
کارگر
Tebliğcilerin Savunucusu Olan Melekler
Saffat suresinin tefsirinde cennet ve cehennem ehlinin sıfatlarını açıklayan Ayetullah Cevad Amuli şunları söyledi:
"Saffat suresinin 62. ayetinde Allah şöyle buyuruyor.
"Böyle bir nimete ve ziyafete ermek mi hayırlı, yoksa zakkum ağacından yemek mi daha hayırlı?"
Ayetteki "Nüzul" kelimesi misafire ana yemekten önce sunulan su, şerbet, meyve gibi ikramlar anlamına gelir. Bu ön menüden sonra ana menüye geçilir.
Ana yemek öncesi sunulan ikramlar hem cennet ehli hem de cehennem ehli için geçerlidir. Allah bu nüzulden (ön ikram) sonra herkesin ana yemeği yiyeceği odaların neresi olduğunu açıklar.
Acaba cennet ehli için sunulacak bu ilk ikram mı yoksa cehennem ehlini bekleyen Zakkum ağacından hazırlamış olan ikram mı daha güzeldir?
Zakkum ağacının yaprakları çok kötü kokar. İnsanın bedeni ile temas anında değdiği yerin şişmesine sebep olan akışkan bir öz suyu vardır. Zakkum ağacının çiçeklerinin şeytanın kafasına benzetilir. Allah bu ağacı bir cehennem ağacı olarak tabir eder:
"Şüphe yok ki o, cehennemin dibinden yetişen bir ağaçtır." (Saffat-64)
Onun suyu ateştir ve ateşten beslenir. Bu şaşılacak bir olay değildir. Allah'ın kudreti ve kıyametin gününün çetinliği bizlerin hesabıyla uyuşmaz. Ayetin devamında ise şöyle buyuruluyor:
"Onun tomurcukları, şeytanların başlarına benzer." (Saffat-65)
Bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başlarına benzetilmesi yerinde bir benzetmedir. Çünkü şeytan kötü ve çirkin yüzlü bir varlık olarak tanınmıştır. Cehennem ehli aç ve susuzdur, yemeye ve içmeye ihtiyaçları vardır.
"Derken onlar, onu yerler de karınları şişer. Sonra da içimi bu zakkum gibi acı kaynar sular içerler." (Saffat-66/67)
Diğer bir ayette ise cehennem ehli için sunulacak içeceklerinin kaynar sular olduğunu beyan edilmiştir.
"…Eğer onlar yardım isterlerse, maden eriyiği gibi yüzleri kavurup yakan bir su ile suvarılırlar. O pek de kötü bir içkidir ve pek de kötü bir dayanaktır." (Kehf-29)
Bu suyu ağızlarına yaklaştırdıklarında dudaklarının derileri yanıp dökülür.
Allah bu birkaç ayetinde cehennem ehlini bekleyen ön ikramdan bazılarını açıkladıktan sonra cehennem ehlinin asıl azap yerlerine götürüleceklerini buyuruyor.
"Sonra da dönüp varacakları yer yine cehennemdir." (Saffa-68)
Cehennem ehli dünyadayken yalanladıkları ve putperest atalarının yapmış oldukları yanlışları doğruladıkları için onlara böyle bir ceza verilir.
"… Şüphesiz biz, babalarımızı (bizi terbiye eden âlimlerimizi) bir çmmet (din) üzerinde bulduk ve onların izleri üzerinde (yürüyüp) doğru yolu bulduk." (Zuhruf-22)
Onlar bir şeyi yalanlamak istediklerinde:
"…Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” derler." (Muminun-24)
Babalarından böyle bir şey duymadıkları için duydukları şeye "yanlıştır" diyorlardı. Ve yine babalarının da kendileri gibi yaptığını gördükleri için kendi yaptıklarının "doğru" olduğunu söylüyorlardı. Küfre sapanların bir olayı tasdiklemesi veya yalanlaması tıpkı babalarının fiillerine göreydi.
Kuran, onların babaları hakkında şöyle buyuruyor:
"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiğinde: 'Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyuyoruz' derler. Ya, ataları bir şeyden anlamıyor veya doğru yolu bulamamış idilerse!" (Bakara-170)
Allah, bu iddialara yanıt olarak Saffat suresinde şöyle buyuruyor:
"Onlar atalarını (hakikatten) sapmışlar olarak buldular. Kendileri de, onların izlerinden koşturuluyorlardı." (Saffat-69/70)
Cehennem ehli için vaat edilen bu azapların sebebi babalarını yanlışlık içerisinde buldukları halde onların yolunda gitmekte ısrar etmeleridir.
Âlimler Allah'ın Hüccetlerinden Biridir
Ayetin devamında Allah babalarının yanlış yolunu devam ettirenler için hüccetin tamamlandığını buyuruyor.
"Ve ant olsun ki, onlara nezirler (uyarıcılar) gönderdik." (Saffat-72)
Bu hüccet, bazen bir Peygamber, bazen bir imam veya İmamın naibi bazen de Peygamberin varisi olan bir Âlim olabilir.
Melekler cehennem ehlinin cehenneme gönderildikleri anda şöyle seslenir:
"Size bir korkutucu (uyarıcı) gelmedi mi?"
Meleklerin bu uyarıcıdan maksatları sadece Peygamber veya imama değildir. Zira birçok insan zaman açısından Peygamberi hiç görmedi. Bu korkutuculardan (uyarıcılar) kasıt uyarıcılar) İslam öğretilerini insanlara ulaştıran âlimler ve varislerdir. Daha açık bir ifadeyle meleklerin söylemek istediği şey, "sizin etrafınızda bulunan âlimler, Kuran ve Ehlibeyt'ten öğrendiklerini size ulaştırdıkları halde siz onlara uymadınız" hakikatidir.
Melekler cehennem ehline karşı, tebliğcileri ve onların yapmış olduğu işi savunacaktır. İlim talebelerinin ve âlimlerin, Allah'ın vermiş olduğu bu nimeti kendilerinden almaması için çok şükretmeleri gerekir. çünkü onların yaptıkları dini öğretileri tebliğ işi, meleklerin dikkatini cezbetmekte ve ilgi alanına girmektedir. Bu, öyle hafife alınacak veya kendisi azımsanacak bir vazife değildir.
Ayetullah Cevadi Amuli
Hadi Gelin Biraz da “Velayet-i Fakih”i Eleştirelim!
Öncelikle konunun zorluğu ve nezaketini itiraf ederek besmeleyi açıktan çekelim: Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınalım: Euzubillahimineşşeytanirracim.
Besbelli ki uzun bir evveliyatı olmasına karşın genelde İran’da son iki dönemdir yaşanan siyasi gelişme ve rekabetin özelde ise Aralık ayı sonunda başlayıp Ocak ayının ilk haftası boyunca hem İran ve hem de dünya gündeminin ilk sırasına konan (ekonomik sıkıntıları protesto kastı ile masumane başlayıp kirli ellerin müdahalesi ile mecrasından kopup emperyalist ve siyonist bir kalkışma girişimine dönüşen)olayların tetiklemesi ile gerek İran iç siyasetinde ve gerekse diğer coğrafyalardaki İslam İnkılab’ına gönül vermişler arasında yeni tartışma başlıkları açıldığını müşahede ediyoruz.
Bazı etkinlikler ve özellikle sosyal medya ortamında açığa çıkan bu yeni müzakere ortamında şahsen benim açımdan en çarpıcı en şaşırtıcı en sürpriz başlık; “Acaba tüm bu olup bitenlerde Velayet-i Fakih’inde hatası var mı? O eleştirilemez mi?” başlığı.
Esasında Türkiye’de uzun zamandır bir damar, art bir niyetle “Rehber Hamaney’in “Velayet-i Fakih” makamına hak etmeksizin ve usulsüzce geldiği ve zamanla bir dikta oluşturduğu” mealindeki görüşü ısıta soğuta her zaman gündemde tutmaya çalışmakta. Benim kanaatimce bu cenah açıktan yapamadıkları İslam İnkılabı karşıtlığı (belki de düşmanlığını) böyle bir örtü altından yürütmekte.
Ancak bahsi geçen yeni tartışma “İnkılapçılık, samimiyet, fedakarlık, bilgi birikim, düzey ve derinlik”leri konusunda üzerlerine şüphe gölgesi düşmemiş dostlar arasında yürümekte. Doğal olarak bu durum tartışmayı hem daha ilgi çekici hale getirmekte ancak hem de ilginç bir garabet açığa çıkartmakta.
Başlığı açan dostlar (benim anladığım) şu iddianın sahibiler: “İslam İnkılabı son yıllarda özellikle de Ruhani Hükümeti eliyle belli bir sapma yaşamakta. Ruhani Hükümeti, açıktan ve gizliden yaptığı icraat ve antlaşmalarla “Amerika ve dolaylı olarak İsrail ile” antlaşma ve uzlaşma peşinde. İslam İnkılabı’nı pek çok alanda raydan çıkartmış durumda. Rehber Hamaney’in sözlerine kulak asmıyorlar ve hatta O’nu gizliden ve açıktan eleştirerek (ki gerçekten Ruhani son kalkışmanın ardından bile eleştiriye devam etmeliyiz; “kimse eleştirilmez değil!” diyerekten çok ilginç bir çıkış yaptı.) şahsını ve makamını itibarsızlaştırma söylem ve eylemlerinde bulunuyorlar… Hal böyle iken Rehber Hamaney’in bunların yaptıklarına müdahil olmaması, hükümetin yolsuzluk ve usulsüzlük yaptığı aşikar olan üyelerini azletmiyor olması, seçim döneminde İnkılabın en samimi evladı olan Ahmedinejad’ın haksızlığa uğramasına göz yummuş olması gibi durumlar bir hatadır. Ve bizler bu hataları yüksek sesle söyleyip eleştirmeliyiz ki …”
“Kardeşim bunca konu bunca başlık arasından niçin böyle netameli bir girdap hükmündeki bu başlığa yöneldiniz?” sorusuna da: “İslam inkılabı’na gönül vermiş Türkiyeli Müslümanlar bir ütopya da bir rüya da yaşıyorlar. Onların İnkılabı ile gerçekte olan İnkılab aynı değil. Gelecekte tam bir şok yaşamamaları için biz İslam İnkılabı’na gönül vermiş Türkiyeli Müslümanları rüyadan uyandırma ütopyadan realiteye döndürme amacındayız” şeklinde cevap veriyorlar.
