
کارگر
Matematiğin Nobel'ini alan tek İranlı kadın öldü
Matematik ödülü Fields Madalyası'nı kazanan tek kadın olan İranlı matematikçi Mirzakhani, uzun süredir mücadele ettiği kansere yenik düştü.
Matematik dünyasının Nobel'i olarak bilinen "Fields" ödülüne layık görülen tek kadın matematikçi olan Maryam Mirzakhani, 40 yaşında hayatını kaybetti.
Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Stanford Üniversitesi'nde çalışan İranlı matematikçi için bir mesaj yayımlayan İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, durumu 'yürek parçalayıcı' olarak yorumladı.
İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif de "İranlı genç deha ve matematik profesörü olan Maryam Mirzakhani'nin ölümü benim ve İranlılar için büyük bir acı kaynağı" açıklamasında bulundu.
Üniversite eğitimini İran'da tamamlayan Tahran doğumlu Mirzakhani, doktora eğitimi için gittiği ABD'de kuramsal matematik alanında uzmanlaştı. 3 yıl önce matematik alanında verilen en prestijli ödül olan Fields'a layık görüldü. Fields ödülü, matematik araştırmalarına katkı sağlayan 40 yaşın altındaki isimlere 1936 yılından bu yana veriliyor. 37 yaşında ödüle layık görülen Mirzakhani, bu ödülü alan ilk kadın matematikçi olmuştu.
Mirzakhani, eğri yüzeylerin simetrisi üzerine yaptığı çalışma ile ödülü almıştı. İranlı matematikçinin çalışmaları, fizik ve kuantum mekaniği alanındaki araştırmalara katkı sağlamıştı.
Musul’dan Sonra IŞİD
Musul şehri IŞİD’in işgalinden kurtarıldı ve Irak’lıların deyimiyle “Hurafe Devleti” yıkıldı.
Aslında yıkılan IŞİD değil, IŞİD adı altında uygulanmak istenen bir projeydi; Irak’ı üçe bölme, Irak ile Suriye topraklarının bir kısmı üzerinde bir Sünnistan kurma komplo planıydı.
IŞİD başından beri başını ABD’nin çektiği müstekbir güçlerle bölgedeki stratejik ortaklarının bir projesidir. Üçe bölünmesi öngörülen Irak’ta Sünnistan kurmaktı. Irak’ın 2003 yılında işgalinden sonra planlanan, tedvin edilen yeni Irak anayasasında dolaylı olarak öngörülen ve BOP projesinde açıkca dile getirilen bir proje.
Baasçı Saddam rejiminin 2003 yılında yıkılmasıyla ordu dağıtıldı ve başa geçen hükümetler ülkenin toprak bütünlüğünü koruyacak güvenlik güçlerinden yoksun bırakıldı.
İşgalci Amerikalılar bu eksikliği kısmen giderecek milis güçlerinin de silahsızlandırılmasında ısrar ediyor ve hükümetleri baskı altında tutuyordu. Nitekim kuzeydeki Kürt gruplar hariç Baasçı Rejime karşı yıllardır mücadele veren milis güçleri ağır silahlarını teslim etmeye zorlandılar.
Her devrimden sonra yapılması gereken ilk iş olarak halk seferber güçleri oluşturulmasına dair teklif ve girişimler işgalci ABD tarafından engelleniyordu. İç güvenliği sağlayacak polis gücü ve yeniden oluşturulacak ordunun eğitimi de ABD ve İngiltere tarafından sürdürülüyordu. Ayrı bir ifadeyle Irak’ın geleceği de böylece tasarlanıyordu.
ABD ve İngiltere şiilerin kontrolündeki merkezi hükümetleri böylece oyalarken sünni bölgelerinde aşiretler ve Baasçılarla gizli işbirliğine başlamışlardı. Kuzey Irak’ta Kürtler ise yeni anayasanın tanımış olduğu özerklik hakkını sonuna kadar kullanarak ve işgalcilerin de açık desteği ile yeni bir devletin temellerini atmaya başlamışlardı.
İşgalciler Sünni bir devlet kurmak amacıyla Sünni aşiretler, Afganistan’dan aktarılan Arap asıllı El-Kaide militanları ve Baasçılardan oluşturulan çeteleri silahlandırarak işe başladılar. Hedef, sünnilerin yaşadıkları bölgeleri tedrici olarak merkezi hükümetin kontrolünden çıkarmaktı. “Irak İslam Devleti” adı altında yeni bir örgüt kuruldu ve Irak’ta kurulacak Sünnistan’dan çıkar gütmeyi planlayan tüm bölge ülkeleri tarafından desteklendi. Hatta Suriye iç savaşı başlamadan önce bu ülkeye kaçmış Baasçı, Pan Arabist ve bazı din tandanslı grupların bu projeye katkı sunmalarına bile göz yumuldu.
Nuri Maliki, başbakanlığı döneminde komplonun farkında olarak Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma yönünde girişimlerde bulununca ABD ve bölgedeki müttefiklerinin saldırısına uğradı. Malik’yi şiicilik yapmakla suçladılar. Irak seçimlerine müdahalede bulunarak yeni kurulacak hükümete kendi uğursuz hedeflerine hizmet edecek birini getirmek için bölge başkentlerinde toplantı üzerine toplantı yapmaya başladılar.
Aynı çevreler bu çabalarına paralel olarak 2011 yılında Suriye’de iç savaş başlatınca Sünnistan kurma düşüncesi gün geçtikçe güçlenmeye başladı. Suriye’de üstlenen Iraklı muhalifler ve Suriyeli el-Kaidecilerin de yardımıyla “IİD(Irak İslam Devleti ) Suriye topraklarının da bir bölümünü işgal edince ad değiştirerek IŞİD(Irak ve Şam İslam Devleti) adını aldı.
