کارگر

کارگر

Yas tutmak, musibete maruz kalan ve bir yakınını kaybeden insanları teselli eden bir merasimdir. Ancak İmam Hüseyin -s- için yas tutan insanlar kendilerini o büyük hadise yüzünden musibetzede olarak bilir ve bu merasime katılarak pratikte birbirini teselli etmeye çalışır.

 Gerçekte İmam Hüseyin -s- için yas merasimi düzenlemek, merasime katılanları teselli etmekten başka muhteşem Aşura hamasetinin unutulmamasına da vesile olur. 

Her yıl Muharrem ayının yaklaşması ile birlikte dünyanın tüm hür insanlarının kalbi İmam Hüseyin -s-  ve Aşura olayına yönelir ve Kerbela’da yaşanan o faciayı hatırlayan her insanın gözü  gözyaşı ile dolar. Bu fecaat hadisenin üzerinden 1372 yıl geçiyor olmasına rağmen hala her yıl Muharrem ayında Müslümanlar bir araya gelir ve İmam Hüseyin bin Ali -s- ve arkadaşları için yas tutar.

 Evet biraz önce de belirtildiği üzere Yas tutmak, musibete maruz kalan ve bir yakınını kaybeden insanları teselli eden bir merasimdir. Ancak İmam Hüseyin -s- için yas tutun insanlar kendilerini o büyük hadise yüzünden musibetzede olarak bilir ve bu merasime katılarak pratikte birbirini teselli etmeye çalışır. Gerçekte İmam Hüseyin -s- için yas merasimi düzenlemek, merasime katılanları teselli etmekten başka muhteşem Aşura hamasetinin unutulmamasına da vesile olur. Özellikle İmam Hüseyin -s- için yas merasimleri Müslümanların en halkçı merasimleri çerçevesinde düzenlenir ve bütün insanlar ister kadın ister erkek, ister genç ister yaşlı ve hatta çocuklar bu etkinliğe katılarak Hüseyni -s- hamasetten dersleri canı gönülden alır. 

İmam Hüseyin -s- yas merasimi, merasime katılan insanlar üzülecek ve ağlayacak şekilde düzenlenir, ancak buna karşın onları ruhi ve manevi açıdan derinden etkiler. Bu insanların yüzünde görecede keder izleri belirlenir, ancak içlerindeki gam ve keder onların güncel yaşamındaki gam ve kederden farklıdır. Bu gam ve keder, hareket kaynağı olan bir gam ve kederdir. Bu yas da depresyon sebebi değil, bilakis özel bir huzur ve içten bir neşe yaratan bir duygudur. Bu yüzden İmam Hüseyin -s- yas merasimine katılan insanlar asla bu etkinliğe katılmaktan yorulmaz ve tüm bunlar Allah Resulü’nün -s- sözünün tecellisidir. Allah Resulü -s- şöyle buyurmuştur:  İmam Hüseyin’in -s- şehadeti için müminlerin yüreğinde asla sönmeyen bir sıcaklık vardır.

 Şevk, aşk ve duygu, İmam Hüseyin -s- için yas merasimleri düzenlemenin en önemli dayanaklarıdır, fakat sırf bunlarla sınırlı olmadığı ve daha çok insanların aklı ve dini marifetinde kökleri bulunduğu belirtilmelidir. Nitekim bu yüzden İmam Hüseyin -s- yas merasimleri insanları o hazretin şahsiyeti ve gerçekleştirdiği kıyamı ve dini maarifini tanıtmak için en iyi fırsattır. Bu yüzden İmam Hüseyin -s- yas merasimleri tarih boyunca da dini ihya etme ve İslam maarifini yaygınlaştırma zemini olmuştur. Nitekim İmam Hüseyin -s- de kameri 61 yılında İslam dinini ihya etmek için kıyam etti. Bugün İmam Hüseyin -s- için yas tutan insanlar o hazretin ve vefakar arkadaşlarının yas merasimlerine katılmakla beraber onların yüce kişiliği ve ruhi azameti ile tanışır. İmam Hüseyin’in -s- Kerbela çölündeki arkadaşlarının her biri mükemmel, sabırlı, cesur ve direnişçi insanların en güzel örnekleridir ve her biri iyilik abidesi sayılır. 

İmam Hüseyin -s- yas merasimlerinde öte yandan insanlar Yezid ve yandaşları ile tanışır ve onların çirkin amelleri ve cinayetlerine yönelik derin kin ve öfke duymaya başlar. Buna göre İmam Hüseyin -s- yas merasimlerl pratikte tevella ve teberra fiillerinin gerçekleşmesi ile sonuçlanır. Tevella sevmek ve teberra nefret etmek ve uzak durmaktır. Bu iki amel İslam dininin furu ilkelerindendir. Her Müslüman'ın hak ehli olanlarla dostluk etmesi ve batıl ehli olanlardan uzak durması gerekir. Bu yüzden İmam Hüseyin -s- için yas tutan insanlar şöyle der: Ben sizinle barış içinde ve barışık olanlarla barışığım ve sizle savaşan ve çatışanlarla çalışmaktayım. Ben sizi sevenlerle dostum ve size düşmanlık edenlerin düşmanıyım. 

Yüce Allah Kur'an'ı Kerim’de bir ayette mümin kulların kalpleri Allah’ı zekretme ve haktan nazil olan her şeye karşı huşu etme vakti geldiğini buyuruyor.

İmam Hüseyin’i -s- seven insanlar da Muharrem ayı gelince gönülleri tevhidin büyük önderini hatırlayarak huşu içinde olur ve o hazret için gözyaşı döker, zira İmam Hüseyin -s- için akan bu gözyaşları, Allah’a iman ve O’nun karşısında huşu içinde olmanın işaretidir.

İslam Peygamberi’nin -s- buyurduğu üzere İmam Hüseyin’in dostluğu Allah’ın dostluğu ve düşmanlığı Allah’a karşı düşmanlıktır. 

İmam Hüseyin -s- için dökülen gözyaşı, insani erdeme olan inançtan ve bu erdeme kavuşma çabasından kaynaklanan bir gözyaşıdır. Gerçekte fadıl ve kemale eren insanları kaybetmek her zaman çok ağır bir musibet olmuştur ve halkın büyük bir bölümü bu tür kayıplara karşı derin esef ve üzüntü duyar. Şimdi eğer bu tür insanlar mazlumane bir şekilde katledilecek olursa başa gelen musibet daha da ağır olur. Bu yüzden Kerbela’da yaşanan Aşura hadisesinin geriye kalanlarından İmam Seccad’ın -s- babası, kardeşleri, amcaları ve diğer yakınlarının bir bir şehit düştüklerine şahit olup gözyaşı dökmesi sadece en yakın varlıklarını kaybetme acısından değil aynı zamanda onların mazlumiyeti yüzündendi, çünkü o insanlar fazilet ve kemal bakımından ala derecede yer alan insanlardı.

 İmam Hüseyin -s- için tutulan yas ve dökülen gözyaşı, kalbin ta derinlerinden akar ve bu göz yaşında o hazretin ve Kerbela’daki diğer şehitlerin mazlumiyeti bu duyguların yaşanmasında en önemli etkenlerden biridir. Bu mazlumiyet hatta gayri müslim insanların yüreğini de inciten ve İmam Hüseyin -s- için yas tutanların saflarına katılmasını sağlayacak Kadar fazladır. İmam Hüseyin -s- ve arkadaşlarının mazlumiyeti ve gurbette başlarına gelen o facia Müslümanların yüreğini parçalayan ve gözlerini yaşla dolduran bur durumdur. İmam Hüseyin -s- ve arkadaşlarına yönelik aşk ve sevgi bazen sırf onların adını duymak, gözlerini yaşlarla dolduracak kadar bazı taraftarlarının yüreğinin derinlerine nüfuz etmiştir.

 Imam Hüseyin -s- için yas tutan insanların gözyaşı, onların iç sevgilerinin tecellisidir. Bu, yüce Allah’ın onların gönlüne yerleştirdiği sevgidir. Kuşkusuz bu gözyaşlarının farklı işlevleri söz konusudur. Bireysel açıdan İmam Hüseyin -s- için yas tutan insanların gözyaşı onları heyecan bakımından sakinleştirir ve manevi huzura kavuşturur. Öte yandan İmam Hüseyin -s- yas merasimine katılan insanlar bu merasim sırasında kendilerini manevi açıdan geliştirir. Bu durum onları, gözyaşı döktükleri bu şehitler gibi davranmaya yöneltir. 

İmam Hüseyin -s- için gözyaşı dökmek, siyasi ve sosyal açılardan da önemli işlevi ve tesiri vardır, zira bu gözyaşları tamamen duygusal ve heyecandan kaynaklanan bir davranıştır ve aynı zamanda tamamen bilinçlidir ve nesi var nesi yok, dini ihya etmek ve adaleti inşa etmek için feda eden büyük bir insan için akmaktadır. İmam Hüseyin -s- bu büyük işte henüz emzirilen bebeğini bile feda etti. Böylece İmam Hüseyin -s- için gözyaşı dökmek, onun için gözyaşı döken kimsenin kişiliğini büyük ve seçkin bir şahsiyetle bütünleştirir ve onun ülkülerini gözyaşı döken kimsenin kalbine yerleştirir. 

İmam Hüseyin -s- için yas tutan ve gözyaşı döken insan açıkça o hazrete ve hareketine ve büyük kıyamına bağlı olduğunu ilan eder. Nitekim böyle insanlar pratikte de vefakarlığını ispat etmiştir. İranlı büyük mücahit genç Muhsin Hoceci ve diğer silah arkadaşları günümüzde İmam Hüseyin -s- için yas tutmanın yanında pratikte de vefakarlığını ispat eden ve IŞİD pençesinde esir düştükleri sırada başı dik ve cesur duruşu ile İmam Hüseyin -s- gibi büyük bir izzet ve onurla başını veren ve şehit düşen insanlara birer örnektir.

 Buna göre Aşura kültüründe gözyaşı dökmek, İmam Hüseyin -s- kıyamını ayakta tutmuk ve bu büyük şehidin mesajını tüm beşeri toplumlara iletmek için en uygun etkendir. Gözyaşı her zaman keskin bir bıçak gibidir ve zalimlere itiraz feryadi ve şehitlerin akan kanının koruyucusudur. Bu bağlamda İmam Humeyni -ks- şöyle buyurur: İmam Hüseyin -s- için yas tutarken gözyaşı dökmek, bu hareketi canlı tutmaktır ve canlı tutmak demek az bir nüfusla büyük bir imparatorluk karşısında durmaktır. Onlar şu gözyaşlarından korkar, zira bu gözyaşı, mazlum için akan ve zalime haykıran gözyaşıdır.

Pazar, 01 Ekim 2017 09:41

Aşura Vakıası

Aşura Vakıası
 
Rivayet edildiği üzere İmam Hüseyin’e (a.s) ilk darbeyi, Kinde kabilesinden biri İmam’ın kafasına indirdi Bazı kaynaklara göre ise, ağır yaralar alan ve savaşmaktan dolayı bedeni zayıf düşen İmam (a.s) dinlenmek için bir süre savaşı bıraktığında alnına bir taş değdi ve yüzü kana bulandı. İmam gömleğinin bir köşesini kaldırarak yüzünün kanını silmek istediğinde ise üç başlı ve zehirli bir ok İmam’ın kalbine isabet etti.


 Aşura vakıası (Arapça: واقعة عاشوراء‎); hicretin 61. yılı Muharrem ayının onuncu günü Kerbelatopraklarında, İmam Hüseyin (a.s) ile Ömer b. Sa’d’ın komutasındaki Yezit b. Muaviye’nin ordusuyla karşı karşıya geldiği ve İmam Hüseyin’in (a.s) kendisi, yarenleri ve akrabalarının şehit olmasıyla sonuçlanan hadisedir. İmam Hüseyin’in (a.s) şehit olmasından sonra kafilesinden geriye kalan; kadın ve çocuklar esir alınarak, Kufe’ye ve oradan da Şam’a götürüldüler. Şii’ler her yıl Kerbela hadisesi münasebetiyle matem ve yas merasimi düzenlemektedirler.

Aşura vakıası Şiiler arasında Tevvabin ve Muhtar’ın kıyamı gibi sayısız kıyamların ilham kaynağı olmuştur ve birçok düşünür, İran halkının İslam İnkılabını gerçekleştirmeleri konusunda, Kerbela vakıasından etkilendiğine inanmaktadır.

Aşura vakıası ve İmam Hüseyin’in (a.s) şehadet hadisesi, Şiilik hüviyetini şekillendiren en önemli unsurlardan birisidir ve Şiilerin, mezhebi ve hatta sosyal yaşantıları Aşura kültüründen etkilenmiştir. Bu kültürün yansımaları, yüzyıllar boyunca Şii toplumların farklı düzey ve düşünce aralıklarında edebiyat, resim ve çeşitli hatıra yazıları gibi farklı sanatsal ifade biçimlerinde müşahede edilebilir.

Aşura’nın Manası
Aşir, on sayısına tekabül etmekte, Uşr/Öşür ise onda bir ve Aşir ise onuncu demektir. Aşurakelimesi tarihte terimsel bir anlam kazanmış olup, lügat bilginlerinin meşhur görüşüne göre Muharrem’in onuncu gününe denmektedir. [1] Bazı lügat âlimleri Aşura kelimesinin İbraniceolan Aşur ve Aşura kelimesinin Arapçalaştırılmış hali olduğunu (muarreb) söylemektedir. Aşura kelimesi İbranicede Tişri (Yahudi ayı) ayının onuncu gününü adlandırmak için kullanılmaktadır. [2]

Aşura; Hüseyin b. Ali’nin (a.s) şehit olduğu Muharrem ayının onuncu günüdür. [3]

Şiaların Bakışında Aşura Günü
 
Kerbela; Aşura Günü
Ubeydullah b. Ziyad türlü hile ve desiselerle Kufe’ye egemen olmayı başardı ve daha sonra İmam Hüseyin (a.s) ve az sayıda yarenini muhasara altına alarak, Kerbela’da Aşura günü hepsini acımasız ve feci bir şekilde şehit ettirdi. İbni Ziyad, İmam (a.s) ve yarenlerini şehit ettirdikten sonra kadın ve çocukları esir alarak bir müddet Kufe zindanlarında tuttu. Daha sonra Yezit b. Muaviye’ye bir mektup yazarak İmam Hüseyin (a.s) ve ashabının şehit olduğu haberini verdi. Bunun üzerine Yezid’de bir mektup yazarak Ubeydullah’tan kesik başları ve onlara ait her şeyi esirlerle birlikte Demeşk’e göndermesini istedi.[4]

Müslümanların ve özellikle de Şiaların bakışında Aşura, Aşura gününün öncesi ve sonrasını içeren hadiselerdir; yani Aşura gecesinden Şam-ı Gariban’a kadar hadiseleri, İmam Hüseyin’in (a.s) ordusunun savaş için hazırlanmasından, onların tamamının şehit olmasına kadar yaşananlar ve aynı şekilde geride kalanların esir alınmasından, çadırların yağmalanması ve yakılmasına kadar vuku bulan olayların tamamını kapsamaktadır.

Tasua Günü İkindi Vakti Yaşananlar
Muharrem ayının dokuzuncu günü –Tasua günü- ikindi vaktinden kısa bir süre sonra Kufeordusu Ömer b. Sa’d’ın emriyle “Ya Haylullah” sloganı eşliğinde İmam Hüseyin’in (a.s) ordusu ile savaşmak için hazırlandı; ancak İmamın (a.s) isteğiyle İbn Sa’d, İmam (a.s) ve yaranlarına geceyi namaz ve duayla geçirmeleri ve aynı zamanda aldıkları karar noktasında düşünmeleri için bir gece fırsat verdi. Yani savaş Aşura gününe kadar ertelendi ve Kufe ordusu ordugâhlarına geri döndü.[5]

Tasua gününün ikindi vakti (Muharrem ayının dokuzuncu günü) İmam Hüseyin (a.s) bacısı Hz. Zeynep’e (s.a) gördüğü rüyadan bahsederek şöyle buyurdu: “Ceddim Resulullah'ı (s.a.a) rüyada gördüm ve bana “Çok geçmeden bizim yanımıza geleceksin” dedi.[6]

Aşura gecesi; İmam Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin ilahi dergâhta dua ve namaz gecesiydi. Zehhak b. Abdullah Meşriki’den şöyle nakledilmiştir: İmam Hüseyin (a.s) ve yaranları gecenin bir bölümünü dua, münacat ve istiğfar ile geçirdiler[7] ve İmam Hüseyin'in (a.s) dostlarının çadırlarından (durmaksızın) gelen dua, namaz, yakarış ve Kur'an zemzemeleri bal arılarının çıkardığı sesler gibiydi.”[8]

Aşura Gecesi
 
Her Gün Aşura; Her Yer Kerbela
Tasua gecesi İmam Hüseyin (a.s) akraba ve yaranlarını bir araya toplayarak onlara şöyle hitap etti: “Ben kendi yaranlarım ve Ehl-i beytimden daha sadık ve vefalı bir kimse bilmiyor ve tanımıyorum! Yarın savaş günüdür ve sizin üzerinizdeki bütün haklarımdan -biatimi üzerinizden kaldırdım- vazgeçiyorum; herkesin gecenin karanlığından yararlanarak kendi yolunu tutması ve buradan uzaklaşmasına izin veriyorum.”

İmam Hüseyin’in (a.s) konuşması sona erince, İmam’ın (a.s) ashap ve yarenleri birbiri ardınca ayağa kalkarak, sonuna kadar İmam’la (a.s) birlikte olacaklarını ve onu her türlü destekleyeceklerini vurgulamakla beraber, biatlarında vefalı ve kararlı olduklarını ve biatlarına olan bağlılıkları noktasında açıklamalarda bulundular. İlk önce Abbas b. Ali ve daha sonra onun ardından kardeşleri ve diğer Ehlibeyt gençleri İmam’ı (a.s) destekleyeceklerine ve onunla beraber olacaklarına dair konuşmalar yaptılar…” [9]

Daha sonra Akil’in evlatlarına dönen İmam Hüseyin (a.s) onlara;“Ey Akilin evlatları! Babanız Müslim’in şehit olması (musibeti) size yeterdir. Ben size izin veriyorum; siz gidin” dedi, ancak Müslim’in evlatları İmam’a “Allah’a yemin olsun ki biz senden ayrılmayacağız; can, mal ve her şeyimizi sana feda etmeye hazırız ve sizinle beraber savaşacağız” dediler. [10]

İmam Hüseyin’in (a.s) Ehlibeytinin (a.s) konuşmaları bittikten sonra, Müslim b. Avsece,[11] Said b. Abdullah Hanefi, [12] Züheyr b. Kayn[13] ve daha sonra İmam Hüseyin’in (a.s) diğer yaranları şehadete ulaşıncaya dek İmam’la (a.s) birlikte savaşacaklarına dair konuşmalar yaptılar.[14] Bu sözlerden sonra İmam Hüseyin (a.s) ashabına şöyle buyurdular: “Şüphesiz ben yarın öldürüleceğim ve benim yanımda olan sizler de öldürüleceksiniz.” 

