کارگر
İmam Hamenei'den Taziye Mesajı
İmam Hamanei, 27 kişinin şehit olduğu Sistan ve Belucistan’daki terör saldrısı nedeniyle birer taziye mesajı yayınladı.
İslam Devrimi Lideri’nin taziye mesajı şöyle:
"Bir kez daha ülkeye hizmet sunan İranlı salih gençlerin kanına kast edildi. Milletin güvenliği ve vatan sınırlarını korumak için herşeyi göze alan birkaç ülke sermayesi kötü kalpli barbarlar ve canilerce şehit edildi. Bu cinayeti işleyenlerin bölge ve bölge ötesi bazı ülkelerin istihbarat servisleri ile ilişkisi olduğu kesindir. Dolayısıyla ülkedeki ilgili kurumlar buna odaklanıp kouyu ciddiyetle takip e
İran’ın Sistan ve Belucistan eyaletinde Devrim Muhafızları personellerini taşıyan otobüse düzenlenen terör saldırısında 27 kişi şehit düşmüştü.
Varşova Çatlağın Boyutunu Gösterdi
Soçi Zirvesi'yle aynı gün ABD'nin Varşova'da topladığı Ortadoğu konferansı, ABD ile Avrupa Birliği arasındaki çatlağın derinleştiğini gösterdi. ABD Başkan Yardımcısı Pence, AB ile İran arasındaki yeni ödeme sistemini, yaptırımları kırma denemesi olarak tanımladı.
Polonya’nın başkenti Varşova’da ABD önderliğinde düzenlenen “Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” konferansında konuşan ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Avrupa Birliği’ne (AB) İran ile ilişkiler nedeniyle yüklendi. Hürriyet'in aktardığına göre, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin ABD yaptırımları altındaki İran ile ticarete devam etmek için ‘Instex’ isimli yeni bir ödeme mekanizması kurmasına değinen Pence, bunun ABD yaptırımlarını delmek için bir girişim olduğunu söyledi.
‘İRAN İLE YÜZLEŞMEDEN OLMAZ’
AB ülkelerinin İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesinin zamanının geldiğini söyleyen Başkan Yardımcısı, Varşova’daki konferansın Ortadoğu’daki en büyük tehdidin İran olduğunu ispat ettiğini öne sürdü. AB’nin güçlü ülkeleri Fransa ve Almanya’nın kabine üyesi olmayan temsilciler göndermesi ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin zirveye katılmamayı tercih etmesi ise dikkat çekici. Mogherini, “ABD ile ortak görüşlerimizin bulunduğu konular olduğu gibi ayrıştığımız konular da mevcut. İran nükleer anlaşmasına ilişkin farklı görüşlerimiz var” dedi.
Çin ve Rusya’nın yanı sıra zirvenin boykot edilmesi çağrısında bulunan Filistin yetkilileri de Varşova’ya gitmedi. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, İran karşıtı ülkelerin bir araya geldiği konferansın ikinci gününde İsrail Başbakanı Netanyahu ile ortak basın toplantısı düzenledi. Pompeo, “İran ile yüzleşmeden Ortadoğu’da barış ve güvenlik sağlanamaz. Bu mümkün değil. Lübnan’da, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta menfi bir nüfuzu var. Husiler, Hamas ve Hizbullah’a destek veriyor. Bunlar gerçek tehditler. İran’ı geriletmeden Ortadoğu’da barışa ulaşmak mümkün değil” dedi.
SOÇİ İLE YANIT
Rusya lideri Putin'in ev sahipliğindeki Soçi Zirvesi'nin Varşova Konferansı'yla aynı güne denk getirilmesi, ABD'ye yanıt niteliğinde olduğu değerlendirildi.
İslam Devrimi'nin 40. Yılı
Devlet yapılanmasına ilişkin İslâm ümmetinin 1400 küsur yıllık tarihine baktığımızda, Emevîlerle başlayan “monarşi yönetim anlayışı” farklı varyantlarda da olsa öz itibariyle aynı yönteme sahipti.
Yani bir yönüyle hepsi saltanat sistemiydi. Son yüz yıllık tarihimize baktığımızda ise ümmetin ulus devletler olarak 57 parçaya bölünmüş olduğunu görüyoruz. Ve ne yazık ki bu devletçiklerin yönetim biçimi olarak halkın aidiyet değerlerinden uzak bir yapıya sahip oldukları izahtan vareste bir durum. Devletçik diyoruz zira hemen hemen hepsi dolaylı da olsa Batılı egemen devletlerin güdümünde hareket eden piyon devletçiklerdi. Bunlardan biri de İran’dı. Saltanat sahibi Şah Rıza Pehlevi ülkesini tamamen İngiltere ve ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti. İngiltere ve ABD komut veriyor, Şah uyguluyordu. Başta petrol olmak üzere ülkenin zenginlikleri bu iki emperyal ülke tarafından hortumlanıyordu. Hatta iş o raddeye varmıştı ki, bu iki sömürgeci ülke tarıma da karışır olmuştu. Halkın ne ekip ne ekmeyeceğine bunlar karar veriyordu. Hububat yerine halka tütün ekmesi emrediliyordu. Bazı mollalar ise bu durumdan son derece rahatsız oluyordu. Şah aldığı buyrukla henüz ekilmemiş olan tütün üzerinden sözleşmelere, daha doğrusu taahhütnamelere imza atıyordu. Bu dönemde işçi ve köylü sınıfının emek ve alınteri alabildiğine sömürülüyordu. Bunu fırsata dönüştüren sol fraksiyon Tudeh Partisi’ni kurarak verdikleri destekle 1951 yılında Musaddık’ı iktidara taşımış oldular. Başbakan Musaddık İngiltere ve ABD’ye tanınan imtiyazları sınırlandırarak petrolü millileştirme yoluna gitti. O dönemde İran halkı Musaddık’a destek veriyor, grevler, sokak gösterileri düzenleniyordu. Şah, bu gelişmeler karşısında İran’ı terk etmek zorunda kalmıştı. İki yıl sonra yani 1953 yılında, ABD ve İngiltere destekli bir darbeyle, Musaddık başbakanlıktan alınmış ev hapsine tabi tutulmuştu. Piyon Şah ise İran’a geri getirilmişti. Bu yeni dönemde Şah ABD ile yeni yeni anlaşmalara imza atarak iktidara yeniden gelmenin bedeli olarak ülkesini tamamen ABD’nin sömürgesi hâline getirmişti.
ABD Şah’tan tavizler alarak sömürü düzenini pekiştirmek için halkı soysuzlaştırma politikalarına ağırlık vermesini istedi. Zira soysuzlaşmış bir halk egemen güçlere baş kaldırmaz. Böylesi bir halk pısırıktır ve itaate teşnedir. Bu nedenle Şah “Ak Devrim” adı altında bir sürü reformlar başlatıyor. Bu kapsamda ilk iş olarak İslâmî tesettüre savaş açıyor. Peşinden içki tüketimini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Kısacası yapmış olduğu reformlarda Atatürk’ü kendisine örnek alıyor.
ABD’ye kaçtığında ise, yıkılışını, reformları tamamlayamadığına ve alfabeyi değiştiremeyişine bağlıyordu. “Eğer alfabeyi değiştirebilseydim ve üzerinden iki kuşak geçseydi beni asla yıkamazlardı” diyor. Keşkelerle bir yere varılmaz. Yıkılması mukadderdi ve yıkıldı. Çünkü zulüm ile abad olanın ahiri berbat olurmuş. Yıkılmayı hak etti ve yıkıldı. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez. Etkileşim iki taraflıdır. Zalim bir yönüyle zulmünden dolayı değil mazlumun ayağa kalkmasıyla yıkılır. İran halkı tüm ümmet nezdinde tebrik edilmeyi hak etmiş bir millettir. Şu gerçeği de itiraf etmiş olalım ki, İran Ehl-i Sünnet dünyası açısından “yakındaki uzak” ülkedir. Mezhebinin farklılığından dolayı ümmet nezdinde adeta tecrid edilmişti. Herkes İslâm adına üç ülkede köklü değişim bekliyordu. İhvan-ı Müslimin’in Mısır’da, Cemaat-i İslâmî’nin Pakistan’da ve Milli Görüş’ün Türkiye’de bir değişikliğe imza atacağı beklenirken, bir de baktık ki hemen yanı başımızda İslâm adına devrim olmuş. Açıkçası bu devrim sadece İslâm aleminde değil, tüm dünyada şok etkisi yapmıştı. Elçilikler belirli periyotlarla bulundukları ülkeler hakkında kendi merkezlerine rapor verirler. ABD elçiliğinin 1978 Eylül ayı raporunda İran’da her şeyin yolunda olduğuna dair rapor hazırlanıyor. Ekim ayında ise sokak gösterileri, nümayişler ve Şah rejiminin yıkım süreci başlıyor. İstihbaratı o kadar kuvvetli olan ABD bile böyle bir ön görüde bulunamıyor. Ki Şah döneminde başta Tahran olmak üzere İran’ın birçok kentinde CİA ve MOSSAD’a ait ofisler vardı. Bunlar SAVAK elemanlarını eğitip yetiştiriyor ve birlikte çalışıyorlardı. Onlar oyun kurucu, düzen kurucu şer odaklarıydı. Hapishanelerdeki Müslümanlara birlikte sorgulama ve işkenceler yapıyorlardı. SAVAK ajanları CİA ve MOSSAD elemanlarından öğrendikleri akıl almaz vahşilikteki işkence yöntemlerini mazlum Müslüman mahkumlara uyguluyorlardı.
