli olmayan bu yöntemleri ve gerekçeleri İmam Rıza (a.s) tarafından bilinmiyor değildi. Aynı şekilde içinde yaşadığı dönemin özel koşullarından da habersiz değildi. Veliahtlığı kabul etmek zorunda bırakılmıştı; ama veliahtlığı kabul etmeye zorlandığı sırada, Me'-mun'un gerçekleşeceğini umduğu nice altın fırsatın elinden kaçmasını sağlamıştı. Buna karşılık İmam Rıza (a.s), veliahtlığın kendisine sağladığı bu altın fırsatı, en güzel şekilde de-ğerlendirdi. Bu fırsatı, İslâm'ın gerçek alametlerini yaymak, Ehl-i Beyt mezhebinin temel prensiplerini yerleştirmek için kullandı ve o dönemde yaygın olan bütün sapkın düşünce akımlarına ve mezhebî eğilimlere meydana okudu.
Nihayet Me'mun, İmam Rıza'nın (a.s) yönetim mekanizmasının tam merkezinde bulunmasının, kendisi ve yönetimi için ne büyük bir tehlike oluşturduğunu fark etti. Ehl-i Beyt sevgisi esasındaki çizginin geliştiğini, belirginleştiğini ve iyice kökleştiğini de gördü. Artık batıl kıstasları uyarınca, İmam'ın şahsını ortadan kaldırmaktan, alçakça bir yöntemle suikast düzenlemekten başka çare yoktu.
Sonunda bu büyük İmam, risaletin, İslâmî anlayışa dair hak mezhebin temellerini derinlere attıktan, onu kitlelere tebliğ ettikten sonra şehit edildi. Bu arada ileri görüşlü âlimler kuşağını da yetiştirmişti. Bu âlimler, İslâm ümmetinin Abbasî halifeliğinin egemenliği altında yaşadığı bu zor dönemde hidayet meşalesinin taşıyıcıları oldular.
İmam Rıza'nın (a.s) ilim medresesi, sayıları üç yüzü bulan yıldız âlimler mezun verdi.
İmam Rıza'nın (a.s) müsnedini inceleyen, ondan bize ulaşan metinleri etüt eden bir kimse, onun ilmî faaliyetlerinin hacmini görebilir, İmam'ın (a.s) fikir ekolünün ulaştığı düzeyi gözlemleyebilir; bu büyük İmam'ın, Ehl-i Beyt medresesinin amaçlarını gerçekleştirmek, Ehl-i Beyt hareketinin ilim ve siyaset sahalarında hedeflediği zirvelere ulaşmak i-çin olağanüstü yöntemler geliştirdiğini ve eşi görülmemiş kurallar koyduğunu anlayabilir.
İran’dan Pompeo’nun yaftalarına itiraz
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun asılsız iddiaları ve müdahaleci açıklamalarının ardından, İsviçre'nin Tahran Büyükelçiliğine itiraz notu gönderdiklerini açıkladı.
Sözcü Kasımi yaptığı açıklamada, İsviçre'nin Tahran Büyükelçiliğine verilen notta, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun müdahaleci açıklaması kınandığını belirtti.
Kasımi, Pompeo’nun bu açıklamasının aynı zamanda BM bildirgesini açıkça ihlal ettiğini kaydetti.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Kasımi:ABD İran’la tehditle müzakere etmeyi unutsun
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi Amerikalı yetkililerin bir yandan tehditler savururken, öbür yandan müzakere talebinde bulunmalarına tepki gösterdi.
Sözcü Kasımi, Amerika devleti tek yanlı ve tehdit gölgesinde İran ile müzakere etme kuruntusunu ebediyen unutması gerektiğini belirtti.
Kasımi, İran’ın cesur ve medeni milleti tarih boyunca zengin kültürü, akıl ve zekası ile gerektiği yerlerde tehdide tehditle ve saygıya saygı ile karşılık verdiğini ve hiç bir zaman zorbalara boyun eğmediğini vurguladı.
İlk kez 1500 km menziline ulaşıldıİran’ın nokta vuruşu yapan cruise füzeleri
Sipahiler Ordusu Hava Uzay Birliği Komutanı General Emir Ali Hacızade, 1500 km menzili olan yeni cruise füzeleri bundan böyle savaş uçaklarından fırlatılacağını açıkladı.
General Hacızade, İranlı uzmanların çabaları sonucu bu füzelerin Suho 22 savaş uçakları üzerine montaj edildiğini ve böylece 1500 km uzaklıktaki hedefleri havadan vurabileceklerini ifade etti.
İran silahlı kuvvetleri cruise füzelerinin menzilini 120 km’den başlayarak 1500 km menziline ulaştırmayı başardı.
Şimdi ise bu füzeler havadan da fırlatılma yeneteğine kavuştu.
Hz. Mehdi'nin (a.s) Uzun Ömrü
Hakkın yasaları ve toplumsal adalet, zulüm ve zorbalık düzenlerine nasıl galip gelecektir?
Bir dünya kurtarıcısına inanmak İslam'a has bir inanç değildir. Dini bir sığınakları olan tüm milletlerde böyle bir günün beklentisi mevcuttur. Hatta denilebilir ki bu intizar ve bekleyiş her insanın derinliklerinden yükselen gizli bir feryat ve fıtri bir duygudur. Tüm insanlar İlahi risaletin gerçekleşeceği ve herkesin kendi nihai kemal ve rüşt derecesine ereceği bir günü gözlemekteler. Maddi ideolojilere inanan kimseler dahi kendi ekollerinin tüm dünyaya ve akıllara hâkim olacağı, tüm akılları ve gönülleri kendisine cezbedeceği bir günün beklentisi içinde bulunmaktadırlar.
Hz. Mehdi'nin (a.s) varlığına inanmak, zillet ve donukluğa yer vermeyen güçlü ve dinamik bir hakikati ifade etmektedir. Zira O'nun mektep ve ideali her türlü zulüm, bozukluk ve haksızlığa karşı savaş vermektir.
Zulüm saraylarının insanlara baskı yaptığı, insanların tecavüz ve zulümle meşgul olduğu, kısacası yaşam koşullarının tamamen tabii halinden çıktığı ve anormal bir hale geldiğini gören her akıllı ve zeki insan bu durumun devam edemeyeceğini ve sorumluluğunun şuurunda mesut, uyanık ve güçlü bir insanın ilahi risalet ve mesajlarıyla ümit verici yüzünü insanlara aşikâr kılacağını, melekuti bir nida kan ve kılıç hareketiyle bu doğal olmayan koşulları icad eden sahte ve hayali tanrıların temel ve esaslarını yerle bir edeceğini ve yalancı maske ve örtüleri çekip parçalayacağını bilir ve böyle bir günün beklentisi içinde olmanın gerekliliğine iman eder.
İslam'ın en kıymetli semerelerinden biri olan bu intizar (kurtarıcı bekleme) meselesi, tarihte en parlak sayfaları doldurmakta, zulme uğrayan mazlumların duygularını kabartmakta ve fikirlerin değişmesiyle gaybet meselesini gerçeğe, geleceği de hali hazıra dönüştürerek dünya insanlarının kulağına şöyle fısıldamaktadır:
Bu kurtarıcı sizin yanınızda ve sizin aranızda bulunmaktadır. O, sizin yaşamakta olduğunuz çevrede yaşamaktadır. O sizleri görüyor, sizler de onu. Fakat onu tanımıyorsunuz. O da zulüm ve acılar içinde kavrulan bir çevrede yaşayan tertemiz ruhlu, inançlı ve de sorumluluğunun şuurunda olan kimseler gibi eziyet ve ıstırap çekmektedir. Zira o, canlı hazır bir önder ve İmamdır. Sosyal problemler ve meşakkatlere o da ortaktır. Ama O, sükût görevinin sona ereceği ıslah yanlısı ve zulme uğramış insanlar tarafından kıvılcımların çakılacağı ve önemli anı beklemektedir. İşte o zaman güçlü elini uzatacak, tarihin mazlumlarını kurtarmaya koşacak ve zalimlerin kökünü kazıyarak bu bekleyişe son verecektir. O da bu cehennemi ortamdan rahatsızlık duymaktadır. Batıl söz ve amellerden, insanlık dışı hareketlerden ıstırap duymaktadır. Ama yine de kendisine söz verilmiş olan o günü beklemekten başka çaresi yoktur.