İmam’ın (a.s) ashabı şöyle dediler: “Bize seninle beraber olmamız nedeniyle izzet bahşeden ve senin yanında şehadetle şereflendiren Allah’a şükürler olsun. Ey Allah Resulünün (s.a.a) kızının evladı! Bizim de cennette sizinle birlikte olmamıza razı olmaz mısınız?” İmam Seccad’dan (a.s), İmam Hüseyin’in (a.s) konuşmasından ve yaranlarının verdikleri istekli cevaplardan sonra İmam’ın (a.s) ashabı hakkında dua ettiği nakledilmiştir.[15]

Bu gecede Bureyr b. Huzeyr, Ömer b. Sa’d’a nasihat etmek için İmam’dan izin istedi. İmam Hüseyin (a.s) izin verince Bureyr b. Huzeyr Ömer b. Sa’d’ın yanına gitti. Bureyr İbn Sa’d’ın yanından döndükten sonra İmam’a (a.s) şöyle söyledi: “Ey Allah Resulünün (s.a.a) evladı! Ömer b. Sa’d Rey şehrinin mülkiyeti karşılığında sizi öldürmeye razı olmuş.” [16]

Askeri Eylemler
 
İmam Hüseyin’in (a.s) Mekke’den Kerbela’ya Hareket Güzergahı
İmam Hüseyin (a.s) bu gecede (aşura gecesi) etkili askeri önlemler almayı da ihmal etmiyordu. Rivayet edildiğine göre, Eba Abdillahi’l-Hüseyin (a.s) gece yarısı tek başına çadırlardan ayrılarak etraftaki tepelikleri ve çukur bölgeleri inceleyerek, yarın yapılacak saldırıdan önce gerekli hazırlık ve önlemleri aldılar.[17] Bu gecede İmam Hüseyin’in (a.s) ashap ve yarenleri imamın emriyle çadırların bulunduğu ordugâhın etrafına hendeğe benzer çukurlar kazarak içini odun, diken ve çalı çırpı ile doldurdular. İmam Hüseyin (a.s) ashabına, düşmanla savaşmakla meşgulken, ateşin düşmanın arkadan saldırmasını ve Ehlibeytin (a.s) mahremiyetine el uzatmalarının önünü alması için düşman saldırıya geçer geçmez hemen hendeklerde bulunan odun ve otları yakmalarını emretti. Alınan bu tedbirler Aşura günü İmam’ın Hüseyin’in (a.s) ashabı için çok faydalı oldu.[18]

Aynı şekilde İmam Hüseyin (a.s) ashabına, çadırları birbirlerine yaklaştırmalarını, çadırların iplerini birbirine geçirerek bağlamalarını ve düşmana bir cepheden karşı koyabilmek için kendileri orta ön tarafta olacak şekilde çadırları arka sağ ve sol taraflarına almalarını emretti. Böylece çadırlar, onları üç taraftan sarmış olacaktı ve düşman sadece bir yönden saldırmak zorunda kalacaktı.[19]

İmam Hüseyin’in (a.s) Ashabının Ahitlerine Bağlılıklarını Yeniden Vurgulamaları
Aşura gecesi İmam Hüseyin (a.s) etraftaki tepe ve geçitleri incelemek için tek başına çadırlarda ayrıldı; bunu gören Nafi’ ise sessizce İmam’ın (a.s) peşinden gitti.

Çadırların etrafındaki bölgeleri inceledikten sonra geri dönen İmam Hüseyin (a.s), bacısı Hz. Zeynep’in (s.a) çadırına girdi. Çadırın dışında İmam Hüseyin’i (a.s) bekleyen Nafi’ b. Hilal, Hz. Zeynep’in (s.a) İmam’a şöyle arz ettiğini duydu: “Ashab ve yarenlerinizi imtihan ettiniz mi? Onlarında diğerleri gibi size sırtlarını dönmelerinden ve savaş anında sizi düşmana teslim etmelerinden korkuyorum.”

İmam Hüseyin (a.s) bacısına cevap olarak şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki bunları imtihan ettim ve onları ölümü gördükleri halde ölüme göğüslerini siper eden ve annesinin sinesini arzulayan bebeğin arzuladığı gibi benim yolumda ölmeye hazır olan insanlar olarak gördüm.”

İmam Hüseyin’in (a.s) Ehlibeytinin kendi ashap ve yarenlerinin sebat ve sadakatları noktasında endişeli olduğunu hisseden Nafi b. Hilal, Habib b. Mezahir’in yanına gidip onunla meşveret ettikten sonra ashapla birlikte, İmam Hüseyin (a.s) ve Ehlibeytini kanlarının son damlasına kadar savunacaklarına dair güvence verme kararı aldılar.

Habib b. Mezahir İmam’ın (a.s) yarenlerine seslenerek toplanmalarını istedi ve daha sonra ashapla birlikte kılıçlar çekili olarak ve bir ağızdan İmam Hüseyin’in (a.s) hareminin (Ehlibeytinin bulunduğu çadırların) yanına gelerek şöyle feryat etti: “Ey Allah Resulünün (s.a.a) Ehlibeyti! Bu sizin gençleriniz ve savaşçılarınızın kılıcı, sizin kötülüğünüzü isteyenlerin boynuna inmeden kılıfına girmeyecektir. Bu mızraklar da, sadece sizi davet edip yüzüstü bırakanların sinesine indirmek için yemin eden evlatlarınızın mızraklarıdır.”[20]

İmam Hüseyin’in (a.s) Tarafından Mektupların Yazılması
İmam Hüseyin (a.s) gerekli şahıs ve gruplara yazması gereken mektupları Aşura gecesi yazdı ve muhasara altında tutulmalarından dolayı mektupları kendisinin şehadetinden sonra yerlerine ulaştırması için Fatıma (kızı), Zeynep (bacısı) ve İmam Seccad’a (a.s) emanet etti. İmam (a.s) yazdığı mektuplardan birini de Kufe halkı için yazarak, Kufe halkının ihanet ve bedbahtlıklarını beyan etti.

Aşura Gününün Sabahı
Aşura sabahı İmam Hüseyin (a.s) yarenleri ile birlikte sabah namazını eda ettiler. [22] Kılınan namazın ardından İmam (a.s), kırk süvari ve otuz iki piyadeden oluşan ordusunun[23] saflarını düzeltti. Züheyr b. Kayn’ı ordunun sağ tarafındaki askerlerin emiri ve Habib b. Mezahir’i de sol tarafın komutanı yapan İmam Hüseyin (a.s) savaş bayrağını da kardeşi Abbas’ın (a.s) eline verdi.[24]

Ashap, İmam’ın (a.s) emriyle çadırları arkalarına aldıktan[25] sonra, düşman askerlerinin arka taraftan yapacağı saldırıları engellemek için daha önce kazılan ve içi odun ve otlarla doldurulan çukurları ateşe verdiler.[26]

Savaş meydanının diğer tarafında ise Ömer b. Sa’d sabah namazını kıldıktan sonra meşhur görüşe göre dört bin kişiden oluşan ordusunun komutanlarını belirlerdi. İbni Sa’d, Amr b. Haccac-ı Zübeydi’yi ordunun sağ kanadına, Şimr b. Zi’l Cevşeni de sol kanadına, Azere b. Kays-ı Ehmesi’yi süvarilerin ve Şebes b. Rib’i’yi ise piyadelerin komutanı yaptı.[27]

Aynı şekilde Abdullah b. Züheyr-i Esedi’yi Kufelilerin komutanı, Abdurrahman b. Ebi Sire’yi Mezhec ve Beni Esed kabilelerin komutanı, Kays b. Eş’as b. Kays’ı Rebie ve Kinde ve Hür b. Yezid-i Riyahi’yi ise Tamim oğulları ve Hemdan kabilelerinin komutanı yapan Ömer b. Sa’d bayrağı kölesi Zuveyd’e (Dureyd) vererek[28] İmam Hüseyin (a.s) ve ashabıyla savaşmak için hazırlandı.

Rivayete göre İmam’ın (a.s) gözü kalabalık düşman ordusunun takılıp düşmanın çokluğunu görünce, ellerini duaya kaldırarak şöyle duada bulundular: “Allah’ım! Her gam ve kederde sığınağım, her sıkıntı ve zorlukta ümidim ve her musibette güvendiğim Sensin. Kalpleri zayıflatan, kurtuluş yollarını kapatan (insanı çaresiz bırakan), dostları kaçıran, düşmanları sevindiren nice gam ve musibetleri Sana şikâyet ettim, başkalarından ümidimi kesip Sana yöneldim. Ve Sende benden o gam ve üzüntüyü giderdin, onları sen izale ettin. Her nimetin sahibi, her güzelliğin sahibi ve her dileğin nihayeti de Sensin.”[29]

O gününün sabahı, düşmanın çadırlara yaklaşmaması için çadırların arasında nöbet tutan İmam’ın (a.s) ashabı, çadırlara yaklaşmak isteyen Kufe ordusu askerlerinden birkaçını oracıkta öldürdüler.[30]

İmam Hüseyin (a.s) ve Ashabının Konuşmaları
 
Savaşın başlamasından önce İmam Hüseyin (a.s) Kufe ordusuna hücceti tamamlamak üzere atına bindi ve ashabından birkaç kişi ile birlikte düşman ordusuna yaklaştı ve önünde bulunan Bureyr b. Huzeyr’e “Ey Bureyr bunlarla konuş ve onlara nasihatte bulun” dedi.[31] Bunun üzerine Bureyr b. Huzeyr Ömer b. Sa’d’ın ordusunun karşına geçerek onlara nasihatte bulundu.[32]

İmam Hüseyin (a.s) düşman ordusunun karşısına geçerek, İbn Sa’d’ın ordusunda bulunan çoğu kişinin duyduğu, yüksek sesle insanlara nasihat ederek onları adalet ve insaflı olmaya davet etti. Allah’a hamdu senadan sonra kendini tanıtmaya başladı. İmam (a.s); Peygamberin kızının oğlu, Peygamberin vasisi ve amcası oğlunun oğlu ve Seyyid-uş Şüheda Hamza ve Cafer-i Tayyar’ın amcası olduğunu belirtti. Daha sonra Resulullahın yaşayan sahabelerinden Cabir b. Abdullah-i Ensari, Ebu Said-i Hudri, Sehl b. Sa’d Saidi, Zeyd b. Erkam ve Enes b. Malik’i şahit tutarak Peygamber Efendimizin (s.a.a) bir hadisine işaret etti ve şöyle buyurdu: “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir” sözünü duymamış mısınız?

İmam Hüseyin’in (a.s) sözü bu noktaya gelince, Kufe ordusu komutanlarından Şebes b. Rib’i, Haccar b. Ebcer, Kays b. Eş’as b. Kays ve Yezid b. Haris’e doğru bakarak, onlara kendi ibaretleri ile yazdıkları mektupları hatırlattı. Ancak onlar yazdıklarını inkâr ederek imamı teslim olmaya davet ettiler. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle cevap verdi: “Hayır, Allah’a andolsun ki, ben onlara zillet eli vermeyeceğim.”[33]

(“Ey insanlar! Soyumu söyleyin, ben kimim? Sonra kendinize gelin, nefsinizi kınayın. Bakın, beni öldürmeniz, hürmetimi gözetmemeniz size caiz midir? Ben, Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim? Ben, Peygamberinizin vasisi ve amcası oğlunun oğlu değil miyim? Ben, herkesten önce Allah’a iman eden ve Peygamber’in risaletini tasdik eden kimsenin oğlu değil miyim? Seyyid-uş Şüheda olan Hamza, babamın amcası değil midir? Cafer-i Tayyar amcam değil midir? Peygamber’in benim ve kardeşim hakkındaki: “Bu ikisi cennet gençlerinin efendileridir” sözünü duymamış mısınız? Eğer sözümü tasdik ederseniz, bu söylediğim sözler bir gerçektir. Allah’a andolsun ki, Allah Teala’nın yalancıya gazab ettiğini ve uydurduğu sözün zararını kendisine çevirdiğini bildiğim günden beri yalan söylemiş değilim. Eğer beni yalanlarsanız şimdi Müslümanların arasında Peygamber’in ashabından olan kimseler mevcuttur; bunu onlardan soracak olursanız size söylerler. Cabir b. Abdullah-i Ensari, Ebu Said-i Hudri, Sehl b. Sa’d Saidi, Zeyd b. Erkam ve Enes b. Malik’ten sorun, öğrenin; şüphesiz onların hepsi, Resulullah’ın benim ve kardeşimin (Hasan’ın) hakkında buyurduğu sözü duymuşlardır. Bu sözler, sizi kanımı dökmekten alıkoymuyor mu?” Bu arada Şimr b. Zil-Cevşen bağırarak dedi ki: “Onlar kalbiyle değil de diliyle Allah'a ibadet ediyor, ne söylediğini bilmiyor”)

İmam’ın (a.s) Kufe halkına yaptığı konuşmasından sonra Zuheyr b. Kayn İmam Hüseyin’in (a.s) faziletlerinden bahsederek onlara nasihat etmeye başladı.[34] Gerçi Şimr’in İmam Hüseyin’in (a.s) konuşması sırasında da dediği gibi Kufe ordusundan hiç kimse bu sözleri anlamadı ve Zuheyr’in nasihatlerine de kötü sözler sarf ederek karşılık verdiler.[35]

İmam’ın (a.s) Savaşı Başlatan Taraf Olmasına Muhalefeti
Ömer b. Sa’d’ın ordusu savaş için hazırlanırken, İmam Hüseyin’in (a.s) emriyle çadırların arkasındaki hendekler ateşe verildi. Bu sıra Şimr b. Zil-Cevşen bir grup süvari ile beraber İmam Hüseyin’in (a.s) ordugahının etrafını dolanarak çadırlara yaklaşmak istedi; ancak gözü ateşlerin yükseldiği hendeğe düşünce İmam Hüseyin’e (a.s) kötü sözler sarf etti.

Müslim b. Avsece’nin orada olması ve Şimr’e ok atmak (vurmak) için hazır olduğunu bildirmesine rağmen, İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Savaşı başlatan taraf olmak istemiyorum”.[36]

Hür b. Yezid-i Riyahi’nin Tövbesi
Aşura gününün sabahı İmam Hüseyin’in (a.s) “Acaba aranızda feryadımıza yetişip bize yardımda bulunacak bir kimse yok mudur?”çağrısı Hür b. Yezid-i Riyahi’yi etkiledi ve Kufe ordusunun İmam Hüseyin’le (a.s) savaşmada ciddi olduğunu görünce, İbn Sa’d’ın ordusunu terk ederek İmam Hüseyin’in (a.s) ordusuna katıldı.[37] Rivayet edildiğine göre, Hür b. Yezid-i Riyahi İmam’dan (a.s) diğer sahabelerinden önce Yezid’in ordusuna karşı savaşmak için izin istedi ve İmam’ın (a.s) izin vermesi üzerine meydana çıkarak şehit oldu. Bazı tarihi kaynaklar Hür’ün Aşura gününün öğle vaktinde şehadete ulaştığını nakletmektedir.[38]

Ömer b. Sa’d Tarafından Savaşın Başlatılması
Savaş Ömer b. Sa’d’ın, kölesi Dureyd’i (Zuveyd) yanına çağırarak “Ey Dureyd bayrağı öne çıkar” demesi ve Dureyd’inde bayrağı öne çıkarmasıyla başladı. Daha sonra İbn Sa’d yayına bir ok takarak onu İmam Hüseyin (a.s) ordugâhına doğru attı ve “Emir yanında ilk ok atanın ben olduğuma dair şahitlik edin” dedi.[39] Onun ardından ordusundaki askerler de ok atmaya başladılar.[40]

Aşura günündeki ilk savaş saldırıları gruplar halinde gerçekleşti ve yapılan ilk saldırılarda İmam’ın (a.s) çok sayıda yareni şehit oldu. Bu saldırılar ilk saldırı olarak bilinmiş ve bazı tarihi kaynaklar bu saldırılar sonucunda İmam Hüseyin’in (a.s) elliye yakın ashabının şehit olduğunu nakletmiştir. Daha sonra İmam’ın (a.s) yarenleri birer, ikişer savaş meydanına çıktılar. Her halükarda ashap düşman ordusundan hiç kimseyi İmam Hüseyin’e (a.s) yakınlaşmasına izin vermiyorlardı.[41]

Müslim b. Avsece’nin Şehadeti
Amr b. Haccac ordusuyla İmam Hüseyin’in (a.s) ordusunun sağ koluna saldırdı, ancak İmam Hüseyin’in (a.s) ashabı direnerek onların ilerlemesine engel oldular. Bu durumu gören Amr b. Haccac’ın süvari askerleri geri çekilerek ordugahlarına döndüler. Haccac’ın ordusu geri kaçarken İmam’ın (a.s) yarenleri onları ok yağmuruna tutarak bazılarını öldürüp bazılarını ise yaraladılar.[42] Teke tek savaşta Kufe ordusundan bazı askerlerin öldürülmesi üzerine, Ömer b. Sa’d teke tek savaş için kimsenin meydana çıkmamasını emretti.[43]

Amr b. Haccac beraberindekilerle birlikte Fırat Nehri tarafından tekrar İmam Hüseyin’in (a.s) ordusuna saldırdı ve birkaç saat savaştılar. İmam’ın (a.s) yarenlerinin güçlü direnişiyle karşılaşınca bir müddet savaştıktan sonra tekrar geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu saldırı sonucunda Müslim b. Avsece-i Esedi şehadet mertebesine erişti.[44] Bundan dolayı İmam’ın (a.s) ashabından ilk şehit olan kişinin Müslim b. Avsece olduğu söylenmektedir.[45]

Abdullah b. Umeyr’in Savaşı
Okçuların ok atmaları sona erince Yesar –Zeyd b. Ebih’in kölesi- ve Salim –Ubeydullah b. Ziyad’ın kölesi- öne çıkarak meydan okudular. Bureyr b. Huzeyr ve Habib b. Mezahir savaşmak için ayağa kalktılar, ama İmam Hüseyin (a.s) onlara izin vermedi. Daha sonra Abdullah b. Umeyr ayağa kalkarak izin istedi ve İmam Hüseyin (a.s) ona savaşması için izin verdi.