Bu görüşe karşı doğal olarak söylenen ilk cümleler; “Sizin düşünüp müşahede ettiğiniz bu durumları nasıl oluyor da “Velayet-i Fakih” düşünüp müşahede edemiyor? Nasıl oluyor da geride bıraktığı hayatı; yüce ve yüksek ilim, irfan, ahlak, siyaset, basiret ve ferasetinin delili olan Rehber, elinin altında devlet imkan ve kabiliyeti, çevresinde bilge, fakih ve uzman erişimi olmasına rağmen teşhis ve tespit edemiyor da bu imkan ve kabiliyetlerden yoksun insanlar bu açık ve gedikleri görebiliyor?” şeklinde oluyor.
Bu noktada dostlar beş argümanla (kendilerince) görüşlerini temellendirip teorilerini ortaya koyuyorlar. Birinci olarak şöyle diyorlar: “Velayet-i Fakih’e tabi olmak, düşünmemek ve kendi öz düşüncesini ortaya koymamak mıdır?” İkinci olarak: “Bir kişi hiç düşünmeden, fikir ortaya koymadan mı Velayet-i Fakih’e yardım etmiş olur yoksa eleştirip hataları gösterip fikir üreterek mi?” Üçüncü olarak: “Bazı konularda Velayet-i Fakih’ten ayrı ve farklı düşünüyor ve bazı görüşlere eleştiri getiriyor olmamızın ne mahzuru var? Zaten pek çok kişi, kurum (hükümetler, reisler ve diğer yöneticiler) pratikte Rehber’in dediğinin dışında davranarak bizim dediğimiz şeyi pratikte ortaya koyuyorlar.” Dördüncü madde olarak ta: “Velayet-i Fakih makamı ile Rehber’in şahsı aynı şey değildir. Esas olan makamdır. Bizler esas olarak makamı korumalıyız.” Dedikten sonra beşinci ve son olarak ta: “Bizim eleştiri yapıp düşünce serdetmemiz öneri ve yardım kabilindendir eğer Rehber bir konuda kanaat bildirirse artık herkes gibi bizim için de bağlayıcıdır.” şeklinde görüşlerini beyan ediyorlar.
Şu ana kadar tartışmanın gündeme geliş serüveni ile başlık sahiplerinin görüşlerini ana çerçevesi ile resmedip net bir fotoğraf ortaya koymaya çalıştım. Şimdi ise bu başlık ile ilgili olarak kendi görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
1- Bir tartışmanın sağlıklı yürüyebilmesi, verimli ve pozitif bir maslahat doğurması için öncelikle şu dört şartın uygun olması gerekir ki, bu şartlar: “Zemin, zaman, üslup ve yöntem”dir. Ayrıca beşinci olarak ta “görüş beyan edecek şahsiyetler”in ehil olması gerekir. İslam İnkılabı’nın emperyalizm ve siyonizm ile olan mücadelesinin zirve noktaya vardığı, düşmanın içeride ve dışarıda her türden imkan ve kozunu harekete geçirdiği, gerek İslam İnkılabı içerisinde ve gerekse genel olarak İslam ümmeti bazında “vahdet” ihtiyacının hayati bir konuma geldiği zaman ve zeminde böylesine nazik, netameli, kırılgan ve istismara açık bir konu başlığının tartışmaya açılmış olmasının doğuracağı sakıncaları öngörmek için allame olmaya gerek yoktur.
2- Bazı konuların tartışılması belirli bir bilgi birikimi, kültürel ve entelektüel derinlik ister. Bu özellikleri dolayısıyla İran’da süren bir tartışmanın aynıyla Türkiye’ye taşınması mutlak bir hatadır. Orada mevcut olan dinsel ve kültürel yapılanma ve bu tür tartışmaların geriye doğru derinliği ile Türkiye’de ki gerçeklik birbirinden fersah fersah farklıdır. Bu vesile ile İran’da tarafların kullandığı argümanları aynıyla bu yana taşımak, orada söylenen sözleri yazılan yazıları tercüme ederek bu yanda tekrarlamak faydasız olmanın ötesinde pek çok sakıncayı bünyesinde barındıran bir girişimdir. Bahsettiğimiz bilgi birikimi, kültürel ve entelektüel derinlik dolayısıyla belli bir coğrafya da normal karşılanacak hatta pek çok yarar açığa çıkarabilecek bir tartışma başka bir coğrafya da tedavisi yıllar alacak yaralara sebebiyet verebilir.
3- “İnsan” olmanın belirleyici şartı “akıl”dır ve “akıl”ın nişanesi de düşünmektir. “Aklı” olmayanın ne dini ne de sorumluluğu vardır. Ancak aklın kendisi bize düşünülen her şeyi her ortamda “maslahat” gözetmeksizin paylaşmanın “akıllıca bir iş” olmadığını söyler. Yine akıl bize der ki, aklettiğin her şeyi ürettiğin her düşünceyi “eleştirel” olarak serdetmene de gerek yoktur. Zira “Söz var kestire başı, söz var kese savaşı”.
4- Velayet-i Fakih’e eleştirel olarak yaklaşmayanları veya bu yaklaşımı sakıncalı bulanları “maslahatcılık” ile tanımlama da kanaatimce doğru bir tespit değildir. Zira künhü itibariyle “maslahat” kötü bir şey değildir ki! Habiloğullarının Kabiloğullarına karşı verdiği binlerce yıllık mücadelede pek çok kazanım, doğru yerde doğru zamanda ve doğru şekilde maslahat gözetilme ile elde edilmiştir. Eğer “şahsi (veya grup) çıkar, menfaat, imkan, makam… kısacası süfli emeller için “hak” karşısında bir maslahat gözetilmesi varsa bu besbelli ki kötüdür. Ancak İslami ve insani değerler için mustazaflar cephesinin kazanımları için maslahat gözetilmesinin ne sakıncası olabilir ki? Hatta bu türden bir maslahat gözetme sakınca olmak bir yana aklın gereğidir ve ayrıca fazilettir de.
5- İslam İnkılabı, bir sınır ve coğrafya ile tanımlanmaktan öte bir olgu ve gerçekliktir. O tüm dünya mazlum ve mustazaflarını kuşatan (en azından bu iddia ve ümitte olan) bir inkılaptır. Ancak bugün bir merkezinin bir yönetiminin varlığı ile belli sınırlar içerisinde esasını ortaya koyuyor olması da bir realitedir. Dolayısıyla İslam İnkılabı’nın iç olayları/siyaseti sadece belli bir sınırlar içerisinde olanları değil dünyanın her neresinde olursa olsun tüm mazlum ve mustazafları (belli bir noktaya kadar) ilgilendirir. Ancak burada sapla samanı birbirine karıştırmamalıyız. Belli sınırlar içerisindeki insanlar bu olayların bizatihi bir parçası olduklarından olaylar karşısındaki tavır ve ilgileri çok dakik, müdahaleci ve pratik olmalıdır. Bu sınırlar dışında kalıp, İnkılap iç siyasetinin bir parçası olmaktan uzak ve olaylara bir dahli olamayacakların ise olaylar karşısındaki tavrı bütüncül ve tamamıyla Velayet-i fakih eksenli olmalıdır.
6- Türkiye’de “ İslam İnkılabı ve Direniş Ekseni”ne gönül vermiş insanların kahir ekseriyeti uzun uzun fıkhi, itikadi araştırmalar, müzakereler ve araştırmalar yapıp madde madde “Velayet-i Fakih” teorisi ve fıkhını araştırarak bu noktaya varmış değillerdir. Besbelli ki herkesin kendine özgü deneyim ve bir değişim yolu olmakla beraber bu insanların neredeyse tamamı “bütüncül bir siyasi, ve dini bakış açısı” ile oldukları noktaya varıyorlar. İç siyasetin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmek, Velayet-i Fakih’in şahsı veya makamı üzerinde tartışmalar yürütmek, acziyet ve zaaf noktalarını öncelemek tüm İnkılapçı çevrelerde gereksiz ve sakıncalı bir sarsıntı açığa çıkarmaktır. Bu durum, Allah korusun henüz değişimlerinin ilk aşamalarında olan veya henüz bazı konuları künhü ile kavrayamamış İslam inkılabı gönüldaşlarını bulundukları yerden çok uzaklara savurup farklı yollara mecbur etme tehdidini de içinde barındırmaktadır. Hatta bir adım daha atıp şunu söylemeyi de tarih karşısında bir görev kabul ediyorum: “Türkiye’de yürütülecek bu kadar detaycı, hesaplaşıcı ve kınayıcı bir yaklaşımın insanları sadece İslam İnkılabı’ndan değil Ehl-i Beyt Mektebi’nden de uzaklaştırma riski tepe noktadadır.! Biz “insanları rüyadan uyandıracağız” diye yola çıkanlar, tüm inkılapçı çevreleri bir “kabusa mahkum ediyor” olabileceklerini de hesap etmeliler.
7- Aşağıdan yukarıya doğru baktığımızda eksiklik, hata, acziyet ve zaaf olarak gördüğümüz olay ve olguların yukarıdan aşağıya doğru bakıldığında tam olarak nereye oturduğu ve neye tekabül ettiğini araştırıp analiz etme de aklın bir ilkesidir. İnsanlık tarihinin en barbar ve aynı zamanda sömürdüğü kitleler tarafından en çok sevilen sömürgeci imparatorluğu olan modern zamanların Babil’i Büyük Şeytan Amerika’nın öncülük ettiği küresel sulta sisteminin içeride ve dışarıda bin bir uşak, yandaş ve paydaşı ile mücadele ederek İslam İnkılabı gemisini kırkıncı yıl arifesine ulaştırmış; onun etkinlik ve ilkelerini tüm bölgeye hatta yerkürenin pek çok noktasına ulaştırmış bir Velayet-i Fakih’i değerlendiriyorken iki kez düşünüyor olmamız gerekmez mi?