Ama buna rağmen yine de insanlık toplumunun yanı başında, kendini gam ve kederlere ortak kılmış ve İslam'ın asıl ve de canlı şiar ve hareketlerine büyük bir içtenlikle yardım etmektedir.
Mesuliyet yükünü kendi omuzlarından atabilmek maksadıyla mektebi olumsuz bir şekilde ortaya koymaya, bütün mesuliyet ve sorumlulukları onun üstüne yıkmaya çalışanlara Hazret: "Sizler de sorumlusunuz" diye haykırmaktadır. Zira İslam'ı kabul etmiş ve mümin bir kimse olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Uyanık olunuz.! Sorumluluk yükleyen İslam ve onun asil semerelerinden sadece biri olan bekleyiş, işte bundan başka bir şey değildir.
Bazı kimseler intizar olayına olumsuz bir gözle bakmakta. Bu canlı ve yapıcı hakikat karşısında bir takım yanlış değerlendirmelere ve anlaşmazlıklara düşmektedirler ki, onlar şundan ibarettir:
1- Nasıl olur da bir insan 10 asır önce, dünyaya gelmiş ve şimdiye kadar öylece hayatta kalmıştır?
Her insanı bir müddet sonra ölümün kucağına iten bu doğal yaşam kanunu nasıl olur da Mehdi (a.s) hakkında işlemez hale getirilmiştir.
2- Niçin Allah-u Teâla Mehdi'ye (a.s) özel bir imtiyaz tanısın ki? Ölüm ve yaşlılıkla iç içe olan zaman aşımı ve ömrün doğal kanunu niçin Hz. Mehdi'ye (a.s) gelince geçerliliğini kaybetmiştir.
Ayrıca vaat edilen bu söz konusu şahıs, cismani yönden diğer insanlarla hiçbir farkı olmadığı gibi şu andaki toplumda bilfiil yaşamakta, zamanın geçmesiyle ömrü geçmekte ve dünyanın huzursuzluklarından da etkilenmektedir.
3- Dünyanın kurtarıcısı olan Mehdi özel ve müşahhas bir fert olarak algılanırsa; bu şahıs on birinci İmamın oğludur. H. 255 yılında dünyaya gelmiştir. Babası İmam Hasan-ı Askeri (a.s) 260 yılında vefat etmiştir. Babası öldüğünde o beş yaşlarında bir çocuktu. Dolayısıyla da babasının faziletli, verimli mektebinden hakkıyla faydalanamamıştır.
O zaman nasıl olur da gelecekte fevkalade ilmi ve fikri görüş sahibi olmayı gerektiren dini bir önderliği üstlenebilir?
4- Nasıl olur da hayat ve yaşamı hiçbir ilmi delile dayanmayan ve sadece teori olarak ortaya sürülen bir öndere iman edebiliriz?
Bu hususta tek delil ve senet Hz. Peygamber (s.a.a) ve masum İmamlardan nakledilen rivayetlerdir. Ve bu şer'i nakiller, tabiat ilimlerinin açık kanun ve esasları karşısında hiç bir zaman ikna edici konumda değildirler.
5- Bir ferdin, ne kadar güçlü ve kudretli olursa olsun tek başına derin bir içtimai değişiklik icat edebilmesi ve milletleri, zaman süresi ve tarihi olaylar sonucu oluşması gereken o tarihi merhaleye ulaştırabilmesi mümkün değildir.
6- Nasıl olur da bir fert dünyanın zulüm ve kudretlerini yıkar, seri bir hareketle bütün güçlere galip gelir ve yıllar boyunca askeri, siyasi ve iktisadi güç sayesinde kendi muhalif ve rakiplerini yok eden ve kalplerde büyük bir korku ve vahşet meydana getiren zorbaların elini kesebilir; baskı ve de zulüm kanunları yerine adalet ve insaf ilkelerini getirebilir?
Bunlar, haktan habersiz olan bir takım kimselerin Hz. Mehdi'nin güç ve eylemi hakkında sordukları sorulardır.
Bizler ise ilahi yardım ve başarı sayesinde bu sayfalarda kalemin gücünün yettiğince, söz konusu sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Nasıl Olur da Mehdi'nin Ömrü Bu Kadar Uzun Olabilir?
Hz. Mehdi'nin (a.s) çocukluk döneminden yaşlılık ve nihayet ölüm anına kadar hesaplandığında 1140 sene yaşaması gerekir. Acaba onun normal bir insanın tam 14 katı kadar bir zaman yaşaması mümkün müdür?
İmkân kelimesi 3 şekilde düşünülebilir:
1- Ameli imkân
2- İlmi imkân
3- Mantıksal ve felsefi imkân
1- Ameli imkândan maksat, insan için gerçekleştirmesi ve pratiğe geçirmesi mümkün olan bir imkândır. Mesela; günümüz insanı denizlerin altında yaşayabilmekte, gökleri kendi hakimiyeti altına alabilmekte ve Aya rahat bir şekilde ayak basabilmektedir.
2- İlmi imkândan maksat ise şudur: İnsanoğlu öğrenmek istediği bir çok olayların sırrını bu gün çözebilmiş değilse de ilmi ilerleme ve sırların keşfi ona günün birinde bu hedefine ulaşabilme imkanını sağlayacaktır. Astronomlara bu gün meçhul olan Zühre ve Güneş küresinin musahhar kılınması gibi. Bu günde bilginler, tüm güçleriyle çalışmakta ve uzay gemilerinin hem hızını artıracak, hem de onu eritici ışınlardan koruyacak bir yapıya kavuşturabilmenin çarelerini bulmak için araştırmalarda bulunmaktadırlar.
Bu ideal, pratik bir düzeye ulaşabilmiş değilse de, uzayı yaran ve ayın müsahhar kılınması teorisini pratik kılan astronomi ilmi, ona günün birinde Zühre ve Güneş küresinin de fethedileceği müjdesini vermektedir.
3- Mantıki ve felsefi imkândan maksat ise: Akıl açısından muhal (olmazlık - imkân dışı) sayılıyor olmamasıdır. Örneğin üç Portakal’ın kesilmeksizin iki eşit parçaya bölünmesi akli açıdan imkansız ve muhaldir. Burada akıl üç portakal "tek" olduğundan iki eşit parçaya bölünmesi mümkün değildir şeklinde bir hüküm verir. Sayıların taksim edilmesinin şartı çift olmasıdır.
Oysa bu “tek”tir. Neticede bu üç portakalın hem "tek" ve hem de "çift" olması gerekiyor ki bu bir çelişkidir. Çelişki ise mantık ve felsefe açısından imkânsızdır.
Ama ateşin içine girip de yanmamak veya oldukça sıcak olan güneş gezegenine gitmek mantıksal veya felsefi açıdan imkânsız değildir. Zira eğer biz “sıcaklığı az olan bir cismin, sıcaklığı çok olan başka bir cisimden hararet alıp da, onunla aynı oranda bir sıcaklığa sahip olmadığını farz edecek olursak; böyle bir şeyi sabit kılan deney bilimleri kanunlarına muhalefet etmiş oluruz.