Şimr’in Savaşa Daha İstekli Olması
Amr b. Haccac’ın hamlesinden kısa bir süre sonra Şimr b. Zi’l Cevşen’de İbn Sa’d’ın ordusundan yanına aldığı askerlerle birlikte, İmam Hüseyin’in (a.s) ordusunun sol cenahına saldırdı, ancak o da İmam’ın (a.s) ashabının şiddetli direnişiyle karşılaştı.[46]

Kufe ordusu komutanları arasında Şimr b. Zi’l Cevşen gibi savaşa iştiyaklı olan çok az kişi bulunmaktaydı, hatta Şimr, İmam’ın huzurunda kadınları katletme ve çadırları ateşe verme azminden vazgeçmedi.[47]
 
Aşura Vakıası
Aşuru günü öğle vaktinden önce düşman ordusu İmam Hüseyin’in (a.s) ordusuna karşı kapsamlı bir saldırı başlatarak, her taraftan İmam (a.s) ve yarenlerine hamle etti. Kufe ordusunun bu hamleleri karşısında İmam’ın yarenleri çok şiddetli bir şekilde çarpıştılar. Bu saldırılarda İmam’ın (a.s) ordusunun süvari askerlerinin sayısının az olmasına rağmen (otuz iki kişi) öyle cesurca savaştılar ki sayıca kat kat fazla olan Kufe ordusunu aciz bırakarak, Kufe ordusu süvarilerinin komutanı Azere b. Kays’ı, Ömer b. Sa’d’dan yardım istemeye mecbur ettiler.[48]

Ömer b. Sa’d Husayn b. Temim’i yanına çağırarak onu zırhlı süvariler ve beş yüz okçu ile birlikte Azere b. Kays’ın yanına gönderdi ve onlar İmam’ın (a.s) ordusuna yaklaşınca İmam’ın (a.s) ashabını ok yağmuruna tutmaya başladılar. [49]

İmam Hüseyin’in (a.s) yarenleri üçerli ve dörderli gruplar halinde çadırların arasına dağılarak çadırları korumaya başladılar ve düşman ordusundan her kim çadırlara saldırmaya veya yağmalamaya kalkışırsa onu kılıç darbeleriyle veya okla öldürüyorlardı. Ömer b. Sa’d’ın ordusu İmam’ın (a.s) ve yarenlerinin işini bitirmede başarısız olması, İbn Sa’d’ın çadırları tahrip etme emri vermesine neden oldu ve bunun üzerine Kufe ordusu her yönden çadırlara saldırmaya başladı. Düşman ordusundan yapılan saldırılardan birinde Şimr b. Zi’l Cevşen yanındakilerde birlikte çadırların arkasından İmam’ın (a.s) çadırlarına ulaştı. Ancak Züheyr b. Kayn İmam’ın (a.s) yarenlerinden on kişiyle beraber onlara saldırarak onları çadırlardan uzaklaştırdılar.[50]

Savaş gün ortasına kadar devam etti.[51] ve bu zaman zarfında İmam Hüseyin’in (a.s) birçok yareni şehit oldu. Bu birbiri ardınca yapılan saldıralar sonucunda Müslim b. Avsece’nin yanı sıra İmam’ın (a.s) ordusunun sol kanadının komutanı Abdullah b. Umeyr-i Kelbi de Hani b. Tesbit-i Hazremi ve Bukeyr b. Hayy-ı Temimi’nin eliyle şehit edildi.[52] Amr b. Halid-i Seydavi, Cabir b. Haris-i Selmani, Amr b. Halid’in kölesi Amr, Mucemmi b. Abdullah Aizi ve oğlu Aiz b. Mucemmi de düşman ordusuyla girilen muharebede şehit oldular.[53] İmam’ın (a.s), bazı tarihçilere göre sayıları elliye ulaşan diğer yarenlerinden bir kısmı da bu saldırılar sonucunda şehit oldular.[54]

Aşura Günü Öğle Vakti Hadiseleri
Aşura gününün güneşi öğle vaktine geldiğinde, Ebu Semame Amr b. Abdullah Saidi öğle namazının vaktini İmam’a (a.s) hatırlattı. İmam Hüseyin (a.s) başını kaldırarak gökyüzüne baktılar ve ona dua ederek şöyle buyurdular: “Bize namazı hatırlattın; Allah seni zikir ehli olan namaz kılanlardan kılsın. Evet, şimdi öğle namazının ilk vaktidir. Düşmandan namaz kılmamız için savaşı durdurmalarını isteyin.”[55] O anda İbn Sa’d’ın ordusundan Husayn b. Temim adlı bir kişi onun (Hüseyin (a.s)) namazı kabul olmayacaktır diye bağırdı. Bunu duyan Habib b. Mezahir-i Esedi sinirlenerek ona cevaben şöyle dedi: “Ey Numeyr! Ey cahil Resulullah’ın evlatlarının namazlarının kabul olmayıp da senin gibi merkebin namazının mı kabul olacağını sanıyorsun?!” Hasin, akrabaları ve etrafındakiler Habib’e saldırarak onunla savaşmaya başladılar. [56] ve sonunda Budeyl b. Sureym ve Husayn b. Numeyr-i Temimi Habib b. Mezahiri şehit ettiler.[57]

Aşura Günü Öğle Namazı

Aşura günü öğle namazı vakti gelince İmam (a.s) ve yarenleri, öğle namazını eda etmek için hazırlandılar. İmam (a.s) Zuheyr b. Kayn ve Said b. Abdullah-i Hanefi’ye düşmanın muhtemel saldırıları karşısında namaz kılanları korumak amacıyla, İmam (a.s) ve yarenlerinin önünde durmalarını emretti. Namazın başlamasıyla [58] İbn Sa’d’ın ordusu İmam Hüseyin (a.s) ve yarenlerini oklarla hedef almaya başladılar, ama Zuheyr ve Abdullah kendilerini düşmanın saldırılarına karşı siper ederek, düşman ordusu tarafından atılan okların imam (a.s) ve yarenlerine isabet etmesini engelliyorlardı.[59]

Namazın bitmesinden sonra Said b. Abdullah aldığı ağır yaraların ardından şehit oldu.[60] Öğle namazından sonra, Zuheyr b. Kayn, Bureyr b. Huzeyr-i Hamdani, Nafi’ b. Hilal-i Cemeli, Abis b. Ebi Şebibi Şakiri, Hanzala b. Sa’d-ı Şebami ve ... birbiri ardınca meydana çıkarak şehadet mertebesine ulaştılar.[61]

Aşura Gününün İkindi Vakti
İmam Hüseyin’in (a.s) Akrabalarının Şehadeti
İmam’ın (a.s) sahabelerinin şehit olmasının ardından, imamın Ehlibeyti savaş için hazırlandılar. Haşimoğullarından savaş için ilk izin isteyen ve şehit olan Ali Ekber b. Hüseyin (a.s) idi. İmam (a.s) ona izin verdi.[62]

Ali Ekber, İmam’dan (a.s) izin aldıktan sonra savaş meydanına gitti ve İmam Hüseyin (a.s) onun hakkında yaptığı duada onun her yönüyle Peygamber’e benzediğini dile getirdi. [63]

Ali Ekber’in şehadetinden sonra İmam Hüseyin’in (a.s) diğer kardeşleri Abbas b. Ali’den (a.s) önce şehit oldular.[64] Artık Beni Haşim hanedanın fertleri; Akil b. Ebi Talib’in çocukları, Abdullah b. Müslim b. Akil ve Cafer b. Ebi Talib’in evlatları; Adiy b. Abdullah b. Cafer-i Tayyar ve İmam Hasan’ın (a.s) evlatları; Kasım b. Hasan ve İmam Hüseyin’in (a.s) kardeşleri; Ebu’l Fazl (a.s), Ebubekr, Abdullah ve Cafer ve … birbiri ardınca meydana giderek şehit oldular.[65]

İmam Hüseyin’in (a.s) ordugâhının muhasara altında bulunmasından dolayı su getirme vazifesinin kendisine verildiği Ebu’l-Fazlı’l-Abbas –ordunun sancaktarı ve çadırların koruyucusu- su getirmek için gittiği Fırat kıyısında, İbn Sa’d’ın, İmam’ın ordusunun suya ulaşmasını engellemek için koyduğu bekçilerle girdiği savaş sonucunda şehit düştü.[66] İmam’ın (a.s) yarenlerinden en son şehidin Suveyd b. Amr b. Hes’emi olduğu rivayet edilmektedir.[67]

İmam Seccad’ın (a.s) Düşmanla Savaşmak İstemesi

Bütün ashap, Ensar ve Beni Haşim’in şehit olmasından sonra Eba Abdillah (a.s) savaş meydanına gitti. Ehlibeyt’in (a.s) sabırsızlığını ve kaygılandığını görmek, İmam Hüseyin’i (a.s) çok üzüyordu. İmam (a.s) etrafına baktı; ama kendisi için bir yar ve yardımcı göremedi. İmam Hüseyin (a.s) nereye yönelse bir başka acıyla karşılaşıyordu; bir yanda bedenleri pare pare edilmiş ve kanlara boyanmış dostları, bir yanda kadınların ve çocukların feryat ve figanlarını görüyordu. Bu esnada İmam Kufe ordusuna şöyle seslendi: “Ey kavim, sizin aranızda Resulullah’ın Ehlibeyt’ini savunacak birisi yok mu? Sizin aranızda bizim hakkımızda Allah’tan korkan kimse yok mu? Acaba aranızda feryadımıza yetişip bize yardımda bulunacak bir kimse yok mudur?”[68] Ancak Kufe ordusundan bir cevap duyulmadı.

İmam Hüseyin (a.s) şehit düşen yarenlerinin pak bedenlerine bakarak şöyle buyurdular: “Ey Habib b. Mezahir, Ey Zuheyr b. Kayn ve Ey Müslin b. Avsece. Ey zamanın yiğit ve cengâverleri! Size seslendiğim halde, neden sesimi duymuyorsunuz? Sizi çağırıyorum, neden davetime icabet etmiyorsunuz? Sizler uykuda ve ben sizlerin tatlı uykudan uyanmanızı ümit ediyorum; zira bunlar sizden başka yardımcıları olmayan Allah resulünün (s.a.a) Ehlibeyt’inin kadınlarıdır. Uykudan uyanın ey Aziz ve Kerimler ve bu zalimlerin tuğyan ve isyanlarına karşı Allah Resulünün (s.a.a) Ehlibeytini savunun.”

İmam’ın (a.s) sözlerini işiten kadınların nale ve figanları yükselmeye başladı. Bu esnada babasının sesini duyan İmam Seccad (a.s) asasına yaslanarak çadırdan dışarı çıktı; ama kılıcı taşıyacak mecali yoktu. İmam Hüseyin’in (a.s) İmam Seccad’ın (a.s) bu durumunu görünce Ümm-ü Kulsüm’e hitaben şöyle dedi: “Onun önünü alın ki yeryüzü Resulullah’ın (s.a.a) evlatlarından boş kalmasın”[69]

İmam Hüseyin’in (a.s) Savaş İçin Hazırlanması
İmam Hüseyin (a.s) çadırlara geldi ve Ehlibeyt’ine sabırlı ve sessiz olmaları tavsiyesinde bulunduktan sonra kendi kızları, bacıları, çocukları ve kadınları ile vedalaştı. Düşman askerlerinin yağmalamamaları için giyeceği gömleğin bazı yerlerini yırttıktan sonra elbiselerinin altına giydiler. Gerçi Kufe ordusu askerleri bu elbiseyi de yağmaladı.[70]

İmam Hüseyin (a.s) süt içen yavrucağının susuzluktan ağladığını görünce onu kucağına alıp, savaş meydanının yakınlarına götürdü ve “Ey cemaat! Eğer bizlere acımıyorsanız bari bu süt emen çocuğa acıyın” dedi, ama Kufe ordusu bu çocuğa bile acımadı ve İbn Sa’d’ın ordusundan Hermele b. Kahil-i Esedi çocuğun boğazını okla hedef alarak çocuğu babasının kucağında şehit etti. [71]

İmam Hüseyin’in (a.s) Aşura Günü İkindi Vakti Yaptığı Savaşları

Yarenlerinin ve yakınlarının şehit olmasından sonra İmam’ın (a.s) yalnız kalmasına rağmen, bir müddet Kufe ordusundan hiç kimse İmam’la (a.s) yüz yüze savaşmak için öne çıkmadı. İmam Hüseyin (a.s) suya ulaşmak için atını Fırat’a doğru sürdü, ama yolunu kestiler.[72] İmamın yalnız kalması, başından ve bedeninin bir çok yerinden derin ve ağır yaralar almasına rağmen, korkusuzca ve cesurca kılıç sallamaya ve direnmeye devam ediyordu.[73]

Humeyd b. Müslim’den şöyle nakledilmektedir: “Bugüne kadar, vücudunun çeşitli yerlerinden yaralandığı, çocuğu, ailesi ve arkadaşları gözünün önünde öldürüldüğü hâlde, onun gibi cesaretini kaybetmeyen, en ufak bir korku belirtisi göstermeyen birini daha görmedim. Piyade birlikleri toplu olarak ona saldırdıkları zaman, o da kılıcıyla onlara hamle ediyor, keçi sürüsünün saldıran kurdun karşısında ikiye yarılması gibi, sağından solundan onları ikiye yarıyordu.”[74]

Seyyid b. Tavus da şöyle nakletmektedir: “İmam Hüseyin’in (a.s) düşman ordusu saflarına saldırmasıyla birlikte otuz bin kişilik düşman ordusu geri çekilip çekirge sürüsü gibi dağılıyorlardı.”[75]

Bir müddet düşmanla savaştıktan sonra çadırlara dönen İmam Hüseyin (a.s) ailesine sabırlı olmaya davet etti.[76] Kadınlarla teker teker vedalaşan İmam (a.s)[77] daha sonra İmam Seccad’ın (a.s) yanına vardılar.[78]

İmam Hüseyin (a.s) Ehlibeytiyle vedalaşma ile meşgulken, Kufe ordusu İbn Sa’d’ın emriyle İmam’ın (a.s) çadırlarına saldırmaya ve oklarla İmam’ı hedef almaya başladılar. Öyle ki bazı oklar çadırların arasından geçerek İmam Hüseyin’in (a.s) ailesinin vahşetine ve paniklemesine neden oldu.[79
 
İmam Hüseyin'in (a.s) Şehadeti
Aşura günü kendisi için bir konum belirleyen İmam Hüseyin (a.s) düşmana oradan saldırıyor ve saldırıdan sonra tekrar aynı yere dönüyordu ve (çadırlardaki Ehlibeytinin duyabilmesi için) yüksek sesle “La havle ve la Kuvvete illa billah” diyordu.[80] İmam Hüseyin’in (a.s) birkaç defa saldırıp geri yerine dönmesinden sonra, Şimr b. Zi’l Cevşen Kufe ordusundan birkaç kişiyle İmam’ın (a.s) çadırlarına saldırarak İmam Hüseyin (a.s) ve çadırların arasını açtı. Bu durumu gören İmam Hüseyin (a.s) şöyle feryat etti: “Yazıklar olsun size! Eğer dininiz yoksa ve kıyamet gününden korkmuyorsanız, hiç olmazsa dünyanızda hür ve özgür kişiler olun.”[81]Şimr’in komutasında olan piyade birlikleri İmam Hüseyin’in (a.s) etrafını sarmalarına rağmen öne çıkamıyorlardı ve bundan dolayı Şimr çaresizce onları teşvik ediyordu.[82] Daha sonra Şimr b. Zi’l Cevşen okçulara İmam’ı (a.s) ok yağmuruna tutmalarını istedi. Dört bir taraftan gelen okların çokluğuyla İmam’ın (a.s) bedeni oklarla dolmuştu.[83] Bunun üzerine İmam (a.s) geri çekildi ve düşman ordusu da karşısında saf tuttu.[84]

Rivayet edildiği üzere İmam Hüseyin’e (a.s) ilk darbeyi, Kinde kabilesinden biri İmam’ın kafasına indirdi.[85] Bazı kaynaklara göre ise, ağır yaralar alan ve savaşmaktan dolayı bedeni zayıf düşen İmam (a.s) dinlenmek için bir süre savaşı bıraktığında alnına bir taş değdi ve yüzü kana bulandı. İmam gömleğinin bir köşesini kaldırarak yüzünün kanını silmek istediğinde ise üç başlı ve zehirli bir ok İmam’ın kalbine isabet etti.[86]

Bazı diğer kaynakların naklettiğine göre; Malik b. Nuseyr adında bir şahıs İmam’ın başına öyle bir darbe indirdi ki İmam’ın miğferinin bağı kırıldı;[87] Zerea b. Şerik-i Temimi de İmam’ın sol omuzuna ağır bir darbe vurdu, Sinan b. Enes’de İmam’ın boğazını okla hedef aldı ve daha sonra Salih b. Veheb Cu’fi’de (Sinan b. Enes’in naklettiğine göre) öne çıkarak mızrakla İmam’ın yan tarafından öyle bir darbe indirdi ki, İmam Hüseyin (a.s) sağ yanı üstüne attan aşağı düştü.[88]

Kufe ordusu İmam’ı muhasara altına aldıklarında ve İmam Hüseyin (a.s) izzetli hayatının son anlarını yaşarken, İmam’ın çadırlarından bu durumu (düşmanın İmam’ı aralarına aldıklarını) gören Abdullah b. Hasan adında küçük yaşta bir çocuk Zeynep’in (s.a) bütün çabalarına rağmen İmam Hüseyin’e (a.s) doğru koştu. Bahr (Ebcer) b. Ka’b (başka bir nakle göre Hermele b. Kahili Esedi) kılıcıyla İmam Hüseyin’e (a.s) saldırdı, ama Abdullah elini kılıca karşı siper edince kılıç darbesi Abdullah’ı elini kesti.[89]

Şimr b. Zi’l Cevşen, aralarında Ebu’l Cunub Abdurrahman b. Ziyad, Kaş’em b. Amr b. Yezid-i Herduvanı Cu’fi, Salih b. Veheb Yezeni, Sinan b. Enes-i Nehai ve Havli b. Yezid Esbehi’nin bulunduğu Kufe ordusundan bir grupla İmam Hüseyin’e (a.s) doğru yaklaştılar. Şimr onları İmam’a saldırarak işini bitirmeleri için teşvik ediyordu[90], ancak kimse bu işe yanaşmıyordu. Daha sonra Şimr, Huli b. Yezid’e İmam’ın (a.s) başını mübarek bedeninden ayırmasını emretti. Huli b. Yezit İmam’ın mübarek başını kesmek için katligaha varınca eli ve bedenini titreme sardı ve hedefine ulaşamadan geri döndü. Bunun üzerine Şimr[91] ve başka bir nakle göre Sinan b. Enes[92] atından aşağı indi ve İmam’ın mübarek başını bedeninden ayırarak Huli’nin eline verdi.[93] İmam (a.s) şehit olurken bedeninde 33 kılıç darbesi ve 34 mızrak yarası vardı.[94] Düşman ordusu İmam Hüseyin’in (a.s) şehadetinden sonra elbise ve eşyalarını yağmalayarak imamın bedenini üryan bıraktılar.

İmam (a.s) ve Diğer Şehitlerin Cansız Bedenleri Üstünde At Koşturmaları
İbn Ziyad’ın emrini yerine getirmek için aralarında İshak b. Huye ve Ehnes b. Mursed gibi kişilerin bulunduğu Kufe ordusundan on gönüllü asker Ömer b. Sa’d’ın emriyle İmam Hüseyin’in (a.s) pak bedeni üzerinde at koşturdular.[95]

İmam (a.s) ve Diğer Şehitlerin Başlarını Bedenlerinden Ayırmaları
Ömer b. Sa’d o gün İmam’ın (a.s) mübarek başını Huli b. Yezid-i Esbehi ve Humeyd b. Müslim-i Ezdi ile birlikte Ubeydullah b. Ziyad’a gönderdi. İbn Sa’d aynı şekilde Beni Haşim gençleri ve İmam Hüseyin’in (a.s) yarenlerinin başlarını da mübarek bedenlerinden (yetmiş iki baş) ayırmalarını emretti ve onları da Şimr b. Zi’l Cevşen, Kays b. Eş’as ve Amr b. Haccac ile birlikte Kufe’ye gönderdi.[96]

Savaştan Sonra Vuku Bulan Olaylar
Çadırların Yağmalanması
İmam Hüseyin’in (a.s) şehit olmasından sonra düşman ordusu; at, deve, elbise ve hatta kadınların süs eşyalarını yağmalamak için çadırlara saldırdılar. Onlar İmam Hüseyin’in (a.s) çadırlarını yağmalamada birbiriyle yarışıyorlardı.