Suriye topraklarına girip ülkenin üçte birine yakınını işgal edene kadar Irak içinde silahlanmış ve etkili olmasına rağmen üzerindeki işgali ilan edilmiş değildi. Ne zaman ki 2014 yılı ortalarından itibaren ABD ve bölge ülkelerinin yardımıyla ve yıldırım hızıyla Telafer , Sincar ve Musul’u işgal etti, komplonun boyutları ve IŞİD işbirlikçisi ülkelerin açık ve gizli ilişkileri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
IŞİD’in Musul’u işgal edip başkent olarak ilan etmesi sırasında bölge ülkelerinin ve AKP hükümeti yetkili ağızlarının açıklamaları yeniden gözden geçirilirse IŞİD’in sözde şii mezhepçisi Irak hükümetine karşı direnen “öfkeli çocuklar” olmayıp uluslararası bir komplo planının icracısı oldukları daha iyi anlaşılır.
Peki ABD ve müttefikleri kendi hazırladıkları bu IŞİD belasına niçin karşı çıkmaya başladılar veya gerçekte karşı çıktılar mı?
Bölge ülkelerinden bazıları IŞİD’e sözde Şia yayılmacılığına karşı ve Irak’ta bir sünni devlet kurmak için umut bağlasalar da ABD bu işin uzun sürede IŞİD savaş makinasıyla sürdürülemiyeceğini başından beri biliyordu. Ama IŞİD’den başka bir örgütün bu planı başaramayacağını da biliyordu. Bölge üzerinde dehşet, cinayet ve katlaim yaparak bu planı uygulayacak IŞİD eninde sonunda ortadan kaldırılacak ve yerine ABD ile uyumlu, uzlaşmacı ve ılımlı olarak tanınan gruplar, aşiretler ve kişiler getirilecekti. Veya IŞİD kontrol altına alınarak uysallaştırılacaktı. Plan buydu.
Tam bu sırada Irak’ta ABD ve bölgedeki müttefiklerinin hesabını yapamadıkları bir güç Irak halkını ülkelerini savunmaya, direnişe davet etti. Dini mercii Ayetullah Sistani nihayet cihad fetvası yayımlamış ve eli silah tutan herkesi direnişe çağırmıştı. Başta şiiler olmak üzere tüm müslümanlar ve hatta hristiyanlar da bu çağrıya lebbeyk diyerek halk seferberlik güçleri oluşturmaya başlamışlardı.
Haşd-i Şabi güçlerinin öncülüğünde Irak ordusu, polis gücü ve terörle mücadele birlikleri Bağdat’ın kuzeyinden başlayarak Er-Ramadi, Felluce, Tikrit, Beyci şehirleri ve eyaletleri teröristlerden temizliyerek Musul’a dayandı ve iki gün önce “Hurafe Devletinin” başkenti olarak ilan edilmiş bu şehiri de uzun bir savaştan sonra IŞİD işgalinden kurtardı.
Haberlerde kasıtlı olarak Musul’un kurtarılmasında ABD’nin komutasındaki koalisyon güçlerinin de rolüne vurgu yapılmaktadır. Bu kasıtlı propagandalar ordusu, polisi ve Haşdi Şabisiyle Irak’ın yerli direniş güçlerinin fedakarlıkları ve kahramanlıklarını gizlemek veya küçük göstermek amaçlıdır. Koalisyon güçleri hava operasyonlarına katılmış olsalar bile Musul zaferi karada göğüs göğüse savaşılarak kazanılmıştır, Irak halkına ve Direniş Cephesine aittir.
ABD ve müttefikleri hala bile IŞİD projesinden vazgeçmiş değiller. Amerikan güçlerinin Irak içinde ve Suriye’de IŞİD ile gizli işbirliği hala sürmektedir. Daha birkaç gün öncesinde Amerikan helikopterlerinin IŞİD işgalindeki Havice şehrindeki teröristlere silah ikmali yaptıkları görüntülenmişti. Ve yine Suriye’de direniş cephesi güçlerinin bu ülkenin IŞİD işgalinde bulunan doğu bölgelerine doğru ilerlemeleri sırasında son bir ay içinde defalarca Amerikan uçaklarınca bombardıman edildikleri ve yüzlerce şehid verdikleri alenen açıklanmış bulunuyor.
IŞİD’in başkenti Musul kurtarılmış olmasına rağmen bu terör makinası Irak ve Suriye’de hala geniş bir bölgeyi kontrolü altında tutmaktadır. Ayrı bir ifadeyle Amerikalılar açısından hala kullanılabilir, ılımlı bir örgüte devşirilebilir veya yerine aynı görevi yapacak başka bir örgüt oluşturulana kadar Direniş Cephesine karşı desteklenebilir. IŞİD bağımsız bir yapı değil, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına hizmet eden bir projedir.
IŞİD ne ABD’nin ne de Direniş Cephesinin asıl düşmanıdır. Direniş Cephesinin asıl düşmanı ABD, İsrail ile Avrupa ve bölgedeki müttefikleridir. Müstekbir cephesi de asıl düşman olarak İran eksenli Direniş Cephesini gördüğünü gizlemiyor. IŞİD ve öteki terör çeteleri yenilgiye uğratıldığında gerçekte müstekbir cephesinin uğursuz projelerinden sadece birisi etkisiz hale getirilmiş olacaktır. Bu iki cephe arasındaki mücadele kısa sürede biteceğe benzemiyor.
Ziya Türkyılmaz
Hatt-ı İmam ve Hatt-ı Velayet-i Fakih
İslam inkılabıyla tanışmış, İran’daki siyasi yapıyla ilgilenen, İmam Humeyni’yi tanıyan “Hatt-ı İmam”, yani İmam’ın çizgisi, İmam’ın izlediği yol kavramını mutlaka duymuştur.