Ama bizler bu teoride hiç bir çelişki görmemekteyiz. Hepimizin bildiği gibi, mantıksal gerçeğin çalışma ve nüfuz alanı, ilmi alandan çok daha geniştir.
Aynı şekilde ilmi alan da, pratik alandan daha geniş ve daha kapsamlıdır. Bir insanın ömrünün binlerce yıla varması mantıksal ve felsefi açıdan mümkündür. Akıl böyle bir şeyi imkânsız saymadığı gibi burada çelişki de söz konusu değildir.
Ancak bir insanın ömrünün binlerce yıla ulaşmasının pratik açıdan mümkün olmadığı da çok açıktır. Zira deniz altında yaşamak veya aya gitmek gibi sabit kılınmış bir şey değildir. Hepimiz de görüyoruz ki insan, sağlık ilmi ve fizyoloji kudretiyle gece gündüz durmadan çalıştığı halde kendi ömrünü tabii halinden çıkarabilmiş ve uzatabilmiş değildir.
Ama ilmi gerçekler, böyle bir şeyi olası kabul etmekte ve bunu reddetmemektedir. Zira fizyoloji ilmi sabit kılmıştır ki, insan bedeni milyonlarca hücreden meydana gelmiştir. Bu hücreler zaman aşımı neticesinde ihtiyarlamakta yok olmakta ve yerine yeni hücreler almaktadır. İnsan hayatı da işte bu program sayesinde devam etmektedir. İnsanı ihtiyarlatan, hücreleri faaliyet ve yenilemeden alıkoyan ve beraberinde ölümü getiren faktör; insanın dış düşmanlarıdır.
Değişik yollardan bedene giren zararlı ve zehirli mikroplar, hücrelerle savaşmakta ve onu eskitip yıpratarak güçsüz düşürmekte, bazen de onu mağlup ederek beraberinde ölümü getirmektedirler. İhtiyarlık, hücrelerin dış düşmanlarla savaşması ve yenilgiye uğraması sonucunda oluştuğuna göre, tabii ilim ve fizyoloji kanunları bu savaşın olmadığı bir ortamda hayatın bekasının imkânını kabul etmekte ve bunu bir olasılık olarak değerlendirmektedir. Aynı şekilde; fizyoloji uzmanları, bazı fertlerin daha genç yaştayken ihtiyarlık ve yenilgiye uğrayıp çabucak yıkıldığını, bazı fertlerin ise ihtiyarlık yaşlarında dahi dinamik ve dinçliğini kaybetmediğini ispatlamıştır.
Nitekim fizyoloji bilginleri, bazı hayvanların ömrünü kendi tabii ömürlerinin bir kaç katına çıkarmış ve bunu pratikte ispatlamışlardır. Bu yüzden bir insanın asırlar boyu yaşayıp ömür sürdürmesi, mantık ve ilmi imkânlar dâhilindedir. Ama beşerin ilim gücü, şimdiye kadar yapılan aralıksız çalışmalara rağmen bu teoriyi pratiğe dönüştürememiştir.
İlim ve felsefe açısından Hz. Mehdi'nin ömrünün bu kadar uzun olması ilginç ve şaşırtıcı olmadığı açıklandıysa da yine şu mesele aydınlık kazanmamıştır. Bilim adamları bu konuda şaşkın şaşkın dolaşır ve şimdiye kadarki çalışmaları bir netice vermemişken nasıl Hz. Mehdi (a.s) bu çözülmeyen teoriyi kendisi için pratize etmiştir?
Ayrıca bilim adamlarının bir muamma veya ilmi bir sırrı çözebilmek için, uzun yıllar boyunca aralıksız çalıştıklarını da çok iyi bilmekteyiz. Ama sonunda bir bilim adamı, yaptığı aralıksız çalışmaların sonunda, beyninde tutuşan ilmi bir kıvılcım neticesinde o ilmi sırrı keşfetmiş ve insanları ölümden kurtarmıştır. Ölüme sebep olan bir takım dertlerin veya gelecekte kanser ilacının keşfi gibi.
İlmi birikimlerin yardımıyla, ilmi bir sırrı keşfederek dünya bilim adamlarını şaşkınlığa düşüren ve ilmi görüşleri amelen de sabit kılan bir bilim adamı sonuçta diğerleri tarafından da kabul görmekte ve geriye zihinlerde hiçbir sorun da bırakmamaktadır.
Öyleyse ilmi hazinelerini Allah'tan almış olan Hz. Mehdi (a.s) için böyle bir şeyin imkânı neden olmasın ki?
Bilim adamlarının ilmi kudreti daha bu sırrı çözmemiş ve yüzlerce yıl telaş sonucunda, bu hakikate ulaşmamışken ilahi marifet ve yardım sayesinde o yüz yıllık yolu bir lahzada kat edebilmiştir. Nitekim atası Resulullah (s.a.a) bu yüz yıllık yolu bir lahzada kat etmiş ve Hakkın bir tek işaretiyle Mescidü’l Haram'dan Mescidü’l Aksa'ya gitmiştir. Hakkın buyruğu üzere İslam Peygamberinin eliyle o günlerde pratiğe dönüştürülen sırrı, ilim ancak yüzlerce yıl sonra keşfedebilmiştir. Ayrıca Kuran'da Allah'ın kudretinden bazı örnekler verilmektedir ki onların vahiy ve ilahi marifet vesilesiyle keşfettikleri sırları karşısında beşerin ilmi kudreti aciz kalmaktadır.
Kuran'ın haber verdiği Nuh Peygamber (a.s) gibi. O kendi kavmi arasında tam 950 yıl yaşadı. Tufan'dan sonra da kendisi ve kendisine uyanlar için yepyeni bir dünya kurdu.
Şunu bilmemiz gerekir ki, Nuh'un ölüm ve yokluk uçurumuna doğru giden karanlık bir dünyayı bir anda hayata dönüştürmesi ve ideal bir çevre oluşturabilmesi, İmam-ı Zaman aleyhi's-selâm'ın ömrünün uzunluğuna karşılık daha ilginç ve şaşırtıcıdır.
Dünya ıslahatçıları, bir toplumu kendi tarihsel seyri içinde tutabilmek, aydın ve müsait bir çevre oluşturabilmek için yüzlerce yıl zahmet çektikleri halde o (Mehdi), kısa bir zaman diliminde bu işi başaracak ve bin yıllık yolu bir lahzada aşabilecektir.
Mucize ve Uzun Ömür
Ömrün doğal kanununun, değişmeyen tabii bir kanun olduğunu belirtip Hz. Mehdi (a.s) ve Hz. Nuh'un (a.s) ömrünü de bu doğal kanuna aykırı bir şey olarak algılayacak olursak, o zaman bazı şahısların ömrünün uzunluğunu ve hayatının sürmesini Kur'an ifadesiyle "harikulade" ve "mucize" olarak değerlendirmek gerekir.
Hz. Mehdi'nin (a.s) ömrü sadece bir ferde özgü bir mucize değildir. Zira yaşlılık ve ihtiyarlık kanunu, hareket açısından eşit olsunlar diye hararetin sıcak bir cisimden sıcağı az olan bir cisme intikal etmesi kanunundan daha önemli değildir.
Nitekim tevhit kahramanı İbrahim hakkında bu kanun işlemez hale geldi. Nemrud'un adamları İbrahim'i ateşin içine attıklarında Allah tarafından:
"Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol" emri verildi ve İbrahim hiç bir zarar görmeden tehlike alanından kurtuldu.