Şimr b. Zi’l Cevşen Kufe ordusundan bir grupla çadırlara girdiler. Şimr, İmam Seccad’ı (a.s) şehit etmeyi düşünüyordu, ancak Hz. Zeynep(s.a) ona engel oldu ve başka bir nakle göre ise Ömer b. Sa’d’ın askerleri Şimr’in bu işi yapmasına itiraz ettiler. Ömer b. Sa’d’ın emriyle kadınları bir çadırda topladılar ve başlarını da onları korumak için birkaç asker diktiler.

İmam Hüseyin’in (a.s) Yarenlerinden Geride Kalanlar
Dahhak b. Abdullah-i Meşriki ve Abdurrahman b. Abdurrabbe-i Ensari muhasara ve olay yerinden kaçtılar; Merga’a b. Temimi-yi Esedi Ubeydullah b. Ziyad tarafından sürgün edildi ve İmam Hüseyin’in (a.s) eşi Rubab’ın kölesi olan Ukbe b. Sema’n ise köle olması nedeniyle İbn Sa’d tarafından azat edildi.

İmam’ın (a.s) Ehlibeytinin Esareti
Aşura vakıasında ağır hasta olan Ali b. Hüseyin (a.s), Hz. Zeynep (s.a) ve geride kalan diğerleri ile birlikte esir alındılar. Ömer b. Sa’d ve ordusu esirleri Kufe’ye emevi hakimi İbn Ziyad’ın yanına götürdüler ve oradan da Şam’a Yezit’in sarayına gönderildiler.

Aşura Vakıası Şehitlerinin Toprağa Verilmesi
Kerbela şehitlerinin mübarek ve pak bedenlerinin toprağa verildiği gün hakkında tarihçiler arasında görüş ayrılıkları bulunmaktadır; bazıları Muharrem’in on birinci günü -yani Ömer b. Sa’d’ın Kerbela’dan çıktığı gün-[97] ve bazıları ise Muharrem ayının on üçüncü[98]gününü Kerbela şehitlerinin bedenlerinin toprağa verildiği gün olarak açıklamışlardır. Ehlisünnet alim ve tarihçileri ise İmam Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin, hicretin 61. Yılı Muharrem ayının on birinci günü toprağa verildiği noktasında ittifak etmişlerdir.[99]

Ömer b. Sa’d, İmam Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin şehit olmasından sonra, kendi gurubundaki 88 askerin cesedini defnetmelerini emretti, ancak İmam (a.s) ve vefalı yarenlerinin mübarek ve pak bedenlerini öylece toprağın üzerinde bıraktı.[100]

Bazı rivayetlere göre, İbn Sa’d ve ordusu gittikten sonra, evleri Kerbela’ya yakın olan Beni Esed kabilesi Kerbela hadisesinin yaşandığı yere geldiler ve yerde sadece İmam Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin cansız bedenlerini görünce düşman tehlikesinin olmadığı gecenin bir vaktinde İmam Hüseyin (a.s) ve yarenlerinin namazlarını kıldıktan sonra toprağa verdiler. [101]

İmam Hüseyin’i (a.s) şu anki bulunduğu yere ve Ali Asgar’ı ise İmam’ın ayak tarafının aşağısına defnettiler. İmam’ın (a.s) Ehlibeyti için kabirler kazdılar ve yarenleri için de İmam’ın ayak tarafının aşağısında kabir kazdılar ve onları orada toprağa verdiler; gerçi hepsinin toprağa verilmesinde bir şüphe yoktur, ancak onların kabirlerinin yerini dakik olarak bilmiyoruz.[102] Hz. Abbas’ın (a.s) mübarek bedeni de şehit olduğu yerde toprağa verdiler. [103]

Aynı şekilde Kerbela şehitlerinin toprağa verilme anında Hür’ün akraba ve kabilesi ve bir başka rivayete göre annesi gelerek, Hür’ün bedenini şu anda Hür b. Yezid-i Riyahi’nin türbesi olarak bilinen yere götürüp toprağa verdiği rivayet edilmiştir.[104]

Beni Esed kabilesi amcaoğullarının –Habib b. Mezahir- İmam Hüseyin’in diğer yarenleri ile birlikte defnedilmesine razı olmadılar ve bundan dolayı diğerlerinden ayrı İmam Hüseyin’in (a.s) başının üst tarafında, bugün Habib b. Mezahir’in kabri olarak bilinen yerde toprağa verdiler.[105]

İmam Hüseyin’in (a.s) Başının Defnedilmesi
Ubeydullah b. Ziyad, İmam Hüseyin’in (a.s) mübarek başını bir ağacın başına asarak şehirde gezdirdi ve bir müddet sonra İmamın başını diğer şehitlerin başıyla birlikte Zehr b. Kayy-ı Cu’fi ile Şam’a (Demeşk) Yezid’e yolladı.[106] Atike (Yezid’in kızı ve Abdulmelik b. Mervan’ın eşi) saygıyla İmam’ın (a.s) başını yıkadı ve koku sürdü ve daha sonra Demeşk bağlarından (sarayın bağı veya başka bir bahçede) birinde toprağa verdi. Bir başka rivayete göre ise, İmam’ın mübarek başını Kufe, Şam, Askalan ve Mısır’a[107] götürdükten sonra kefenleyerek Hz. Fatıma’nın (s.a) kabrinin yanına; Baki mezarlığında toprağa verdiler.[108] Elemu’l Huda’ya[109] göre, İmam’ın (a.s) başını Şam’dan Kerbela’ya geri döndürdüler ve bedeninin yanına defnettiler.

Aşura’nın Habercisi
İmam Hüseyin’in (a.s) şehadetinden sonra esirler kervanında bulunan Hz. Zeynep (s.a), Kufe’de Ubeydullah b. Ziyad’ın ve Demeşk’de Yezit’in sarayında, İmam Hüseyin’in (a.s) kıyamının mahiyeti, Yezid’in fasit hükümeti ve Kufelilerin hilelerini anlatan beliğ hutbeler okudu.[110]
Kaynakça
Yukarı git↑ Dehkhuda, Ali Ekber, Lügatname-i Dehkhuda, c. 10, s. 15663.
Yukarı git↑ Dairetu’l Mearif, Teşeyyü, c. 11, s. 15.
Yukarı git↑ Dehhuda, Ali Ekber, Lügatname-i Dehkhuda, c. 10, s. 15663.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l-Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 463 ve Ali b. Ebi’l-Kiram İbn Kesir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 4, s. 84.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 391 - 392; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 416 – 418; Ahmed Deyneveri, el-Ahbaru’t-Tival, s. 256; İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 97 - 98; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 90; El-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l-Hüseyin (a.s), c. 1, s. 249 – 250 ve Ebu Ali, Meskuviyye, Tecaribu’l-Umem, c. 2, s. 73 – 74.
Yukarı git↑ Ahmed Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 256.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, c. 3, s. 186; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l-Umem ve’l-Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 421; İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 99; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 1, s. 251 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 59.
Yukarı git↑ İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 97 – 99; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 1, s. 251; Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 94; İbn Nema Hilli, Mesiru’l Ehzan, s. 52; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 421 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 95.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 378 – 379 ve Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l-Umem ve’l-Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 369.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l-Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 419 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 91.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 185; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 419 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 92.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 419 ve Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 92.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 419 – 420; Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 393 ve Ali Ebu’l Ferec İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 117.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 420; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 91; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 1, s. 250 – 251 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 57 – 58.
Yukarı git↑ Kutbu’d-Din Ravendi, el-Haraic ve’l Ceraih, c. 2, s. 848 ve Abdullah el-Bahrani, el-Avalimu’l İmamu’l Hüseyin (a.s), s. 350.
Yukarı git↑ İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 96 ve el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l-Hüseyin (a.s), c. 1, s. 248.
Yukarı git↑ Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l-Hüseyin (a.s), s. 219.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l-Umem ve’l-Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 422; Ahmed Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395; Ahmed Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 256; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l-Hüseyin (a.s), c. 1, s. 248 ve Abdullah el-Bahrani, el-Avalimu’l-İmamu’l-Hüseyin (a.s), s. 165.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l-Umem ve’l-Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 421; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 94; Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 59 ve Tabersi, E’lamu’l-Vera bi E’lamu’l-Huda, c. 1, s. 457.
Yukarı git↑ Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 219.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 420 – 421; Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 393; Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t-Talibin, s. 112- 113; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 93 - 94; Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c. 4, s. 58 – 59 ve İbn Şehri Aşub, Menakibu A’li Ebu Talib, c. 4, s. 99.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 423.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 422; Ahmed Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 256; İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 101 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 59.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395; Ahmed b. Davud ed-Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 256; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 422; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 95 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 59.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 96.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395 - 396; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 423 – 426 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 96.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395 – 396 ve Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 422 – 426.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 423; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 96 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 60.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 423; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 96 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 60 - 61.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 438 ve Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 394.
Yukarı git↑ el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 1, s. 252 ve Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 396 – 398.
Yukarı git↑ İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 100; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 1, s. 252 ve Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 232 – 233.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 424 – 426; Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 395 – 396 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 96 – 98.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 424 – 427.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 426 – 425 ve Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 397.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 423 – 426; Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 393 - 396; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 96 ve Tabersi, İ’lamu’l Vera bi İ’lamu’l Huda, c. 1, s. 458.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 427; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 99 ve el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 9.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 104.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 398; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 429 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 101.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 398; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 429 - 430 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 101.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 429 – 430.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 400 ve Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 430 – 436.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 400 ve Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 430 – 437.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 400; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 435 – 436 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 103 – 104.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 400.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 436 – 438.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 438 – 439.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 400; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 436 – 437 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 104.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 436 – 437.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 400; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 437 – 439 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 105.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 437 – 438.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir-i Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarih-i Taberi), c. 5, s. 437 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 68.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 446.
Yukarı git↑ İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 101.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 438 – 439 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 70.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 439.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 439 – 440.
Yukarı git↑ el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 17 ve Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 110 – 111.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 441 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 105.
Yukarı git↑ Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 111.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 441 ve el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 20.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 361 - 362; Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 80; Ebu Hanife Ahmed b. Davud ed-Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 256; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 446; İbn Nema Hilli, Mesiru’l Ehzan, s. 68 ve Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 49.
Yukarı git↑ Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t-Talibin, s. 115 – 116.
Yukarı git↑ Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 80 – 86 ve Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 446 – 449.
Yukarı git↑ Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 89 – 95; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 446 - 449 ve Ebu Hanife Ahmed b. Davud ed-Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 256 – 267.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 446 – 449 ve İbni Şehraşub, Menakibu A’li Ebu Talib, c. 4, s. 108.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 446 – 453.
Yukarı git↑ el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 32; Seyyid b. Tavus, el-Melhuf ale Katli’t Tufuf, s. 116 ve İbn Nema Hilli, Mesiru’l Ehzan, s. 70.
Yukarı git↑ el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 32.
Yukarı git↑ Seyyid b. Tavus, el-Melhuf ale Katli’t Tufuf, s. 123; Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 409; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 451 – 453 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 111.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 448; Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 95 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 108.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 407; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 449 – 450; İbn Sa’d, et-Tabakatu’l Kubra, c. 6, s. 440 ve Ahmed Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 258.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 452; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 111; Ebu Ali, Meskuviyye, Tecaribu’l Umem, c. 2, s. 80 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 77.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 452; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 111; Ebu Ali, Meskuviyye, Tecaribu’l Umem, c. 2, s. 80 ve Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 77.
Yukarı git↑ Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 119 ve Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 276.
Yukarı git↑ Muhammed Bakır Meclisi, Cilau’l Uyun, s. 408; Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 276 - 278.
Yukarı git↑ İbn Şehri Aşub, Menakibu A’li Ebu Talib, c. 4, s. 109 ve Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 277.
Yukarı git↑ Ali b. el-Hüseyin el-Mes’udi, İsbatu’l Vasiyye li’l İmam Ali b. Ebi Talib (a.s), s. 177 - 178.
Yukarı git↑ Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 277 - 278.
Yukarı git↑ Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 119.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 407; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 450; Muhammed İbn Sa’d, Kitabu et-Tabakatu’l Kubra, c. 6, s. 440; ve Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 118.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 407 – 408.
Yukarı git↑ İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 118; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 111 - 112; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 35 ve İbn Şehri Aşub, Menakibu A’li Ebu Talib, c. 4, s. 111.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 111 – 112.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 408 ve Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 448.
Yukarı git↑ el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 34 ve Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 120.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 203; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 448; Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 75 ve Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 110.
Yukarı git↑ Ebu Hanife Ahmed b. Davud ed-Deyneveri, el-Ahbaru’t Tival, s. 258; Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 407 - 409; İbn E’sem Kufi, el-Futuh, c. 5, s. 118; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 453; Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 112; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 35.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 110; Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 122 – 123 ve Tabersi, E’lamu’l Vera bi E’lamu’l Huda, c. 1, s. 467 – 468.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 407 - 409; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 450; Ali b. Ebi’l Kiram İbn Esir, el-Kamil fi’t Tarih, c. 4, s. 77 ve Ebu’l Fida İsmail b. Amr ibn Kesir, el-Bidaye ve’n Nihaye, c. 8, s. 187.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 112; el-Muvaffak b. Ahmed el-Harezmî, Mektelu’l Hüseyin (a.s), c. 2, s. 36 ve Tabersi, E’lamu’l Vera bi E’lamu’l Huda, c. 1, s. 469.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 450 - 453; İbn Sa’d, et-Tabakatu’l Kubra, c. 6, s. 441; Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 118; el-Mes’udi, Murucu’z Zeheb ve Meadinu’l Cuher, c. 3, s. 258 ve Seyyid b. Tavus, el-Luhuf, s. 126.
Yukarı git↑ Muhammed İbn Sa’d, et-Tabakatu’l Kubra, c. 6, s. 441 ve c. 3, s. 409; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 453; Ali Ebu’l Ferec el-İsfahani, Mekatilu’t Talibin, s. 118 ve Ali b. el-Hüseyin el-Mes’udi, Murucu’z Zeheb ve Meadinu’l Cevher, c. 3, s. 258.
Yukarı git↑ Ali b. el-Hüseyin el-Mes’udi, Murucu’z Zeheb ve Meadinu’l Cuher, c. 3, s. 258 - 259.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 411; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 455 ve Ali b. el-Hüseyin el-Mes’udi, Murucu’z-Zeheb ve Meadinu’l-Cevher, c. 3, s. 259.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 411; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 455 ve Ali b. el-Hüseyin el-Mes’udi, Murucu’z Zeheb ve Meadinu’l Cuher, c. 3, s. 259.
Yukarı git↑ Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 455 ve Ali b. el-Hüseyin el-Mes’udi, Murucu’z Zeheb ve Meadinu’l Cuher, c. 3, s. 63.
Yukarı git↑ Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 319.
Yukarı git↑ Seyyid b. Tavus, el-Melhuf ale Katli’t Tufuf, s. 107.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 411; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 455 ve Mes’udi, Murucu’z Zeheb, c. 3, s. 259.
Yukarı git↑ Ahmed b. Yahya el-Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 3, s. 411; Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 455 ve Mes’udi, Murucu’z Zeheb, c. 3, s. 259.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad fi Marifeti Hucecullahi ale’l İbad, c. 2, s. 125 – 126.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 114 ve Tabersi, İ’lamu’l Vera bi İ’lamu’l Huda, c. 1, s. 417.
Yukarı git↑ Muhsinu’l Emin, A’yanu’ş Şia, tahkik: Hasan el-Emin, s. 613.
Yukarı git↑ Abdurrezzak el-Musevi el-Mukarrim, Mektelu’l Hüseyin (a.s), s. 319.
Yukarı git↑ Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 2, s. 507 – 508 ve Taberi, Tarihu’l Umem ve’l Muluk (Tarihi Taberi), c. 5, s. 459 – 460.
Yukarı git↑ İbn Şeddad, el-İ’lagu’l Hatiyre fi Zakiri Umerau’ş Şam ve’l Cezire, s. 91 ve Kazvini, s. 222.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, et-Tabakatu’l Kubra, c. 6, s. 450.
Yukarı git↑ Seyyid Murtaza, Resailu’ş Şerif el-Murtaza, c. 3, s. 130.
Yukarı git↑ Hz. Zeynep’in (s.a) Kufe ve Şam’da yaptığı hutbelerin metni için şu adreslere müracaat ediniz: İbni Tayfur, Belağatu’n Nisa, s. 20 – 25. Hz. Zeynep’in (s.a) İbni Ziyad’ın sarayında yaptığı konuşma: İbn E’sem, el-Futuh, c. 5, s. 121 – 122; Kufe’de yaptığı konuşmalarının tercümesi ve hutbelerin tahlili için: Hz. Fatıma Zehra (s.a), s. 249 – 260.
http://tr.wikishia.net/view/A%C5%9Fura_Vak%C4%B1as%C4%B1

Pazartesi, 25 Eylül 2017 18:24

Türkiye-İran İşbirliğinin Zarureti

Allah'ın Adıyla

Suriye’de  emperyalist Batı ve bölgesel müttefikleri tarafından başlatılan iç savaşın başından beri defalarca tekrarladığımız üzere bu sorunun çözümü İran ile Türkiye arasındaki işbirliği ile mümkündür ve hala da geçerliliğini korumaktadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın  2012 Mart ayında İran’a  başbakan olarak yaptığı  ziyaret sırasında İran makamları bu hususu açık seçik bir şekilde Erdoğan’a teklif ettiler. Erdoğan İran’ın ciddiyetinden emin olmak için İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei ile görüşmekte ısrar edince, o sırada Meşhed şehrinde bulunan İmam Hamanei ile görüşmek için bin km’lik bir yol kattetti ve  bu görüşme gerçekleşti.

Erdoğan’ı aile fertleriyle birlikte kabul eden İmam Hamanei ve Erdoğan arasında samimi ve ifadeleri perdesiz bir görüşme gerçekleşti. Erdoğan, İran’ın Beşar Esad rejimini  desteklemekten vazgeçmesini istiyordu. İmam Hamanei ise komplonun derinliğine dikkat çekerek dış güçlerin bölgeye müdahalesini engellemenin zaruretini vurguluyor  ve Suriye meselesinin iki ülkenin işbirliği ve yardımlarıyla çözülebileceğini vurguluyordu.

İmam Hamanei, başka bir ülkenin rejimini değiştirmenin ancak o ülke halkının iradesiyle gerçekleşmesi  ilkesine işaretle İran ve Türkiye’nin iradesini ortaya koyması, seçimlere katılması için Suriye halkına yardımcı olabileceğini ve bunun nasıl gerçekleşeceğinin ayrıntılarına yoğunlaşılabileceğinin altını çiziyordu.

İran’ın teklifinin mantığı karşısında  susan Erdoğan Türkiye’ye döndükten sonra  teklifin inceleneceğine dair söz veriyordu. Ama aradan bir hafta on gün geçmeden Meşhed’de varılan ortak görüşün aksine Suriye’nin Dostlarını(!) Türkiye’ye davet ediyordu. Halbuki İmam Hamanei aynı görüşmede bölge dışı güçlerin  bölgeye girişinin engellenmesini ön şart koşmuş ve aksi takdirde Beşar Esad’ın İran’ın kırmızı çizgisi olduğunu vurgulamıştı.