Bismillahirrahmanirrahim
İmam Humeyni (ra ) asırlar sonra bir hat ortaya koyarak İslam ümmetinin uyanmasına vesile oldu. İmam (ra) bu hattı, İran’da gerçekleştirdiği İslam İnkılabı ile dünyaya tanıttı; bu hat ne İran’a aitti, ne de İran ile sınırlıdır. Çıkış kaynağı İran idi, ama hedef ve ilkeleri evrensel değerler içeriyordu, tüm insanlığı muhatap alıyordu.
Hatt-ı İmam ortaya çıktığı günden itibaren İran içinde hemen hemen tüm kesimler bunu benimsedi; solcular, liberaller, demokratlar, gelenekçiler, muhafazakarlar, radikaller. Çünkü bu hattın temel ilkelerinden biri kerkesin ittifak ettiği istikbara/emperyalizme karşı mücadele idi. Hatt-ı İmam’ı kabul edenlerin bazıları henüz İmam’ın hattını tanımıyorlardı, ama doğru olduğunu düşünüyor ve o dönemde başka alternatifleri olmadığını biliyorlardı. Özellikle siyasal ilkeleri ve istikbarla mücadele boyutu herkesi cezbediyordu. Bu hattı kabul etmeyenler ise kendilerini bu hattın şemsiyesi altında saklayarak fırsatını bulunca ortaya çıkmayı bekliyorlardı.
İmam’ın, İnkılab’ın zaferi sonrası hayatta olduğu 10 yıl süresince bu hat hakkında herhangi bir şüphe dillendirilmedi veya alternatif görüş ortaya koyulamadı; elbette bunun birçok sebepleri vardı. (ayriyeten incelenmesi gerekir). Muhalefetin olmaması herkesin anlayarak kabul ettiği, tanıyarak benimsediği anlamına gelmiyordu. Çünkü bazıları muhalefet etmeye cesaret edemiyordu, bazılarının alternatifi yoktu, bazıları muhalefet için ortamın oluşmasını bekliyordu. İmam ve yanındakiler bunun farkındaydılar elbet. İmam Humeyni (ra) 1989’da vefat etmesiyle ne gibi sorunların ortaya çıkacağı tahmin edilse de derin ayrışmaların olması beklenmiyordu. Hatt-ı İmam hakkında farklı görüşlerin ortaya çıkma zamanı gelmişti.
İlk ayrışma hatt-ı İmam’ın yorumunda oldu. İmam Humeyni (ra) sonrasında “hatt-ı imam” yorumunun sorun olacağı beklenen birşeydi. Kendisi hayattayken öne çıkan anlaşmazlıklar ve çıkmazlarda kendisine sorulur ve cevaplar alınırdı. Yanlış anlaşılmalarda ise “ben şöyle dedim, şu anlamda söyledim“ diyerek uyarır, ilkelerden sapma durumlarında ise gerektiğinde sert tepki gösterirdi. Hatt-i imam İnkılaba ve ilkelerine bakış açısına göre yorumlanacağı için bu konuda farklı yorumların ortaya çıkması kaçınılmazdı. Hatt-ı İmam’ı kabul ediş motivasyonu veya sebebi kendi içinde yorumunu da barındırıyordu.
Çeşitli kesimlerin yorumları aşağıdaki gibi özetlenebilir:
1-Demokrat ve Liberaller: Hatt-ı İmam batı sosyo- politik ilkelerle okunmalı ve yorumlanmalıdır, aksi takdirde kalkınamayız. Biz de diğer inkılablar gibi bir inkılabız. Bu kural dışına çıkamayız.
2-Gelenekciler: Hatt-ı İmamı tartışmaya açmadan, eleştiri ve tenkitlere kapalı taabbudi, soruşturmaya tabi tutmadan kabul edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Hatt-ı İmam daha çok siyaset ağırlıklı bir çizgidir. Hatt-ı İmam olmasa da mektep var olur, merceiyyet zaten asırlardır mektebi koruyor, fazla irdelemeye gerek yoktur. Çünkü fazla irdelenirse havza, ilim merkezleri ve merceiyetin konumu da tehlikeye düşebilir. Bu görüş havzanın gelenekçi kesiminin görüşüdür, hatt-ı imamı kişisel ve siyasal çizgi endeksli gördüklerinden imamın vefatından sonra miadını doldurduğunu düşünüyorlar.
3-Reformcular: Hatt-i İmam sabit değildir, değişkendir. Dünya ile uyum sağlayacak, karşılıklı teamüllerde bulunabilecek şekilde reforme edilip yorumlanmalıdır. Dünyada inzivaya, yalnızlığa sürüklenmek istemiyorsak, sorunların görüşmelerle çözülmesini istiyorsak hatt-ı imamı ona göre yorumlamalıyız.
4-Muhafazakarlar: Kör tuttuğunu bırakmaz misali; mustakil bir görüşleri olmayan bu kesim hatt-ı imamı musadere etmek, tekellerine geçirmek isterler. Varlıkları, hatt-ı imamı kabul etmeye bağlı olduğu için kendi varlıklarını koruyacak şekilde yorumluyorlar. Kendi görüşlerini hatt-ı imamın görüşüymüş gibi tanıtmaya çalışıyorlar.