Veya Musa vesilesiyle denizin yarılması ve kendisi ile taraftarlarının oradan geçmesi. Firavun ve askerlerinin ise boğulması veya Hz. İsa'yı çarmıha germek için gelen Rumlara Hazretin bir benzeri gösterilmesi gibi.
Allah-u Teâla bir mucize yaratarak Romalılara asılan kişiyi "İsa" olarak gösterdi ve böylece de evinin düşmanların muhasarası altında olduğu bir ortamda o grubun arasından dışarı çıkmış ve hiç kimse de Onu tanıyamamıştı. Allah-u Teâla kendi kudretiyle peygamberlerini, düşmanlarının gözünden gizlemişti. Bunların hepsi ve benzeri binlerce örnekler Allah-u Teâla’nın istediği kimseler hakkında doğal kanunları bir müddet iptal ettiğinin canlı örnekleridir.
Yaşlılık ve ihtiyarlık da dâhil olmak üzere hikmet ve maslahat üzere Mehdi hakkında iptal edilen kanunlar gibi.
Zira Allah Teâla, bir şahsın uhdesine bırakılan önemli bir görevi yerine getirebilmesi için yaşaması ve hayatını sürdürmesini maslahat gördüğü takdirde, böyle bir şeyi mutlaka tahakkuk ettirir.
Nitekim sağlıklı olan bir şahıstan hayat ve yaşamının geri alınmasını irade buyurduğunda da daha genç yaşlardayken bile onun hayatına son verir.
Bu yüzden de bu tür bir olayın ilmi yasaları geçersiz hale getirdiğini düşünmemek gerekir. Zira doğal yasaların kaynağı, varlık arasında var olan zorunlu ilişkilerdir. çyleki ilki (sebebi) geldiğinde, ikincisi de (sonuç) hemen ardından gelmektedir. Zaten ilim de, iki zaruri şey arasında sebebi bir ilgi ispat etmek için değil; var olan ilişkilerin aydınlatılması ve genişletilmesi için çalışmaktadır.
Mucize ise, bu ilişkileri ortadan kaldırdığında artık birincinin (sebep) gelişiyle, ikincisi (sonuç) gelmemektedir. Ateş ve yakıcılık arasında var olan ilişki gibi. Ateş geldiğinde artık yakmamaktadır. Bu yüzden de mucizenin görevi, var olan zorunlu ilişkileri müsebbipten ayırmak değildir. Dolayısıyla da mucize değişmez doğal yasaların ihlalidir ve "bu nasıl olmaktadır?" diye itiraza da yer kalmamaktadır. Belki mucize, iki bilinen ve açık şeyin yakınlık ve birlikteliğinden bir istisna durumudur ki, zorunluluk yasasını ihlal etmediği gibi, muhal bir şeyle de sonuçlanmamaktadır.
Tümevarım mantığını esas aldığımızda çağdaş ilmi görüşler de tümevarımın görevinin iki şey arasındaki zorunlu ilişki ve ilgilerin keşfi olmadığını, belki sadece görünen iki şey arasındaki yakınlık, birliktelik ve uyumun devamı ile ortak bir yönün varlığına delalet etmek olduğunu belirttiğini görmekteyiz.
Bu ortak yönü, zati bir gereklilik esasına bağlı olarak düşünmek mümkün olduğu gibi kâinat nizamının gerektirdiği ve daima görünenler arasında ilgi kuran bir hikmet esasıyla düşünmek mümkün ve olasıdır. İşte bu hikmet ve kâinatın muhkem kanunu bazen bir takım istisnalar vücuda getirmektedir ki, adına “mucize” denmektedir.
Geleceğin Önderi Nasıl Olur da Kamil Olabilir?
Geleceğin önderi daha beş yaşlarındayken babasını kaybetti. Öyleyse daha çocuk yaşlarındayken nasıl oldu da fazilet çeşmesinden içerek kendisini bir örnek ve rehber olmaya hazırlayabildi?
Cevap olarak demek gerekir ki: Evet, İmam (a.s) babasını kaybettikten sonra bizzat kendisi ümmetin İmamet ve rehberlik makamına oturdu. O daha çocuk yaşlarındayken bile ruhi ve fikri açıdan rehberliğin bütün şart ve gereklerine haiz durumdaydı. Üstelik bu yaş ve şartlarda rehberlik makamına oturan ilk İmam da o değildi. Ondan önceki İmamlar da yaş açısından oldukça genç idiler. Mesela İmam Cevad (a.s) daha sekiz yaşlarındayken ümmetin önderliği makamına oturdu. Aynı şekilde İmam Hadi (a.s) dokuz yaşındaydı.
Hz. Mehdi'nin (a.s) babası İmam Hasan-ı Askeri ise 28 yaşlarındayken İmamet makamına geçtiler. Onlardan en genç olanı ise İmam Mehdi (a.s) idi. Bunların kendi ruhi, fikri ve tecrübi hazinelerini halk arasından ele geçirme ve toplamaları gibi bir sorun ve ihtiyaçları da yoktu. Aksine tüm hazinelerini ilahi ilimler kapısından hiçbir zahmet ve tecrübe olmaksızın elde etmişlerdi.
Bu meselenin izahının, bir kaç nokta ve mukaddime sonrası daha da bir aydınlık kazanacağı kanısındayız:
1- Mutahhar İmamların hilafet ve önderliği, Abbasi, Fatîmi ve benzeri hanedanlar gibi kudret nüfuzu veya veraset usulüyle değildir. Belki fikri ve ruhi açıdan sahip oldukları üstün kudretler sebebiyle önderlik makamına layık görülmüşlerdir. Bu üstün kudretler onların önderlik makamında bulunmalarının esasını teşkil ediyordu. Halk onlarda böylesi fikri, ruhi ve manevi zenginliği görünce kendi istek ve rızalarıyla onları önderlik makamına seçmekteydi.
Yani bir yandan önderlik şartlarına sahip oldukları sebebiyle İmamet makamına seçilmeleri ilahi bir görevlendirme ve seçim idi. Diğer yandan da halk, onlarda böyle bir ilahi derece ve kudreti (amelen de) müşahede edince, hemen onların hükümet ve idaresine canı gönülden itaat ediyorlardı.
2- İslam'ın ortaya çıktığı ilk dönemlerde dünya onların (İmamların) yetişkinliğine Allah vergisi üstün zekâ ve kudretlerine şahid idi. İmam Muhammed Bâgır ve İmam Cafer-î Sadık (a.s) zamanında bu mektep ve hareket, toplumda var olan imkânlar sayesinde daha da bir gelişme kaydetti.
Öyle ki, kendi mektep ve okullarında binlerce güçlü fakih ve şuurlu müfessir yetiştirildi. İslam toplumunu derin bir fikri hareketle ileri götürdüler ve gerekli meselelerden haberdar ettiler.
Bu yüzden Hasan b. Ali Veşşa diyor ki:
"Ben Kufe mescidine girdiğimde tam 900 âlimin bir araya gelip de Cafer b. Muhammed hakkında konuştuklarını gördüm."
3- İslami ilimlerinin ilerlemesi ve halkın ilmi şuuru, İslam ümmetine önder olacak şahsın fikri ve ilmi açıdan herkesten daha üstün olması gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Dolaysıyla da ilim ve kemâlde Resulullah'ın varisi olan kimselerin dışında hiç kimse bu şartlara sahip değildir.