8- İslam İnkılabı Rehberi’nin (Velayet-i Fakih’in) anayasaya göre “Bilgeler (Hubregan) Meclisi” tarafından seçiliyor, denetleniyor ve gerektiğinde azledilebiliyor olması O’nun zaten “mutlak masum” olmadığı ve eleştirilebilir olduğunun delilidir. Ancak bunu kim, nerede, ne zaman ve nasıl yapacak? Herkes mi? Her yerde mi? Her zaman mı? Tüm katmanlar tüm çevreler, yatay ve dikey tüm hareketler her yerde her zaman ve her şartta hiçbir maslahat gözetmeden eleştiri mi yöneltecekler Velayet-i Fakih’e? Bırakın böyle bir İnkılab’ı böyle şartlarda bir “dernek” bile hayatta kalabilir mi? İkinci olarak Velayet-i Fakih’in ekonomiden sanata, kültürden spora, askeriyeden akademiye pek çok alanda danışmanları var ki, bu danışmanların rapor ve sunumları da bir yönü ile yönlendirmedir. Ancak her rapor ve sunumun zatında bilimsel ve İslami özellikler zorunlu bir gereksinim olduğu gibi bunların pratize edilmesinde kullanılan yöntemlerin belli adab, ahlak ve nezaketi taşıyor olması da mutlak bir mecburiyet değil midir?
9- Tüm bu yazdıklarımızın manası olup biten olumsuzlukları, zaafları, hataları, yanlışları, cehaletten veya kasten işlenmiş ihanetlerin üzerlerini örtelim görmezden gelelim değildir. Tüm dünya küfrünün hedefinde olan bir buçuk milyon kilometrekare toprak üzerinde seksen beş milyonluk nüfustan müteşekkil bir ülke de hükümet adamları, bürokrat ve diplomatların gaflet veya bilinç ile işledikleri nice hataların mevcudiyetini tartışmaya bile gerek yoktur. Esas olan bu durumun başka toplumlara nasıl aktarılacağı ve aktarımdan ne beklendiğidir.
10- Tartışmanın tüm taraflarının ortak kabulü olan “İslam İnkılabı” tüm tarih sürecinin bu denli halka ve hakka dayalı yegane kurtarılmış zaman ve mekanıdır. Onun yüce Rehberi (Velayet-i Fakih)’te modern insana Allah’ın yüce bir lütfudur. O’nun şahsı ve makamını zayıflatarak yol almamız; ittifak, ittihat ve terakkimiz mümkün değildir. Dünya mazlum ve mustazaflarının yegane kurtuluş yolu Velayet-i Fakih’in adımlarını takip etmektedir.
Bu makalenin hayır ve bereketlere sebebiyet vermesi temennisi ile hepinizi selamlıyorum.
(NOT 1: Siz aziz okuyucularımdan yorumlarınızla bu konuya katkı vermenizi istirham ediyorum.
NOT 2: Sıkılmadan okumuş ve makalenin bu noktasına ulaşmış okurlara konu ile ilgili üç kitap önerisinde bulunmak istiyorum:
a) İmam Humeyni; İslam’da Devlet, Objektif Yayınları
b) Abdullah Cevad AMULİ; Kur’an ve Rivayetlerde VELAYET, Önsöz Yayıncılık
c) Sabahaddin TÜRKYILMAZ; Velayet-i Fakih, Rast Yayınları)
Muntazar Musavi / Rasthaber
Ayetullah Hamanei, Filistin Ve Direnişe Destekte Öncüdür
HAMAS Sözcüsü; İran'ın direniş ve Filistin halkının haklarını savunmakta ön safta olurken, bazı Arap rejimlerinin Siyonist rejim ile ilişkileri normalleştirmeye can attığına tanıklık ettiklerini esefle dile getirdi.
Son günlerde Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye, İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei'ye gönderdiği mektupta, İran halkı ve İslam İnkılabı Rehberi'nin direniş hareketine desteği ve yönlendirmelerinden dolayı teşekkür etti. Uzmanlar, Haniye'nin mektubunun oldukça önemli olduğuna vurgu yapıyor.
Bu bağlamda, HAMAS Sözcüsü Meşir Mısri, Tesnim'e değerlendirmelerde bulundu.
HAMAS'ın kıdemli üyelerinden Mısri önce Filistin İslami Direniş Hareketi'nin İran ile ilişkisi ve HAMAS Lideri'nin İslam İnkılabı Rehberi'ne mektubuna işaretle şöyle ifade etti: Bu mektupta, İran'ın Filistin meselesine desteği ve Kudüs ve Filistin'e karşı küresel komployla mücadeledeki rolünü vurgu yapıldı. Öte yandan, Trump'ın Kudüs aleyhindeki kararı, mektubunun önemini daha da arttırmıştır. Ayrıca bu mektup, İran İslam Cumhuriyeti'ne Filistin ve cesurca direnişimize destek çabalarından dolayı teşekkür mektubudur. İran, direniş ve Filistin halkının haklarını ön safta savunuyor. HAMAS bu mektubu İslam İnkılabı Rehberi'ne göndermekle, İran'ın Filistin'e desteğini takdir ederek, bu rolünün Siyonist düşman karşısında Filisitn halkının direnişinin arttırılması için güçlendirilmesini istemiştir."
Ayetullah Hamanei'nin Filistin meselesine yönelik açıklamaları ve girişimleri ile ilgili olarak HAMAS Sözcüsü şöyle konuştu: İslam İnkılabı Rehberi ve İran'ın Filistin meselesine destek ve direnişi takviye etmekte öncü olduklarına inanıyorum. Filistin meselesi tüm Arap ve İslam ümmetine aittir ve herkes kendi sorumluluğunu yerine getirmeli, çünkü Filistin direnişi tüm İslam ümmeti için stratejik tehlike olan Siyonist düşmana karşı savaşıyor. İran direnişin yanında durarak, büyük rol ifa ediyor."
HAMAS'ın kıdemli üyesi Mısıri sözlerinin devamında Bazı Arap yöneticilerinin Filistin ülkesine Siyonist rejim ile ilişkilerini normalleştirme yoluyla ihanet ettiğini belirterek, tüm Arap ve İslam ülkelerinin ABD Başkanı'nın Kudüs kararı ve Siyonist işgalcilerin karşısında birlik olup, durmaları gerektiğinin altını çizdi. Filistin Özerk Teşkilatı'nın da Filistinli grupların Siyonistlere karşı mücadelesindeki engellerden biri olduğunu kaydetti.
Haniye’nin İmam Hamanei’ye Mektubunun Ayrıntıları
Hamas’ın yeniden İran’a yönelmesi, bölgede Amerika ve Siyonist Rejim’le aynı doğrultuda olan ülkelerin politikalarının başarısızlığı anlamına gelmektedir.
Kudüs’ün Amerika tarafından resmi olarak Siyonist Rejimin başkenti tanınmasının ardından, Filistin’de yaşanan gelişmelerde değişimlere şahit olduk. Bu değişimlerden biri de Filistinlilerin Amerika’dan umutlarını yitirmeleri ve Filistin alanında etkili diğer güçlere doğru yönelmeleridir. Filistinliler Çin’den, uzlaşı müzakerelerinde Amerika’nın yerine geçmesini istemiş ama Pekin bu talebe olumlu yanıt vermemiştir.
Aynı zamanda Filistinlilerin uzun bir süredir Avrupalıların siyasi tutumlarını ve düşüncelerini bilmeleri, onların Avrupalılardan pek de umutlanmamalarına neden olmuştur ama yine de Filistinli politikacılar Avrupa’yı Siyonist Rejime baskı uygulamak için kullanmakta ama Avrupalıların uzlaşı müzakerelerinde uygun bir aracı olamayacağını da çok iyi bilmektedirler.
Filistinlilerin Batı Asya’da yaşanan gelişmeler alanındaki yaklaşık 70 yıllık varlığı, onları bölgedeki aktif oyunculardan biri haline getirmiştir ve onlar, bölge ve dünyadaki olayları ve gelişmeleri çok iyi bir şekilde teşhis etmektedirler. Şimdi ise Filistinliler, Amerika’nın Batı Asya konularına verdiği önemin azaldığını anladılar.
Beyaz Saray politikacılarının bölgedeki yanlış tutum ve davranışları, Amerika’dan nefreti arttırmış ve Washington’un etki gücünü azaltmıştır. Diğer yandan, Direniş Ekseninin mazlum halkların haklarını desteklemesi, bu eksenin Batı Asya ve İslam Dünyasında güçlenmesine neden olmuştur. Rusya da Direniş Eksenin yanında yer alarak, bölge ülkelerinin dikkatini çekmiştir.
Bugün, Direniş Ekseni ve Rusya’nın Batı Asya’daki gelişmelerdeki rolü, geçmişe oranla daha da artmıştır. Öyle ki, ülkeler bölgedeki krizlerin çözümü için onlara başvurmaktadır. Bu bağlamda, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Filistinlilerin Siyonist Rejimle barış süreci hakkında Kremlin yetkilileriyle görüşmek için gelecek ay Rusya’ya gidecektir.
Bazı analistler, Rusya’nın Amerika’nın bölgedeki rakibi olarak bilinmesi nedeniyle, Mahmud Abbas’ın Moskova’ya ziyaretinin Beyaz Saray’a baskı yapmak için olabileceğini düşünüyorlar.
Bu yaklaşımın doğruluğunu ya da yanlışlığını dikkate almadan, Filistinli politikacıların kendilerini Rusya ve Direniş Eksenine yakınlaştırmak için adımlar attığı söylenebilir. Bunlardan biri de HAMAS Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye'nin İslam İnkılabı Rehberi’ne gönderdiği son mektuptur.