5-Velayetciler: Hatt-ı imam’ın hedefi ve ilkeleri olduğunu, bu hattın şahıslara bağlı olmadığını, hakiki/özel kişiliklerden ziyade hukuki/tüzel kişiliğin bu hattı yorumlaması gerektiğini savunurlar. Velayet-i fakih, hatt-ı imamı en doğru okuyan, bu hattın müfessiri, koruyucusu ve varisidir. Velayet-i fakih bir proje veya bir tez değildir. Velayet-i fakih bir süreçtir; fıkhın kemal süreci, olgunlaşma süreci, fıkhın sosyal ve siyasal hükümlerinin pratize edilme sürecidir, evrensel adaletin hakimiyetinden önceki son süreç ve aşamadır. Dolayısıyla Velayet-i fakih, hatt-ı imamın ete kemiğe bürünmüş kemale doğru istikrarlı adımlarla ilerleme halidir.
Resulullah (saa) asırlar sonra “Nübuvvet hattı‘nı“ tekrar ihya ederek risaletiyle bu hattı kemale ulaştırmış, beşeriyet alemine hayat manifestosu olacak “din medeniyetini“ bırakmıştı. Resulullah‘ın (saa) 23 yıllık risaletinin son 10 yılı, İslam devletinin liderliği ve önderliği ile geçmişti. Yani Resulullah’ın (saa) ömrünün son 10 yılı devlet adamlığı dönemidir. Bu on yıl zarfında her kesim Resulullah’ı (saa) benimsemiş ve kabul etmişti. Medine’de yaşayan müslümanlar, yahudiler, hıristiyanlar, munafıklar ve Medine dışındaki müşrikler, hatta etraftaki impratorluklar da kabul etmek zorunda kalmışlardı. Ama bu kabullenmeler sadece zahiri korumak içindi. Gerçek iman ve Resulullah‘a (saa) bağlılık peygamber sonrası ortaya çıkacaktı. Resulullah’ın (saa) ihya edip kemale ulaştırdığı bu “Nübuvvet hattı“, peygamber sonrası farklı yorumlanacaktı? Korkulan oldu, farklı okuma ve yorumlar o hazretin irtihalinden sonraki ilk günden başlayıp asırlardır devam ediyor.
Bu yorumları da şöylece özetliyebiliriz:
1-Sakife yorumu; nübuvvet hattının nasıl devam ettirileceği işi insanlara bırakıldı, insanlar karar vereceklerdir(bir tür demokrasi) dediler.
2-Emevi yorumu; tekrar cahiliye dönemine dönülmelidir. Herşey Arapların maslahatı doğrultusunda olmalıdır. Nübuvvet hattı Arap gelenekleriyle yoğrulmalıdır. Bu hattın kontrolü ve yorumu biz Ümeyyeoğullarının/Arapların elinde olmalıdır.
3-Yahudi ve hıristiyan yorumu; nübuvvet hattı müslümanlara ait bir gelenektir, bütün insanları kapsamaz; herkes kendi dinini yaşasın, herkes kendi inancında özgür olsun, isteyen inanır isteyen inanmaz.
4-Gadir-i Hum yorumu; Nübuvvet hattının tefsiri, yorumu ve dünyada nasıl pratize edileceği, risaletin mirasçısı Gadir Hum’da belirlenmiştir.
İşte Nübuvvet hattı hakkında ortaya çıkan yorumlar müslümanların kaderini belirlediği gibi Hatt-ı İmam hakkındaki yorumlar da bütün müslümanların olmasa da en azından hatt-ı imam’da olduklarını düşünenlerin kaderini belirleyecektir. Hatt-i imam‘ı Velayet-i fakih yorumundan başka şekilde yorumlayanlar, Nübuvvet hattı hakkında peygamber sonrası Gadir-i Hum’dan başka yorum yapanlar gibidirler. Asırlardır Gadir-i Hum yorumundan başka yorum kabul etmeyenlerin günümüzde Velayet-i fakih‘ten başka bir yorumu benimsemeleri ve kendi görüşlerini ön plana çıkarmaları tam bir çelişkidir. Velayet-i fakih, Hatt-ı İmam‘ın sistemleşmesi demektir. Hatt-ı İmam denildiğinde bir şahsın görüşleri değil, İmam Humeyni’nin hukuki kişiliğinden kaynaklanan “fakihin velayeti“ sözkonusudur ve bu hukuki unvan İmam Hamenei’de de devam etmektedir.
Asıl incelenmesi gereken konu Hatt-ı İmam nedir ve nasıl yorumlanmalıdır? Velayet-i fakihin dışındaki yorumlar kabul edilebilir mi? Hatt-ı İmam’ın tefsirinin, Velayeti fakih olarak tecelli ettiğini beyan etmeye ve Velayet-i fakihi her yönüyle incelemeye neden müsade edilmiyor? Herkes görüşünü ve tezini ortaya koyabilir, yorum ve tefsirini söyleyebilir ama “fasl-ul hitab“, son sözü söyleyecek kim olacak? Son sözü kim söyleyecek, kimin sözü hüccet olarak kabul edilecektir?
Sabahattin Türkyılmaz / Rasthaber
Bağımsız Kürdistan’a Sadece İran Karşı
Irak eski Dışişleri Bakanı ve Kürdistan Demokrat Parti (PDK) Politbüro Üyesi Hoşyar Zebari, Kürdistan’ın “bağımsızlık referandumu”na İran dışında hiçbir ülkenin karşı olmadığını ifade etti.
PDK’li siyasetçi Hoşyar Zebari, referandum için oluşan şartların değerlendirilmesi gerektiğini, bir daha bu şartların olgunlaşmasının zor olduğunu söyledi.
Irak’lı El Şerqiye televizyonuna konuşan ve Kürdistan Bölgesi’nin ‘bağımsızlık referandumu’nu değerlendiren PDK Politbüro Üyesi Hoşyar Zebari, siyasi partilerin büyük bölümünün bu konuda hem fikir olduğunu, bazı partiler ile yaşanan çelişkilerin ise çözümü için çaba sarf edildiğini söyledi.