4- Ehlibeyt mektebinde yetişen İslam'ın gerçek önderleri, halk yığınları arasında yarattıkları ruhi ve fikri etkinlikler sebebiyle, daima zamanın halife ve idarecilerini karşılarında buluyorlardı. Zira zamanın idarecileri bu ıslah edici program ve çalışmalar karşısında uzun bir süre tutunamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Onlar nüfuz, tasallut ve hükümdarlıklarını sürdürebilmek için halk yığınlarının ruhi ve fikri açıdan baskı altında olmalarını istiyorlardı. Halktan binlercesi şuurlu ve sorumluluğunun bilincinde olan gerçek önderlerini savundukları için öldürülüyor, yine binlercesi de karanlık zindan köşelerinde korkunç işkenceler görüyorlardı. Ama hiç birisi İmamları ve Ehlibeytin önderliğine var olan güçlü ve haklı inançlarından dönmüyorlardı. Bununla birlikte hepsi de Allah'a daha yakın olabilmek için, hak teklifin edası ve ilahi sorumluluk yolunda başlarına gelen her türlü musibet ve meşakkatlere tam huzur içinde tahammül ediyorlardı.
5- Peygamberin varisi olan İslam önderleri, İmamlar ve ümmetin büyük rehberleri, kendilerini halktan ayrı görmüyorlardı. Saray ve lüks villalarda, tam bir ilgisizlik ve itinasızlık içinde ayyaşlık ve eğlenceyle meşgul olan tarihin despot idarecileri gibi değillerdi.
Aksine daima kendilerini savunmasız halk kitlelerinin dert ve işkencelerine dert ortağı ediyorlardı. Sadece hâkim sınıf tarafından zindanlara atıldığı veya uzak bir bölgeye sürgün edildiği zamanlar halktan uzak kalıp, onlarla olan ilişkilerini kısıtlamak zorunda kalıyorlardı. Bütün bu hakikatler, İslam muhaddislerinin naklettikleri rivayetlerde tafsilatıyla kaydedilmiştir. Halk içindeki vekillerine yazdıkları mektuplar, yaptıkları hatırlatmalar ve Hac merasimi sonrası Mekke yolu üzerinde kendilerini görmeye gelen dostlarına yaptıkları konuşmaların hepsi de gerçek önderlerin risalet ve dini vazifelerini eda ettiklerinin açık örnek ve misalleri konumundadırlar.
6- Mutahhar İmamlar zamanındaki sultanlar, İmamların halk arasındaki ruhi ve fikri önderliklerinden endişe duyuyorlardı. Her an alaşağı edileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden de bütün güçleriyle onlardan bu önderlik makamını almaya veya en azından halk kitleleriyle olan sıkı ilişkilerini kesmeye çalışıyorlardı. Bu arzularına erişebilmek için de hiç bir cinayet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Katı kalplilikle İmamlara eziyet ediyorlardı. Neticede bu şuurlu halk ve İmamların vefalı dostları içinde bulundukları durumdan rahatsızlık duyuyor, galeyana geliyorlardı.
Önderin vazifeleri, risalet görevinin edası ve halk yığınlarının İmamların eli altında terbiye edilmeleri hususunda, dediklerimizden de anlaşılmaktadır ki, babası zamanında çocukluk çağında olan 12'nci İmam da İmamet ve rehberliğin bütün şartlarına sahip idi. Nasıl olur da o çocuk, şartlara sahip değilken İmamet ve rehberlik iddiasında bulunabilir ve büyük deliller ile İslami rehberliğin şartlarına aşina olan ve terbiye edilmiş halk da onun bu davetini kabul edip önderliğine teslim olabilir?
Bilgi ve şuurluluk açısından toplumun güzidesi ve İslam'ın esas ve kanunları hususunda tam bir bilgiye sahip olan bir grup, yaşça küçük olan bir kimsenin fikri açıdan da çocuk olduğunu görmüş olsaydı, kesinlikle kendisine tabii olmazdı. Eğer İmam, fikri olarak yetişkin olmasaydı, İmamet ve önderliği müddetince ruhi ve fikri açıdan hataya duçar olur ve halk da onun bu çocukça ve yetkin olmayan fikirlerinden mutlaka haberdar olurdu. Ehl-i Beyt'i yok etmek isteyen, bu isteklerine erişebilmek için yüzlerce bilgin ve ilim adamı kiralayan ve İslam ümmetinin rehberi makamında olan kimselerin, zayıf noktalarını bulmaya çalışan sultanlar; nasıl olur da, fikri ve, ilmi açıdan hiç bir bahane bulamıyorlardı?
Bütün bunlar, genç rehberin yetkinliğini göstermektedir. Öyle bir İmam ki, yaşça küçük olmasına rağmen; fikir, ruh ve ilim açısından eşsiz ve benzersizdir. Öyle bir İmam ki, önderlik ve rehberlik kudreti, kendi çağdaşı olan tüm âlim ve bilginlerin ilgisini çekmişti. Bu olay, ilahi mektebin ilk tarihi örneği değildir. Belki ilahi risaletler yolunda birçok örnekler de mevcuttur. Nitekim Kur'an-ı Kerim bazı yerlerde onlardan bahsetmiştir.
Mesela İsa b. Meryem daha beşikte iken annesinin günahsız olduğuna şehadette bulunuyor, kendisini bir önder ve peygamber olarak tanıttıktan sonra şöyle söylüyordu;
"İsa dedi ki: şüphe yok ki ben Allah'ın kuluyum, bana kitap vermiş ve beni peygamber kılmıştır."
Aynı şekilde Yahya hakkında da şöyle buyuruluyor:
"Ey Yayha! Azim ve kuvvetle kitabı al. Ve ona çocukken peygamberlik verdik."
Hz. Mehdi'ye Nasıl İnanalım?
Hz. Mehdi'nin ömrünün uzunluğu ve önderlik yetkinliğinden bahsettikten sonra şu sorunla karşılaşıyoruz: Bütün bu söylenenler sadece Hz. Mehdi'nin (a.s) varlığını olası kılmaktadır. Ama tarih açısından Hz. Mehdi'nin vücudunu ispatlayan kesin bir delile sahip değiliz ki?
Mehdi'nin inkılabı ve onun eliyle meydana gelecek olan evrensel değişiklik, genelde nebevi hadis ve rivayetlerle, özelde de mutahhar İmamlar aracılığıyla nakledilmiştir..
Peygamber ve İmamların söz ve hadisleri öyle bir seviyededir ki, hiç kimse için Mehdi'nin varlığı ve inkılabı hakkında hiç bir şüphe ve tereddüde yer bırakmamaktadır. Mehdi'nin inkılabı'nın varlığı hakkında Peygamberden yaklaşık 400, masum İmamlardan ise 6000'e yakın hadis (şia'da İmamların sözü de hadis kabul edilmektedir) nakledilmiştir. Bu büyük rakam bu iddiayı ispat ve bu konudaki her türlü şüphe ve tereddüdü giderecek en büyük delil ve şahid konumundadır. çyle ki, biz, İslami mevzuların hiç birisi hakkında bu kadar rivayet ve kaynağa sahip değiliz. Yine bizler, bu kadar sağlam delillere sahip değiliz. Bu delilleri kısaca iki gruba ayırabiliriz:
1- İslamî Delil
2- İlmi Delil
İslami Delil:
Mevcut olan çok sayıda rivayetler, dini önderlere inanan kimseler için Hz. Mehdi'nin varlığı ve inkîlabı hususunda hiç bir şüphe ve tereddüde yer bırakmamakta ve Ona, bu konunun boş, efsane ve hayali bir şey olmadığını, belki tarihi tecrübelerle de ispatlanmış bir hakikati ifade ettiğini bildirmektedir.