İsmail Haniye mektubunda, müstekbirlerin Kudüs ve Filistin halkına karşı büyük komplosunun boyutlarına değinerek, İran halkının desteklerinden ve İslam İnkılabı Rehberinin Direniş Hareketine olan yönlendirmelerinden dolayı teşekkür etti ve şu ifadelerde bulundu: ‘Halkın Batı Şeria ve Kudüs’teki İntifadası, zamanın tağutu Trump’ın ve uzak ve yakın başkentlerdeki nifak hükümdarlarının Filistin meselesini ortadan kaldırma komplolarını Allah’ın izni ile etkisiz kılacaktır.
Bu mektup birkaç açıdan üzerinde durulması gereken bir mektuptur;
Suriye’deki gelişmeler, bazı bölgesel politikalar ve bazı Hamas yetkililerinin onlarla bir olması, bu hareket ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerde kopukluğa neden oldu. Hamas’ın Filistin Yönetimi ile aynı yönde hareket etmesi, Gazze Şeridindeki kuşatmayı kaldıramadı. Siyonist Rejim uzmanlarının ifadesine göre, Gazze Şeridi’ndeki ekonomi tamamen çökmek üzeredir ama Hamas’ın ve Filistin halkının itirazlarını duyacak bir kulak yoktur. Hamas’ın Filistin Yönetimi ile aynı yönde hareket ettiği bu birkaç yıl içerisinde, Gazze Şeridinde yaşayanların durumları düzelmediği gibi, Filistin askerlerinin silahlarının sessizliği, Siyonist Rejime, Batı Şeria, Ürdün nehri ve Kudüs’te yerleşke yapmaya devam etme fırsatı vermiştir. Küstahlık öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, Amerika Kudüs’ü resmi olarak Siyonist Rejimin başkenti tanımıştır. Bu konular, Hamas’ın politikalarını ve duruşlarını yeniden gözden geçirmesine ve Direniş Eksenine yönelmesine neden olmuştur.
Haniye’nin mektubunda İntifada konusuna değinildi. Bu durum, Hamas’ın İntifadayı Siyonist Rejim karşısında ve Kudüs’ü savunmada etkin bir şekilde kullandığını gösteriyor. Aynı zamanda Filistin içindeki ortam öyle bir durumdadır ki, bu topraklarda yaşayanlar her an İntifadaya hazırlar ve sadece bu halk devriminin desteklenmesi yeterli.
Siyonist Rejim, Filistinlilerin İntifadasının sonuçlarını çok iyi anlıyor. İkinci İntifada alevlenmeden önce, Siyonist Rejimin ekonomik büyümesi yüzde 6’nın üstündeydi ama bu intifadanın sonunda, Siyonist Rejimin ekonomik büyümesi eksi 6 oldu. Bu eskiler, Tel Aviv’e yönelen güvenlik ve siyasi maliyetlerdir. Her halükârda, eğer Filistin’de üçüncü İntifada ateşi alevlenirse, Siyonist Rejim ikinci İntifadadan daha kötü sonuçlara hazırlıklı olmalıdır.
Hamas’ın yeniden İran’a yönelmesi, Amerika ve Siyonist Rejim ile aynı doğrultuda hareket eden ülkelerin politikalarının başarısızlığı anlamına gelmektedir. Çünkü onlar bu hareketi İran’dan uzaklaştırarak, özellikle Filistin’deki gelişmeler olmak üzere Tahran’ın bölgesel gücünü azaltmak istiyorlardı. Ama Batı Asya’daki gelişmelerin seyri, başka gerçekleri ortaya koydu ve onların planını suya düşürdü.
Genel anlamda Hamas’ın Tahran’a yaklaşımı olumlu olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar bazı siyasi gözlemciler, Filistinlilerin Direniş Ekseni ve Rusya’ya yönelmesinin taktik olduğunu düşünseler de Hamas Hareketi liderlerinden Doktor İsmail Rıdvan, bu hareketin İran ile olan ilişkisini stratejik olarak görüyor. Şimdi Direniş Eksenin eline, birlikte meşverette bulunarak Filistinlilerin kaybedilen haklarını yeniden canlandırmak için kapsamlı bir program hazırlayıp, sunma fırsatı geçmiştir.’
İslami Vahdet ve İmam Humeyni
Yaşadığı çağda İslam ümmetini vahdete çağıran bir kimsenin tutum ve anlayışını tespit edip, tanımlamak, büyük önem taşımaktadır. Nitekim İmam Humeyni İslam beldelerinden birinde bu temel ilke uyarınca ilahi bir düzen kurup, bu yolun yolcularına güvenli bir çığır açmıştır.
Beşeriyetin ilahi fıtratı, tevhide dayalıdır. Art niyetlere, egoya ve şeytani eğilimlere yakalanmamış insanda, bütün hayat devrelerinde aklı olarak bu ilahi fıtrat üzerine durum değerlendirmesi yapıp, ilerlemiştir. Nitekim sağlam ve fıtri insan daima çekişme ve çatışmaları, tefrika ve dağınıklığı insan topluluklarını tehdit eden, kendi kendini gelişimden alıkoyan ve süflileştiren bir kaynak olarak nitelendirmiştir. İlahi enbiya Adem'den Hatemü'l Enbiya'ya (saa) kadar bütün peygamberler daima insanları tevhide çağırıp, onları şirk, ikilem ve üçleme nifak ve çekişmelerden sakındırmışlardır.
Tevhid anlayışı, İslam'la Küfr'ün nihai sınırı sayılır. İslam'ın bütün felsefi, irfani, ahlaki, kelami, eğitimsel ekol ve yönelişlerinde varlık alemindeki vahdetçi anlayışı vurgulayıp, tevhid ve vahdet anlayışını kendi düşünce yapılarının ayrılmaz parçası olarak nitelendirmiş bulunuyorlar. Alim ve bilginlerin de vurguladıkları gibi, beşeri toplumda hakiki vahdete yöneliş, tevhid inancının cilveleri ve yansımalarından biridir. Buna karşılık, çoğulcu anlayış, maddecilik ve şirkin bariz özelliğidir. Kuran-ı Kerim'de 'Ümmet-i Vahide'yi oluşturmak, Seyri ilallah'ın gerçek yolunda ilerleme anlamındadır.
"Gerçek şu ki; sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz." Enbiya/92
Tarih boyunca bütün biçimleri ve düzeyleriyle Hak ve Batıl daima tevhid ile şirk anlayışı ve yönelişi biçiminde kendini göstermiştir. İmam Humeyni de buyuruyor ki;
“Tefrika Şeytan'dan ve ittihat Rahman'dandır.”
Uluslararası kuruluşlar, her ne kadar kuruluş ilkesi ve amaçlarını milletlerle devletleri birliğe çağırma, gerginliği ve çatışmayı azaltıp, engelleme olarak ilan ettikleri halde, bu felsefi anlayışlarını pratikte gerçekleştirememiş bulunuyorlar. Çünkü, bu uluslararası kuruluşlar tefrika, savaş, kriz çıkaran süper güçlerin hizmetine geçip, onların maşasına dönüşmüş bulunuyorlar. Geçen on yıllarda çeşitli güç odakları, yüzlerce birlik, pakt, işbirliği anlaşması, devletler birliği, ideolojik ve siyasi bloklar oluşturdular. Bunların propagandasını yaparak dünya milletleri ve topluluklarda büyük beklentiler ve ümitler yarattılar. Fakat bu kurum ve kuruluşlarla paktlar hiçbir etkinlik göstermeden çöküp, gittiler ve de gerginliklerle krizleri de çözemediler. Uzun bir süreden beri, İslam toplumlarında, İslam ülkeleri ve Müslümanların vahdet ve birliğinden söz ediliyor. İslam beldelerinde bir çok siyasi grup, parti veya şahıs, İslami birlik sloganıyla iktidar olup, hüküm sürüyor. Yüzlerce kitap ve makale İslami vahdet üzerine yazılıyor. Konuşmacılar, hatip ve bilginlerle yazarlar birlik ve vahdetten söz ediyorlar. Fakat pratikte yapıcı, müspet ve belirgin bir vahdet süreci için adım atılmıyor. Bana göre, başarısızlık ve beceriksizliklerin kökenine edilmek gerekir. Çünkü bu ilkeleri tespit etmeden bütün birlik çağrıları boşa çıkacaktır.
Bize göre, bu kuruluşların asıl malzemesi olan yükümlülüğü, vahdet anlayışıyla onun ayrılmaz fikri düzenlerin dünya görüşü, akidevi ilkeleri, değerleri ve ahlaki ilkeleri tespit edip, birbiriyle bütünleştirmeleridir. Tevhidi düşünceye sahip olup, tek bir Allah'a tapmak, İlahi iradeyi varlık alemindeki her şeyi kapsayıp, kavradığına inanmak, buna karşılık pratikte Allah'ın yarattığı halka ve başka insanların kaderine yabancı kalıp, ilgi duymamak mümkün müdür? Muvahhid olup, tefrika ashabı ordusunda yer almak mümkün mü?