Suriye’nin dostları(!) dünyanın çeşitli  bölgelerinden terör çetelerini  eğitip modern teçhizatla silahlandırıp Türkiye sınırından Suriye’ye sokmaya başlamış ve ülkenin önemli bir bölümünü Beşar Esad rejiminin kontrolünden çıkarmayı başarmıştı.

Tahran’da  iki yıl sonra 2014 yılı Ocak ayında yine İmam Hamanei ile Erdoğan arasında gerçekleşen görüşmede bir önceki görüşmedeki kadar samimi olmasa da- hatta kabulü bile Erdoğan’ın ısrarı üzerine yapılsa da- yine aynı konu gündeme gelmiş ve bu defasında İmam Hamanei selamlaşma sonrasında Erdoğan’a konuşma fırsatı tanımadan önceki  görüşmedeki  duruşunu tekrarlamış, buna uyulmadığı için Suriye’nin terörist çetelerin işgaline uğratıldığını ve bu durumda Beşar Esad’ı ve rejimini desteklemekte kararlı olduklarını tekrarlamıştı. Halbuki Erdoğan, Suriye rejiminin düştüğü zayıf durumdan sonra İran’ın tavrını değiştireceği beklentisi içindeydi.

İmam Hamanei 2015 yılı Nisan’ında  Cumhurbaşkanı olarak Tahran’a ziyarette bulunan Erdoğan’ı kabulü sırasında da İslam ülkelerinin Amerika ve Batı’ya güvenmediklerini, bugün Batı’nın bölgedeki müdahaleleri sonucunda İslam’ın ve bölgenin zararına olduğu herkes tarafından açıkça görülmüştür diyerek önceki uyarılarını tekrarlıyordu.

Özetlersek Suriye’de bugün gelinen durumdan kimin sorumlu olduğu, kimin hata yaptığı, kimin zararlı çıktığı ortadadır. İran altı yıl önceki duruşunu aynen devam ettirirken Batı’lı müstekbir güçlere Suriye’ye müdahale yolunu açan hepsi de Erdoğan liderliğindeki hükümetlerin şimdi aynı Batılı güçlerin en fazla da Türkiye’yi tehdit ettikleri gerçeği ile karşı karşıyadır.

İslam İnkılabından sonra ilk defa bir İran genelkurmay başkanının Ankara’da üst düzey görüşmeler gerçekleştirdiği şu sıralarda iki ülke arasında işbirliğinin sürdürülebileceği üzerine şüphe düşürmeye çalışan Batıcı kalemlere ilavaten bazı mutaassıp sözde İslamcıların hala yapılan hataları görmezden gelmeleri oldukça düşündürücüdür.

Başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizminin Suriye ve Irak başta olmak üzere bölge ülkelerinin sınırlarını yeniden çizme planlarını uygulamaya koydukları şu sıralarda bölgenin ve İslam dünyasının iki güçlü  ülkesi arasında bir an önce işbirliği ve dayanışmaya gidilmesinin zarureti ortadadır.

Gel gör ki bazı taşlaşmış kafalar hala Türkiye’nin Suriye üzerindeki 500 yıllık geçmiş hükümranlığından, karşı tarafı İsrail ve ABD’nin müttefiklerinin işgali altındaki 800 kilometrelik ortak sınırdan hareketle hak iddiasında bulunmakta ve İran nüfuzunun  tehlikesine dikkat çekerek akıllarınca hükümete yol göstermekteler.

Türkiye ile İran arasında gündemdeki  işbirliği aslında Irak’ın 2003 yılında ABD tarafından işgalinden sonra ve Irak’a komşu ülkeler toplantıları çerçevesinde 2007’de başlatılmıştı. Türkiye ve İran’a ilaveten Irak, Mısır, Arabistan ve Suriye’nin de katılımıyla sürdürülen görüşmeler  ABD’nin baskıları sonucu ve yine Türkiye hükümetinin caydırılması ve boş vaatlerle oyalanmasıyla maalesef sonuçsuz bırakılmıştı. Bu görüşmeler sürdürülebilmiş olsaydı ne Arap Baharı kriziyle karşılaşılmış olurdu ne de Suriye bugünkü içler acısı duruma sürüklenmiş olurdu.

Bunca acı tecrübe ortadayken ve başını ABD’nin çektiği Batılı devletlerin uğursuz  planları ifşa olunmuşken hala Irak ve Suriye’de İran nüfuzu vb. asılsız bahanelerle Türkiye-İran işbirliğinin geç de olsa başlatılmasını engelleme çabaları ya cehaletten ya da bu iki ülkeye düşmanlıktan kaynaklanmaktadır.

Bu son girişimin başarıya ulaşması her iki ülke hükümetlerinin dış baskılara ve vaatlere aldırmadan iradelerini ortaya koymaları şartına bağlıdır. Bu örnek  bölgesel işbirliği her iki ülkenin de hakkettiği nüfuzu elde etmesi, öteki komşu ülkelere örnek teşkil etmesi, bölge dışı müdahale ve komplo planlarının kesin yenilgisiyle sonuçlanacaktır.

Ziya Türkyılmaz

 
Yorumlar3

Pazartesi, 25 Eylül 2017 18:20

Aşura’dan Alınması Gereken Dersler

Allah'ın Adıyla

 

Onuncu gün anlamına gelen Aşura, Miladi 680 yılına rastlayan  Hicri 61. Yılın Muharrem ayının onuncu günü Kerbela’da vuku bulan eşsiz savaşın da adıdır.

Öyle bir savaş ki o günden günümüze kadar zulme karşı verilen mücadele ve kıyamlara ilham kaynağı olduğu gibi bundan sonra da daha belirgin bir şekilde yol gösterici olacaktır. Çünkü her geçen gün Aşura savaşının mahiyetinin yeni boyutları, derinliği, azameti keşfedilmektedir.

Ve işte bunun için Aşura tarihin belli bir kesiminde olup bitmiş bir olay, kıvılcım ve geçici bir enerji boşalması olmanın ötesinde tarihin yönünü değiştiren ve gelecekte de tarihe yön verecek bir akımdır, bir ekoldür/mekteptir. “Her gün Aşura, her yer Kerbela” sözü günümüzde daha iyi anlaşılmaya başlamıştır.

Tarihin bazı kesimlerinde bu meşale rengini kaybetmiş olsa da hiç bir zaman sönmemiştir. Aşura zulme, sultaya, işgale, sömürüye, nifaka karşı bir mücadele yöntemidir.

 Bu mücadele yönteminde mazlumlar, mustazaflar, hakları ellerinden alınmış, ülkeleri ve zihinleri işgal edilmiş mücadeleciler için her dönemde ders alınacak dersler vardır.

 Zulme karşı sürdürülen mücadelenin nerede ve hangi boyutlarda sürdürüldüğü önemli değildir. Herkes kendi bölgesinin şartlarına göre, baskı ve zulmün boyutlarına göre Aşura akımından ihtiyaç duyduğu dersleri alabilir.

Nedir bu dersler?

Mücadele ile ilgili aklımıza gelen ne kadar iyilik, fazilet ve erdem varsa Aşura’da tecelli etmiştir. Mücadele başlatmak ve sürdürmek isteyenler için Aşura en kısa, en kestirme yoldur. Nerede ve hangi amaca yönelik olursa olsun zulme ve sultaya karşı mücadelede ihtiyaç duyulan unsurların başında cesaret, basiret, ilkelere bağlılık, dürüstlük, meşru lidere bağlılık, fedakarlık ve... gelir.

Bu erdemlerin hepsi Aşura savaşında net bir şekilde görülmektedir.

Cesaret ve korkusuzluk: Canından olmak, zindana düşmek, işkence görmek, dünya nimetlerinden mahrum kalmak, ailesinden çocuklarından ayrılmak, işinden olmak, makamından uzaklaştırılmak, fakirlik çekmek, evlatların eğitim-öğretimi kaygısı, geçim sıkıntısı, halk arasında itibarsızlaşmak, yenilmek ve bunun gibi onlarca korkudan sıyrılmayanlar mücadele ehli olamazlar. Aşura savaşına katılanların meydana girmeden önce bu korkuları yendiklerini tarihçiler kaydetmiştir.

İlkelere bağlılık: İmam Hüseyin(as) ve yaranları düşmanı her ne pahasına olursa olsun yenmek veya caydırmak için ilkelerden asla taviz vermemiştir. Yezid’e biyat konusunda düşmana hile gelmek gibi bir yönteme asla başvurmamışlardır. Düşmanla karşı karşıya gelip meydan okumalarda bile onları doğru yola davet etmiş, nasihatte bulunmuş ve asla orta bir yol bulma, kazan-kazan yöntemini seçmemişlerdir. Hak gördükleri ilkelerden asla vazgeçmemişlerdir.

Fedakarlık: Mücadeleci kişi hedefi uğruna hiç bir fedakarlıktan kaçınmaz. İmam Hüseyin’in yaranları savaş meydanına girmek için asla başkasının gitmesini beklememiş ve meydana çıkmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Çünkü hedeflerinin doğruluğundan asla şüpheleri yoktu. Hedefi için bedel ödemeyenlerin başarı kazandıklarını tarih kaydetmemiştir.

Lidere bağlılık: İmam Hüseyin’in yaranları O’nun emri olmadan kendilerinden bir girişimde bulunmamış, düşmanla gizli ve açık görüşmelerde bulunmamışlardır. İmam’ın yapın dediği hiç bir girişimden de kaçınmamış, bahaneler de uydurmamışlardır. Bugün de Seyyid Hasan Nasrallah gibi gerçek mücadelecilerin liderine bağlılığı birçoklarını kıskandırmaktadır.

Uzlaşmacı çevreler İmam Hüseyin mektebinin takipçilerini  hakk ve meşru gördükleri  lidere körü körüne bağlılıkla suçlamaktadırlar, kendileri ise ABD ve siyonistlerle işbirliği yapmaktan asla çekinmezler.

Basiret: Bir mücadelede en önemli ilkelerden biri basirettir. Basiret, hakla batılı, dostla düşmanı birbirinden ayırmak, asıl düşmanın kim olduğunu tespit etmektir. Asıl düşmanını tanımayan mücadeleciler sonunda asıl düşmanın kucağına düşmekten kurtulamazlar.

 Bugün İslam dünyasının çeşitli bölgelerinde ve özellikle de bölgemizde asıl düşmanı(ABD ve Siyonizmi) ve uğursuz hedeflerini tanımadan yanlış müdahalelerde bulunanlar (Irak ve Suriye’de) sonunda düştükleri tuzağı farketmiş bulunuyorlar. Ve umulur ki bu hatalarını bir an önce telafi etmeye çalışsınlar ve daha çok mazlum kanının dökülmesinin suçuna ortak olmasınlar.

İmam Hüseyin(as) Küfe ordusu ileri gelenlerine “yolumu kesmeyin bırakın gideyim” dediyse bu korkudan değil, onların asıl düşman olmadıklarını, asıl düşmanın Şam sarayındaki Yezid olduğunu anlatmak içindi. Ama Küfeliler inatlarında ısrar edince savaşmak zorunda kaldı.

Bugün de  İmam Hüseyn’in(as) torunlarından ümmete en layık lider İmam Hamanei asıl düşmanın tekfirci teröristler olmadığını, asıl düşmanın ABD ve uluslararası siyonizm olduğunu ve bu güçlerin emrindeki aldatılmış tekfirci terörist gruplarla sadece savunma amaçlı ve zararlarını defetmek için savaşmak gerektiğini defalarca vurgulamıştır.

Aşura mektebinden bütün zamanlar ve bütün mekanlarda mücadeleciler için alınacak onlarca ibret dersi vardır. Bu ilkelere bağlı kalanlar yenseler de yenilseler de muzaffer olacaklardır. Bu ilkelerden şaşanlar rakiplerini yenseler de tarihin yenilenler listesine yazılacaklardır.

Müslümanların bugün düçar oldukları belaların sebebi Aşura mektebinden ve ilkelerinden gerekli dersleri almamaları ve uzak kalmalarıdır. Bu ilkelere yeniden bağlanılmadığı sürece Hüseyni olmak, Zeynebi olmak mümkün değildir. Hüseyni ve Zeynebi olunmadığı sürece de zilletten, küçümsenmekten, horlanmaktan, dışlanmaktan kurtulmak imkansızdır.

Bölgedeki tehlikenin, düşman ve avanelerinin komplolarının farkında olan basiret ehli Hüseyniler bugün Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’da çetin bir mücadele vermekte ve tehlikeyi uzaklaştırmak için canlarından geçmektedirler. Yezid’in hile ve nifak mektebi devam ettiği gibi Hüseyn’in Aşura mektebi de devam etmekte ve adalet aşıklarının yolunu aydınlatmaktadır.

Ne mutlu Aşura mektebinden ibret dersi alanlara.

İran'ın Kutsal Savunma Dönemi haftası öncesindeki Polis Okulları mezuniyet töreniyle öğrencilere rütbe takdim merasimi, bugün sabah saatlerinde İmam Hamanei'nin katılımıyla gerçekleşti.

Emniyet teşkilatı, sınır koruma ve trafik polis birliklerini ziyaret eden İmam Hamanei, İslam İnkılabı'nın zaferi ardından başta ABD olmak üzere sulta düzeninin İran'ı karıştırmaya çalıştığına işaret ederek, "Geçen 38 yıl boyunca komplo amaçlı tüm müdahalelerine rağmen Polis Teşkilatı ile mümin gençlerin önceliğindeki silahlı kuvvetler, tüm gücüyle onların karşısında durup İran'ın güvenliğini savundu" ifadelerinde bulundu.

Polis Teşkilatı'nın halkın güvenliğini temin etmekle İslam Cumhuriyeti'nin haysiyetini de koruyabildiğini belirten İnkılap Rehberi, güvensiz bir bölgede İran'a hakim olan istikrarlı bir ortamın eşsiz olduğunu bildirerek, şöyle dedi: Düşmanların kendi kirli elleriyle bölgedeki terör tohumlarını dağıttığı bir ortamda ülkenin güvenliğinin sağlanması ile suçlularla mücadele konusu, daha önemli bir konuma yerleşiyor. Bu rol ise bilimsel, deneyimsel ve uzmanlık açılarından Polis Okulları'nda incelenip güncellenmelidir.

İmam Hamanei bölgedeki güvensizliğin kökünün ABD ile Siyonist Rejim'in çıkar elde etmek amacıyla yaptıkları müdahalelerine dayandığını açıklayarak, "Onlar bir gün IŞİD'i ortaya çıkarıyor, ertesi gün bu teröristlerin mümin direniş üyeleri tarafından ortadan kaldırılmasından sonra da başka şeytani yöntemlere başvurmaya çalışıyorlar. Ancak direniş gençlerinin çabaları sonucu sultacıların sırtını bir kez daha yere getireceğiz" şeklinde konuştu.

ABD'nin nükleer anlaşmada yaptığı küstahlığına da değinen İslam İnkılabı Rehberi, sözlerini şöyle sürdürdü: ABD nükleer konusunda her gün yeni bir haylazlık yapıyor ki bu da İmam Humeyni'nin (r.a) Amerika'yı büyük şeytan olarak hitap ettiğinin doğru olduğunu ortaya çıkarıyor, nitekim ki bu ülke hakikaten en kötü şeytandır. Nükleer müzakere sürecince yetkililerimiz bazı haklarımızdan vazgeçmemiz gerektiğini bildirdi, halbuki tüm bunlara rağmen ABD'nin bu müzakerelere yönelik sergilediği tavırları tamamen zorlamaya ve zulüme dayanmaktadır.

İmam Hamanei sulta düzeninin İran milletine karşı yaptığı kin ve düşmanlığının asıl nedeninin İran'ın diğer milletlere birer örneğe dönüştüğü olduğunu kaydederek, "Ahlaksız, yalancı ve dolandırıcı ABD'li yetkililer, İslami düzen ile İran milletini yalancılıkla suçluyorlar, halbuki bu yola tamamen sadakatlı şekilde yürümeye başlayan halkımız sonuna dek sadakatını koruyacaktır. Tüm bunlara ters, asıl yalancı siz kendinizsiniz. Herhangi başka bir millete mutluluk hakkı tanımayarak meşru olmayan çıkarlarını ön planda tutanlar yalancıdır. İran milletinin dimdik durmaya devam ettiğiyle birlikte nükleer anlaşmaya ilişkin sulta düzeninin yaptığı her çeşit yanlış hareketi de İran'ın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaktır" açıklamalarında bulundu.

Pazartesi, 25 Eylül 2017 15:46

Kanlı Şehadete Giriş

 İmam Ruhullah Humayni (ra.)'nin Konuşma ve Mesajlarından

          Muharrem, kahramanlık, yiğitlik ve fedakârlık ayı başladı. Kanın kılıca galebe çaldığı bir ay. Hak gücünün batılı ebediyete mahkûm ederek, boş batıl düşünceleri Şeytani hükümetler ve zalimler cephesi üzerine vurduğu bir ay. Tarih boyunca nesillere zafer yolunu mızrak üzerinde öğreten bir ay. Süper güçlerin "Hak" kelimesi karşısında yenilgisini sabitleştiren bir ay. Müslümanların İmamı'nın tarihin zalimleriyle mücadele yolunu bizlere öğrettiği bir ay.

Bağımsızlık isteyenler, özgürlükçüler ve hakkı haykıranların sıkılmış yumruğunun tanklar, makineli tüfekler ve şeytanın ordusu üzerine galip gelmesi ve "Hak" kelimesinin batılı yok etmesi gereken bir ay, 

        Muharrem, adaletin zulüm karşısında, hakkın batıl önünde kıyam ettiği bir aydır ve tarih boyunca hakkın daima batıla karşı zafere ulaştığı ispatlanmıştır.

       Muharrem, İslam'ın mücahitler ve mazlumların seyyidi (efendi) vesilesiyle yaşatıldığı, fesat unsurların tuzakları ve İslam’ı uçurumun kenarına getiren Beni Ümeyye rejiminden kurtarıldığı aydır. İslam ilk çıkışından itibaren şehitler ve mücahitlerin kanlarıyla sulandı ve semeresine (netice) ulaştı. 

       Muharrem, Teşeyyü (Şia) mektebinde fedakârlık ve kanın özünden elde edilen bir zafer ayıdır.

Muharrem ne kadar musibetçi, bilinç veren ve darbe vurup ezen bir aydır. Muharrem, şehitlerin büyük efendisi ve Allah (c.c.) velilerinin önderlerinin kıyam ayıdır. Tağutlar karşısında ki kendi kıyamıyla insanlığa yapıcılık ve darbe vurma dersi vermiş, zalimin yok edilmesi ve sitemkarın yenilme yolunu, feda etmek ve feda olmakla öğretmiştir. Bu da bizim milletimiz için son zamana değin İslam öğretilerinin temelidir. 

       Muharrem ve Sefer'dir İslam'ı korumuş olan.

       Muharrem ve Sefer'i Ehl-i Beyt (a.s.)'in musibet zikri ile canlı tutmamız gerekir. Zira bu mezhep şimdiye kadar Ehl-i Beyt (a.s.)'in musibet zikirleri ile canlı kalmıştır.