Peygamber ve hidayet İmamlarından nakledilen yüzlerce delil ve rivayetin hepsi, vaat edilen Mehdi'den bahsetmektedir. Hepsi de çok açık bir şekilde Hz. Mehdi'nin (a.s) Fatıma'nın (s.a) sevgili çocuklarından Hüseyin'in (a.s) dokuzuncu kuşaktan evladı olduğunu açıklamaktadır. İmamlar, Hazretin gaybeti meselesine özel bir ilgi duyduğundan, onun gaybet ve zuhurunun şart ve sıfatlarını açıklama hususunda hiç bir şeyi esirgemeyerek konuya tam bir açıklık kazandırmışlardır.
Bu meseleye şehadette bulunan, sadece rivayet ve nakillerin çokluğu değil elde başka bir takım deliller de vardır ki, bu söz konusu rivayetlerin esas ve temelini daha da güçlendirmekte ve muhkem kılmaktadır.
Bu rivayetler genellikle şia ve Sünni kitaplarının meşhur ve güvenilir olanlarından alınmıştır. Nebevi hadislerin çoğu Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Musned-i Ahmed b. Hanbel ve Mustedrek-i Hakim'de yer almıştır. Üstelik Hz. Peygamberin halifelerinin 12 kişi olduğunu bildiren Buhari: İmam Cevad, İmam Hadi ve İmam Hasan-ı Askeri zamanlarında yaşamıştır. Bu da söz konusu hadisin, Peygamberden nakledildiğini göstermektedir. Zira İmamların sayısı daha 12 yi bulmamışken, Peygamber sallâ'llâhu aleyhi ve alih kendi halifelerinin 12 kişi olduğunu bildirmektedir. Buharinin kendisi 11. İmam zamanında yaşamıştır. Bu rivayet ve benzeri nakiller inkâr edilmez bir hakikatı göstermektedir. Zira daha İmamların sayısı 12'yi bulmamışken, bu hadis, hadis kitaplarında yer almış, kayda geçmiştir. Yani bu hadisler, konuşma ve sözleri ilahi vahy esası üzerine olan ve hiçbir zaman kendi şahsi istek ve arzuları doğrultusunda konuşmayan bir ferdin diliyle, ilahi bir hakikat ve gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu İmamların ilki Ali b. Ebu Talib (a.s), sonuncusu ise İmam Hasan Asker-i'nin oğlu Mev'ud (vaat edilmiş) Mehdî'dir.
İlmi Delil:
Bu delil Gaybet-i Suğra (küçük gizlilik) zamanında yaşayan bir halkın, 70 yıllık tecrübesidir. Bu dönem İslam ümmetinin önderi. Hz. Mehdi'nin hayatının ilk yıllarını teşkil etmektedir.
İmam, zahirde halkın gözlerinden gizli yaşıyordu. Ama kalp ve fikriyle, kendi dostlarıyla uyum ve beraberlik içindeydi. Aniden gaybet zamanı başlayınca Müslümanlar zor ve buhranlı bir döneme girdi. Zira uzun yıllardır bizzat kendi İmamlarıyla görüşmeye, sorunlarını ve vazifelerini bizzat kendisine sorup, cevaplarını da bizzat kendisinden almayı adet etmişlerdi. Ama bu zor şartlara rağmen İmam aleyhi's-selâm bir an dahi, İslam ümmetinden gaflette değildi. Bütün emirlerini ve ümmetin sorunlarını özel vekilleri aracılığıyla insanlara ulaştırıyordu. Bu 70 yıllık zaman zarfında, aracı olarak İmamla temasta bulunan ve Niyabet-i has (özel vekillik) görevini üstlenenlerin sayısı dört idi. Bu dört kişi şunlardır:
1- Osman, Saidü’l Amri
2- Muhammed b. Osman b. Saidü’l Amri
3- Ebu’l Kasım El Hüseyin b. Ruh
4- Ebu’l Hasan Ali b. Muhammed-i Semeri
Bu dört kişi sırasıyla biri diğerinin yerine geçiyordu. Şialar tarafından söz konusu edilen her türlü soru ve meseleleri İmama iletiyor, cevabını ise yazılı ve sözlü olarak alıp sahibine iletiyorlardı. Bütün yazıların hepsi de aynı yazı biçimi ve özel bir stil ile bizzat hazret tarafından kaleme alınıyordu. Son vekil olan Semeri, Gaybet-i Suğra döneminin sona erdiğini ve bundan böyle artık Gaybet-i Kubra (büyük gizlilik) döneminin başladığını ve artık hiç kimse İmamla halk arasında vekil olarak yer almayacağını bildirmiştir. Bu dönemde Şialar kendi sorunlarını genel naib olan şartları haiz müctehidlere götürmeli, yani din ve dünya işlerinde bilgili müctehidlere başvurmalıdırlar. Müctehidler de böylece yazılı ve sözlü olarak Şiaların problem ve sorunlarını çözmeye çalışsınlar. İslam'ın hâkimiyet ve tanıtılması yolunda çaba sarf etsinler. İslam'ın şuurlu ve bilgili nesline özen göstererek, İslami hedeflerin gerçekleşmesi yolunda halk kitleleriyle işbirliğinde bulunsunlar ve onlara önderlik etsinler.
Özel vekillerin, aracı olduğu yetmiş yıllık zaman boyunca Hazretin konuşma ve hareketlerinde en küçük bir yanlışlık ve zıtlık görülmemiştir.
Acaba onların tam 70 yıl yalan söyledikleri ve üstlendikleri görevin tersine davrandıkları düşünülebilir mi?
Onların hayat metodunda böyle bir tasavvur ve düşüncenin varlığı kabul edilemez. Böyle bir ihtimal düşünülemez. Zira bu dönemde, aralarında hiç bir ilişki bulunmaksızın hepsi aynı görüş, aynı ideal ve aynı mantıkla; İmam adına halkla konuşuyor, söz söylüyorlardı.
Eğer gerçekten de ortada bir gerçek olmasaydı bu müddet içerisinde söz ve fikirlerinde bir takım sürçmeler görülür, neticede İslam milleti onların hareket ve davranışları karşısında kötümser olurdu. Hâlbuki bu müddet zarfında halkın tümü onları tam bir inanç, güven ve imanla karşılıyordu. Zaten ilim açısından ihtimal esasıyla da düşünülecek olursa, böyle bir şey imkânsızdır. Yani tam 70 yıl boyunca özel bir şekilde halkın hayatına yalanların hâkim olması, bunun da ötesinde; halkın bu yalanlarla hayatını düzenlemesi düşünülemez. Gaybet-i Suğra döneminde edindiğimiz ilmi tecrübeler bizlere viladet, hayat, gaybet ve Gaybet-i Kubra zamanındaki “niyabet-i amm” meselesini de ispat etmektedir.
Bu da göstermektedir ki, Mehdi (a.f.), bir takım sebepler yüzünden halkın gözlerinden gizlenmiş ve bir gün yeniden ortaya çıkarak kendisini tüm dünyaya gösterecektir.
Niçin İmam Mehdi, Gaybet Müddetince Kıyam Etmedi?
Kendisini, toplumu fesattan kurtarmaya hazırlanmış olan bir ferdi, hangi sebepler bu görevinden alıkoymakta ve onun yetmiş yıllık toplumla olan ilişkisini kesmekte, sonra da Gaybet-i Kubra döneminde belirsiz bir müddet için toplumla olan ilişkisini tümüyle koparmaktadır?
Hâlbuki gaybet-i suğra döneminde ve gaybet-i kübra döneminin ilk başlarında; Hazretin kıyamı için, şartlar da oldukça verimli ve uygundu. Zira o zamanın hâkimleri teçhizat ve askeri kudret açısından, bugünkü dereceye ulaşmamıştı. Dolaysıyla da kıyam daha kolay ve başarılı bir şekilde sonuçlanabilirdi.