ABD ve ABD’nin piyonu Şah her ne kadar hazırlıksız yakalanmış olsalar da bu devrim süreci 1963 yılına dayanmaktadır. Malumunuz üzere Şah “Ak Devrim” adı altında başlatmış olduğu müstehcenlik ve müptezellik reformlarına yani halkı soysuzlaştırma girişimine ilk sert tepkiyi veren merhum Humeynî idi. Humeynî o yıllarda Kum kentindeki Fevziye Medresesi’nde fıkıh, usül, felsefe, irfan ve ağırlıklı olarak ahlâk dersleri veriyordu. Şah’ın yapıp etmek istediği halkın aidiyet değerlerine, halkın ahlâkî yapısına, halkın kültür ve yaşam tarzına taban tabana zıtlık arzediyordu. İmâm Humeynî vaaz ve hutbelerinde Şah’ı sert bir dille eleştirmeye başlayınca medrese öğrencileri ve Kum halkı sokak eylemlerine başlıyor. Şah’ın askerî birlikleri ve emniyet güçleri hemen harekete geçip göstericilerin üzerine ateş etmeye başlıyor. Ayrıca Fevziye Medresesi’ne baskın yapıp birçok öğrenciyi katlediyor. Bu ara İmâm Humeynî’yi tutuklayıp Tahran’a götürüyorlar. İmâm’ı idamla yargılamaya kalkıyorlar. Fakat 1908 anayasasına göre “ayetullahlar idam edilemez” şerhi savcıları ikiye bölüyor. Bir kısmı bu kurala rağmen idam edilmesini istiyor, bir kısmı da idam edilmesin diyor. Öte yandan idam kararını duyan milyonlarca halk sokağa dökülünce İmâm’ı sürgün etmeye karar veriyorlar.
İmâm 20 ay Bursa’da, 11 yıl Irak’ın Necef kentinde ve son 3.5 ay Paris’te sürgün hayatı yaşıyor. İmâm sürgün yıllarında Şah’ı devirme faaliyetine vaaz kasetleriyle devam ediyor. Bir yönüyle bu inkılaba “Kaset Devrimi” denmesi de bundandır.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi 78 yılının sonbaharına kadar dünya kamuoyunun İran’da devrim olacağına dair bir kanaati yoktu. CIA ve MOSSAD ajanları bile yanılmışlardı.
Tahmin edilmeyen ve hesapta olmayan bir devrim ve akabinde kurulan İslâm Cumhuriyeti, başta Siyonist İsrail ve ABD olmak üzere tüm piyon devletçiklerin başındaki köle ruhlu yöneticileri son derece rahatsız etmişti. Zira tahakküm ettikleri halklar bu şanlı devrime öykünüp kıyam ederse kendi sonları da gelmiş olacak. tı. Özellikle devrimin ilk döneminden itibaren uzun yıllar boyunca Türk medyası ve laik gazeteler gün geçmiyordu ki devrim aleyhinde iftira, çirkin aşağılama ve olmadık tezviratlarda bulunmamış olsunlar. (O dönemde gazete küpürlerini kesip arşiv yapmıştım.)
Dikkatimizi çeken başka bir husus ise, devrimin zafere ulaştığı 11 Şubat 1979 tarihinde işgalci İsrail’in başbakanı Menahem Begin, “İsrail için artık kara günler başlamıştır” sözünü dile getirmesi mutlak olan bir gerçeği itiraftan başka bir şey değildi. “Kara günler” metaforu Siyonistler için katlanarak devam ediyor. Siyonist İsrail kuruluşunun 50’nci yılında, kendilerince vadedilmiş olan (Arz-ı Mevud) Mezopotamya topraklarını ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Ancak yiğit Filistin halkının bütün imkansızlıklarına rağmen göstermiş olduğu direniş ve Hizbullah’ın vurduğu darbeler işgalcilerin kendilerini korumak için duvarlar örmelerine sebep olmuştur.
İslâm Devrimi kuruluşunun ilk gününden itibaren İşgalci İsrail’in varlığını tanımayıp yok edilmesi gerektiğini bütün dünyaya ilân etmiştir. İslâm Cumhuriyeti’ni 40 yıldan beri Filistin davası uğruna çırpınan, uğraşan ve mücadele veren bir rejim olarak görüyoruz. Bazı aklı evveller “İran Filistin için ne yapıyor ki?” diyenlere diyeceğimiz o ki: İran’ı HAMAS ve İslâmî Cihad yetkililerine sorsunlar, “ O silahları nereden tedarik ediyorsunuz?” diye.. Hizbullah’a ve İzzettin Kassam Tugayları’na sorsunlar, “O füzeler size nereden geliyor?” diye.. Veya Netanyahu ve Trump’ın beyanatlarına bakın? Moderatör Netanyahu’ya soruyor: “Üç düşman ülke ismi verir misininiz?” Netanyahu’nun verdiği cevap üç kez üst üste: “İran, İran, İran” oluyor. Trump iki gün evvel feveran ederek verdiği beyanatta İran’ın Golan Tepeleri’nde İsrail ile savaşıyor!” diyerek İsrail adına endişe ve korkusunu dile getiriyor. İşgalci İsrail’in savunma bakanı: “Biz Gazze’de İran’a karşı savaşıyoruz” diyor. Bir soru da biz sormuş olalım: 1982 senesinde Siyonistlerce işgal edilen Güney Lübnan toprakları 2000 yılının 25 Mayıs’ına kadar 18 yıllık savaşı kim yaptı? 67 savaşında beş tane Arap ülkesi hezimeti yaşarken 2000, 2006 ve 2008 savaşlarında zafer kazanan hangi ülke idi?
Şu bir gerçek ki, İslâm Devrimi en ağır sınavını Siyonistlere karşı değil, vefa ve kadir kıymet bilmeyen ümmet bireylerine karşı vermektedir. Özellikle devrim mezhebi saiklerle değerlendirilmekte ve bir şekilde yanlış yargı ve tahlillerle mahkûm edilmektedir. Elbette ki hatasız bir yönetim tesis ettikleri iddia edilemez. Kolay değil, 1400 yıllık geçmişimize baktığımızda ümmet Emevîlerle birlikte hep saltanat sistemleriyle yönetilmiş. İlk defa Allah Resulü’nün Medine’de tesis ettiği devlet modelini kendisine örnek aldığını iddia eden bir rejim var karşımızda. Bu yönüyle İslâm Devrimi bir yönetim biçimi olarak laboratuvar mesabesindedir. Kur’an ve Sahih Sünnet’e uygun fıkhi çıkarsamalar ve bunların günümüz koşullarına uygun olarak pratiğe aktarılması bir yönüyle kolay olmasa gerek. Devrim 40 yıldan beri ne badirelerden geçti. Özellikle başta ABD olmak üzere emperyal ülkelerin baskı ve kıskacına maruz kalması.. Yıllardır uygulanan ambargolar.. 444 gün süren rehine krizi.. Devrimin öncü kadrolarına karşı ardı arkası kesilmeyen suikastlar.. 8 yıllık tahmili savaş, vs..