Nasıl oluyor da, Asr-ı Saadet'te ve İslam'ın doğuş anlarında tevhid çağrısı; zulüm, şirk ve putperestliğin karanlık hakimiyetinden bıkıp usanan kimseleri kendine cezp edip, onları bütün cahili değer ve asabiyetlerden, büyüklük ve üstünlük taslamaktan, kavmiyetçilikten, soy ve sopa iftihar etmek ve aşiretçilikten arınmalarına sebep oluyor. Bütün tefrika ve ihtilaf kaynakları, soya veya akrabalığa dayalı ilişkiler ve böbürlenmeler tek bir Allah inancı ve ubudiyet nuru karşısında renk kaybedip, oluşan tevhidi toplum 'Hayır Ümmet'i olarak nitelendiriliyor. Siyah tenli yalın ayak köle ile Kureyş'in etkin ve seçkin rical ve ileri geleni eş değer ve konumda bir araya geliyor ve hatta köle, sahipten daha üstün ve değerli bir insan olarak addediliyor; oluşan böyle bir görkemli medeniyet karşısında bile İran ve Roma İmparatorluğu'nun tekelci ve güçlü imparatorları bile direniş gücünü kaybediyor, kısa bir süre sonra çeşitli coğrafik bölgelerde yaşayan çeşitli kavim ve milletler kendi coğrafik sınırlara, kavmi ve milli değer ölçüleri ve taassuplara aldırmayıp, hakikat güneşine doğru koşuşuyor da, niçin günümüzde Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Resul'de önemi özenle vurgulanan ümmet kavramı göz ardı edilip, önemsiz kılınıyor, yeniden eski batıl geçmişlere, coğrafik sınırlara ve benzer meselelere özenti duyulup, Müslümanların ümmetçi menfaatleri milli menfaatler biçiminde ve birbirinden ayrı bir şekilde değerlendiriliyor. Aynı dine mensup kardeşlerin kaderi birbirinden ayrı bir şekilde tespit edilip tanımlanıyor?
Giriş bölümünde İmam Humeyni'den naklen belirtildiği gibi, tefrika Şeytan'ın eseri ve vahdet Rahman'ın kelimesidir. Tarihin ispatladığı gibi, pratikte Tevhid inancına bağlılıklarını ispatlamış olan kimselerin hakiki vahdet çağrısına tevhidi fıtrata sahip kimseler olumlu cevap veriyorlar. Çünkü belirttiğimiz gibi; vahdeti koruma, iktidarı pekiştirme amaçlı siyasi bir hareket değildir. Vahdeti korumak ve tefrikadan sakınmak âyni ve bireysel bir vecibedir.
Bu anlayış kainatın yaratıcısının vahdaniyetine inançtan kaynaklanıyor. Tefrika ashabı, Şeytan ashabıdırlar. Vahdet tebliğcileri ve failleri Rahmanlıların çığırındadırlar. Hangi toplum böyle bir inançla donatılırsa, hakiki vahdet biçimlenir. Ümmetin bütün kesimlerinin kaderi tefrika ve nifak karşısında ilgisiz kalmak, ümmeti vahidenim güçlü hareketi karşısında renk kaybeder. İşte bu gerçeği, İslam inkılabı fiili olarak ispatladı. Tarihin unutmayacağı şey şudur ki; Allah inancı ve aşkıyla hareket eden biri görünüşte maddi silahlardan yoksun olarak vahdet çağrısını yükseltti. Mümin insanlar da bu çağrıya cevap verip, kıyam ettiler. Buna karşılık gelişmiş ülkeler, bu tevhidi halk kıyamını bastırmaya çalıştılar. Nitekim bu tevhidi kıyamın düşmanlarına dünyanın en güçlü silah üreticisi sahipleri resmen ve açık bir destek verip, birleşik cephe kurmaya çalıştılar. Fakat milletin söz birliği ve vahdeti, maddi çıkarlar ashabının güçlü birliğini yenip, zafere ulaştı.
İslam İnkılabı düşmanla karşılaşıp, saltanat düzeni ve devlet erkanını vurup, çökerttikten sonra filizlenen İslami halk düzenine karşı isyan eden ve süper güçlerce desteklenen çok sayıda grup ortaya çıktı. Nitekim bu sayısız isyancı grupları tespit edebilmek için bir kitap yazmak gerekir. İmam Humeyni Kuran-ı Kerim ve Arif-i Ekmel Hz. Muhammed Mustafa (saa) ve Ehl-i Beyti'nin öğretilerinden esinlenerek yaratılan hilkat alemiyle fiili alemin hakiki vahdetini kendi kendine çözümleyip, özümseyerek kendi felsefi anlayış ve ekolünde sadece vahdet-i vücud'dan değil, ehil olan özel toplantılarda varlıkların hakiki vahdetinden bile söz ediyordu.
İmam Humeyni halk için yazdığı Kırk Hadis Şerhi kitabında, Vahdeti kelimenin mahiyeti, ahlaki manası ve tarihi niteliği hakkında diyor ki:
"İndirilen büyük şeriat ve Enbiya'nın (as) hedeflerinden biri, bağımsız ve kendi temelinde hareket eden bir hedef olan şey, Medine-yi Fazıla'nın -ideal toplum- oluşumunda büyük hedefe varışta en etkin bir katılımın gerçekleştirilmesinde en belirgin rol ifa eden faktör; Tevhid-i kelime ve Tevhid-i akidedir. Bu bağımsız, kendi ekseninde hareket eden, hem hedef ve hem maksat olan faktör, toplumsal işleri yönetmede, insanlığı fesada sürükleyen ve ideal toplumu bozan zalimlerin zulmünü engellemede etkin ve belirleyici rol oynar."
İmam Humeyni, ferdi ve toplumsal bir müslih olarak bu hedef ve maksat birliği olan vahdeti, rahmet cinsinden ve bir başlangıç mahsulü olarak nitelendiriyor ve bunlar olmaksızın vahdetin oluşamayacağını kaydediyor. İmam Humeyni'nin buyurduğu gibi:
"Rahmetle özleşen bu olgunun devam etmesine çalışmalıyız. Yapılan çalışmadan maksat; ilkin İlahi olmamız, Allah yolunda hizmet etmemiz, Allah'ın emrine itaati özümsememiz, kendimizi O'ndan ve O'na doğru bir varlık olarak bilebilmemiz gerekir. Bu mananın ikinci anlamı vahdet ve insicam üzerine gerçekleştirilir. Çünkü tefrika şeytandandır, Vahdet-i kelime ve ittihat ise Rahman kaynaklı bir olaydır."
İmam Humeyni İslam toplumlarındaki vahdetin kalıcı ve kutsal sayılabilmesi için mutlaka pürüzsüz ve şeffaf eksenler üzerine bina edilmiş vahdetin oluşması gerektiğini kaydediyordu. İmam Humeyni bu konuda şunları vurguluyor:
"Kuran-ı Kerim'in öğretileri sayesinde İslami vahdet ekseninde birleşmeliyiz. Önemli olan şey, herkesin belli bir iş ve olay üzerinde birleşmesi ve farklı eğilim göstermemesinden ibaret değildir. Allah'ın emri, Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak ve tefrika içinde olmamaktır. Enbiya ve peygamberler, belli başlı iş ve olgular ekseninde birleştirmek için değil; herkesi hak yolunda birleştirmek için seçildiler."
İmam Humeyni, vahdeti, İlahi bir yükümlülük, şer'i bir farz ve halk kesimlerinin temel bir ihtiyacı olarak nitelendiriyor; alimler, bilginler, aydınlar ve İslam beldeleri yöneticileri ve hatta hükümdarlarının büyük bir yükümlülük ve sorumluluk taşıdıklarına inanıyordu.
Nitekim İmam Humeyni genel mesajlarında daima bu önemli ve özel noktayı vurgulardı. Onun inancına göre, vahdeti gerçekleştirmek ve pekiştirmek için, gereken bedel ödenmelidir. Nitekim bizzat kendisi bu yolda öncülük yapardı. Elbette bu sınırlı süre zarfında İmam'ın vahdet-i vücudun boyut ve merhaleleri hakkındaki tanım ve yol gösterilerini anlatmak mümkün değildi. Merhum İmam, vahdet babında vahdetin oluşum ve korunması önemi ve zaruretini vurguladığı gibi onun sağlanması malzeme ve şartlarının önemini de gözler önüne sererdi.
İmam Humeyni'nin inancına göre; vahdet, kendine özgü şartları ve toplumsal stratejisi gerçekleştirilemezse kendiliğinden sağlanamaz, gerçekleştirilirse bile kalıcı olamaz. Evet, İslam İnkılabı ve onun getirileri, hüccetin tamamlanmasına sebep olmuştur. İmam ile İslam'ın cihanşümul ve evrensel hareketinin zaferi, tamamen nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Bu, "Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara/249) ayet-i şerifini çağrıştırıyor ve de ona mutabık sayılıyor.
Merhum İmam'ın, defalarca zor şartlarda görünüşte ümitsizlik dolu anlarda bizlere öğretip, vurguladığı gerçek şu ki; Hakla batılın karşılaştığı alanda, zahiri ve maddi güçler, istatistik bilgiler ve sayısal gelişimler belirleyici rol oynamamaktadır. Bu alanda en belirleyici faktör; uyanış, ihlas, duru hedef ve saik, yükümlülüğü fiili olarak üstlenip, gerçekleştirme azmidir.
Günümüz İslam toplumlarının doğru bir şekilde tespit ettikleri gibi, dertlerin dermanı ve tek bir kurtuluş yolu, geri kalmışlık, baskı ve çıkmazlardan kurtuluş yolu, öz İslami hüviyete geri dönüş, gerçek anlamda Ümmet-i Vahide'yi yeniden canlandırma ve geliştirmedir. Bu yüzden korku ve ümitsizliğe kapılmaya hiçbir gerekçe uydurulamaz.
Haydi gelin dostlar, bu mukaddes cihadın öncüleri olalım. Rahmet ve Vahdet Peygamberine inanan, zengin kaynaklara, kalabalık ve yetkin insan gücüne özel konum ve varlığa sahip olan biz Müslüman insanların tefrika ve ihtilaf ateşi içinde kavrulması, Allah dini ve insanlık düşmanlarının içinizdeki bu tefrikayı alaya alıp, gülmeleri, gerçek medeniyet ve kültür öncüleri ve akıncıları olan ümmete üstünlük taslamaları ve de onların varlığını denetim altına alıp, yağmaları büyük bir haksızlık ve alçaklıktır.