Toplumsal değişiklik ve mazlum halk kitlelerini tarihin zalim hükümdarlarının elinden kurtarmak, müsait şart ve ortamları gerektirmektedir. Bazen de insanın şöyle düşündüğü olur; iş, ilahi bir memuriyet ve risalet olunca ve bitmek tükenmek bilmeyen ilahi bir güç de işin içindeyse; artık bir takım özel maddi şart ve unsurlara ne ihtiyaç vardır?
Ama bilinmelidir ki, bütün ilahi yardım ve teyitler, maddi sebepler kanalıyla şekillenmektedir. Gaybi unsurların, maddi unsurlarla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu yüzden de cihan beş asır cahiliyye dönemi yaşadı. Ta ki, Hz. Muhammed'in (s.a.a) risaleti için müsait ortam ve şartlar oluştu. Yani o zaman cihan, ilahi bir kurtarıcıyı kabullenmek için hazır bir hale gelmişti.
Bu mesele oldukça açık ve bedihidir ki, bir hareket veya akım ancak ve ancak toplumdan destek gördüğü zaman başarıya ulaşabilir. İlahi sünnetler de göstermektedir ki, Allah-u Teâla daima illetler, sebepler ve müsait ortamlar vasıtasıyla iradesini gerçekleştirmektedir. İlk önce bir ortam oluşturmakta daha sonra da istediği değişiklik ve evrimleri gerçekleştirmektedir. Mesela İslam, uzun süren bir fetret (duraklama) döneminden sonra gelmiş ve adeta bu fetret dönemi, İslam'ın gelişi için uygun bir atmosfer oluşturmuştur.
Bu olay bazı özel durumlarda meydana gelen mucizeden oldukça farklıdır. O buhranlı ortam ve özel hususlarda alınan kararlar olayı bir tek hareketle neticelendirmektedir. Gaybi yardımlar doğal şart ve gerekçeler üzere şekillenmekte ve ilahi yardım bir tek kıvılcımla vücuda gelmektedir. Nemrud'un adamlarının İbrahim için yaktıkları ateşin onu yakmaması, Peygamberin başı üstünde yalın kılıç duran Yahudi’nin elinden kılıcının düşmesi veya Hendek savaşında kafir ve müşriklerin kalplerine korku ve vahşet düşüren ve onların yenilmesine ve dağılmalarına sebep olan şiddetli rüzgarın esmesi gibi...
Bu yüzden Mehdi'nin (a.f) kıyamıda doğal bir şekilde şekillenerek vücuda gelecektir. İmam Mehdi'nin tüm âlemi ıslah etmek istediğinden; tüm dünyanın, kendi risaletini hemen kabulleneceği bir duruma gelmiş olması gerekiyor. Zira, eğer sadece, önderlik liyakati ve müsait ortamın varlığı şart olsaydı; bu, Hz. Peygamber zamanında vardı.Ve dolaysıyla da böyle bir ıslahın o zamanda peygamberin güçlü eliyle vücuda gelmiş olması gerekirdi. Mehdi'nin evrensel memuriyet ve risaleti, özel bir konuma sahip olduğundan tüm dünyada kapsamlı bir değişkenliğin vücuda gelmesi, zulüm, sitem ve bezginliğin tüm dünyayı kaplaması, dört bir yandan gelen baskı ve zorlukların, halkı tam bir patlama noktasına getirmiş olması gerekiyor. Böylece evrensel ıslahatçı (Mehdi)nin bir tek feryadıyla esaret zincirleri koparılsın, halk kitleleri ellerini ona doğru uzatsın ve risaleti herkesçe kabul edilsin.
Bu cevap ve bilgi neticesinde insanın, “İmam bütün bu askeri güç ve teknolojik silah ve teçhizatlar karşı nasıl olur da galip gelebilir?” diye sorabileceği gibi, sorunun cevabı da kendiliğinden anlaşılmaktadır. Zira süper güçler, askeri güç ve teknolojik silahlar açısından güçlü olmalarına rağmen ruhi yönden bir yönelgiyle karşı karşıya gelecektir. Çünkü insani ruhun temelden hastalandığı, bozulduğu bir ortamda, bu teçhizat, araç ve gereçlerden istifade edebilmesi mümkün değildir. Tüm insanlığın ruhi sükûnet ve huzurdan mahrum olduğu, insanların hayret ve şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir hale geldiği ortamda, savaş teçhizatının insanlar için hiç bir faydası olamaz.
Böyle Bir Rehber Bu Dönemde Nasıl Zafere Ulaşabilir?
Geçmiş bölümlerde yer alan soruların ardından bir de insanın aklına şu soru takılabilir: "Bir insan ne kadar güçlü ve kudretli de olsa, bu kompleks ve önemli dönemde zafere ulaşabilir mi? Acaba değişiklik ve hareket vücuda getirmek sadece bu insana mahsus bir şey midir?"
Bu soru, şu görüş açısından söz konusu edilmektedir: İnsan tabiatta adeta ikinci etken konumundadır. Asıl etken, kendisini çepeçevre kuşatan maddi etkenlerdir. Dolayısıyla da insan ne kadar güçlü ve kudretli de olsa bu etkenlere dikkat etmek zorundadır.
Başka bir yerde de belirttiğimiz gibi, tarihin iki asıl kutbu vardır:
1- İnsan
2- İnsanı çepeçevre saran maddi güçler.
İnsana tesir ettiği ve onu bir yere kadar değiştirdiği gibi insanda bu maddi güçler üzerinde etkili olmakta ve değişiklik vücuda getirmektedir.
Hareketin maddeden başlayıp, insanda sona erdiği farz edilecek olursa; aynı suret ve miktarda insandan maddeye yönelik bir hareket ve değiştirmenin meydana geldiği de bir gerçektir.
Böylece tarihi seyir ve değişiklikte, hem insanın ve hem de maddi faktörlerin etkisi söz konusudur. Eğer insanın gaybi ve semavi ilişkilerini de göz önüne alacak olursak; tarih, tahavvül ve değişikliğinin en önemli etkeni, insan olacaktır. Nitekim bu etken; peygamberler tarihinde açık bir şekilde görülmektedir. Hz. Muhammed (s.a.a) ve ilahi ilişkiler esası üzere tek başına derin ve köklü bir tarihi hareket vücuda getirdi. Çok kısa bir müddet zarfında öyle bir medeniyet vücuda getirdi ki; onu çepeçevre kuşatan hiç bir maddi etkenin böyle bir hareket ve değişikliği bu süratle vücuda getirebilmesi olası değildir. Dolayısıyla büyük İslam Peygamberi vasıtasıyla oluşan bu değişikliğin, bir benzerinin onun soyundan olan insanlığın gelecekteki büyük önderi Hz. Mehdi (a.s) tarafından da vücuda getirilmesi olası ve mümkündür.
Mehdi Zamanında Değişiklik Nasıl Olacaktır?
Kitabın sonunda da şu soruyla karşılaşıyoruz: "Hakkın yasaları ve toplumsal adalet, zulüm ve zorbalık düzenlerine nasıl galip gelecektir?"
Bu soruya cevap verebilmek için ilk önce Hz. Mehdi'nin zuhur ettiği günü ve o gün meydana gelecek olan hadisleri iyice bilmek gerekiyor. Böylece o asırda meydana gelecek olan değişikliği de bilmiş oluruz. Zira her ne kadar da olsa, o gün hakkında tam ve yeterli bir bilgiye sahip değiliz. Dolaysıyla da ilmi bir takım verilere de her hangi bir hükümde bulunamayız. Ama zihni ve fikri varsayımlar ve tasavvurlarla bir hükme varabilmek mümkündür.