Evet; Müslümanlar olarak İslâmî yasalara uygun hak ve adalet temeline dayalı, insan hak ve özgürlüklerini önceleyen, hukukun üstünlüğünü esas alan bir yönetim biçimine hep özlem duyduk. Nicelerimiz bu değerler adına mücadele verdi ve bedeller ödedi. Nicelerimiz, “Laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni kurmak amacıyla teşekkül oluşturmak” maddesinin muhatabı olarak ve “terörist” yaftasıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılandı ve ağır cezalara maruz kaldı. Hatta laik rejimin kurulduğu yıllarda bu maddeden idam edilenler oldu. Yine aynı şekilde İran’da “İslâm Devleti” ideali uğruna nice bedeller ödendi. Elbette ki sadece İran’da değil hemen hemen bütün Müslüman ülkelerde benzeri sıkıntılar, mücadeleler ve umutlar devam etmektedir. Başta Mısır olmak üzere birçok Arap ülkesinde “İhvan-ı Müslimin” bu amaçla mücadele verip bedeller ödemekte. Pakistan’da merhum Mevdudi’nin “Cemaat-i İslâmî” hareketi aynı amaçla faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’de ise merhum Erbakan hocamızın “Milli Görüş” teşkilatı 50 yıla yakın bir süredir aşkla şevkle İslâm Devleti ve İslâm Birliği projelerini D-8 kapsamında hayata geçirmeye çabalamaktadır. Merhum hocamızın kurmuş olduğu partilerin mahkeme tutanaklarında hangi gerekçe ile kapatıldığına bakılsın mesele anlaşılacaktır. Kısaca tekrar edecek olursak, bütün dünya Müslümanlarının imânî bir vecibe olarak gördüğü İslâm Devleti’ne 40 yıl önce İran halkı kavuşmuştu. Ancak iş bununla bitmiyor. Asıl sorumluluk istikrarlı bir şekilde bu işi götürebilmektir. Bir gözlemci olarak, bir takım eksikleriyle birlikte İran’ın bu işi götürdüğü kanaatindeyiz. Yani artı - eksi bazında değerlendirecek olursak artılarının daha fazla olduğu her sağduyu sahibi, her insaf ehli tarafından görülecektir. Yeter ki olaya mezhep taassubu ile bakılmasın. İran İslâm Cumhuriyeti’nin ümmet nezdindeki en büyük handikapı bu olsa gerek. Bazı taassup ehli alim müsveddeleri “4 hak mezhep” metaforunu kullanarak İsna Aşeri Caferî ekolünü “bidat ehli” olarak yaftalayıp olmadık tezviratlarla ümmet nezdinde İslâm Devrimi’ni töhmet altında bırakıyorlar. Sormak lazım âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) hangi mezheptendi? Her şeyden önce ictihad sonucu ortaya çıkmış olan fıkhi ekoller birer mezhep olarak değerlendirilse de “hak” ibaresiyle tabulaştırılamazlar. Zira mutlak doğru “hak”tır. Bu ise ancak açık nass ile sabit olan dinî hükümlerdir. Ki bunlar imana taalluk etmektedir. İmân ise üç temel unsurdan müteşekkildir. Bunlar: Tevhid, nübüvvet ve mead inancıdır. Mezhebi, meşrebi ne olursa olsun bu üç temel inanca sahip olan her kişi Müslümandır. Biz bundan ötesine bakamayız ve kimsenin çetelesini tutma yetkimiz de yoktur. Ebu Hanife buyuruyor ki: “Bir kişide % 99 küfür alameti görseniz fakat buna mukabil o kişide % 1 iman alameti görmüş olsanız ona Müslüman muamelesi yapınız.” Şimdi karşımızda 40 yıllık geçmişiyle rüştünü ispat etmiş bir İslâm Cumhuriyeti var. Bugüne kadar anti emperyalist tutumuyla, dinî değerleri hayata hakim kılma çabasıyla, başta Filistin ve Bosna olmak üzere dünyanın her tarafında zulme uğrayan Müslümanlara ve direniş hareketlerine sahip çıkmasıyla temerküz etmiş (konsantre olmuş) bir İslâm Devleti’ni görüyoruz.
Ayrıca şunu belirtmiş olalım ki, bu devrimi sağlıklı bir şekilde analiz edebilmemiz için, bu devrimin liderini de çok iyi tanımamız gerekmektedir. İmâm Humeynî’yi çocukluk ve medrese arkadaşları anlatırken kendisinin son derece nezaket sahibi ve naif bir kişiliğe sahip olduğunu, arkadaşları arasında en takvalı kişi olarak bilindiğini, öğrencilik yıllarından beri teeccüt namazını kıldığını söylemektedirler. Aile bireyleri ile yapılan röportajlarda yine aynı şekilde eşine, çocuklarına, gelinlerine ve torunlarına son derece şefkatli olduğu anlatılmaktadır. Hayatı boyunca en ufak bir kaba davranışına tanık olunmamış bir portre var karşımızda. Yıllar önce Hürriyet Gazetesi Bursa’da kaldığı evin sahibi ve komşularıyla röportajlar yapıp yazı dizisi olarak yayınlamıştı. O röportajda da İmâm gayet nazik ve kibar bir insan olarak tanıtılıyor. Ev sahibi anlatıyor: “Bir gün İmâm’a postahaneden bir koli gelmişti. Kendisine teslim ettim. Beklememi söyledi ve koliyi yanımda açıp içinden çerez ve kuru yemiş türü şeyleri çıkarıp bana ikram etti ve birkaç paket daha uzatarak bunları da komşulara dağıtmamı rica etti. Kendisine ise çok az ayırmıştı.” Ev sahibinin eşi anlatıyor: “Bir gün Gemlik’te bulunan zeytin bahçemize piknik yapmaya gitmiştik. Ben zeytin ağacından ufak bir dal parçası kırıp çiçek niyetine İmâm’a uzattım. Dalı eline aldı ve ‘Keşke koparmasaydın, seneye bu dal zeytin verirdi’ dedi. Bu kadar yufka yürekli ve hassas olacağı aklıma gelmezdi.” Aynı bayan anlatıyor: “İmâm her sabah namazından sonra Kur’an okurdu. O kadar güzel lâhuti bir sesi vardı ki, kulağımı duvara dayayıp dinlemekten kendimi alamazdım. Bir gün kendisine ipek işlemeli, pahalı bir seccade hediye etmek istedim. Nazikçe seccadenin çok şatavatlı ve süslü olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Ben kabul etmeyiş medenini anlamıştım. Bu sefer evde kumaş, basma ne varsa keserek kırk yamalı bir seccade diktim. Kendisine bu seccadeyi uzattığımda memnuniyetle teşekkür edip kabul etti. Onun çok sade bir yaşamı vardı.”
Fransa’da kaldığı esnada evine sık aralıklarla gazeteciler ve misafirler geliyor. Bu durumdan komşuları rahatsız olur endişesiyle İsa (a.s) peygamberin doğum gününe denk gelen gecede komşularına birer paket tatlı ve birer adet çiçek yaptırıp gönderiyor. İmâm’ın kişiliği ile ilgili o kadar çok anekdot var ki, aslında bunlar ayrı başlıklar altında sunulmalı. Biz bu iki örnekle yetinmiş olalım. Yine de İmâm’ın mütevazılığından ve bir peygamber varisi olarak sade yaşamından bir örnek daha vermiş olalım: İslâm Devrimi zafere ulaştığında İmâm’ın ikamet etmesi için Şah’ın saraylarından birini kendisine tahsis edilmesini öneriyorlar. İmâm bu teklif karşısında, “Eğer ben sarayda yaşıyacaksam bu devrimi neden yaptık?” diye cevap veriyor. Ardından kendi önerisini söylüyor: Bana yoksul insanların yaşadığı bir mahallede iki odalı bir ev kiralamanızı istiyorum.” Nitekim öyle yapıyorlar ve İmâm vefat edesiye kadar 50-60 M2’lik iki odalı bir evde kiracı olarak kalıyor. İmâm bu evde ikamet ettiği süre gelen gidenlerden dolayı ev sahibine rahatsızlık veriyor endişesiyle defaatle ev sahibinden helallik istiyor. İmâm vefat ettiğinde belediyeden mal varlığını tespit komisyonu gelip rapor tutuyor: Transistorlu bir radyo, bir adet sepha, iki adet sandalye, gözlük, takke, tespih ve birkaç tane kitap. İşte dünyanın en şanlı devrimini bi iznillah gerçekleştiren bir şahsın mal varlığı!