Hoşyar Zebari “Sadece İran hükümeti resmi olarak referanduma karşı olduğunu açıkladı. İran dışında demokratik hiçbir ülke referanduma karşı olduğunu söylemedi. Sadece referandum kararında izlenen mekanizmaya yönelik eleştiriler var’” açıklamasında bulundu.
“İKİ İYİ KOMŞU OLMAK İSTİYORUZ”
“Kürdistan’ın Irak’tan ayrılması ilişkilerimizi etkilemeyecektir. Biz iki iyi komşu devlet olmak istiyoruz” ifadelerini kullanan Zebari, Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’nin Brüksel ziyaretini de şöyle değerlendirdi:
“Bu ziyaret Belçika Hükümeti’nin resmi daveti üzerine gerçekleşti. Belçika Hükümeti ve Avrupa Birliği yetkilileri ile referandum konulu görüşmeler gerçekleştirildi.”
Kürdistan Parlamentosu’nun yeniden aktifleştirilmesi ve PDK ile Goran Hareketi arasındaki anlaşmazlığa da değinen Zebari, “Referandum Parlamento’ya bağlı bir konu değil. Bu konuda uluslararası hukuk uzmanlarına danıştık ve devletlerarası yasalardan faydalandık. Kürdistan Parlamentosu’nun aktfleştirilmesi için Goran Hareketi üyesi Parlamento Başkanı ile bakanların hükümet ve parlamentoya dönmesini önerdik” ifadelerini kullandı.
Referandum Iraklı Kürtlerin izole kalmasına neden olacak
İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani, IKBY’de düzenlenecek bağımsızlık referandumunun Iraklı Kürtlerin izole kalmasına yol açacağını ifade etti.Üst düzey bir heyet başkanlığında İran’a gelen Kürdistan Yurtseverler Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Kusret Resul ve Parti Sözcüsü Molla Bahtiyar, Tahran’da İran Milli Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani ile görüştü.
Şemhani bu görüşmede, IKBY’de düzenlenecek referanduma işaret ederek, “Bu konu görünüşte çekici olsa da aslında Kürtlerin izole kalmasına ve nihayet IKBY ile bütün Irak’ın güçsüz düşmesine neden olacaktır” ifadesini kullandı.
Ali Şemhani, “Iraklılar arasında ayrışmaya yol açacak bağımsızlık referandumunun gündemde olması halkın gerçek anlamda gereksinimlerini karşılayamadığı için Iraklı yetkililerin politikasıyla uyuşmamaktadır” değerlendirmesini yaptı.
Bazı güçlerin Irak gibi Batı Asya’daki büyük ülkelerin parçalanması için çalıştığını kaydeden İranlı yetkili, “Ulusal çıkarlar ve İslam dünyasının menfaatlerini göz önünde bulundurarak, Büyük Ortadoğu Projesi gibi planların hayata geçirilmesine izin verilmemeli” diye konuştu.
Kürdistan referandumu bölgeyi yeni krizlerle yüzleştirecek
Devrim Muhafızları Ordusu Komutanları’nın Meşhed kentinde yaptığı toplantısına katılan Genelkurmay Başkanı, bölgedeki gelişmelere ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.Silahlı Kuvvetler Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bakıri, Devrim Muhafızları Ordusu’nun Kara Kuvvetleri Komutanları’nın Meşhed kentinde yaptığı toplantısına katılarak, “İran uyguladığı sınır ötesi savunma stratejisi, sınır bölgelerini koruma, Kutsal Türbe Savunucularının çabaları ve DEAŞ karşıtı mücadele veren direniş ekseni ülkelerine verdiği desteklere odaklanarak, savaş alanını uzak bölgelere taşıyıp İran halkına huzur dolu eşsiz bir ortam oluşturmayı başarmıştır” ifadelerinde bulundu.
Asya’nın güneybatı bölgesine işaret eden Tümgeneral Bakıri, şöyle dedi: Dünya üzerindeki gelişmelerin merkezine dönüşen bölgemiz, sulta düzeninin müdahaleleri, Siyonistlerin tezgahları ve bölgedeki bazı zalim ülke başkanının bulunduğu ihanet girişimi neticesinde yeni komplolarla karşı karşıyadır ki bunları hiçbir şekilde göz ardı etmemeliyiz.
IKBY’de yapılması planlanan referanduma da değinen Genelkurmay Başaknı, “3 yıllık zorlu bir savaş sonucu birçok kişinin şehit düşmesiyle birlikte Şii merciliğin etkisi altında Irak ordusu ve gönüllü halk birliklerinin zafere ulaşmasının hemen arkasından IKBY’de referandum planı ortaya çıkartılıp Irak’ın bir parçasının ayrılacağından bahsediliyor, fakat bu normal bir gelişme değil” şeklinde konuştu.
Sözü geçen referandumun bölgeyi yeni krizlerle yüzleştireceğini açıklayan Tümgeneral Bakıri, sözlerini şöyle sürdürdü: Bu olayın Irak’ın komşuları tarafından hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğinin yanında bu ülkenin bütünlüğünün korunması tüm Irak etnikleriyle farklı kesimlerinin menfaatine olacağından hiç şüphemiz yok.
Bölgedeki bazı ülkelerin arasında oluşan polimiklere de işaret eden Genelkurmay Başkanı, “Irak ve Fars Körfezine kıyıdaş ülkelerine de aralarındaki sorunları çözmeleri için şiddetten uzak anlaşma ve diyalog yoluna yönlenmelerini tavsiye ediyorum” açıklamalarını yaptı.