Allah'ın kitabı Kuran-ı Kerim'in bir sözü eksiksiz ve hiç değişmeden İslami fırkaların arasında yaşıyor. Peygamber Efendimizin sünneti ve öğretileri de bizim hidayet şartımız ve eylemlerimizin işaretleri olarak biliniyor. Kıblemiz bir, şiarımız bir, namaz ve Hac ibadetlerimiz birdir. İslam'ın yüzlerce ilke ve kuralı da bütün İslam mezheplerinin ortak ve temel inancını oluşturuyor. Bütün bu nitelikle ve özgün ilke ve öğretiler, örnek ve birleşik ümmetin oluşumunda ebedi ve sağlam bir yapının malzemeleri ve de özü sayılıyor.
Burada sorun ve noksanlık, halktan kaynaklanmıyor. Çünkü İslam ülkelerindeki alimler, bilginler, aydınlar ve yöneticiler bu hassas şartlarda kendi yükümlülüklerini yerine getirip, halkın birlik duygu ve isteklerini gerçekleştirmelidirler. Amerika ve İsrail, İslam'ı yok etme ve İslam beldelerine sulta kurup, Müslüman milletleri köleleştirmeden daha azına razı olamazlar. Gelin dostlar, Kudüs'ün gasıbı güçlerle onların destekçisi odakların çıkarlarını sağlama ve koruma amacıyla yapılan bu örümcek ağı ve gevşek paktlara karşı İslami kardeşlik üzerine bina edilecek sağlam ve sarsılmaz bir pakt ve ittifak kuralım, Ümmet-i Vahide'nin parlak mirasını yeniden canlandıralım.
Sözün sonunda, kendi kendimize, sizlere bütün hür ve şerefli insanlarla Müslümanlara bir uyarımız olacaktır. O da şudur; İslam dünyası çok hassas şartlarla karşılaşmaktadır. Bu yüzden şu İlahi kurtuluşçu ilke ve şiarı hepinize hatırlatma zaruretini hissediyoruz:
"Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayıp, ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp, sındırdı ve siz onun nimetiyle kardeş olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye. Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar."Âl-i İmran/103
Seyyid Ahmed Humeyni - ehlader
Son Zamanlarda İran’da Baş Gösteren Olaylar Hakkında Birkaç Nokta
İran’da gelişen son olaylar hakkında tam anlamıyla bir şeyler söylenilmesi için henüz çok erken
İran’da gelişen son olaylar hakkında tam anlamıyla bir şeyler söylenilmesi için henüz çok erken. Mesele sadece bilgi meselesi değil, bu hadiselerde etkisi ispatlanmış her bir unsurun ne ölçüde pay sahibi olduğu noktasında yardım edebilecek tanıklar ve emarelerin dikkatli bir şekilde belirlenmesi bilgi ve verilerden çok daha önemlidir.
Bunun dikkate alınmasıyla İran için tasarlanmış büyük bir projenin etkisiz hale getirildiğini söylememiz gerekir. Hadiselerin başladığı ilk gün Amerika, Siyonizm ve Suudi Arabistan’ın yetkili makamlarının tutumu ve Amerika, Suudi Arabistan ve özellikle Siyonist medya organlarının “İran’da sistemin ipi çekilmek üzere” içerikli şaşırtıcı ve anlamlı analizleri İran’ın içindeki yerli Amerikalı, Suudi Arabistanlı ve İsrailli kimselerin varlığı olmaksızın kolaylıkla böyle bir hadisenin baş göstermeyeceğini ispatlamaktadır. Sonuç itibariye İran’da etkin bir şekilde konumlanan uydu yayınları ve toplu iletişim araçlarının tamamının (özellikle telegram) kargaşacıların hizmetine sunulması bu olayların arkasındaki yabancı güçlerin varlığını kesin olarak ortaya koymaktadır.
Birkaç gün önce reformistler – ki geçtiğimiz beş yıl boyunca halkın yaşamını fiili duruma getirmiştir – tıpkı geçmişte olduğu gibi yabancı güçlerin varlığını inkâr etmeye çalışmıştır. Reformistlerin bu tutumlarının temel iki sebebi vardır:
1. Reformistlerin gerek siyasi ve gerekse düşünsel ileri gelen şahsiyetleri söz konusu olaylarda “Yabancı komplo” faktörünün yeniden belirginleştirilmesi durumunda yabancılarla olan geniş irtibatları dumura uğrayacaktır.
2. Hali hazırdaki reformistlerin fiili projesi ülke ekonomisinin benzeri olmayacak şekilde kötü idare edilmesinde kendileri ve reformist teorisyenlerinin rolünün olmadığını inkâr etmek ve halkın ülkenin idari sisteminden razı olmadığını ortaya koymaktır. Dolayısıyla böylesi bir proje için “Yabancı büyük kardeşleri” nin rolünü inkâr etmek zorundadırlar.
Fiili süreçte halkın kargaşa çıkarmak için itiraz seslerini yükseltmediğinin derk edilmesi her şeyden çok daha önemlidir. Yabancı unsurlar ekonomik koşulların zorluğu altındaki halkı kargaşa ateşinde yakma ümidindeydi. Bu konuda değerlendirmelerin tamamı geçtiğimiz Cuma’dan bu yana “Sıradan halk” şeklinde nitelendireceğimiz bir kitle sokaklarda yoktu. Zira askeri merkezlere, nizami karakollara, imamzadelere, Cuma imamının evine ve son zamanlarda da trafik tabelalarına ve otobüs duraklarına saldıran kimseler sıradan halk olamaz, bu tür vahşi tutumlar sergileyen kimseler sıradan halk olsaydı olaylar bir hafta içinde sona ermezdi. İran için senaryolar hazırlayıp projeler üreten yabancı unsurlar İran içinde bizzat kendileriyle alakalı verileri toplamak için tüm imkânlarını kullanmasına rağmen henüz İran halkını tanımadıklarını ortaya koymuşlardır. Kargaşacıların ilk günden itibaren şiddet ve huşunet yönüne gitmesi olayın meşruiyetini ortadan kaldırmış ve düzenlenmiş kargaşanın merkezinde yer alan az sayıda heyecana kapılan gençlere rota çizmiş, ancak yine bu az sayıdaki heyecanlı kimseleri caddelerde yalnız bırakmıştır. İran halkının kargaşacıların yanında yer almaması, İslam Cumhuriyetinin meşru muhaliflerinin olmadığını ve halkın İslam Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde kendi sorunlarını halletme yoluna gittiğini bir kez daha ortay koymuştur.
İran’da yaşanan bu fitnenin başarısızlıkla sonuçlanması Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan’ın zillet dolu yenilgi silsilesinin son halkası olarak bilinmesi gerekir. Zira onların bu zillet dolu yenilgileri Lübnan’da Hariri olayı ile başlamış, Yemen’de Abdullah Salihi’nin kolaylıkla harcanması, Kudüs olayının Amerika için uluslararası bir utanç olması ve Siyonizm’in bölgedeki tarihi sermayelerinden birisi olan Kürdistanı yok etmesiyle gelişmiş ve Tahran’da da felce uğramasıyla sonuçlanmıştır.
Akın Tandoğan
Son Zamanlarda İran’da Baş Gösteren Olaylar Hakkında Birkaç Nokta
İran’da gelişen son olaylar hakkında tam anlamıyla bir şeyler söylenilmesi için henüz çok erken
İran’da gelişen son olaylar hakkında tam anlamıyla bir şeyler söylenilmesi için henüz çok erken. Mesele sadece bilgi meselesi değil, bu hadiselerde etkisi ispatlanmış her bir unsurun ne ölçüde pay sahibi olduğu noktasında yardım edebilecek tanıklar ve emarelerin dikkatli bir şekilde belirlenmesi bilgi ve verilerden çok daha önemlidir.
Bunun dikkate alınmasıyla İran için tasarlanmış büyük bir projenin etkisiz hale getirildiğini söylememiz gerekir. Hadiselerin başladığı ilk gün Amerika, Siyonizm ve Suudi Arabistan’ın yetkili makamlarının tutumu ve Amerika, Suudi Arabistan ve özellikle Siyonist medya organlarının “İran’da sistemin ipi çekilmek üzere” içerikli şaşırtıcı ve anlamlı analizleri İran’ın içindeki yerli Amerikalı, Suudi Arabistanlı ve İsrailli kimselerin varlığı olmaksızın kolaylıkla böyle bir hadisenin baş göstermeyeceğini ispatlamaktadır. Sonuç itibariye İran’da etkin bir şekilde konumlanan uydu yayınları ve toplu iletişim araçlarının tamamının (özellikle telegram) kargaşacıların hizmetine sunulması bu olayların arkasındaki yabancı güçlerin varlığını kesin olarak ortaya koymaktadır.
Birkaç gün önce reformistler – ki geçtiğimiz beş yıl boyunca halkın yaşamını fiili duruma getirmiştir – tıpkı geçmişte olduğu gibi yabancı güçlerin varlığını inkâr etmeye çalışmıştır. Reformistlerin bu tutumlarının temel iki sebebi vardır:
1. Reformistlerin gerek siyasi ve gerekse düşünsel ileri gelen şahsiyetleri söz konusu olaylarda “Yabancı komplo” faktörünün yeniden belirginleştirilmesi durumunda yabancılarla olan geniş irtibatları dumura uğrayacaktır.
2. Hali hazırdaki reformistlerin fiili projesi ülke ekonomisinin benzeri olmayacak şekilde kötü idare edilmesinde kendileri ve reformist teorisyenlerinin rolünün olmadığını inkâr etmek ve halkın ülkenin idari sisteminden razı olmadığını ortaya koymaktır. Dolayısıyla böylesi bir proje için “Yabancı büyük kardeşleri” nin rolünü inkâr etmek zorundadırlar.