SSCB’nin Dışişleri Bakanı Şwartznaze o evde bir tahta sandalyede ağırlanmıştı. Belki yadırgayanlar olmuştur, ancak olması gereken oydu. Bu görüşmenin videosunu izlemiştim. İmâm Afganistan işgalini gündeme getirerek azarlayıcı bir üslupla yaptıkları işin yanlışlığını açık açık ibraz ediyor ve derhal Afganistan’dan çıkmalarını söylüyor. Şeartznaze’nin yüz ifadesini bugün gibi hatırlıyorum. Afallamış, şaşkınlık ve büyük bir mahcubiyet içerisindeydi. İmâm üzerine basa basa komünizmin yakın bir gelecekte yıkılacağını söylüyordu. İmâm’ın komünizm ile ilgili görüşleri Avrupa televizyonlarında da gündeme gelmişti. Akabinde komünizm yıkıldığında Avrupa televizyonları “Bunu önceden haber veren ilk kişi İmâm Humeynî olmuştur.” denilerek İmâm’ın ferasetinden övgü ile söz edilmişti. İsviçre’de ikamet ettiğimiz o yıllarda bu tür TV haberlerine defaatle bizzat tanıklığımız oldu. Fakat genel anlamda ifade edecek olursak Batı toplumları seküler bir mantığa sahip oldukları için din adına kurulmuş bir devlete soğuk bakmaktadırlar. Batılılar Hıristiyanlık nezdindeki dinî yönetimden çok çekmişler. Terminolojik olarak “teokrasi” metaforu onlar için negatif bir anlam ifade etmektedir. Elbette ki İslâm eşittir teokrasi değildir. Evet, İslâm’a göre “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.” Fakat bu uygulama insan iradesini, insan fıtratını ortadan kaldıran bir uygulama değildir. Aksine İslâm’ın yönetim anlayışı insan iradesi ve insanın ontolojik yapısıyla motamot uyum içerisindedir. Zira İslâm her şeyden önce fıtrat dinidir. Kozmik âlemdeki namütenahi uyumluluk Allah Teâlâ’nın teklifî yasaları için de söz konusudur. İnsanoğlunun hayattan beklentisine yönelik ve ontolojik gereksinimlerine en uygun kurallar manzumesi Allah Teâlâ’nın şerî yasalarıdır. 40 yıldan beri İran’da uygulanan bundan başkası değildir. Fakat ekonomik ambargolar ve zorunlu olarak yapılan askerî yatırımlar halkın refahını bir türlü olması gereken seviyeye çıkaramamıştır. Bu devrim elbette ki ekmek için, aş için yapılmadı ancak İslâm’ın dünyaya dair en önemli hedeflerinden biri de yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. İslâm, “Bir lokma, bir hırka” dini değildir. “Fakirlik az kalsın küfr olacaktı” diyen bir peygamberin ümmetiyiz. Hayatın kolaylaştırılmasına, yeryüzünün imarına ve her türlü bayındırlık hizmetlerine ilişkin işler biz İslâm ümmetini beklemektedir. Birlikten kuvvet doğar. Bu gerçeği çok iyi bilen İmâm Humeynî bi iznillah yaptığı devrimin şirazesini geniş tutarak mezhep taassubu ile hareket etmedi. Onun söylem ve demeçleri tüm ümmete şamildi. Onun çağrısı ezilen, sönürülen tüm dünya halklarına yönelikti. Bazı mollalar onu mezhep normlarıyla sınırlamak istiyordu. Verdiği fetvalar ta o zamanlar İngiliz Şiîlerini rahatsız ediyordu. Kendisine “Gizli Sünni” diyorlardı. İmâm Şiîsiyle Sünnisiyle İslâm ümmetinin zorunlu vahdetinden söz ederken Amerikancı Sünnilerle İngiliz Şiîleri kahroluyor ve olmadık tezviratlarla İmâm’a ve onun nezdinde İslâm Cumhuriyeti’ne çamur atıyorlardı. Bu ekollerin her ikisinin de finansörü Suud rejimidir.
İmâm’ın bir tek derdi vardı o da Filistin topraklarının Siyonist işgalinden kurtarılması ve ümmetin evrensel birlikteliğini tesis etmesi idi. İmâm, Müslümanların birbirleriyle uğraşması değil, tam tersi birbirleriyle ittihad oluşturması için çaba sarfetmeleri gerektiğini anlatıyordu.
Sonuç olarak İslâm Devrimi’nin 40’ncı yılını idrak ettiğimiz bu günlerde Müslümanlar olarak İmâm’ın bu vasiyetini yerine getirme çabası içerisinde olmalıyız...
1000 km menzilli Dezful füzesi görücüye çıktı
Sipahiler Ordusu Başkomutanı General Muhammed Ali Caferi’nin Hava Uzay Birliği’nin yeraltı fabrikasında katıldığı törende İran’ın 1000 km menzilli Dezful balistik füzesi görücüye çıktı.
Törene Hava Uzay Birliği Komutanı General Emir Ali Hacızade de katıldı.
General Caferi törende yaptığı konuşmada, İslam inkılabının 40. zafer yıldönümü dolaysıyla görücüye çıkan Dezful füzesi “Biz yapabiliriz” şiarını tüm dünyaya gösterdiğini belirtti.
General Caferi, nokta vuruşu yapan füzelerin seri imalatı İran milletinin evlatlarının emekleri ile gerçekleştiğini vurguladı.
Seyyid Hasan Nasrallah:Velayet-i Fakih’e ''Bağlı Olmakla'' Gurur Duyuyoruz
Herkes şunu iyi bilsin ki; İran’a karşı başlatılan savaşta, İran’ı yalnız bırakmayacağız.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, dün yaptığı konuşmada İslam Devrimi'nden sonra İran'ın dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri olduğunu ifade ederken 'İran bölgenin en etkili ülkesidir' dedi.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, İran İslam Devrimi 40. zafer yıldönümü münasebetiyle dün bir konuşma yaptı.
Seyyid Hasan Nasrullah, İran İslam Devrimi zaferinin bölgedeki önemine dikkati çekerek, “İran, günümüzde bölgedeki gelişmelerde rol oynayan güçlü ve etkili bir ülke.
Devrimden önce Muhammed Rıza kendisini İran Şahı olarak biliyordu. O, diktatör biriydi ve despot devletiyle İran halkını kendi dini ve tarihinden uzak tutuyordu. İran Şahı ABD’ye uyuyor ve ülkenin petrolünü onlara veriyordu” dedi.
Nasrullah, “Devrimden önce İran’da 60 bin Amerikalı askeri danışman vardı. Bunların hepsi Amerika ve ırkçı İsrail’e hizmet ederek onlara bedava petrol veriyorlardı. Ama büyük bir din alimi, cesur ve eşsiz bir lider olan İmam Humeyni bu denklemleri değiştirdi” değerlendirmesini yaptı.
İslam Devrimi zaferinden sonra Amerika ve ırkçı İsrail’in İran’dan kovulduğunu belirten Hizbullah lideri, “İran şimdi dünyanın en bağımsız ülkelerinden biridir. İran, ne batı ne doğu ne kuzey ne de güneye bağımlıdır. Bu İran’ın elde ettiği önemli bir kazanım. İran’da bütün dini azınlıklar barış ve huzur içinde yaşıyor” diye konuştu.
Nasrullah açıklamasında ayrıca, İran'a yönelik bir saldırı ve savaş durumunda tek başına kalmayacağının bilinmesi gerektiğini bildirdi.
Seyyid Hasan Nasrallah:Velayet-i Fakih’e ''Bağlı Olmakla'' Gurur Duyuyoruz
Herkes şunu iyi bilsin ki; İran’a karşı başlatılan savaşta, İran’ı yalnız bırakmayacağız.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, dün yaptığı konuşmada İslam Devrimi'nden sonra İran'ın dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri olduğunu ifade ederken 'İran bölgenin en etkili ülkesidir' dedi.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, İran İslam Devrimi 40. zafer yıldönümü münasebetiyle dün bir konuşma yaptı.
Seyyid Hasan Nasrullah, İran İslam Devrimi zaferinin bölgedeki önemine dikkati çekerek, “İran, günümüzde bölgedeki gelişmelerde rol oynayan güçlü ve etkili bir ülke.
Devrimden önce Muhammed Rıza kendisini İran Şahı olarak biliyordu. O, diktatör biriydi ve despot devletiyle İran halkını kendi dini ve tarihinden uzak tutuyordu. İran Şahı ABD’ye uyuyor ve ülkenin petrolünü onlara veriyordu” dedi.