        Muharrem, halkın hak meseleleri duymak için geldikleri bir aydır. 

       Muharrem ayı şimdi ilahi bir kılıç gibi, İslam askerleri, muhterem ruhaniler, değerli hatipler ve Seyyid-üş Şüheda (a.s.)'nın yüksek makamlı Şia (takipçi)'larının elindedir. Ondan en son hadde kadar istifade etmeleri gerekir. İlahi güce yaslanmakla da bu sitem ve hıyanet ağacının geride kalan köklerini de kessinler. Zira Muharrem, Yezidi güçler ve şeytani hilelerin yenilgi ayıdır. 

Amerikan Newsweek Dergisi, İran’ın Hürremşehir isimli balistik füzesini görücüye çıkarmak suretiyle, ABD Başkanı ve Siyonist rejimin yüzüne bir tokat attığını belirtti.
 
 Newsweek Dergisi Cuma günü yayınladığı bir analizde; İran’ın görücüye çıkardığı Hürremşehr isimli balistik füzesine dikkat çekerek, İran’ın Hürremşehr’i görücüye çıkarmasını, ABD Başkanı Donald Trump ve Siyonist rejimin yüzüne indirilmiş bir tokat olarak niteledi.

Devrim Muhafızları Hava-Uzay Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacizade, Silahlı Kuvvetlerin dün düzenlediği geçit töreninin kulisinde gazetecilere yaptığı açıklamada; uzun menzilli Hürremşehr füzesinin görücüye çıkarıldığına işaretle, bu füzenin Savunma Bakanlığı tarafından tasarlanıp, yapıldığını ve 2 bin kilometre menzili olduğunu vurguladı. 

Newsweek attığı tweet’te; “İran yeni füzesini göstermekle Trump ve İsrail’e bir tokat attı.” diye yazdı.

ABD eski yönetiminin Silah İşleri Danışmanı Robert Eenhoorn de, İran’ın görücüye çıkardığı bu füze ve Ruhani’nin yaptığı açıklamanın büyük ölçüde, Trump yönetiminin bu ülkeye yönelik balistik füze programı ile ilgili kısıtlamaları kabul etmesi için baskı yapma hedefine bir karşılık olduğunu kaydetti.

 Önümüzdeki günlerde yapılacak Barzani referandumunun arka planında Kuzey Irak Kürt Devletinin resmi anlamda bölgesellikten çıkartılıp ulusallaştırılması hedefi yatmaktadır.

Öncelikle pek yakında yapılacak referandum hakkında kanı yürütüleceği yerde, Mesut Barzani’nin böyle bir referandum sunumu için hukuki konumunun olup olmadığı aydınlığa kavuşturulmalı ve sonra konu edilen referandumun eksi ve varsa artıları tartışılmalıdır.

Şimdiye kadar medya Barzani ve onun hedeflediği bağımsız Kürt devleti kritiğini yaptı, ancak Irak’a bağlı bölgesel bir yönetimin kendi bağımsızlığı doğrultusunda referandum yapma hakkının olup olmadığı konusunu mühmel bıraktı.

Diğer taraftan yine medya Barzani referandumunu konu etti, ancak Irak anayasası esasınca Barzani’nin iki yıl önce görev süresinin bittiğini ve dolayısıyla gayri meşru bir başkanın ileri sürdüğü isteğinin de gayri meşru olacağını konu etmedi.

Hadisenin gerek uluslararası alanda yansımaları ve gerçekte yansıtılma çabaları ve gerekse medyatik yansıtılma tarzı bizlere anlamamız gerekeni anlatıyor; Barzani’nin Referandumu İsrail’in Büyük Ortadoğu Projesinin yapı taşlarından birisidir.

Hatırlatılmasında fayda var ki Amerika Arabistan gayri meşru birleşiminden hasıl olan gayri meşru çocuk IŞİD planlanan bölgelerde büyük hezimete uğramış ve kendisi için hedeflenen meşru devlet planları hayal olmuştur. Dolayısıyla yine dini kimlik görünümü altında IŞİD’in misyonunu yerine getirecek alternatifler arasında Kuzey Irak alternatifi çok sağlam gibi gözükmektedir.

TR.JAMNEWS

Pazartesi, 25 Eylül 2017 03:58

İran IKYB'ye hava sahasını kapattı


İran Ulusal Güvenlik Yüksek Şurası Sözcüsü Husrevi, İran hava sahasının IKBY'ye kapatıldığını, referandumun yapılması halinde ise kara sınırlarının da kapatılacağını duyurdu.
 
 İran Ulusal Güvenlik Yüksek Şurası Sözcüsü Keyvan Husrevi, İran hava sahasının Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'ne (IKBY) kapandığını duyurdu.

İranlı öğrenciler Haber Ajansı İSNA'ya göre, Husrevi, "İran, Irak merkezi yönetiminin talebi üzerine İran hava sahanlığını Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'ne kapatmıştır." dedi. 

Husrevi, "İran'dan Süleymaniye ve Erbil kentlerine ve aynı zamanda hava sahanlığımızdan Irak Kürdistan Bölgesine doğru uçuşlar durdurulmuştur. Referandumun yapılması halinde kara sınırları da kapatılacaktır." açıklamasını yaptı.

Haberde Irak merkezi yönetiminin İran'ın IKBY'ye sınırlarını kapatması talebinde bulunduğu ifadelerine yer verildi.

Pazartesi, 25 Eylül 2017 03:47

Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

İmam Hamanei
  
Hüseyni Kıyamın Verdiği Dersler

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki: "Hüseyin bendendir; ben de Hüseyindenim" ve yine buyurmuştur ki: "Doğrusu Hüseyin hidayet meşalesi ve kurtuluş gemisidir." Bütün namaz kılan kardeşleri, bacıları ve kendimi Allah'tan korkmaya, takvalı olmaya, günahtan sakınmaya, hayatın ruhu ve hedefi olan Allah’ın rızasını kazanmaya davet ediyorum. "Malın ve evladın fayda vermediği" o günde ve dünyada yüzümüzün ak olmasının asıl kaynağı bu olacaktır.


Allah'a şükürler olsun ki ömrümüz Hz. Hüseyin'i (a.s) anmakla geçmektedir. Bu büyük insanın kıyamı hakkında çok şeyler düşünülüp söylenmiştir. Ama ne kadar çok düşünülürse düşünülsün bu konuda sohbet, araştırma ve fikir yürütme alanı geniştir. Henüz bu büyük, olağanüstü ve eşsiz vakıa hakkında söylenecek çok sözler vardır. Bunları düşünüp birbirimize söylememiz gerekiyor. Eba Abdullah Hüseyin'in (a.s) Medine’den çıkıp Mekke’ye gittiği günden Kerbela’da şehadet şerbetini içtiği güne kadar geçen olaylara dikkat edecek olursanız göreceksiniz ki insan bu bir kaç aylık olaydan yüzden fazla önemli ders alabilir. Binlerce ders alınır demedim, ancak desek de yerindedir. Onun her işareti bir ders olabilir.

Bu vakıada yüzlerce ders var dememin sebebi şudur: Eğer bu olayları dikkatle incelersek bunlardan yüz konu çıkarabiliriz. Bunların her biri, bir ümmet için, bir ülke için, toplumu idare etmek için, tarih için, insanın kendisini terbiye etmesi ve Allah’a yakın olması için birer derstir. Öyle ki Hüseyin b. Ali (ruhlarımız ona, onun adına ve yadına feda olsun) alemdeki mukaddes insanların arasında güneş gibi parlamaktadır. Yani evliya, imamlar, şehidler ve salih kullar ay gibi, yıldız gibiyseler İmam Hüseyin (a.s) güneş gibidir. O büyük insanın kıyamından dolayı bu böyledir. Bu harekette asıl olan bir ders vardır. Ben bugün bu asıl dersi sizlere arzetmeye çalışacağım. Diğerlerinin hepsi yan konulardır, bu ise metnin kendisidir. Niçin kıyam etti? Bu bir derstir: Niçin kıyam etti? İmam Hüseyin'in (a.s) Medine-i Munevvere'de, Mekke-i Mükerreme’de, Yemen’de o kadar izleyicileri vardı, bir köşeye çekilir ne onun Yezid’le ve ne de Yezid’in onunla bir işi olurdu. Şiilerinin ve izleyicilerinin arasında yaşar, ibadet ve tebliğ edebilirdi; o halde niçin kıyam etti? Olay neydi? Asıl soru budur, asıl ders budur. Bu konuya şimdiye kadar hiç kimse değinmemiştir demek istemiyorum. Gerçekten alimler çok çalıştılar, çaba harcadılar, bu hususta çok da konuştular; benim burda arzettiğim şey bu hususta daha kapsamlı bir anlayış ve yeni bir bakıştır.

Bazıları, İmam Hüseyin (a.s) Yezid'in fasid devletini devirerek kendisi bir devlet kurmak istiyordu, İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamının hedefi buydu diyorlar. Bu söz tamamen doğru değildir; yanlıştır da demiyorum. Eğer bu sözden şu kastediliyorsa: "İmam Hüseyin (a.s) devlet kurmak için kıyam etti, neticeye ulaşmanın mümkün olmadığını görünce iyi oldu geri dönelim dedi. Hükümet kurmak maksadıyla hareket eden kimse bu işin mümkün olduğunu gördüğü müddetçe ilerler; ancak bu işin mümkün olmadığını veya mantıklı bir ihtimalin olmadığını görünce vazifesi geri dönmektir. Vazifesi hükumet teşkil etmekse sadece gidilmesi mümkün olan yere kadar gitmesi caizdir. Ancak gidemediği yerden geri dönmelidir." İmam Hüseyin'in (a.s) bu kıyamdan hedefi, Ehlibeyt'in hakkı olan hükumeti kurmaktı diyenlerin maksadı buysa, hayır, bu doğru değildir. Çünkü bu hareketin tamamını gözönüne aldığımızda hedefin bu olmadığını görmekteyiz. Bazıları da karşı noktada yer alarak diyorlar ki: "Hayır efendim, hükumet de ne demek oluyormuş? İmam Hüseyin (a.s) hükümet kuramayacağını biliyordu, İmam (a.s) esasen öldürülmek ve şehid olmak için geldi."

 

Peygamber, İslami düzende bozukluklar baş gösterdiğinde ne yapılması gerektiğini belirtmişti...

Bu söz de bir müddet çok yaygındı. Bazıları bunu şairane tabirlerle dile getirerek güzel bir şekilde beyan ediyorlardı. Bazı büyük alimlerimizin de böyle söylediklerini gördüm. İmam Hüseyin'in (a.s) şehit olmak için kıyam ettiği yeni bir söz değildi. Hareketsiz kalmakla bir şey yapılmayacağından, o halde gidip şehid olarak bir şeyler yapalım sözü de doğru değildir. İslam kaynaklarında, dini kaynaklarda "git kendini ölüme at" diye bir şey yoktur. Bizde böyle bir şey yoktur. İslam’ın tanıttığı şehadet bundan farklıdır. Ayet ve hadislerden de şehadet hakkında şu anlaşılmaktadır ki, insan farz veya yapılması iyi olan mukaddes bir hedef uğruna kendisini ölüme atabilir. Sahih İslami şehadet budur. Ancak öldürülmek için kendini ölüme atmak ve şairane bir tabirle "kanım zalimin ayağını sarsıp onu yere yıksın" diye öldürülmek şehadet değildir. Hayır; bu kadar azametli bir vakıanın hedefi bunlar değildir. Bu da o gerçeğin bir bölümüdür, ancak bu İmam Hüseyin'in (a.s) hedefi değildir. O halde, "İmam Hüseyin (a.s) hükumet için kıyam etti, hedefi hükumet teşkil etmekti" diyemeyeceğimiz gibi "İmam Hüseyin (a.s) sadece şehid olmak için kıyam etti" de diyemeyiz. İmam Hüseyin (a.s) başka bir şey için kıyam etmiştir. Ben bu konuşmamda onu anlatmaya çalışacağım.


Bence, İmam Hüseyin'in (a.s) hedefi hükumet kurmaktı veya şehadetti diyenler hedefle neticeyi karıştırmışlardır. Hayır, bunların hiç biri değildi. İmam Hüseyin’in bunların dışında bir hedefi vardı; ancak bu hedefe ulaşmak için bir harekete ihtiyacı vardı bunu ise iki sonuçtan biri izliyordu: Ya hükumet ya da şehadet. Tabi İmam (a.s) her ikisi için de hazırdı. Hem hükumetin ön hazırlıklarını, hem de şehadetin ön hazırlıklarını yapıyordu. Yani her ikisi için de kendisini hazır durumda tutuyordu. Sonuçta hangisine ulaşırsa ulaşsın doğruydu ve sakıncası yoktu. Ancak asıl hedef bunlar değildi, bunlar sadece hedefi izleyen sonuçlardı. Hedef neydi? İlk önce o hedefi kısaca tanımlayıp sonra biraz açmak istiyorum. İmam Hüseyin'in (a.s) hedefini açıklamak istiyorsak şöyle demeliyiz: İmam Hüseyn'in (a.s) hedefi çok büyük bir dini farizayı yerine getirmekti ki bu farizayı ondan önce hiç kimse yerine getirmemiştir. Ne Hz. Ali (a.s) ve ne de İmam Hasan (a.s).

 

Bu farizanın İslam’ın bütün fikri düzeni ve ameli değerinde önemli bir yeri vardır. Bu fariza çok önemli olmasıyla birlikte temel bir farizadır. İmam Hüseyin (a.s)’ın zamanına kadar bu fariza gerçekleştirilmemişti; neden? Niçin o zamana kadar gerçekleşmediğini açıklayacağım. Bütün tarihe bir ders olması için İmam Hüseyin (a.s) bunu yapmalıydı. Mesela; Resulullah (s.a.a) hükümet kurdu ve hükumet kurmak bütün İslam tarihi için bir ders oldu. Veya Peygamber (s.a.a) Allah yolunda cihad etti ve bu bütün müslümanlar ve sonsuza kadar bütün insanlık tarihi için ders oldu. Bu farz da müslümanlara ve tarihe ameli bir ders olması için İmam Hüseyin (a.s) vasıtasıyla yerine getirilmeliydi; bu işi niçin İmam Hüseyin'in (a.s) yapması gerekiyordu? Çünkü onu yapmanın ortamı İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde oluştu. Bu ortam İmam Hüseyin’in döneminde (a.s) oluşmasaydı, mesela İmam Ali Naki (a.s) döneminde oluşsaydı bu işi İmam Ali Naki (a.s) yapardı. Büyük vakıa, İslam tarihinin büyük kurbanı İmam Ali Naki (a.s) olurdu. Bu ortam İmam Hasan'ın (a.s) döneminde oluşsaydı İmam Hasan (a.s) yapardı. İmam Sadık'ın (a.s) döneminde oluşsaydı İmam Sadık (a.s) yapardı. Bu ortam İmam Hüseyin'den (a.s) önceki dönemlerde oluşmadığı gibi İmam Hüseyin'den (a.s) sonra da oluşmadı.

On ikinci imamın gaybet dönemine kadar imamlardan hiç birinin döneminde böyle bir ortam oluşmadı, sadece İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde oluştu. O halde hedef, şimdi açıklayacağım farzı yerine getirmekti. Tabi bu farz yapıldığında şu iki neticeden birisini verecekti: Yerine getirdiği bu farzın neticesi ya hükumetti ki, hükumet olsaydı İmam Hüseyin'in (a.s) hükumete hazırlığı vardı ve hükumete geçseydi de işi sıkı tutar ve toplumu Resulullah'ın (s.a.a)’in Hz. Ali'nin (a.s) dönemindeki gibi yönetirdi. Ya da bu farzın neticesi hükumet değil şehadet olacaktı. Netice şehadet olsaydı İmam Hüseyin (a.s) ona da hazırdı. Allah Teala İmam Hüseyin'i (a.s) ve diğer İmamları bu hususta karşılaşacakları öyle bir şehadetin ağır yüküne tahammül edebilecekleri bir şekilde yaratmıştı, İmam Hüseyin (a.s) buna tahammül etti. Kerbela musibetleri de başka bir büyük meseledir. Bu konunun özetidir.


Şimdi konuyu biraz açalım: Resul-i Ekrem (s.a.a) ve herhangi bir peygamber geldiklerinde beraberlerinde bir takım hükümler de getirirler. Bu hükümlerden bazıları kişisel olup, insanın kendisini ıslah etmesi içindir ve bazıları ise toplumsal olup insanların idari hayatını düzenlemek, yönetmek ve insan toplumunu yüceltmek içindir. Bu hükümler topluluğuna “İslam nizamı” denilmektedir. İslam Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mukaddes kalbine nazil oldu, namazı, orucu, zekatı, infak etmeği, haccı, aile hükümlerini ve kişisel irtibatları getirdi. Daha sonra Allah yolunda cihad, İslam hükumeti kurma, İslam iktisadı, yöneticiyle halk arasındaki ilişkileri, hükumete karşı halkın görevlerini; bütün bunları insanlığa İslam sunmuş, hepsini de Resul-i Ekrem (s.a.a) getirmiş ve açıklamıştır: "Sizi cennete yaklaştıracak veya cehennemden uzaklaştıracak her şeyi tanıttık." İnsanı ve toplumu, hakka ulaştıracak her şeyi Resul-i Ekrem (s.a.a) açıklamıştır. Sadece beyan etmekle kalmamış, onları pratikte de göstermiştir. Resulullah'ın (s.a.a) zamanında İslam hükümeti ve İslam toplumu oluşturularak, İslam iktisadı uygulandı, İslami cihad yapıldı, İslami zekat alındı ve İslami bir ülke oldu, İslami bir düzen meydana geldi. Bu düzenin mimarı Resulullah'tır (s.a.a).