Fiili süreçte halkın kargaşa çıkarmak için itiraz seslerini yükseltmediğinin derk edilmesi her şeyden çok daha önemlidir. Yabancı unsurlar ekonomik koşulların zorluğu altındaki halkı kargaşa ateşinde yakma ümidindeydi. Bu konuda değerlendirmelerin tamamı geçtiğimiz Cuma’dan bu yana “Sıradan halk” şeklinde nitelendireceğimiz bir kitle sokaklarda yoktu. Zira askeri merkezlere, nizami karakollara, imamzadelere, Cuma imamının evine ve son zamanlarda da trafik tabelalarına ve otobüs duraklarına saldıran kimseler sıradan halk olamaz, bu tür vahşi tutumlar sergileyen kimseler sıradan halk olsaydı olaylar bir hafta içinde sona ermezdi. İran için senaryolar hazırlayıp projeler üreten yabancı unsurlar İran içinde bizzat kendileriyle alakalı verileri toplamak için tüm imkânlarını kullanmasına rağmen henüz İran halkını tanımadıklarını ortaya koymuşlardır. Kargaşacıların ilk günden itibaren şiddet ve huşunet yönüne gitmesi olayın meşruiyetini ortadan kaldırmış ve düzenlenmiş kargaşanın merkezinde yer alan az sayıda heyecana kapılan gençlere rota çizmiş, ancak yine bu az sayıdaki heyecanlı kimseleri caddelerde yalnız bırakmıştır. İran halkının kargaşacıların yanında yer almaması, İslam Cumhuriyetinin meşru muhaliflerinin olmadığını ve halkın İslam Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde kendi sorunlarını halletme yoluna gittiğini bir kez daha ortay koymuştur.
İran’da yaşanan bu fitnenin başarısızlıkla sonuçlanması Amerika, İsrail ve Suudi Arabistan’ın zillet dolu yenilgi silsilesinin son halkası olarak bilinmesi gerekir. Zira onların bu zillet dolu yenilgileri Lübnan’da Hariri olayı ile başlamış, Yemen’de Abdullah Salihi’nin kolaylıkla harcanması, Kudüs olayının Amerika için uluslararası bir utanç olması ve Siyonizm’in bölgedeki tarihi sermayelerinden birisi olan Kürdistanı yok etmesiyle gelişmiş ve Tahran’da da felce uğramasıyla sonuçlanmıştır.
Akın Tandoğan
Trump’tan Sonra Artık Amerika Süper Güç Değil
Amerika’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’da sistem aleyhtarı darbe girişimcilerine gösterilen tavırlardan
Amerika’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’da sistem aleyhtarı darbe girişimcilerine gösterilen tavırlardan dolayı İran’ın cezalandırılması talebinin ardından Birleşmiş Milletler Kuruluşu’nda Rusya milletvekilleri İran’ı savundu ve şiddetle Amerika’nın aleyhinde tavır sergiledi.
Birleşmiş Milletler Kuruluşu Rus Temsilcileri Başkanı sözlerini Amerika’yı eleştirmekle başlayarak şu tabirleri kullanıyor: “Siz Yemen, Suriye ve diğer önemli meseleler varken İran’da yaşanan son olayları çarpıtıp gündem oluşturarak Birleşmiş Milletler Kuruluşu’nun vaktini boşa harcıyorsunuz. Amerika, İran’ın içişlerine müdahale etmek istiyor. Uluslararası Nükleer Atom Enerjisi Ajansı’nın en yetkili ağzı İran’ın anlaşmaların tamamına riayet ettiğini söylemesine rağmen Amerika İran’da gelişen olayları konu ediyor. Amerika İran’la imzaladığı anlaşmaların tamamını feshetmeyi hedefliyor.”
Söz konusu olaylarda Amerika’ya karşı çok kesin tavır gösteren Rusya’ya Suriye’de de İran, Türkiye ve Irak gibi bölge üçgenini oluşturan ülkelerin yanında yer alacağı ve veto hakkıyla birlikte Birleşmiş Milletler Kuruluşunda gerçek bir hami olacağı gözüyle bakılabilir.
Anlaşıldığı kadarıyla dünya Amerika ve Rusya’nın oluşturduğu iki kutuplu olmaktan çıkıp Doğu ve Amerika kutbu şeklinde kutuplaşmaya doğru gitmektedir. Bu kutbun bir tarafında Rusya, Türkiye ve İran vardır ve diğer tarafında ise özellikle Filistin ve İran konusunda son derece yalnızlaşan Amerika vardır.
Donald Trump’ın şimdiye kadar cumhurbaşkanlığı sürecinin tek getirisi Amerika’yı süper güç olmanın dışına çıkarmıştır.
Akın Tandoğan
2017 İran fitnesi… Nedenleri ve sonuçları
2005 yılında Lübnan Cumhurbaşkanı Refik Hariri’ye düzenlenen suikast fitnesinin başarısızlığının ardından “İsrail” 2006 yılında savaşa girdi. Bu savaşta başarısız olan “İsrail”, yumuşak güce dönerek 2008 yılında Lübnan’da fitne projesini başlattı. Şer güçleri burada da başarısız olunca 2009 yılında fitne İran’a taşındı. Bir kez daha planları akim kaldı ve 2011 yılında Suriye’deki terör saldırıları başlatıldı.
İran caddelerinde son günlerde meydana gelen hareketler, hükümetin kendilerine bir takım haklar sağlaması gerektiğine inananlar için bir gerekçe olabilir. İfade özgürlüğü ve halkın haklarını talep etme hakkı, insan hakları kuralları ve devletlerin anayasaları gereğince halka tahsis edilmiştir. Dolayısıyla, İran'da halkın bir kesiminin yaptığı eylemleri kimsenin reddetmesi veya itiraz etmesi söz konusu değildir. Bu ifade etme biçimi, hukukun ve kamu yararının çatısı altında ve bireysel – kamu mülkiyetine saygı çerçevesi dâhilinde kaldığı müddetçe kimse engellemez.
Ne var ki İran sokaklarında yaşananlara baktığımızda, bu hak arama eylemi, güvenliği ve yasaları ihlal, özel - genel mülke ve halkın özgürlüğüne saldırı örtüsüne büründüğü zaman, söz konusu hak arama eylemleri kuşku ve suizan çerçevesi dâhiline girmektedir. Bu durum, eylemlere katılanlar ve onları kışkırtanlar hakkında onlarca soru işareti oluşturuyor. İran'ın ve İran halkının düşmanlarının, bu taleplerle yola çıkan halkın hareketlerini yönlendirdiğini, onları daha fazla kışkırttığını ve şiddeti alevlendirdiğini gördüğümüzde, içine düştüğümüz suizan ve şüphenin dozu artıyor. Burada iş başka bir boyut alıyor ve gösterileri kışkırtanların İran'dan istedikleri asıl talepleri aklımıza geliyor. Bu talepler, İslam Devrimi'nin zaferinden bu güne kadar İran düşmanlarının ortaya sürdüğü isteklerdir. Geçmişte bu doğrultuda İran'a karşı savaş başlatılarak yaptırımlar ve ambargo dayatıldı. Egemenlikten vazgeçirmek, tıpkı Körfez'deki Arap komşularının durumu gibi Batı'ya bağımlı ve itaatkâr kılınmak için İran halkına sert baskılar uygulandı.
İran, gerçek bağımsızlığını “ne Doğu ne Batı” ilkesi gereğince kazanmıştır. Bağımsız ekonomiyi kalkındırması, geniş bir bölgesel stratejik saha oluşturması ve caydırıcı askeri gücüne dayanarak istiklalini eline almıştır. İran, tüm bunlarla İkinci Dünya Savaşının kazananları tarafından dünyaya dayatılan düzeni delip geçmiştir. Tüm zorluklara tahammül edebilen, fedakârlığa hazır ve iradeli olan İran halkı, bağımsızlığa güç yetirebildiğini ve başkalarının diktesinden uzak bir şekilde egemenliğini sağlayan ve uygulamalarını kendi yürüten bir halk olduğunu kanıtlamıştır. Dışarıya bağımlı olmaksızın kendi servetine sahip olarak bu gücünü kullanabildiğini ortaya koyan İran, özgürlük isteyen ve zulme uğrayan mazlum insanlara da yardım elini uzatmaktan geri durmamıştır. Amerika liderliğindeki uluslararası sömürü sistemini tüm bunlarla dibe çökerten İran, Amerika'ya itaat yuvasına geri döndürülmesi ve Beyaz Sarayın hükmü altına girmesi için tekrar hedef alınmıştır.
İran dayandı, yüzleşti ve kazandı; zaferi, yakın zamanların en önemli stratejik galibiyeti oldu. Suriye ve Hizbullah'ın oluşturduğu Direniş Ekseninin zaferi, Amerika'nın Ortadoğu projesini alaşağı etti. Buna bağlı olarak, dünyaya liderlik yapmak ve bu sayede evrensel Amerikan imparatorluğunu kurabilmek için ABD'nin dayandığı küresel tek kutupluluk sistemini yıkabildi. İşte bundan dolayı, İran bugün özellikle Suudi Arabistan, “İsrail” ve Amerika üçlüsünün başını çektiği uluslararası ve bölgesel güçlerin Irak ve Suriye'deki saldırılarına karşı kazandığı zaferlerinin intikamı olarak, ABD'nin cezalandırma, yıkım ve yok etme perspektifine dâhil olmuştur.
Bu bağlamda, Direniş Ekseninin Suriye ve Irak'ta kazandığı büyük stratejik zaferin netleşmesiyle, bölgedeki saldırı güçleri sahadaki durumu kendi lehlerine döndürecek herhangi bir çözüm bulamadılar. Böylece Irak ve Suriye şöyle dursun, Yemen Bahreyn ve Lübnan üzerindeki saldırı hedeflerini dahi gerçekleştiremeyen bu askeri birliğin liderleri, 2004-2011 yılları arasında Lübnan-İran ve Suriye'ye taşıdığı fitne tohumları ve saldırılar zincirini anımsatan bir operasyon ile yönünü tekrar İran'a çevirdi. Öyle ki bu fitne, her yenilginin ardından farklı bir savaş meydanına taşındı. 2005 yılında Lübnan Cumhurbaşkanı Refik Hariri'ye düzenlenen suikast fitnesinin başarısızlığının ardından “İsrail” 2006 yılında savaşa girdi. Bu savaşta başarısız olan “İsrail”, yumuşak güce dönerek 2008 yılında Lübnan'da fitne projesini başlattı. Şer güçleri burada da başarısız olunca 2009 yılında fitne İran'a taşındı. Bir kez daha planları akim kaldı ve 2011 yılında Suriye'deki terör saldırıları başlatıldı. Gelgelelim ki Suriye'ye karşı yedi yıl süren yıkıcı savaşın ardından, buradan da yenilgi ile ayrılan düşman güçleri, saldırı için yeni savaş meydanı arayışına girdi. Ve fitne tekrar İran'a taşındı. Tüm taşlar yerine oturduğunda, fitnenin arkasındakilerin ipleri pazara çıkıyor ve maskeleri düşüyor. Yani İran olaylarında da, Amerika, “İsrail” ve Suudi Arabistan'ın kirli elleri beliriyor.