Nasrullah, “Devrimden önce İran’da 60 bin Amerikalı askeri danışman vardı. Bunların hepsi Amerika ve ırkçı İsrail’e hizmet ederek onlara bedava petrol veriyorlardı. Ama büyük bir din alimi, cesur ve eşsiz bir lider olan İmam Humeyni bu denklemleri değiştirdi” değerlendirmesini yaptı.
İslam Devrimi zaferinden sonra Amerika ve ırkçı İsrail’in İran’dan kovulduğunu belirten Hizbullah lideri, “İran şimdi dünyanın en bağımsız ülkelerinden biridir. İran, ne batı ne doğu ne kuzey ne de güneye bağımlıdır. Bu İran’ın elde ettiği önemli bir kazanım. İran’da bütün dini azınlıklar barış ve huzur içinde yaşıyor” diye konuştu.
Nasrullah açıklamasında ayrıca, İran'a yönelik bir saldırı ve savaş durumunda tek başına kalmayacağının bilinmesi gerektiğini bildirdi.
Gizli Şirkten Kurtulma Yolları
Bilmek gerekir ki iki çeşit şirk vardır.
1. İnançta şirk
2. Amelde şirk
Affedilmeyen şirk çeşidi, inançta şirke düşmektir. Zira inançta şirke düşmek, yaratılış düzeninde Allaha ortak koşmak anlamına gelir. Şirkin bu boyutuna, görünen veya aşikâr olan şirk'te denir. Müşriklerin içine düşmüş olduğu şirk, bu guruptan sayılır.
Amelde şirke gelince, bazı Müslümanlar amel ve niyet gibi yaşantılarının farklı boyutlarda şirke düşebilirler. Şirkin bu kısmı Allah tarafından affedilebilecek türdendir. Gizli şirke bulaşmış insan hemen tövbe etmeli ve ihlâslı bir şekilde Allaha yönelmelidir. Bu yönelişin sonucunda insan hem cennetin derecelerinden hak kazanır hem de kendisini cehennem ateşinden kurtarmış olur.
Şirk olma noktasında gizli şirk ile aşikâr olan şirk arasında hiç fark yoktur. Şirkin bütün kısımlarında ( zatta, sıfatta, fiillerde, ibadette ) hem gizli ve hem de aşikâr şirk görülebilir.
Hz. Resulullah (s.a.a) buyuruyor:
Şirk karanlık bir gecede düz bir kayanın üzerinde hareket eden karıncadan daha gizlidir. İnsanın en küçük zulmü sevmesi ve o zulme razı olması veya adalete karşı gelmesi en küçük şirk olarak hesap edilir. Acaba dinin kendisi sadece Allah için sevmek ve Allah için düşman olmak demek değil midir? (1)
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Deki eğer Allah'ı seviyor iseniz, beni takip ediniz, bana uyunuz ki Allah ta sizleri sevsin.
Örneğin günahı ele alırsak;
Günahın kendisi, mevki, makam, para ve şöhret düşkünlüğü vb. bunların hepsi gizli şirkin örneklerindendir. Her günah aslındabir nevi ilahlık iddiasında bulunmaktır. Günah işleyen kişi aslında bu işin Allah tarafından yasaklandığını bildiği halde kendi nefsine teslim olarak, kendi sözünü Allahın emrine tercih etmiş sayılır. Sonuç olarak bu eğilime insan kendi sözünü Allahın emrinden üstün kabul etmiştir denir.
Amelde şirke düşmenin en önemli sebebi, teorideki tevhit inancında gevşek ve ilgisiz davranmaktır. Amelde ki bu şirkten kurtulmanın en sağlam yolu ise insanın teorideki tevhit inancını artırması ve güçlendirmesidir.
Allah ve peygamber ve bu iki makamdan özel izinli insanlar dışındaki, insanlara tabi olmak insanı gizli şirke sürükler. Zira bütün fırka kurucularının kendileri masum olmadıkları için müşrik ve gizli şirke düşmüş insanlardır. Rivayette şöyle nakledilmiştir;
Her kim söylenen söze kulak verirse ( ona itaat ederse) ona tabi olmuştur. Sonuç olarak sözü söyleyen eğer hak söylemiş ise hakka tabi olmuştur ve eğer söylenen söz batıl ise batıla kul olmuştur.
Ve yine rivayette riya gizli şirk olarak tabir edilmiştir. İmam Sadık (a.s) buyurdu ki:
Riya ve gösteriş bir ağaçtır ki meyveleri sadece gizli şirkten ibarettir. Bu ağacın aslı ve kökü nifaktan oluşmuştur. (sefine tul bihar C.1)
Sonuç olarak Allahın emir sahibi karar kılmadığı birisine tabi olmak, riya ve günah gizli şirktir. Mal, makam sevgisi ve aile ve çocuklar… Eğer bunlar Allah için ve İslam çerçevesi ölçülerinde olmaz ise gizli şirkten sayılır. Çünkü Allah Teâlâ kendisine düşman olan hatta kendi ailenizden biri olsa bile onu kendinize dost edinmeyin diye buyurmuştur. Ama eğer insan dünya malı ve makamı İslami buyrukları ihya etmek ve insanlara hizmet için talep eder ve bu yönde kullanıra bu şirk değil tam aksine ibadettir.
Hem inanç hem de amel alanında görülebilen gizli şirk, ekseriyette amel aşamasında daha çok müşahede edilir. Bu nedenle İslam'a göre dünyaya aşırı bağlılık, makam sevgisi, heva ve heveslere düşkünlük ve riya gizli şirk türlerinden sayılmaktadır. Kuran-ı kerim bu konuyu çok güzel bir şekilde beyan etmektedir.
Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? (Furkan 43)
İnsanın hayatta karşılaştığı zorluklar karşısında kendine olan aşırı özgüveni ve bu özgüvenden doğabilecek “bağımsız güç” inancı veya zalim karşısında susup ona teslim olmak gizli şirk için verilebilecek diğer örneklerdendir.
Gizli şirkten kurtulma yolu
Her şeyden önce gizli şirkten kurtulmanın ilk yolu tevhit ilmi ve kısımları hakkında geniş bilgiye sahip olmaktır. Çünkü ilim olmadan hasta olan kalp iyileştirilemez.
İkinci çözüm yolu ise gizli şirkin sınırlarını öğrenip tanıdıktan sonra ameldebu tuzaktan uzak durmaktır. Bu uzak duruş nefis tezkiyesi olmadan mümkün olmaz.
Nefis tezkiyesi ve sabır, gizli şirkten kurtulmak için gereken ve bir bütün halinde uygulandığında fayda sağlayacak en etkili ilaçtır. Bu konuda bazı büyük düşünürler şöyle buyurmuşlardır:
Ölüm anına kadar gizli şirkle mücadele etmek gerekir. Zira kul hangi makamda olursa olsun bu ayetin muhatabı olmuş olur.
Ey inananlar, inanın Allah'a ve Peygamberine…(Nisa 136)
Peygamberlerin tevhide davet noktasında özellikle vurguladıkları, üzerinde ısrarla durdukları konu, Allahın birliğine inanarak gizli ve aleni şirkten temizlenmek olmuştur. Bütün dini emirlerinin merkezinde bu davet ve yasaklama yatmaktadır. İnsanın kul olması, kendini yetiştirmesi ve tevhit makamında belirli bir dereceye ulaşması bunun içindir. Günahtan kurtulma yolları, kendini yetiştirmek ve nefis tezkiyesidir. Ayrıca günahlar için tövbe etmek gizli şirkten kurtulma sebeplerinden sayılmaktadır.
Daha önce de değindiğimiz gibi makam, para ve şahsiyet düşkünlüğü gizli şirkin kıstaslarıdır. Aslında her günah bir nevi rab iddiasında bulunmaktır. Çünkü insan günah işlediği zaman yaptığı fiilin Allah tarafından yasakladığını biliyor ve kendi isteklerini Allahın emirlerinden üstün görerek kendi iradesini Allahın iradesine tercih ediyor.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir noktada her amel ve fiilin, düşüncemizin eseri olduğu gerçeğidir. Tevhit konusunda insan, gerçek ve doğru inançlara sahip olmazsa dünyanın sahte görüşlerine tabii olur. Kâinatta ki tek mutlak güç ve kudret sahibinin sadece Allah olduğuna, en küçük hareketin dahi onun izni olmadan vuku bulmayacağına inanıldığı vakit, gizli şirk tehlikesi ortadan kalkar.