Açık ve rahat bir şekilde denebilecek tek söz şudur:
İnsanlık ve beşer tarihi müddetince vücuda gelen değişiklik ve tecrübeler, bizlere bildirmektedir ki o zaman tüm cihan yeni bir risaleti kabule hazır bir duruma gelmiş olacaktır. Yani toplumda ruhi açıdan tam bir hazırlık ve uygun bir atmosfer meydana gelecektir.
İşte bu ortamda ümit nuru parlayacak ve intizâr (bekleme) dönemi sona erecektir. Mehdi kendi risalet görevini tamamlamak üzere zuhur edecektir. Halk kitleleri ve taraftarlarının himayesiyle fesat ateşini söndürecek ve zalimane kanun ve esaslar yerine toplumsal ve sosyal adaleti hâkim kılacaktır. O gün artık sapıklar, tecavüzler, kötülükler ve emniyetsizlikler sona erecek tüm canlılar tam bir güven ve emniyet içinde Mehdi'nin adilce hükümeti altında kendi yaşantısını sürdürecektir.
Ayetullah Şehit Muhammed Bakır es-Sadr
Ehlader
ABD'de darbe mi geliyor
20 Ocak 2017’de yemin ederek ABD’nin 45. Başkanı olan Donald Trump’ın, görevinde 18’inci ayını tamamlarken başı epeyce belada...
20 Ocak 2017’de yemin ederek ABD’nin 45. Başkanı olan Donald Trump’ın, görevinde 18’inci ayını tamamlarken başı epeyce belada. Seçim kampanyası sırasında sıra dışı şeyler söyledi ve sözler verdi. Bunlar, ABD derin devleti açısından kabul edilebilecek türden değildi. Görevi devraldıktan sonra zaman içinde söylemlerinin, verdiği sözlerin ve vaatlerinin bir bölümünden vazgeçse de kendisi hakkındaki olumsuz kanaati yok edemediği gibi bu olumsuz kanaat aksine yükselerek devam ediyor.
Trump’ın başındaki en büyük sorun; “Russiagate”. Bu şekilde adlandırılmasının nedeni; ABD’nin 37. Başkanı Richard Nixon’ın görev süresi bitmeden, 9 Ağustos 1974’de istifa ettirilmesine neden olan “Watergate Skandalı” sürecine benzetilmek istenmesidir. Özetle demek istiyorlar ki; “Trump başkanlık seçimini ABD’nin düşmanı Rusya ve onun diktatör lideri Putin’in yardımıyla ve seçimlere müdahalesi ile kazandı, görevden alınmalıdır!”
RUSSİAGATE
Russiagate peşinde olanlar; Trump’ın halkın gözündeki popülaritesini düşürmek, ipliğini pazara çıkarmak ve muhtemel soruşturma sürecinde referans olması maksadıyla, Michael Wolff’a Trump hakkında kitap bile yazdırdılar. Trump’ın yakın çevresine dayandırılan kitapta; Suudi Arabistan’daki saray darbesinin arkasında olmaktan Beyaz Saray baş danışmanı olarak atadığı damadı Jared Kushner’in ABD’nin Ortadoğu politikalarının belirlenmesindeki etkinliğine, Trump’ın kurduğu kumpaslar, çektirdiği kasetler ve şantajlarla arkadaşlarının hanımlarını nasıl yatağa attığına kadar, yok yok!
ABD’de kızılca kıyamet, geçen hafta Helsinki’de Trump ve Putin arasında yapılan zirveden sonra koptu. ABD’deki ana akım medyada; Trump’ın hainlik yaptığı, Putin’e teslim olduğu, görevden alınması gerektiği söylendi ve hatta darbe çağrısı bile yapıldı. Trump için yazılanlar arasında; 1990’lı yıllarda iflas ettiği, ABD bankalarından borç para alamadığı ama ihtiyaç duyduğu kredileri Ruslardanbulduğu iddiası da var.
ZAMAN, ÇİN VE RUSYA’NIN LEHİNE
ABD’de derin devlet, tahmin edebileceğinizin bile ötesinde, gerçekten güçlüdür. Derin devlet, “ABD’nin soğuk savaş sonrasında ele geçirdiği tek kutuplu dünya düzenini sonsuza kadar sürdürmek, küresel liderliğini devam ettirebilmek maksadıyla, dünyanın ekonomik, askeri ve siyasi ağırlık merkezinin doğuya, Asya-Pasifik Bölgesine, Avrasya’ya kayışını durdurmak istemektedir. Derin devlete göre, zaman ABD’nin aleyhine işlediğinden, askeri güçler başta olmak üzere yapılması gerekenlerin hemen gerçekleştirilmesi elzem olarak değerlendirilmektedir.
Çin ve Rusya ise zamanın kendi lehlerine çalıştığını ve askeri güçlerin nispi kuvvet mukayesesinde ABD’ye karşı yeterince güçlü olmadıklarını bildiklerinden, ABD ile sıcak bir çatışma istememektedirler.
RUSYA, TRUMP’IN KAZANMASINA YARDIM ETTİ
Trump’ın daha seçim kampanyası sırasında söyledikleri oldukça farklıydı ve bunlar ABD derin devletinin kabul edebileceği sınırlar dahilinde değildi. Özellikle Ortadoğu politikaları, NATO ve Rusya hakkındaki çıkışları büyük rahatsızlık yarattı. Aslında, Trump’ın seçimi kazanabileceği de düşünülmüyordu. Trumpgöreve başladıktan sonra, “Taç giyen baş akıllanır’’ misali kampanya sırasındaki söylemlerinin birçoğundan vazgeçti ve derin devletin istediği gibi değişti. Ama nedense Rusya ve Putin konusunda ısrar ediyordu!
ABD’nin tüm istihbarat kurumları oybirliği ile “2016 başkanlık seçimlerinde Rusya seçimlere müdahale etti ve Trump’ın kazanmasına da yardımcı oldu”diyor. Başkan Trump, Helsinki Zirvesi sonucunda yapılan basın ikili toplantısında Putin’e hak veren, kendi istihbarat kurumlarının ulaştığı neticeyi yok sayan yanıtlarını dünya kamuoyu önünde verdi! Bu durum, ABD için çok ciddi sonuçlar doğurabilir.
KENNEDY VE NİXON
ABD’nin 35. Başkanı John Fitzgerald Kennedy, Sovyetler Birliği lideri Nikita Khruschev’e yaklaştı, barış yapmak istedi ve 22 Kasım 1963’de suikasta kurban gitti. Başkan Nixon, Çin’e açıldı ve “Watergate” krizi ile istifaya zorlanarak saf dışı edildi. Evet, bugün de ABD’de çok ciddi bir “Russiagate” krizi var!
Nixon, “Watergate” krizinde gerçekten suçluydu! Ama bu suçuna rağmen eğer derin devlet ile çatışmasaydı; acaba üzerine gidilir ve istifaya zorlanır mıydı? Ne diyorsunuz; Ruslar 2016 başkanlık seçimine müdahale etmiş ve Trump’ın kazanmasında yardımcı olmuş olabilirler mi? Washington Post, “Watergate”krizinde medyada sürükleyici lider rolünü oynamıştı. Bugün “Russiagate” krizine bakıyoruz, Washington Post yine aynı rolde!
Trump, gerçekten zor durumda! İktidarı hala elinde bulunduruyor olmaktan başka gücü de yok gibi! Belki de bu yüzden Yahudi lobisine fazla yaslandı! Yahudiler onu kurtarır mı bilinmez! Ama bu zor durum onu İsrail’in ve Yahudilobisinin de arkasında olduğu bir İran müdahalesine zorlayabilir gibi! Emareler bunu gösteriyor.
Ziya Türkyılmaz