Tümgeneral Bakıri bazı Amerikan askeri yetkililerin siyasi düzenin değiştirilmesi gerektiğine ilişkin İran’a yönelttiği tehditlerini hatırlatarak, “ABD’li yetkililerin tüm komploların karşısında dimdik duran İran gibi güçlü ülkelere karşı daha akılcı ve tedbirli tavırlar alıp şimdi bile yoksun oldukları onurlarına daha fazla zarar vermemeleri gerektiğini düşünüyorum” diye konuştu.
İran’dan Siyonist Rejim’e sert tepki
Mescid-i Aksa’nın kapılarının tüm Müslümanlara açılması gerektiğini bildiren Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, uluslararası toplumun Siyonistlere bu konuda baskı yapmasını istedi.
Dışişleri Bakanı Sözcüsü Behram Kasımi, Siyonist Rejim’in Mescid-i Aksa’nın kapılarını Filistinlilerin yüzüne kapatmasını kınayarak, “Siyonistlerin bu girişimi insan haklarına aykırıdır. Siyonist Rejim’in Filistin halkına yönelik yaptığı cinayetleri, işgalcilik ve insan hakları ihlalleriyle birlikte bu sefer daha tehlikeli bir girişimde bulunarak Müslümanların dini haklarını hedef almıştır ki bu da tehlikeli sonuçları beraberinde getirecek” şeklinde konuştu.
Mescid-i Aksa’nın kapılarının bir an önce tüm Müslümanlara açılması gerektiğini vurgulayan Kasımi, uluslararası toplumla tüm özgürlükçü ülkelerden Filistinlilerin az da olsa bazı haklarına saygı duyması için Siyonist Rejim’i baskı altına almaları talebinde bulundu.
Eski CIA Ajanı Açıkladı: Dünya Ticaret Merkezini Biz Patlattık
79 yaşındaki emekli CIA ajanı Malcom Howard, Cuma günü New Jersey’deki hastaneden taburcu olduktan sonra birkaç haftalık ömrü kaldığını söyleyip çok çarpıcı iddialarda bulundu.
Howard, 11 Eylül saldırıları sırasında yıkılan üçüncü bina World Trade Center 7’ın “kontrollü yıkımı”nda görev aldığını iddia etti.
36 yıl CIA istihbarat memuru olarak çalışan Howard, mühendislik eğitimi alması ve daha önceki görevlerinde yıkım işlerinde tecrübeli olması nedeniyle üst düzey CIA ajanları tarafından bu projeye dahil edildiğini belirtti.
İnşaat mühendisliği mezunu Howard, 1980’lerin başında CIA’ya dahil olduktan sonra patlayıcı maddeler uzmanı oldu. Howard, küçük bir çakmaktan 80 katlı binaya kadar çeşitli patlayıcı yerleştirme işlerinde tecrübe sahibi olduğunu soyledi.
General Dehgan: ABD Savunma Bakanı bir an önce doktora başvurmalıdır
ABD'li yetkililerin İran karşıtı açıklamalarına tepki gösteren İran Savunma Bakanı General Dehgan, "ABD Savunma Bakanı bir an önce doktora başvurmalıdır" dedi.
İran Savunma Bakanı General Dehgan, bugün yapılan Bakanlar Kurulu toplantısı esnasında basın mensuplarına yaptığı açıklamada, ABD'li yetkililerin ileri sürdüğü iddialarına işaret ederek, “Bu açıklamalarda yeni bir konu bulunmuyor. ABD, İslam İnkılabı’nın ilk gününden bu yana her zaman İran’a karşı durmuştur. ABD’li yetkililerin bölge tarihini gözden geçirerek, emperyalizm politikasının sonuçlarını görmeleri gerekir” değerlendirmesini yaptı.
General Dehgan sözlerine şöyle devam etti: ABD’nin emperyalizm politikası mazlum milletlerin nefretinin artmasına sebep olmuştur. Bunun günümüz dünyasında bariz örnekleri vardır. Nitekim İranlılar her zaman ABD veya diğer ülkelerin müdahaleci tavırlarına ağır bir şekilde yanıt vermiştir. İran halkı hakaret ve aşağılanmayı asla kabullenemez.
General Dehgan, ABD Savunma Bakanı’nın İran karşıtı iddiasına tepki göstererek, “Bu adam bir an önce doktora başvurmalıdır, kanaatimce o hasta olduğu için sayıklıyor” ifadesini kullandı.
Terör örgütü DEAŞ’ın Yemen'deki varlığına işaret eden İran Savunma Bakanı, “DEAŞ kabullenecek bir bölge aradığı zaman İslam'ın adını kullanarak Musul’da varlığını sürdürmeye çalıştı, fakat gerçekten İslam ile herhangi bir bağlantısı olmadıkları ortaya çıktı. Bu terör örgütü hiçbir mantıksal yönü olmayan bir ideolojiye dönüşmüştür. İran olarak, DEAŞ zihniyetinin dünya güvenliği için büyük bir tehdit oluşturduğu kanaatindeyiz” şeklinde konuştu.
Bütün Ülkeler Irak’ın Tecrübesinden Ders Çıkarmalı
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, Musul'un terör örgütü IŞİD'den kurtarılmasını “Büyük Zafer” olarak nitelerken; “İran'ın ve Ayetullah Sistani'nin bu zaferde kuşkusuz büyük rolleri vardır” dedi.
Nasrallah, Musul'un terör örgütünün sultasından kurtarılması münasebetiyle yaptığı açıklamada; Irak'ın taklid merci Ayetullah Sistani'nin terör örgütüne karşı savaşmasının şer'an farz olduğunu bildiren fetvasının Irak'ta zaferlerin başlamasında büyük etkisinin olduğunu belirterek, İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei başta olmak üzere İran İslam Cumhuriyeti’nin IŞİD terör örgütü aleyhindeki kesin ve kararlı tutumunun da terör örgütünün yenilgiye uğratılmasında çok önemli etkisinin olduğunu söyledi.