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“ Tevhidin kemali ihlâslı olmaktır.” (Nehc-u Belaga)
İnsan ihlâs ile amel ederse teorideki tevhidin kemaline ulaşmış olur. Hz. Ali (a.s) bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer insan gerçekten Allahın azametini tasavvur edebilse, ondan ayrı olanların varlıkların ne kadar çok hakir olduğunu görecektir. Hatta bu şanı derk edenler ve anlayanlar Allaha ortak koşma yanılgısına dahi düşmeyeceklerdir.”
Sonuç:
Amelde gizli şirke düşmenin en önemli sebebi teorideki tevhit inancındaki yanılgı ve yanlış inanışlardır. İnsan için en büyük tehlike olan gizli şirkten kurtulmanın tek yolu ise teorideki tevhit inancını sağlamlaştırmasıdır.
İlave olarak büyük İslam âlimleri, ahlak kitaplarında gizli şirk ve bu şirkin kalelerini yıkmak için yapılması gerekenleri detaylı bir şekilde ele almışlardır. Özellikle merhum İmam Humeyni'nin” Kırk Hadis Şerhi” ve Molla Ahmet Neragi'nin “Mirac-us Saadet” kitapları müracaat edilecek değerli eserlerdendir.
Ayetullah Cevadi Amuli
[1] Vesaili Şia c16 s25
ehlader
İktidar-40 fuarında Sipahilerin İHA’ları görücüye çıktı
Tahran’da başlayan İktidar-40 adlı askeri fuarda Sipahiler Ordusu’nun en yeni askeri İHA’la görücüye çıktı.
İSK’nın son askeri ve savunma kazanımlarının sergilendiği İktidar-40 fuarı bu sabah Tahran’da açılış yaptı.
Fuarda Sipahiler Ordusu’nun Şahit-129, Muhacir-6 ve Simurg İHA’ları ziyaretçilerin ilgisine sunuldu.
Şahit-129 İHA’sı Sipahiler Ordusu’nun 2 bin km menzilli İHA’larından biri olup 24 saat boyunca yakıt ikmaline ihtiyaç duymaksızın göre yapabiliyor.
Fuarda Sipahiler Ordusu’nun en çok ilgi çek
Batının Planlarına Güvenmeyin
İmam Hamanei, Bilişsel Bilimler ve Teknoloji Araştırma Merkezi görevlilerinin ve bilim adamlarının çabalarını ve bilimsel başarılarını takdir ederek şunları söyledi: "İnsanlığın bilimsel gelişimi ve yaratılış dünyasının garip düzeninin ve şaşırtıcı karmaşıklığının daha çok tanınması için yeni vanaların açılması, insanı ilahi bilgiye daha da yaklaştırdığı için şükür gerektirir."
İmam Hamanei, "Bu ilim vanalarından ve yaratıcı tarafından insanlığa açılan bilimlerden her biri, insan yaşamındaki muazzam ve yeni dönüşümlerin temelidir, böylece onunla ilişkili yeni bilgi ve teknolojilerin gerisinde kalan herhangi bir milletin, geri kalmışlık, zelil olma ve güçler tarafından sömürülmeden başka bir kaderi olmayacaktır." diye hatırlattı.
İmam Hamanei sözlerine şunları ekledi: "Bilim ve bilimsel ilerleme konusundaki tekrarlanan vurgunun nedeni bu konudur, bilim adamları, araştırmacılar ve bilim ve araştırma merkezleri, ülkenin özellikle yeni bilim alanlarındaki bilimsel hareketini hızlandırmaya devam etmelidir."
İmam Ali Hamanei, “Ülkenin bilim alanındaki hareketinin ivmesi yavaşlamadan zirveye ulaşana dek korunup takviye edilmelidir.” ifadelerinde bulundu.
Bu konuda araştırmacılara iki tavsiyede bulunan İmam Hamanei sözlerini şöyle sürdürdü: "Birincisi şu ki bilimsel kalkınma için Batı’nın tüm kabiliyetlerini kullanın ve bu konuda çıraklık yapmaktan asla kaçınmayın, zira biz çıraklık yapmaktan değil her daim çırak kalmaktan nefret ediyoruz."
İmam Hamanei ikinci tavsiyesini ise şöyle açıkladı: "Batı’nın planlarına ve tavsiyelerine asla güvenmeyin ve onlara her zaman tereddütle bakın. Halihazırda bilim alanında en büyük gelişmelere ulaşan Batı, tarih boyunca milletlere karşı en büyük cinayetleri de işlemiştir."
İmam Hamanei, tarihsel örneklere atıfta bulunarak çok zor şartlarda, büyük bilimsel vakıfların temelini atmış bazı ülkelere de değindi.
Son olarak, önceliklerin ve hedeflerin belirlenmesini tavsiye etti ve "Bilişsel bilimin tüm alanlarında önce hedefler belirlenmeli, sonra tasarım ve proje tanımlanmalı ve araştırmacı ve bilim adamının ihtiyarında olmalıdır." dedi.
Hz. Fatıma'nın (s.a) Makamı
Fatıma (s.a) cennet ehli kadınların en üstünüdür...
Hz. Zehra'nın fazileti hakkında Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen rivayet ve hadisler: Eğer gerçekten de bu nurlu cevher ve fazilet örneği Fatıma (a.s) hakkında mevcut olan sahih ve sarih hadislerin tümünü nakletmek istesek bu küçük makaleye sığdıramayız. Ama on iki hadisi nakletmekle yetiniyoruz.
1. Hadis
Peygamber şöyle buyurmuştur: Cennet ehli kadınların en faziletlisi Hüveylid kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma, Muzahim'in kızı ve Firavun'un eşi Asiye ve İmran'ın kızı Meryem'dir. Ehl-i Sünnet'in hadis erbabı ve ravilerinden bir çoğu bu hadisi nakletmişlerdir ki hepsinin adını zikretmek mümkün olmadığından onlardan sadece Ahmed b. Hanbel[1] Ebu Davud, [2] Kasım b. Muhammed[3] gibi meşhur şahsiyetlerin adını vermekle yetiniyoruz.
2. Hadis
Resulullah şöyle buyuruyor: Dünya kadınlarının en hayırlısı dört tanedir: Meryem binti İmran, Asiye binti Mezahim, Hadice biti Hüveylid ve Fatıma binti Muhammed (s.a.a) Bu hadisi, Dünya kadınlarının en hayırlısı cümlesiyle Ehl-i Sünnet'in Ebu Davud ve Abdulvaris b. Süfyan gibi bir çok muteber muhaddisleri, Enes ve Ebu Hureyre'den nakletmişlerdir. [4]
3. Hadis
Peygamber şöyle buyuruyor: Sana dünya kadınlarından Meryem binti İmran, Hatice binti Huveylid, Fatıma binti Muhammed ve Asiye yeter. Bu beyanda da bu dört kadın beşeriyet dünyasının dört örnek şahsiyeti olarak zikredilmiştir. Ehl-i Sünnet alimlerinden bazıları da bu hadisi aynı ibaretler ile nakletmişlerdir. Tirmizi, [5] Ebu Davud ve Şabi, [6] de bu kimselerdendir. Bu üç rivayet ve benzeri rivayetler açık bir şekilde bu faziletli ve iffetli dört kadının, insanlık dünyasının tüm kadınlarından daha üstün ve değerli olduklarına delalet ediyor. Ama bu dördünden hangisinin diğerlerinden daha faziletli ve üstün olduğu beyan edilmemiştir.
Ama Peygamber'in Ehl-i Beytu ve tahir imamlardan nakledilen birçok rivayetler ve mütevatir hadislerden, Peygamber'in (s.a.a) kızı Fatıma'nın onların en faziletlisi olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayetler sarih ve açık olup tevil ve tevcih edilir bir yanı da yoktur. Eğer bu hadis ve rivayetler de olmasaydı, bu büyük kadının üstünlük ve fazileti hakkında onun peygamberlerin en büyüğü olan Hz.Muhammed'in (s.a.a) bedeninin bir parçası olması yeterliydi. Tüm alemde Resulullah'ın eşi ve benzeri olmadığı gibi, dünya kadınları arasında da Hz. Fatıma'nın (a.s) eşi ve benzeri yoktur.