Bu trenin lokomotifini harekete geçiren, onun çizgisini belirleyen Resul-i Ekrem (s.a.a) ve onun yerine geçen imamlardır. Hattı da bellidir. İslam toplumu ve ferdi, bu hattın üstünde, bu doğrultuda ve bu yolda hareket etmelidir. Eğer bu yolda hareket edilirse o zaman insanlar kemale ulaşır, salih kullar olur ve melekleşirler. Bu durumda zulüm ve kötülük insanların arasından kalkar, fesad yok olur, ihtilaf ve ikilik diye bir şey kalmaz, fakirlik ve cahillik yok olur. İnsanoğlu bedbahtlıktan kurtularak Allah’ın kamil bir kulu olur. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu düzeni Medine'nin bir bölümünde daha sonra da Mekke ve diğer bir kaç şehirde uyguladı. Burada şu soru akla gelmektedir: Acaba Resul-i Ekrem'in (s.a.a) harekete geçirdiği bu treni herhangi bir etken, raydan çıkarırsa yapılması gereken şey nedir? İslam toplumu saparsa ve bu sapıklık bütün İslam’ın ve İslam öğretilerinin sapmasından endişe edilecek bir dereceye ulaşırsa bizim vazifemiz nedir? Çünkü iki türlü sapıklık vardır:


Bazen insanlar sapar, fasid olurlar; çoğu zaman böyle olur, ancak İslam’ın hükümleri ortadan kalkmaz. Bazen de insanlar fasid olduğu gibi hükumetler, alimler ve sözcüler de fasid olur; fasid insanlardan da sahih din çıkmaz. Kur’an’ın anlamını tahrif ederler, hakikatları tahrif ederler, iyileri kötü, kötüleri de iyi gösterirler. Münkeri maruf ve marufu da münker ederler, İslam’ın çizdiği çizgiyi yüzseksen derece başka bir yöne değiştirirler. İslam toplumu ve İslam nizamının başına böyle bir şey gelirse insanlar ne yapmalıdırlar? Elbette Resulullah vazifenin ne olduğunu buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim'de vazifeyi şöyle açıklıyor "Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse, Allah (yerine), kendisinin onları sevdiği ve onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu, Allah yolunda cihad eden, kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir…" [1]

Bu hususta bir çok ayet ve hadis vardır. İlerde değineceğim gibi İmam Hüseyin'in (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği hadiste de bu vazife beyan edilmiştir. İmam Hüseyin (a.s) bu hadisi Resulullah (s.a.a)’dan halka nakletmiştir. Peygamber (s.a.a) ilahi hükmü buyurmuştu, ancak Peygamber (s.a.a)’in kendisi bu ilahi hükme amel edebilmiş miydi? Elbette ki hayır; çünkü bu ilahi hüküm toplum sapıklığa düştüğünde amel edilecek bir hükümdü. Hiç bir konuda insanı hükümsüz bırakmayan Allah’u Teala bu hususta da hükmü belirlemiştir ve bu hükmü Peygamber (s.a.a) insanlara açıklamıştır. Aynı zamanda Kur’an ve hadislerde de beyan edilmiştir. Ama Peygamberin (s.a.a) kendisi bu hükümle amel edemezdi. Bu hükme ancak toplum raydan çıkıp saptığı zaman amel edilebilir. Peygamberin (s.a.a) zamanında ise toplum sapmamıştı. Hz. Ali'nin (a.s) döneminde de toplum o derece sapmamıştı. Muaviye’nin başta olduğu İmam Hasan'ın (a.s) döneminde bozulmaların bir çok belirtileri ortaya çıkmış olmasına rağmen tamamen İslam’ın sapmasından endişe edilecek dereceye ulaşmamıştı. Evet; kısa bir dönemde böyle bir durumun oluştuğunu söyleyebiliriz, ancak o dönemde de kıyam için fırsat yoktu. İslam hükümlerinin bir parçası olan bu hükmün önemi devlet kurmaktan az değildir. Çünkü hükumet toplumu idare etmek, yönetmek demektir. Toplum tedricen çizgiden çıkar, bozulmalar olur ve Allah’ın hükmü değişirse; durumu değiştirme, hayatı yenileme, bu günkü tabirle inkılaba cevaz veren hükme ihtiyaç olacaktır.


O halde sapık toplumu ıslah etmek için kıyam etme hükmünün önemi, İslam devletinin içeriğini belirleyen hükümden az değildir. Bunun kafirlerle cihad etmekten veya İslam toplumunda normal bir marufu emr ve münkeri nehyetmekten daha önemli olduğu söylenebilir. Hatta bu hükmün önemi Allah’ın büyük ibadetlerinden ve hacdan da fazla olduğunu söyleyebiliriz. Niçin mi? Çünkü bu hüküm gerçekte ölmek üzere olan İslam’ın veya ölmesinden sonra dirilmesini sağlamaktadır. Elbette ortam uygun olduğunda bu hükme amel etmek farz olur. Çünkü Allah-u Teala insanı, faydası olmayan hiç bir şeyle mükellef etmemiştir. Ortam uygun olmazsa ne yaparsa boştur ve hiç bir etkisi olmaz. Ortamın uygun olması şarttır. Elbette ortamın uygun olmasının da özel bir anlamı vardır. Tehlikesi olduğu için ortam uygun değildir diyemeyiz çünkü amaç bu değildir. Bundan maksat insan yaptığı bu işin sonucu alacağını, mesajını halka ulaştırabileceğini bilmelidir.

 

İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde de o bozukluk ve sapıklık oluştuğu gibi ortam da uygundu. Raydan çıkılmıştı; çünkü Muaviye’den sonra öyle birisi hükumete geçmişti ki hatta İslam’ın zahirini bile gözetmiyordu. Şarap içiyor, açıkça zina yapıyor; haksız yere adam öldürüyor, şiirler okuyarak Kur’an’ı ve İslam dinini reddediyordu. Açıkça İslam'a karşı çıkıyordu; ancak Müslümanların emiri olduğu için İslam’ın ismini kaldırmak istemiyordu ama İslam'a da amel etmiyordu. İslam’la alakası yoktu. Aksine kendi amel ve hareketleriyle toplumu kirli su çıkan ve etrafını bulandıran bir kanal gibi bütün İslam toplumunu kirletiyordu. Fasit hakim böyledir. Fasit hakim kalenin başında olduğu için ondan sıçrayan bir şey sadece orda kalmaz, aşağı dökülerek bütün kaleye yayılır. Fakat sıradan normal insanlar böyle değildir. Sıradan insanlar sadece kendi bulundukları yeri bozabilirler. Elbette ki yüksekte olan ve toplumda konumu herkesten yüksek olan kimselerin zararları çok olur. Normal insanların azmaları sadece kendilerini etkiler. Etraflarındaki bazılarının da fesada sürüklenmelerine sebep olabilirler. Ancak başta olan birisinin doğruluğu her yeri etkiler. Yine salih bir kimse olursa onun da doğruluğu her yeri doldurur. Yezit gibi bir kimse o kadar azgınlığıyla birlikte müslümanların halifesi olmuştu. Peygamberin (s.a.a) halifesi! Bundan büyük sapma mı olur? Kıyam için ortam da hazırdı. Elbette tehlike vardı. Güçlü ve kudretli olan bir kimsenin onunla çelişen insanlara tehlike oluşturmaması mümkün müdür? Bunun bir savaş hali olduğu bellidir. Siz onu tahtından aşağı çekmek ve gücünden düşürmek istiyorsunuz, onun sizi seyretmesini bekleyemezsiniz. Tabiidir ki o da size darbe indirecektir. O halde tehlike vardı. Ortam uygundu diyorsak yani İslam toplumu, İmam Hüseyin'in (a.s) mesajını o dönemdeki veya tarih boyunca insanlara ulaştırabilecek bir durumdaydı. İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin döneminde kıyam etmek isteseydi İmamın mesajı örtbas edilir, gelecek kuşaklara ulaşmazdı.


Bunun sebebi Muaviye dönemindeki hükumetin durumudur ki şimdi ben onu açıklamak istemiyorum. Muaviye döneminde öyle bir siyaset hakimdi ki halk hak sözün hak oluşunu işitemiyordu. Dolayısıyla İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin döneminde on yıl imam olmasına rağmen hiç bir şey demedi, hiç bir harekete girişmedi, kıyam etmedi. Çünkü o dönemde durum uygun değildi. İmam Hüseyin'den (a.s) önce de İmam Hasan (a.s) vardı. O da kıyam etmedi; çünkü ortam uygun değildi. İmam Hasan (a.s) bu işin ehli olmadığından değil. İmam Hasan (a.s) ile İmam Hüseyin (a.s)’ın bir farkı yoktu. İmam Hüseyin (a.s) ile İmam Seccad'ın (a.s) da bir farkı yoktur.


Yine İmam Hüseyin (a.s) ile İmam Ali Naki'nin (a.s), İmam Hasan Askeri'nin (a.s) bir farkı yoktur. Tabi İmam Hüseyin (a.s) bu cihadı yaptığı için bunu yapmayanlara oranla makamı daha büyüktür. Ancak imamet makamı açısından onların hepsinin makamı birdir. Onlar için de böyle bir şey söz konusu olsaydı bu işi yapar ve bu makama ulaşırlardı. İmam Hüseyin (a.s) hem böyle bir sapmayla karşılaştığı için o vazifeyi yapmak zorundadır ve hem de ortam uygun olduğu için. Dolayısıyla sıradan normal insanlar gibi olmayan, dini bilen, arif, alim, ileri görüşlü olan Abdullah b. Cafer, Muhammed Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas gibi kişiler İmam Hüseyin'e (a.s), "tehlikelidir, gitmeyin" dedikleri zaman, tehlike yüzünden vazife kaldırılır demek istiyorlardı. Onlar bu vazifenin sırf tehlikeli olmasıyla kaldırılmayacak bir vazife olduğunu bilmiyorlardı. Evet; tehlikeliydi. Bu vazifenin her zaman tehlikesi vardır. İnsan, görünüşte çok güçlü bir güce karşı kıyam ederse tehlikesiz olabilir mi? Böyle bir şey mümkün müdür? Bu vazifenin her zaman tehlikesi vardır. İmam Humeyni'ye diyorlardı ki, siz Şah'la karşı karşıyasınız, bu iş tehlikelidir. İmam Humeyni bu işin tehlikeli olduğunu bilmiyor muydu? İmam Humeyni bilmiyor muydu ki, Pehlevi rejiminin emniyet görevlileri insanı tutup hapse atar, işkence eder, insanın dava arkadaşlarını öldürür, sürgün ederler? Bunları bilmiyor muydu?

Pekala biliyordu. İmam Hüseyin'in (a.s) döneminde yapılan işin küçük bir örneği de bizim dönemimizde yapıldı. Ancak o dönemde şehadet neticesine ulaştılar, ama bu dönemde ise hükumet neticesine ulaşıldı. Bu ikisi birdir, aralarında hiç bir fark yoktur. İmam Hüseyin'in (a.s) hedefiyle İmam Humeyni’nin hedefi birdi. Hüseynî öğretiler Şia öğretisinin büyük bir kısmını teşkil etmektedir. Bu her şeyin temelidir. Bu İslam’ın temellerinden birisidir. Demek ki hedef İslam'ı asıl hattına döndürmektir. İslam toplumunu sahih hattına döndürmek; ama ne zaman? Doğru yoldan çıkıldığı zaman; cehalet, zulüm, diktatörlük ve ihanet müslümanları yoldan çıkardığı, ortamın hazır ve şartların da kıyama müsait olduğu zaman. Tabi tarihin çeşitli dönemleri vardır. Bazen şartlar müsait olur bazen de olmaz. İmam Hüseyin'in (a.s) zamanında olduğu gibi bizim zamanımızda da şartlar müsait idi. İmam Humeyni (r.a) de aynı işi yaptı.

 

Arz ettiğim gibi hedef birdi, ama insan bu hedefin doğrultusunda giderek, İslami toplumu ve İslami düzeni asıl merkezine yani hakkın hattına döndürmek için zulmani hükumetin ve batıl güçlerin aleyhine kıyam edince, bir bakıyorsunuz ki bu kıyam başarılı oluyor ve hakimiyet ele geçiriliyor.Bizim zamanımızda elhamdulillah bu böyle oldu ve hükumet ele geçti. Bazen de, kıyam hükumet ile sonuçlanmayıp şehadet nasip oluyor. Acaba bu durumda kıyam etmek farz değil midir? Neden olmasın. İnsan şehit olsa da kıyam etmesi farzdır. Acaba şehadetle sonuçlanan bir kıyamın faydası yok mudur? Neden olmasın; ikisinin arasında hiç bir fark yoktur. Bu kıyam, bu hareket her iki durumda da faydalıdır. Ancak her birinin kendine özgü faydaları vardır. Bu iş yapılmalıydı, hareket edilmeliydi; işte bunu İmam Hüseyin (a.s) yaptı. Bu işi ilk yapan kişi İmam Hüseyin'di (a.s). Ondan önce hiç kimse bu şekilde kıyam etmedi; çünkü böyle bir ortam yoktu. Peygamber (s.a.a) ve Ali (a.s) zamanında bu şekilde toplumsal bozukluk yoktu, olsaydı da kıyam etmek için ortam hazır değildi. İmam Hüseyin (a.s) zamanında her ikisi de vardı. İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamında asıl mesele budur. O halde konumuzu şöyle toparlayabiliriz: İmam Hüseyin (a.s) İslami düzenin ve İslam toplumunun yapısını yenilemek veya İslam toplumundaki büyük eğrilik ve sapmaların karşısında durmaktan ibaret olan büyük farzı yerine getirmek için kıyam etti. Bunları yapmak ancak kıyam etmekle, marufu emretmek ve münkerden nehyetmekle olur. Tabii ki daha önce de arzettiğim gibi bu iş bazen hükumete ulaşmakla sonuçlanır; İmam Hüseyin de bunun için gelmişti; ve bazen de neticesi şehadet olur ki İmam şehid olmaya da hazırdı. Bunları ben İmam Hüseyin (a.s)’ın kendi sözlerine dayanarak söylüyorum. Ben Hz. Hüseyin'in (a.s) sözlerinden bir kaçını seçtim. Hepsi de yaklaşık olarak aynı manayı ifade ettiği için bunlarla yetiniyoruz. Birincisi Medine’de Medine’nin valisi Velid’in İmamı (a.s) çağırarak: "Muaviye öldü, sizin Yezid'e biat etmeniz gerekiyor" dediği gecedir. İmam Hüseyin'de (a.s): "Bırak sabah olsun, gidip düşünelim, bakalım biz mi halife olmalıyız yoksa Yezid mi?" diye buyurdu. O günün sabahı Mervan Medine’nin sokaklarının birisinde İmam Hüseyin'i (a.s) görerek: "Ey Eba Abdullah kendini ölümün kucağına atıyorsun. Neden halifeye biat etmiyorsun? Gel biat et kendini ölümden kurtar" dediğinde İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz. Eğer Yezid gibi biri başa gelir ve İslam Yezid gibi birine kalırsa artık İslam’a veda etmeliyiz." Mesele Yezid’in şahsı değildir. Mesele Yezid gibilerdir.


İmam Hüseyin (a.s) şunu demek istiyor: Şimdiye kadar olanlara tahammül edilebiliyordu. Ama şimdi söz konusu olan İslam’ın kendisi, dinin temeli ve İslam toplumudur. Yezid gibi birinin hükmetmesiyle İslam yok olacaktır. Yoldan çıkma tehlikesi ciddi bir tehlikedir. İslam’ın aslı tehlikededir. Mekke’den ayrılmak istediği zaman bir vasiyetinde kendi hedefini açıklamıştır, tabi İmam Hüseyin hem Medine’den ve hem de Mekke'den ayrıldığında Muhammed Hanefiyye ile arasında bazı konuşmalar geçmişti. Zilhicce ayında Mekke'den ayrılmak istediğinde Muhammed Hanefiyye de Mekke'ye gelmişti. Bence bu vasiyeti İmam o zaman Muhammed Hanefiyye ile aralarında geçen konuşmada yapmıştır. İmam Hüseyin (a.s) kardeşi Muhammed Hanefiyye’ye vasiyyet olarak bir şey yazıp verdi. Orada Allah'ın vahdaniyetine şehadetten sonra şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki ben bozgunculuk yapmak, tuğyan etmek, zulmetmek ve fesat çıkarmak için kıyam etmedim." Yani gelecekte bazıları "İmam Hüseyin de hükumete geçmek, kendini göstermek, dünyada keyfini sürdürmek, zulmetmek ve fesad çıkarmak için savaşanlar gibi savaşıp, mücadele verdi" diye yalan savurmasınlar. Bizim işimiz böyle işlerden değildir. "Şüphesiz ki, ceddimin ümmetini ıslah etmek için kıyam ediyorum." Yani hedefim ıslahtır, ıslah etmek istiyorum.


Bu farzı İmam Hüseyin'den (a.s) önce hiçkimse yerine getirmemişti. Bu ıslah, kıyam etmek yoluyla gerçekleşmektedir. Bu cümleyi İmam o vasiyetnamede yazmıştır. Biz huruc edeceğiz, yani kıyam edeceğiz ve bizim kıyamdan amacımız ıslah etmektir. Kesinlikle hükumeti ele geçireceğiz veya şehit olacağız diye kıyam etmiyoruz. Hedefimiz ıslah etmektir. Elbette ıslah küçük bir olay değildir. Bazen şartlar öyle bir şekilde gelişiyor ki, insan hükumete ulaşır ve gücü ele geçirir. Bazen de bu işi yapamaz ve şehid olur. Aynı zamanda her iki kıyam da ıslah etmek için yapılmış olur. Daha sonra İmam (a.s) buyuruyor ki: "Marufu emretmek, münkerden nehyetmek ve ceddimin yolunda gitmek için kıyam ediyorum." Islahın metodu budur. Daha önce de söylediğim gibi marufu emretmenin ve münkerden sakındırmanın örneği budur. Yine İmam Hüseyin (a.s) Mekke'de biri Basra'nın, diğeri de Kufe’nin ileri gelenlerine olmak üzere iki mektup yazdı. Basra’ya yazdığı mektupta şöyle buyuruyordu: "Elçimizi size bu mektupla gönderiyorum. Ve ben sizi Allah'ın kitabına ve Peygamber’in sünnetine (uymaya) davet ediyorum. Şüphesiz ki sünnet ölüyor, bidatlar canlanıyor. Eğer beni dinlerseniz sizi doğru yola hidayet ederim." Yani ben bidatı kaldırmak, sünneti ihya etmek için kıyam etmişim. Yani İslam Peygamberinin sünnetini ve İslami düzeni ihya etmek, o büyük vazifeyi yerine getirmek istiyorum. Bu mektubu Basralılara yazmıştı. Ama Kufe’ye gönderdiği mektupta ise şöyle buyuruyor: "And olsun ki; Kitabla amel etmeyen, adaletle hükmetmeyen, halkla beraber olmayan, Allah yolunda nefsini korumayan birisi imam değildir. Vesselam" Yani fısk-u fucur ehli olan, ihanet eden, fasid ve Allah'tan uzak olan birisi İslam toplumunun imamı, rehberi ve önderi olamaz. İmam, toplum içinde Allah’ın kitabına amel etmelidir. Kendisini bir köşeye çekip inzivada namaz kılması yeterli değildir. Kitabla amel etmeyi toplumda canlandırmalıdır. Adaletli olmalıdır, hakkı toplumun kanunu yapmalıdır. Yani toplumun kanun ve kaidelerini hakka yönlendirmeli, batılı da silip atmalıdır. "Allah yolunda nefsini korumak." Galiba bu cümle, imam olacak birisinin ilahi yolda nasıl olursa olsun kendisini koruması, şeytani ve maddi şeylerin esiri olmaması manasına gelmektedir. İmam burada hedefi belirtiyor. İmam Hüseyin (a.s) Mekke'den çıktı, yolda, konakladığı her yerde çeşitli insanlarla görüşüyor ve çeşitli tarzlarda hedefini onlara açıklıyordu. Hür b. Riyahi'de menzillerin bir bölümünü İmam Hüseyi'in (a.s) parelelinde gelmiş ve maksadı Hz. Hüseyin’i kontrol etmekti. Beyre'ye yetişince bineklerinden indiler.