Parstodayın verdiği haberde; Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, bütün ülkelerin Irak'ın tecrübesinden ders çıkarmaları gerektiğini zira Irak halkının geleceklerini kendilerinin belirlediğini belirterek; “Amerikalılar, Irak'ta terör örgütü IŞİD ile mücadelede yalnızca seyirce kaldılar” dedi.
Nasrallah, Amerika'nın her zaman terör örgütü IŞİD'in ortadan kaldırılmasının 10 ila 30 yılı bulacağı gibi bir algıyı dayatmaya çalıştığını belirterek, “Amerika, IŞİD'i, kendi ve Siyonist İsrail'in bölgedeki çıkarları için kullanma peşinde olmuştur” dedi.
Nasrallah, Amerikan Başkanı Trump'ın itirafına göre; IŞİD'in Amerika'nın bir ürünü olduğunu belirterek, “Şimdi bazı Arap medyası Irak'ın Musul'daki başarısını Amerika'nın zaferi gibi göstermeye çalışıyor bu büyük bir kandırmacadır.” dedi.
Gerçek kaygılar, gerçek tercihler, gerçek insanlar
Müslümanlar, milliyetçi ve mezhepçi olmayan bir aidiyet biçimini seçerek evrensel İslam ailesine katılırlar. Günümüzde gerçek kaygılara sahip, gerçek tercihler yapabilecek, gerçek insanlara ihtiyacımız olduğu açıktır. Yararcı-bencil-popülist kültürlerde, gerçek kaygılardan, gerçek tercihlerden ve gerçek insanlardan, bunlara olan ihtiyaçlardan söz etmek her geçen gün daha da zorlaşıyor.
İnsanlık, küresel dünya düzeninin çok derin bir krizle karşı karşıya bulunduğu bir dönemden geçiyor. Zaman zaman yaşanan krizler, dünya düzeninin yapısal karakterinden kaynaklanıyor. Keyfi kuralların, tercihlerin, dayatmaların neden olduğu kuralsızlıkların, ideolojik ve ırkçı sapkınlıkların/sarhoşlukların, egomanyak hayallerin ve ihtirasların belirleyici olabildiği bir dünyada yaşıyor olmak, büyük kötülüklerin belirleyici olabildiği bir dünyada yaşıyor olmak anlamına gelir.
Bugünün dünyasında, bir yanda ideolojik/ırkçı sapkınlıklar/sarhoşluklar sürdürülürken, diğer yanda da bütün ideolojik sistemler birer birer iflas ediyor. Bu nedenledir ki, günümüzde, siyasal kuramcılar yeni şeyler icat etme ihtiyacından bahsediyor. Propaganda yalanlarıyla sürdürülen evrenselci/ideolojik liberal retorik, sistematik dışlama, ötekileştirme, mülksüzleştirmeler, sömürü hareketleri karşısında sessizliğini koruyor.
KAPİTALİZM BÜTÜN ANLAM VE DEĞERLERİ PARÇALIYOR
İdeolojik çerçevelerin, yöntemlerin, uygulamaların, insani dünyaya, ahlaki dünyaya olumlu hiç bir katkıları olmadığını görmek, anlamak gerekiyor. İdeolojik ve ırkçı bağlamda ve son derece selektif bir bakış açısı ile kullanılan “İnsan Hakları Söylemi”nin Müslümanların sürekli ihlal edilen haklarına ilişkin hiç bir ciddi girişimde bulunmadığı, bilinen bir gerçektir. Kapitalizmin, hangi toplumda olursa olsun, bir hayat tarzına dönüşmüş olması, ilgili toplumun radikal anlamda sekülerleşmiş olduğunu gösterir. Kapitalizm ile sekülarizm arasındaki bu yakın/derin ilişki, hayati bütün anlamları, değerleri şeyleştiriyor, değersizleştiriyor.
İslam dünyası toplumlarının kapitalizme, sekülarizme ve liberalizme önce maruz kalmaları ve sonra da bütün bu akımlarla bütünleşmeleri, İslam ile kapitalizm/sekülarizm/liberalizm arasındaki ontolojik farklılığın, karşıtlığın belirsiz hale geldiği, İslam ile bu ekoller/disiplinler arasında sessiz bir mutabakat ve uzlaşma yaşandığı, aralarındaki farklılık ve karşıtlıkların tartışma konusu olmaktan çıkarıldığı anlamına gelir. Bu durum, kolonyalist/sömürgeci dünyanın taleplerinin, beklentilerinin, dayatmalarının eksiksiz bir şekilde karşılandığını ve aziz İslam’ın ontolojik anlamda askıya alındığını gösterir.
ULUSAL TEKKÜLTÜRCÜLÜĞE DÖNÜŞÜM
Günümüz dünyasında Müslüman halklar, pragmatik iktidar mücadeleleri için, bütün anlam ve ilke ufuklarını kaybetme pahasına, İslam’ın araçsallaştırılabilir hale getirilmesinden rahatsız değiller. Bütün popülizm biçimlerinin yine pragmatik iktidar mücadeleleri adına kurumsallaştırılabildiği toplumlarda, bütün değerler insafsızca sömürülebiliyor. Toplumsal/siyasal gerçekliğin neden olduğu yabancılaşmalar, yozlaşmalar, kirlenmeler, sözünü ettiğimiz popülist kurumsallaşma aracılığıyla gözardı edilebiliyor. Düşünce hayatımız, kültür ve ilahiyat hayatımız, İslam’ın ve Müslümanların sorunlarını Avrupa modernitesinin açtığı kavramsal-kurumsal-kuramsal alan-sınırlar-çerçeve içerisinde kalarak, bu sınırları korumaya özen göstererek konuşabiliyor, tartışabiliyor, gündeme getirebiliyor. Bugün hiç kimse, bütünüyle iflas etmiş bulunan ideoloiik/ırkçı akımların/disiplinlerin aşılması gerektiğine işaret edemiyor. Entelektüel hayat, ilahiyat hayatı, farklı, İslami kavramsal-kurumsal-kuramsal bir alan açılabileceğine ilişkin zihinsel-entelektüel bir özgürlüğe, özgüvene, bilince ve umuda sahip değil. İslam dünyası toplumlarında her popülizm ulusal tekkültürcülüğe dönüşüyor. Her popülizm, eleştirel düşünmeyi, eleştirel bir konumda bulunmayı büyük bir ihanet olarak görüyor. Eleştirelliğin, sorumluluğun gereği olduğu, hiç düşünülmüyor.