Hz. Fatıma'nın dünya kadınlarının en üstünü ve değerlisi olduğu hususunu Ehl-i Sünnet'in birçok-büyük alimleri de kabul etmişler, birçok araştırmacıları da bunu açıkça beyan etmişlerdir. Bazı araştırmacı alimleri de onların görüşlerini nakletmiştir. Mesela Ehl-i Sünnet'in çağdaş alimlerinden olan Nebhani şöyle diyor: Birçok araştırmacı alimler, Fatıma'nın (a.s) dünya kadınlarının (hatta Hz. Meryem'de dahil) en üstün ve faziletlisi olduğunu söylemişlerdir. Bu alimler arasında Taki Sebeki Celaluddin-i Suyuti, Bedri Zerkeşi ve Taki Mükrizi gibi kimseler de vardır. Sebeki'den bu hususta bir soru sorulunca şöyle demektedir: Biz peygamberin kızı Fatıma'nın en faziletli kadın olduğuna inanıyoruz. İbn-i Ebi Davud'dan da bu hususta bir soru surulunca şöyle dedi: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: Fatıma benim bir parçamdır. Gerçekten de Fatıma eşsiz ve benzeri olmayan biridir.
Manevi de birçok eski ve yeni alimlerden bu konuyu nakletmektedir.
4. Hadis
Sadece Ebu Davud'un İbn-i Abbas'tan naklettiği bir hadiste peygamber güya şöyle buyurmaktadır: Meryem binti İmran'dan sonra cennet ehli kadınların efendisi Fatıma binti Muhammed, Hatice ve Asiye'dir. [7] Bu hadis de bu dört kadınındünya kadınlarının en üstünü olduğunu delalet etmektedir. Ama zahiren Meryem'in Fatıma'dan daha faziletli olduğu istifade edilmektedir. Ama hem sayıları daha çok, hem senedleri daha sağlam ve sahih ve hem de delalet sağlam ve sahih ve vazih olan birçok hadisler bu hadisin tam tersi bir manaya delalet etmektedir. Yani Hz. Zehra'nın Meryem'den de üstün olduğunu beyan etmektedir. O halde bu hadisi terkedip bir kenara bırakmak zorundayız. Üstelik bu hadis şia alimleri tarafından da kabul görmemiş ve nakledilmemiştir.
5. Hadis
Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, El-Cem Beynes Sahiheyn ve El Cem beynes Sihahis kitablarının yazarları, İbn Abdulbir, Muhemmed b. Sa'd ve benzeri kimseler Musa, Ebu Avane, Furas, Amir, Mesruk gibi ravilerin vasıtasıyla Aişe'den şöyle nakletmektedirler. [8] Peygamber bir gün hastalanmıştı, ben de peygamberin diğer hanımlarıyla birlikte O'nun huzurunda idik. Aniden Fatıma içeri girdi. O aynı babası gibi yürüyor ve babası gibi adım atıyordu. Peygamber aziz kızını görünce çok sevinde ve şöyle buyurdu: Aferin kızım! Daha sonra da kızını yanına oturttu ve kulağına yavaş bir şekilde birşeyler söyledi. Hz. Zehra aniden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Peygamber kızını mahzun ve ağlar görünce yine yavaşça kulağına birşeyler söyledi. Fatıma (a.s) bu defa da sevindi ve çok tatlı bir şekilde gülümsedi. Peygamber'in hanımlarından sadece ben ona dedim: Bizim içimizden seni kendisine sır ehli seçmiş ve sen de ağlıyorsun. Aişe diyor ki, Peygamber kalkınca ben Fatıma'ya bunun sırrını sordum. Ama o şöyle buyurdu: Asla! Resulullah'ın sırrını hiç kimseye ifşa etmem. Resulullah vefat ettikten sonra Benim senin üzerine olan hakkım için şimdi o günkü hadiseyi izah et dedim. Hz. Fatıma şöyle buyurdu: Evet şimdi söyleyeceğim. Ben babamın ilk sözlerine ağladım. Babam şöyle buyurdu: Cebrail her yıl bir defa beni ziyarete gelirdi. Ama bu yıl iki defa ziyaret etti. Bu da benim ecelimin yaklaştığını gösteriyor. Takvalı ol ve daima sabırlı olmaya çalış.
Ben senin için en iyi ibret aynasıyım. Bu sözleri duyunca gördüğün gibi şiddetli bir şekilde ağladım. Babam benim üzüldüğümü görünce şöyle buyurdu: Ey Fatıma, acaba mümin kadınların (veya İslam ümmetinin kadınlarının) en üstünü olmak istemez misin? İbn-i Hacer İsabet adlı kitabında ve birçok muhaddisler ise Dünya kadınlarının en üstünü diye nakletmişlerdir. Velhasıl bu yüzde yüz sahih olan hadis, bu büyük kadının fazilet ve üstünlüğüne delalet etmektedir. İbn-i Sad (Tabakat'ta)e benzeri kimselerde bu hadisi Ümmü Seleme'den Cennet ehli kadınların en üstünü şeklinde nakletmişlerdir. [9] Hakeza Aişe'nin Hz. Peygamber'in vefatına dek Hz. Fatıma'dan bu olayın sırrını sormadığı yer almıştır.
6. Hadis
Hz. Zehra biraz rahatsızlanınca peygamber (s.a.a) kızını ziyaret etti, ona kızım nasılsın? diye buyurdu. Hz. Fatıma, Hastayım, yiyecek hiçbir şeyimizin olmayışı beni daha fazla rahatsız erdiyor dedi. Resulullah, Dünya kadınlarının en üstünü olmak istemez misin? diye buyurdu. Hz. Fatıma: Babacığım acaba bu makam Meryem binti İmran'a mahsus değil midir? diye sordu. Resulullah, O kendi zamanındaki kadınların en üstünüydü. Bu arısda ise dünya kadınlarının en üstünü sensin. Allah'a andolsun seni öyle biriyle evlendirdim ki, hem dünyada ve hem de ahirette büyüktür. Bu hadisi rivayet hafızları ve rivayetleri senedleriyle birlikte kaydeden kimseler (Abdulbir İstiab kitabında ve diğerleri) nakletmişlerdir.
7. Hadis
İbn-i Hacer Sevaik adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Ahmed b. Hanbel, Tirmizi, Nizai ve İbn-i Habbân gibi birçok Ehl-i Sünnet alimleri Huzeyfe'den peygamberin kendisine şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Acaba bana şu anda arız olan şu haleti görüyor musun? Şu ana kadar yeryüzüne inmemiş olan bir melek Allah'tan izin aldı ve bana nazil oldu, selam verdikten sonra bana Hasan ve Hüseyin'in cennet gençlerinin efendisi ve Fatıma'nın da cennet ehli kadınların en üstünü olduğunu müjde verdi. İbn-i Habban ve diğerleri de Ebu Hureyre'den peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: Şu ana kadar beni ziyaret etmemiş olan bir gök meleği, Allah'tan izin alarak beni ziyarete geldi ve bana Fatıma'nın İslam ümmetinin kadınlarının en büyüğü olduğunu müjde verdi. [10]
8. Hadis
Abdurrahman b. Ebi Naim [11] ri rivayet ve hadis hafızları da Ebu Said el-Hudri'den Peygamber'in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Fatıma cennet ehli kadınların en üstünüdür.
9. Hadis
Buhari ve Müslim Müsevver'den peygamber'in minberin üzerinde şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: Fatıma benim bir parçamdır. Ona eziyet eden bana eziyet eder ve ona hoş gelmeyen bana da hoş gelmez. [12] Nebhani de Buhari'den Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Fatıma benim bir parçamdır. Onu gazaplandıran şey beni de gazablandırır. Diğer bir rivayette, Onu gazablandıran kimse beni gazablandırmıştır yer almıştır. Cami-üs Sagir adlı kitapta ise şu ibaret ile nakledilmiştir: Fatıma benim bir parçamdır. Onu üzen beni üzer ve onu sevindiren beni sevindirir.
İbn-i Kuteybe El-İmame ves Siyase adlı kitabının evvelinde tasrih etmektedir ki büyük İslam kadını Hz. Fatıma, Ömer ve Ebu Bekir'e şöyle buyurmuştur: Allah için söyleyin peygamber'in şöyle buyurduğunu duymadınız mı?: Fatıma kimden razı olursa ben de ondan razıyım. Fatıma kinden razı olmazsa ben de razı değilim. Onu seven beni sevmiştir. Onu sevindiren beni sevindirmiştir. Onu gazablandıran ise beni gazablandırmıştır. Ömer ve Ebu Bekir Evet, duyduk dediler. Bu hadis İslam önderleri ve tahir imamlardan mütevatir bir şekilde nakledilmiştir. Başka bir rivayet olmasaydı bile Fatıma'nın tüm dünya kadınlarından üstün olduğuna bu bir tek rivayet yeterdi de artardı bile.