Belki de yorgunluklarını gidermeden önce ya da ondan çok kısa bir süre sonra İmam (a.s) düşmanın orudusuna hitaben şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Resulullah buyuruyor ki; Allah'ın helalını haram eden, O'nun hükmünü yerine getirmeyen, Resulullah’ın sünnetine muhalefet eden ve insanları ona (bu sünnete uymaya) teşvik etmeyen, halka günah ve düşmanlıkla davranan zalim bir sultanı gören herkes sözle ve amelle onun aleyhinde olmazsa o insanı zalim sultanı göndereceği yere göndermesi Allah’a haktır" Yani zulmeden, Allah'ın helalını haram, haramını helal sayan, Allah’ın hükmünü bir kenara iten, onunla amel etmeyen, başkalarını da onunla amel etmeye teşvik etmeyen, halk içinde günahla amel eden ve düşmanca davranan bir sultan, yani fasid ve zalim biri ki (Yezid bunun en belirgin örneğidir) iş başında olursa, bu özellikleri taşıyan bir sultanı gören herkes hakkında, Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: "Diliyle ve ameliyle onun aleyhinde olmazsa Allah Teala sessiz ve ilgisiz kalan, herhangi bir girişimde bulunmayan o insana da kıyamet gününde zalim sultana vereceği cezanın aynısını verecektir." Bunu Peygamber (s.a.a) buyurmuştur. Bu da Peygamberin (s.a.a) bu meselenin hükmünü sözle buyurduğu örneklerden birisidir.


Peygamber (s.a.a), İslami düzende bozukluklar baş gösterdiğinde ne yapılması gerektiğini kendisi belirtmişti. İmam Hüseyin'de (a.s) Peygamber (s.a.a)’in bu sözünü delil olarak gösteriyordu. Demek ki belirlenen görev "zalim sultanın aleyhine kıyam etmek"tir. Bu şartlar altında kıyam edilmesi gerekir. Elbette arzettiğim gibi, ortam müsait olduğunda insanın böyle bir şeyin karşısında kıyam etmesi farzdır. Netice ne olursa olsun, ister ölüm, ister başarı, ister kıyam görünüşte muvaffak olsun, ister olmasın böyle bir durumda her Müslüman kıyam etmelidir. Bu vazifeyi Peygamber (s.a.a) buyurmuştur. İmam Hüseyin (a.s) daha sonra buyuruyor ki; "Ben (kıyam etmeye) başkasından daha layığım." Yani, "bütün müslümanlardan önce kıyam etmeye, hareketi başlatmaya ben daha evlayım. Çünkü ben Peygamberin torunuyum. Eğer Peygamber (s.a.a) bu kıyamı Müslümanların hepsine tek tek farz etmişse, bu, Peygamber (s.a.a)’in torunu, O’nun ilim ve hikmetinin varisi olan Hüseyin b. Ali'ye başkalarından daha önce farzdır. Ben bu yüzden kıyam ediyorum." Gadir denen yerde İmama (a.s) dört kişi daha katıldı. İmam (a.s) onlara hitaben buyurdu ki, "Bilin; Allah’a and olsun ümidim, Allah’ın bizim için istediği iki hayırdan birisine: ya şehadete ya da zafere ulaşmaktadır." Bu da zafere ulaşmakla şehid olmanın onların nazarında hiç bir farkının olmadığının başka bir delilidir. Vazife vazifedir, yerine getirilmesi gerekir. Yani buyuruyor ki: "Allah Teala’nın bizim için istediği şey bizim hayırımıza olan şeydir, ister muzaffer olalım, ister şehit olalım, farketmez. Biz vazifemize amel ediyoruz." Kerbela’ya geldikten sonra ilk hutbesinde: "Gördüğünüz gibi bize tayin olunan şey nazil oldu." diyerek şöyle devam etti: "Hakka amel edilmeyip batıldan sakınılmadığını görmüyor musunuz; işte böyle bir durumda müminin haklı olarak Allah’a kavuşmağı (ölmeği, şehit olmayı) istemesi gerekir." İmam Hüseyin (a.s) bu farzı yerine getirmek için kıyam etti. Ve bu farz tarih boyunca bütün müslümanları ilgilendirmektedir. İslam toplumu köklü bir sapmayla yüzyüze geldiği zaman ve İslami hükümlerin tümünün değiştirildiği görüldüğü an bütün müslümanlar kıyam etmelidir. Elbette şartların uygun olduğu ve kıyamın etkili olacağı bilindiği zaman. Ölmemek ve hayatını sürdürmek, eziyet görmemek, zulüm görmemek bu şartların içinde değildir. Bu yüzden İmam Hüseyin (a.s) kıyam edip herkese ders olması için ameli olarak bu farzı yerine getirdi. Tarihte uygun şartlarda bu işi yapanlar olabilir. Ama İmam Hüseyi'den (a.s) sonra ki İmamların (a.s) hiçbirisinin zamanında bu şartlar meydana gelmedi.


Çünkü onların yapacağı daha önemli işler vardı. İslam toplumunda bu şartlar İmam Zaman'ın (a.s) gaybetinden önce ve sonra gerçekleşmedi. Ancak tarih boyunca buna benzer şartlar İslam ülkelerinde vuku bulmuştur. Şimdi bile belki de İslam dünyasının bazı yerlerinde ortam hazırdır ve müslümanların kıyam etmesi gerekir. Eğer kıyam etseler hem vazifelerini yerine getirir, hem de İslam’ın izzetini yüceltmiş olurlar. Bir kaç kez kaybedebilirler; ama ıslah için yapılan bu kıyam devam ederse şüphesiz fesad ve bozukluk kökünden kazınacak ve silinip gidecektir. Bu işi hiç kimse bilmiyordu. Çünkü Peygamber (s.a.a) zamanında olmamıştı. İlk üç halife zamanında da olmamıştı, Hz. Ali (a.s) da yapmamıştı. Bu yüzden İmam Hüseyin (a.s) ameli yönden İslam tarihine büyük bir ders verdi. Gerçekte İslam’ı yüceltti. Böyle sapmalar nerede olursa olsun İmam Hüseyin (a.s)’ın mektebi bir ilahî metot olarak size ne yapacağınızı söyler. Vazife budur. Bu sebepten dolayı Kerbela vakıası canlı tutulmalıdır. Çünkü Kerbala olayının anılması bu ameli dersi, insanlığın gözü önüne getirir ve ders verir. Maalesef diğer İslami ülkelerde Aşura dersi gerektiği gibi tanınmamaktadır. Halbuki tanınması gerekir. Bizim ülkemizde tanınmıştır. Bizim ülkemizde halk İmam Hüseyin'i (a.s) tanımaktadır. İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamını biliyorlar. Bu yüzden İmam Humeyni: "Muharrem kanın kılıca galip geldiği aydır" diye buyurduğunda halk şaşırmadı. Gerçekte budur: Kan kılıca galip geldi. Ben yıllar önce bu konuyu toplantıların birinde bir gruba arzettim. Elbette inkılaptan önce idi. Belki de yirmidört - yirmibeş yıl önce. Orada papağanın hikayesini örnek olarak anlatmıştım. Bunu Mevlana Mesnevi’ de yazmıştır. Tabi bu, gerçekleri açıklaya bilmek için bir örnektir. Mevlana Mesnevi’de şöyle yazıyor: Bir tüccarın papağanı vardı. Hindistan'a yolculuk yapmak istediğinden ailesi ve çocuklarıyla vedalaştıkdan sonra papağanıyla da vedalaşmak istedi. ve şöyle dedi: "Ben senin vatanın olan Hindistan’a gidiyorum. Oradaki papağanlara söylememi istediğin bir sözün var mı?" Papağan da dedi ki "Hindistan'da falan yere git, benim akrabam ve arkadaşlarım oradadırlar. Onlara sizlerden biri benim evimde kafestedir de. Sadece bunu onlara söyle, senden başka bir isteğim yok."


Tüccar Hindistan’a gittiğinde papağanın dediği yere gitti ve orada ağaçların üstünde birçok papağanın olduğunu gördü. Onlara seslenerek şöyle dedi: "Ey papağanlar, size bir mesaj getirdim, sizlerden birisi benim evimde kafeste yaşıyor. İyi yemeği ve güzel bir yaşamı var; sizlere selam gönderdi." Tüccar sözlerini tamamladığında gördü ki, ağaçların üzerindeki papağanların hepsi kanat çırparak gözlerinin önünde düşüp öldüler. Tüccar buna çok üzüldü ve; "Niçin ben bu sözleri söyledim de bu papağanlar öldüler" dedi. Artık olan olmuştu, Tüccar evine döndüğünde papağanın kafasının karşısında durarak, "Senin papağanlara gönderdiğin mesajı ilettim" dedi. Papağan; "Peki, ne dediler?" diye sordu. Tüccar: "Hiç bir şey demediler. Senin mesajını onlara ulaştırınca hepsi kanatlarını çırparak düşüp öldüler" dedi. Papağan tüccarın ağzından bu sözleri duyar duymaz, kafesin için yığılıp kaldı. Tüccar buna da çok üzüldü, ama papağan ölmüştü ve onu kafeste tutamazdı. Kafesin kapısını açarak papağanı dışarı çıkardı, ayağından tutarak dama attı. Papağanı atar atmaz, papağan uçarak duvarın üzerine kondu ve dedi ki: "Çok teşekkür ederim, ey tüccar sen benim kafesten kurtulmama sebep oldun. Ben ölmemiştim, sadece ölü numarası yaptım. Ve bu dersi ise o papağanlar bana öğrettiler. Kafeste olduğumu anlayınca, ordan kurtulmam için ne yapmam gerektiğini bana anlattılar. Yani dirilmek için ölmeyi ve böylece gerçek kurtuluşu öğrettiler ve ben onların mesajını senden aldım." Bu hareketlerle verilen bir dersti. O kadar mesafe olmasına rağmen bana ulaştı ve ben ondan istifade ettim. Ben, o bacı ve kardeşlere diyordum ki azizlerim, sizin vazifenizin ne olduğunu artık İmam Hüseyin (a.s) size hangi dille söylesin. Şartlar aynı şartlardır, İslam da aynı İslam'dır. İmam Hüseyin (a.s) bunu bütün nesillere önce kendisi amel ederek gösterdi, örnek oldu.


İmam Hüseyin'den (a.s) bir kelime nakledilmeseydi bile vazifemizi bilmemiz gerekirdi. Din düşmanlarının kendilerine hüküm sürdüğü ve müslümanları tutsak hale getirdiği bir millet zaman boyunca vazifeninin ne olduğunu anlamalıdır; çünkü Peygamberin (s.a.a) torunu, masum imam bu gibi şartlarda ne yapılması gerektiğini göstermiştir. Dille olmazdı; bu konuyu yüz dille söyleseydi ve kendisi gitmeseydi bu mesajın tarihte geçmesi mümkün değildi, imkansızdı. Tarihten sadece nasihat etmek ve dille söylemek geçmez. Bin türlü tabir ederler; amel olması gerekir, o da İmam Hüseyin'in (a.s) yaptığı böyle büyük bir amel, böyle zor bir amel, böyle muhteşem ve canyakıcı bir fedakarlık. Gerçekten Aşura gününün sahnesi gözümüzün önündedir. İnsanoğlunun başına gelen bildiğimiz felaketler, trajediler içinde Kerbela faciası henüz eşsizdir ve bir benzeri yoktur diyebiliriz. Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu gibi, Hz. Ali'nin (a.s) buyurduğu gibi, İmam Hasan'ın (a.s) buyurduğu ve rivayetlerde olduğu gibi; "Hiç bir gün senin günün gibi yani Aşura günü gibi, acı olmamıştır. Hiç bir olay senin başına gelen vakıa gibi değildir." Bugün de Aşura günüdür. Burada bir kaç kelimeyle İmam Hüseyin'in (a.s) musibetlerini hatırlatmak istiyorum. Kerbela’nın her yeri musibetle doludur. Aşura'nın bütün olayları acı ve ağlatıcıdır. Kerbela’ya girdikleri saatten itibaren her bölümü, İmam Hüseyin'in (a.s) konuşmaları, hutbeleri, şiir okuması, ölümden haber vermesi, bacısıyla, kardeşleri ve azizleriyle konuşması, Aşura gecesi, Aşura sabahı, Aşura öğlesi, Aşura ikindisine kadar hepsi tamamıyla musibettir. Ben onun sadece bir köşesini arzedeceğim size. Bu günler mersiye ve ağlama günleridir ve biz de her yerde işitmekteyiz. Benim de bu yüce Hüseynî ağıtta birazcık payım olsun diye bir kaç kelime arzedeceğim. Bu Cuma namazında gençlerini kaybeden belki de binlerce insan vardır. Milletimiz Allah yolunda çok gençler verdiklerinden ben de İmam Hüseyin (a.s)’ın gençlerinden bir kaç kelime arzetmeyi uygun gördüm. Biz herkese diyoruz ki, bir metine dayanarak okuyun, bir metine dayanarak mersiye okumanın nasıl olduğunu görmeniz için ben İbni Tavus’un "Luhuf" adındaki kitabının metnini okumak istiyorum size. Bu kitap İbni Tavus'un Luhuf'udur. Ali b. Tavus altıncı yüzyılda, hicri beşyüz küsür yılda yaşayan büyük Şia alimlerindendir. O ilim ailesindendir, ailesinin hepsi iyidir, özellikle bu iki kardeş: Ali b. Musa b. Cafer b. Tavus ve Ahmed b. Musa b. Cafer b. Tavus. Bu iki kardeş büyük alim ve yazarlardandırlar. Bu kitap Seyid Ali b. Musa b. Cafer b. Tavus’undur ki minberlerde bu kitabın metni bir hadis gibi okunmaktadır. Ben bu kitabın üzerinden okuyorum.


Orada diyor ki: "İmam Hüseyin'in (a.s) bütün ashabı şehit olup kendi ailesinden başka kimse kalmayınca Ali Ekber çadırların kurulduğu yerden dışarı çıktı.


Ali Ekber en güzel gençlerdendi. Babasının yanına gelerek; "Babacığım, izin verirseniz şimdi ben gidip savaşarak canımı size feda etmek istiyorum" dedi. İmam Hüseyin (a.s) hiç direnmeden oğluna izin verdi. Ali Ekber, ashabı, kardeşi oğulları ve bacısı oğulları olmadığından artık ona "gitme, dur" demedi. O, İmamın (a.s) kendi vücudunun bir parçasıydı, ciğer paresiydi. Şimdi meydana gitmek istediğine göre İmam Hüseyin (a.s) ona izin vermeliydi. Meydana giden bu genç İmam Hüseyin'in (a.s) infakıdır, Hüseyin’in İsmail’idir. Dolayısıyla gitmesine müsade etti. Ancak Ali Ekber çadırlardan, meydana doğru yola çıkınca İmam (a.s) Ali Ekber’in güzel boyu ve simasına ümitsiz bir bakışla baktı ve sonra dedi ki: "Allah'ım! Sen şahid ol, öyle bir genci ölüme gönderiyorum ki hem sima, hem konuşma ve hem de ahlak açısından yani her yönüyle insanların Resulullaha (s.a.a) en çok benzeyeniydi. Öyle bir genç ki, ahlakı Peygamber’e herkesten çok benzerdi, yine yüz şekli yani sureti ve konuşması da Resulullah’a herkesten çok benzerdi." Bakın, İmam Hüseyin'in (a.s) böyle bir genci ne kadar da çok severdi, özel bir aşkı var. Sırf oğlu olduğu için değil, Peygambere (s.a.a) benzediği için İmam Hüseyin Ali Ekberi çok severdi. Bu gencin savaş meydanına gitmesi İmam Hüseyin (a.s) için çok zordu. Nihayet Ali Ekber meydana gitti. Merhum İbni Tavus şöyle naklediyor:

 

"Bu genç savaş meydanına giderek uzun bir süre savaştıktan sonra babasının yanına gelerek dedi ki: Babacığım; susuzluk beni öldürüyor. Eğer su varsa bana bir miktar su ver. İmam da ona şöyle cevap verdi: "Savaşa geri dön. Biraz sonra ceddinin (Resulullah'ın) eliyle susuzluğunu gidereceksin." Ali Ekber tekrar meydana döndü. Ali Ekber savaş sahnesine döndü, en büyük savaşı Ali Ekber yaptı. Son derece bir cesaret ve yiğitlikle savaştı. Bir müddet savaştıktan sonra düşman ordusundan birisi okla onu hedef aldı. Onu atın üzerinden yere düşürdü. Bu durumda Ali Ekber, "Babacığım; Allah'a ısmarladık. Bu ceddim Peygamber’dir. Sana selam göndererek çabuk gel Hüseyin, diyor" dedi. Ali Ekber bu cümleyi söyledikten sonra ah çekerek canını teslim etti. İmam Hüseyin (a.s) oğlunun sesini duyunca savaş meydanına gitti. Genç oğlunun cesedinin düştüğü yere ulaştı ve oğlunun baş ucunda durdu. Yüzünü Ali Ekber'in yüzüne koyarak bir kaç kelime konuştu. Bu olayı yakından görerek nakleden ravi diyor ki: Bir ara Zeyneb'in çadırdan dışarı çıkarak, "Bu benim kardeşimin oğludur" diye feryat ederek gelip kendisini Ali Ekber'in cesedinin üzerine attığını gördüm. İmam Hüseyin (a.s) gelip bacısının kolundan tutarak onu Ali Ekber'in cesedinin üzerinden ayırdı ve kadınların yanına gönderdi, çünkü Zeyneb'in savaş meydanında olması münasip değildi. Tabi şu ibareyi okursak gerçekten bu kelimeleri duymakla insanın kalbine ateş dolar. İbni Tavus'un yazdığına göre ki, bu hususta kesinlikle sahih rivayetler de vardır; İmam Hüseyin'in (a.s) kendisini Ali Ekber'in üzerine attığı yazılmamıştır, aksine diyorlar ki İmam Hüseyin (a.s) yüzünü oğlunun yüzüne bıraktı. Kendisini Ali Ekber'in üzerine atan Hz. Zeyneb'tir. Burada şunu da belirteyim ki, Zeyneb, bu seyitlerin halası Kerbela'da kendisinin de iki oğlu şehid oldu, o da iki Ali Ekberini şehit verdi. Ben hiç bir kitapta, oğulları şehid olduğunda Hz. Zeyneb'in (s.a) bir tepki gösterdiğini, mesela bağırdığını, sesini yükselttiğini, kendisini gençlerinin üzerine attığını yazdıklarını görmedim. Günümüzdeki bu şehidlerin anneleri aynen Hz. Zeyneb gibi davranmaktalar. Günümüzde insan iki veya üç oğlunu şehid veren anneleri gördüğünde onların çok azında acizlik ve zaaf hisseder. Bu anneler gerçekten aslan gibi kadınlardır. Avn ve Muhammed adında iki oğlu şehid olduğunda Hz. Zeynep (s.a) zaafı gösteren bir tepki göstermedi; ancak kendi oğulları hariç iki yerde Hz. Zeynep (s.a) kendisini şehidin cesedinin üzerine attı. Birisi burasıdır; Ali Ekber'in cesedinin baş ucuna gelerek kendisini iradesiz olarak onun üzerine attı. Biri de Aşura günü ikindi vaktidir. Zeyneb, kardeşi Hüseyin şehit olduğunda kendisini onun bedeninin üzerine attı. Feryat ederek dedi ki: "Ya Resulullah! Bu senin Hüseyin'indir, bu senin azizin ve vücudunun parçasıdır."


[1]- Maide/54.

ehlader



Tarayıcı Bildirimlerini Aktif Edin, Sondakika Haberleri Size Ulaşsın...Evet Hayır