İran'da protesto hareketleri adı altında caddelerde yaşananları gözlemlediğimizde, netleşen belirginleşen en önemli şey, Amerika, “İsrail” ve Suudi Arabistan'ın bu konudaki rolüdür. Çünkü olayların hemen ardından fitne medyası harekete geçti ve kan döküldü. Arap Baharı adı verilen olaylardaki aynı yöntem ile harekete geçildi. Akabinde ABD Başkanı Donald Trump vakit kaybetmeden protestocuların hareketini kucakladı ve konuyu araştırmak için Güvenlik Konseyini toplantıya davet etti. “İsrail”e gelince, müdahaleyi eleştiren sesler yükselten “İsrail” bunu durdurmaya çağırdı. Bu çağrı elbette bir müdahaleden sakınmaktan dolayı değil, başarısızlıktan sıyrılma arayışıdır.
Burada yerli eller tarafından yürütülen olaylarda, İran'ı hedefleyen kötü niyetli yabancı planlayıcıların da varlığı açık bir şekilde görünüyor. Zira yabancı uzmanların ortaklığıyla yürütülen bu planlar, Suriye'de yaşananlara benzer bir senaryoya dayanıyor. Kaosu yaymaya, devleti felce uğratmaya ve sonrasında hükümetin meşruiyetinin yaralanmasına aracılık ediliyor. Bu da, Amerika'nın kaos ile mücadele etmek ve İran halkını korumak bahanesiyle askeri olarak ülkeye sızmasına ve orada askeri üslerini konuşlandırmasına olanak sağlar. Teröre karşı mücadele sloganı da, yine Amerika'nın sızmasını gerekçelendirdiği bir kılıf olmaktan öteye geçmiyor.
Ne var ki saldırının planlayıcıları Suriye senaryosunun İran'da tekrarlanmasının olanaksız olduğu gerçeğini yok sayıyor ya da görmezden geliyor. İran'ın saldırı ve fitne karşısındaki kuvvetli bağışıklığını ve gücünü unutuyorlar. İran'ın liderlerini, hükümetini, silah gücünü ve halkını görmezden geliyorlar. Dış yörüngeden gelen kaosu dindirme ve çözüm bulma yeteneğini kulak ardı ediyorlar. Biz, bu dindirmenin sayılı birkaç günü geçtiğini hiç görmedik. Çözümle birlikte komplolar çöküyor ve bir kez daha sömürü planları suya düşüyor.
Tecrübeler, İran'ın silahlı gücüyle birlikte halkının tam bir farkındalıkla, Amerika'nın fitneci planlarına meydan okumaya hazırlıklı durumda olduğunu gösteriyor. Ancak şuna dikkat etmek gerekiyor ki komplolara verilecek cevap bu kez yerel bir savunma stratejisi çerçevesinden çok daha öteye geçecektir.
Sonuç olarak, İran sokaklarındaki hareketlerin başlangıçta haklı olduğuna inananların talepleri ve görüşlerini ifade eden bir proje olduğunu görüyoruz. Bu durum, kaçınılmaz bir şekilde devletin dikkatini odaklayacağı ve çözüme kavuşturacağı bir haldir. Ancak İran düşmanı dış sömürgeci güçler, bu fırsattan yararlanarak, bölgesel yenilgilerinin intikamını almak üzere İran devleti ve İslami yönetimi düşürmeyi hedefleyen bir komplo hareketi başlattılar. Buna karşın İran, devletin derin ve çok kaynaklı emniyet gücü ve İslam Devrimini korumaya hazır olan bilinçli ve kararlı halkıyla çok yönlü bir güce sahiptir.
Müslüman halk tarafından onurlandırılan bir devlet talebiyle edilen dualar, bölgedeki Siyo-Amerikan projeleri karşısındaki stratejik zaferlerin ardından oluşturulan bölgesel koşullar ve tek kutuplu dünya düzeninin yıkımının ardından güvendiği uluslararası çevresi sayesinde İran, tüm komploları fiyaskoya uğratmaktadır. İslami rejimi ateşe atmak için hareket eden eller kırılacak ve en kısa sürede çözüm kesin olarak sağlanacaktır.
İmam Humeyni'nin dediği gibi, “İslam dini ve İslam Cumhuriyetinin tehlikeye düştüğünü hissettiğim gün, nasihatlere yönelmem, aksine bu işe bulaşan herkesin elini kesmeye ve onlara inanan akıllara yönelirim!” İran, İslam Devriminin kuyusunu kazanların elini kesecek gücün fazlasına sahiptir. Bu güç, İran'ın geleceği hakkında endişeleri yok ediyor ve bu günkü durumu hakkında ise tam bir güvence sağlıyor. 2017 yılında zaferler kaydeden Direniş Ekseninin, 2018 yılının ilk ayında düşman güçleri karşısındaki başka bir zaferine tüm dünya tanık olacaktır.
Kaynak:Medyaşfak
İmam Hamaney, Trump'a meydan okudu: Cevapsız kalmayacak
İran rehberi İmam Hamaney, ABD'ye meydan okudu: Kaç gün boyunca İran'a zarar verdiniz, bu telafisiz kalmayacak.
İran İmam Seyyid Ali Hamaney bugün sabah saatlerinde Kum'dan gelen kalabalık bir grubu kabul ettiği görüşmede yaptığı konuşmada; İran halkının 9 Dey gününden itibaren ülkenin dört bir yanında, bu taşkınlıklar ve oyunların yeni kişiler tarafından başladığı günden itibaren yürüyüşlere başladığını kaydetti.
İmam Hamaney, düşmanların uşaklarının olaylara son vermek istemediğini gören halkın, Kum'dan Ahvaz, Hemedan, Kirmanşah, Meşhed, Şiraz, İsfahan ve Tebriz’e kadar ülkenin muhtelif kentlerinde düzenlediği gösteri ve yürüyüşler düzenlediğine işaretle, bunların sıradan ve basit bir olay olmadığını ve dünyanın hiçbir noktasında benzeri olmadığını vurguladı.
Ayetullah Hamaney, İran'daki son olaylara temasla, düşmanın geçen bu 40 senedeki tüm hareketlerinin devrime karşı saldırıdan ibaret olduğunu belirtti.
İmam Hamaney, "İnkılap, siyasi olarak düşmanın ülkedeki kökünü kazıdı, şimdiyse düşman sürekli karşı saldırıda bulunuyor, ancak her defasında hezimete uğruyor ve halkın direnişinden dolayı bir şey yapamıyor." ifadelerini kullandı.
İran halkının son günlerde ülke genelinde yoğun katılımıyla düzenlediği destek gösterilerine değinen Hamaney; "Bu kez de halk tüm gücüyle, ABD'ye, İngiltere'ye ve Londra'da oturanlara 'bu defa da başaramadınız, yine de başaramayacaksınız' diyor." vurgusunda bulundu.
İmam Hamaney ayrıca; "halkın anti halk, İran'ın anti İran, İslam'ın da anti İslam mücadelesi şimdiye kadar sürdüğü gibi bundan böyle de devam edecek." beyanatında bulundu.
Ayetullah Hamanei beynatının devamında şu açıklamalarda, kendi haklı hakları için protesto edenler ile Kuran'-i Kerim'e, İslam'a, ülke bayrağına hakaret edenler ve camiyi yakıp, yıkanlar arasında fark olduğunu ve onları karıştırmamak gerektiğini belirterek, ülkede her daim halk protestoları, talep ve isteklerinin olduğunu, bazılarının sorunlu finans kuruluşlarından rahatsız olduğunu ifade etti.
Kimsenin eylemler ve protestolara karşı olmadığını belirten İmam Hamaney, itiraz seslerine kulak vermek gerektiğinin altını çizdi, "bu sözlere kulak verilmeli, ben dahil hepimiz sorumluyuz, hepimiz takip etmeliyiz" açıklamasında bulundu.
İran karşıtı sloganlara değinen Hamaney, "Bir taraftan 'canım İran'a feda olsun' sloganı atarken, diğer bir taraftan İran bayrağını ateşe verdiler! Akılsızlar bu ikinin birbirine ters düştüğünü anlamadılar mı?" açıklamasında bulundu.
İran'ın düşmanları karşısında Hizbullahçı ve devrimci gençlerin göğüs gerip, kutsal savunma yıllarında 300 bin şehit verildiğini söyleyen Hameney, "canım İran'a feda olsun" diyenlerin ne zaman İran için kurban olduklarını kaydetti.
ABD'nin İran halkına düşmanlığına değinen İmam Hamaney, ABD'nin sadece kendisinden değil İran halkı ve hükümetinden de öfkeli olduğunu çünkü halkın bu dev hareketi karşısında yenildiklerini, hükümetin İran halkına ait olduğunu ve hükümetin halka yaslandığını, bu nedenle korkmasına bir sebep olmadığını beyan etti.
ABD Başkanı Trump ve Washington yönetimini sert ifadelerle hedef alan İmam Hamaney, "Başınız taşa değdi; tekrarlarsanız yine başarısız olursunuz. Kaç gün boyunca İran'a zarar verdiniz, bu telafisiz kalmayacak. Amerikalıların dediğine göre bile akli dengesi yerinde olmayan bu adam göstermelik oyunlarının cevapsız kalmayacağını bilmeli" diye konuştu.