Acaba müslümanlar arasında böyle bir makamı olan var mıdır? Resulullah kimin hakkında böyle sözler söylemiştir. Zımnen bu cümlelerden Hz. Fatıma'nın (a.s) masum olduğu da istifade edilmektedir. Zira bu cümleler Hz. Fatıma'nın boş yere gazaplanmadığını, sevinmediğini ve razı olmadığını beyan etmektedir. Nitekim Peygamber de böyle idi. Peygamber (s.a.a) için bu muhtelif haler, heva ve heves üzere vücuda gelmediği gibi Fatıma (a.s) için de sözkonusu değildir. Var olan her şey Allah içindir. Zira eğer Fatıma (a.s) gazablanırsa Peygamber (s.a.a) gazablanmış ve eğer Fatıma sevinirse Peygamber sevinmiştir. Peygamber için kesin ve sabit olan ismet makamı da bundan başka birşey değildir.
10. Hadis
İbn-i Ebi Asım[13] Hz. Ali'den Peygamber'in (s.a.a) Fatıma'ya şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Allah senin gazabın için gazablanır ve rızan için de razı olur. Taberani[14] ve diğerleri de bu hadisi hasen senediyle nakletmişlerdir. Bu hadis de 9. hadis gibi Hz. Fatıma'nın (a.s) masumiyetine ve fazilette üstünlüğüne delalet etmektedir.
11. Hadis
Ahmed b. Hanbel gibi bazı ünlü muhaddisler Ebu Hureyre'den nakletmişlerdir ki[15] Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma'ya bakarak şöyle buyurmuştur: Ben sizinle savaşan kimselerle savaşır ve sizinle barışan kimselerle de barışırım. Tirmizi[16] Zeyd b. Erkam tarikiyle bu hadisi (Elbette az bir farklılıkla) nakletmektedir. Bu hadis de önceki (iki) hadis gibi Hz. Fatıma'nın ismet makamına delalet etmektedir. Şu farkla ki bu hadis Ehl-i Beyt ile savaşan kimselerin küfür üzere olduğunu da beyan etmektedir.
12. Hadis
Muhaddislerden bir çoğu Abdurrahman Ezrak'tan Emir-el Müminin Ali (a.s)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: Birgün yatmış idim ki aniden Resulullah odama girdi. Bu esnada oğlum Hasan ya Hüseyin susadığını söylüyor ve su istiyordu. Resulullah çoktan beri sütü azalan (veya kurumuş) bir koyunu sağdı. Diğer oğlum Hasan Resulullah'ın yanına gitti. Ama hazret onu tutup bir köşeye oturttu. Fatıma bu durumu görünce, Babacığım sen Hüseyin'i daha çok mu seviyorsun? Ona süt verdin ama Hasan'a vermedin! diye sordu. Peygamber şöyle cevab verdi: Hüseyin daha önce susadığını söyledi ve ben de önce onun susuzluğunu giderdim. Daha sonra şöyle buyurdu: Ben, sen, bu çocuklar ve orada yatan (Ali) kıyamette bir yerdi olacağız. [17]
Bu makam ve mevkiye nail olan bu büyük İslam kadınına selat -u selam olsun. Tüm geçmişler ve gelecekler bu yüce makam karşısında saygı ile eğilmeli, ihtiram göstermelidir. Bu Allah'ın istediği kimselere verdiği bir fazlı ve ihsanıdır. Şüphesiz ki Allah büyük bir ihsan sahibidir. Makalenin sonunda da Hz. Fatıma'nın fazilet ve şahsiyeti hususunda Aişe'den nakledilen bir rivayeti aktaralım. Taberani Peygamber'in hanımı Aişe'nin şöyle dediğini naklediyor: Fatıma'dan (babası dışında) daha faziletli birini görmedim. [18]
(Buhari ve Müslim'e göre hadisin senedi sahihdir. Hasıl ki İbn-i Hacer El-İsabe ve Nebhani Eş-Şeref-ul Muebbed kitabı s. 59 sonlarında bunu açıklamışlar.) İbn-i Abdulbir de İbn-i Ebi Umeyr'den söyle naklediyor: Aişe'nin yanına vararak ona şöyle sordum: Peygamber (s.a.a) nezdinde insanların en sevglii olanı kimdi? Aişe, Fatıma idi diye cevap verdi. Ben, Erkeklerden en sevgili olanı kimdi? diye sordum. Eşi Ali idi. [19] diye cevab verdi.
Bureyde de şöyle diyor: Peygamber nezdinde insanların en sevgili olanı kadınlardan Fatıma (a.s) erkeklerden ise Ali (a.s) idi. Yine Aişe şöyle diyor: Fatıma'nın evlatları dışında hiç kimsenin, Fatıma gibi sarih bir lehçe ile konuştuğunu görmedim. Bu hadisi de Abdulbir İstiab kitabında nakletmiştir. Evvelde de, sonra da hamd Allah'a mahsustur. Allah'ın selat-u selamı Muhammed'e (s.a.a) ve aline olsun.
-
[1]Ahmed b. Hanbel Mesned kitabında (1. cüz, s. 293) İbn-i Abbas'tan naklediyor.
[2]- Ebu Davud da İstiab (Hz. Hatice'nin şerh-i halinde) adlı kitabında
[3]- Kasım b. Muhammed de İstiab (Hz. Zehra'nın şerh-i halinde) adlı kitabında nakletmişlerdir.
[4]- Ebu Davud bu hadisi İstiab adlı kitabında Hz. Hatice'nin şerh-i halinde) Enes'ten nakletmiştir. abdulvaris de İstiam (Hz. Hatice ve Zehra'nın şerh-i halinde) adlı kitabında Hureyre'ye istinaden nakletmiştir.
[5]- Nebehani'nin Erbain kitabında (s. 220) Tirmizi'nin Enes'ten naklettiğini yazmıştır. Serrac da yanı şahıstan rivayet etmiştir. (Nitekim İstiab -Hz. Zehra'nın şerh-i hali adlı kitapta yer almıştır.)
[6]- İstiab, Hz. Hatice'nin şerh-i halinde yanı kitapta Zehra'nın şerh-i halinde Ebu Davud ve Şa'bi de Cabir'den nakletmiştir.
[7]- İstiab'dan naklen Hz. Hatice'nin (a.s) şerhi halinde
[8]- Buhari Sahinide 4. cilt s. 64 Melihiyye baskısı, yıl 1332 ve Müslim Sahihinde, 2 Cüz, Hz. Fatıma'nın faziletleri bölümü çeşitli senedlerle Aişe'den nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel müsnedinde 6. cüz, s. 282, Abdulbir istiab'ında (Hz. Zehra'nın şerhi halinde) Muhammed b. Sad da Hz. Zehra'nın şerh-i halinde, Tabakat kitabının 8. cüzünden yine tabakatın 2. clidi Peygamber'in hastalığında buyurduğu hadisler bölümünde nakletmiştir.
[9]- Ebu Ya'lide Hz. Zehra'nın şehr-i halinde ve birçok muhaddislerde Ümmü Seleme'den nakletmiştir.
[10]- Şeref-ul Muebbed (Hz. Zehra'nın şerh-i halinde) adlı kitapta da yer almıştır.
[11]- Nitekim İstiab, Sade vb. kitaplarda Zehra (a.s)'ın şerh-i halinde yer almıştır.
[12]- Buhari ve Müslim kendi sahihlerinde nakletmişlerdir. Esabe vb. kitaplarda da yer almışlardır.
[13]- Esabe kitabında.
[14]- Şeref-ul Muebbed ve benzerleri (Fatıma'nın şerh-i halinde).
[15]- Musned-i İbn-i Hanbel 2. cüz, s. 442
[16]- Tirmizi şu ibaretlerle nakletmiştir: Onlarla savaşanlarla savaşır, barışanlarla barışırım.
[17]- Müsned-i Ahmed, s. 101, 1. cüz.
[18]- Mucem-ul Evset / İbn-i Hacer Esabe kitabında ve Hebehani de Şeref-ul Muebbed adlı kitabında (s. 58), Sahih-i Buhari ve Müslim'den nakletmektedir.
[19]- İstiab kitabı (Zehra (a.s)'ın şerh-i halinde).




