Katlanılamaz olana, katlanılması mümkün olmayana katlanmaya devam etmek, umutsuzluk, yetersizlik, cesaretsizlik ve çaresizlikten kaynaklanır. Umut ve cesaret katlanılamaz olana karşılık vermeye başladığımızda başlar. Katlanılamaz olana karşılık vermeye başlayabilmemiz için, İslam dünyası toplumlarında entelektüel hayatın kolektif bilinç, kolektif değişim ve kolektif irade merkezinde, nitelikli kadrolar eşliğinde yoğun-kapsamlı bir program oluşturmaları zorunlu hale gelmiştir. Bu kadroların küresel düzlemde düşünme ve algılama sorumluluğuna sahip olmaları hayati önemdedir. Kolektif değişim için, yararcı-bencil dünyalardan ayrılarak, melankolik bağlılıkları terk ederek, alışılagelen çerçevelerin değiştirilmesi, muhafazakârlıkların aşılması gerekir. Bunlar gerçekleştirilmediği takdirde, hiç bir alanda, hiç bir şekilde, yeniden yapılanma gerçekleştirilemez. Her yeniden yapılanma, özgün olana, başlangıçta gerçekleştirilene ulaşabilmek için, geçmişin taklitinden vazgeçerek, geçmişteki üstünlüğün/üretkenliğin/vizyonun yeniden inşasına yoğunlaşmak zorundadır.
GERÇEK İNSANLARA İHTİYACIMIZ VAR
Müslümanlar, milliyetçi ve mezhepçi olmayan bir aidiyet biçimini seçerek evrensel İslam ailesine katılırlar. Günümüzde gerçek kaygılara sahip, gerçek tercihler yapabilecek, gerçek insanlara ihtiyacımız olduğu açıktır. Yararcı-bencil-popülist kültürlerde, gerçek kaygılardan, gerçek tercihlerden ve gerçek insanlardan, bunlara olan ihtiyaçlardan söz etmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. Popülizmlerin bir din gibi algılanabildiği toplumlarımızda bütün ilkesel sınırların keyfi bir şekilde ve ısrarla ihlal edilişine seyirci kalamayız. Popülizmlerin tahakkümüne seyirci kaldığımız için, bugün, ne yazık ki, konjonktürel dindarlıklar, pragmatik dindarlıklar, milli dindarlıklar, devlet dindarlıkları, coğrafi dindarlıklar, İslam’ın yerine ikame ediliyor, edilebiliyor. Ayrıca, gerçek kaygıların, gerçek tercihlerin ve gerçek insanların azaldığı bir dünyada, elektronik dostluklar, konjonktürel dostluklar, pragmatik dostluklar, etnik ve mezhepçi dostluklar, gerçek dostlukların yerine geçiyor.
Sözünü ettiğimiz bayağılaşmalar ve yozlaşmalar sebebiyle, İslami bünye, emperyalist şiddete, emperyalist kontrole karşı etkili hiç bir şey yapamıyor, eleştirel sorular soramıyor, bir direniş kültürü üzerinde çalışma ihtiyacı duymuyor. “Büyük Felaket”e sadece Filistinliler maruz kalmadılar. Afganistanlılar, Iraklılar, Suriyeliler, Libyalılar da, aynen Filistinliler gibi, statüden arındırılarak, yerlerinden/yurtlarından kovularak, mülksüzleştirilerek, ülkesizleştirilerek, yersiz-yurtsuzlaştırılarak, her tür haktan mahrum bırakılarak, köleleştirilerek, herhangi bir hukuki aidiyet biçimine sahip olmaksızın yabancı ülkelerde, çoğunlukla da yasadışı yollarla nefes alacak bir alan inşa etmeye çalışıyor. Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünyada tek çözümsüz sorun olarak Yahudi sorunu görülüyordu. Filistin’in sınırsız bir şekilde ve acımasızca sömürgeleştirilmesiyle birlikte Yahudi sorunu çözümlendi ve bu sorunun yerine Filistin sorunu geçti. Bugün geldiğimiz noktada ise, devletsiz halklar-toplumlar, hayatları muhaceret koşullarında geçen halklar sorunu derinleşerek sürüyor, büyüyor.
Müslüman zihnin, aklın, bilincin, düşüncenin yenilenebilmesi için, bu zihnin, her tür dayatmaya, müdahaleye, propagandaya, işgal ve kontrole açık olmaktan kurtarılması zorunludur. Zihin dünyamızın yoksulluğuyla ilgili olarak, gerek içeriden ve gerekse dışarıdan zihinsel işgale açık durumda bulunmasıyla ilgili olarak nitelikli hiç bir çalışma yapılmadığı çok açık bir gerçektir. İçerisinde yaşamakta bulunduğumuz zihinsel-entelektüel yoksullukla, anlam ve amaç yoksulluklarıyla, ilkesel yoksulluklarla, siyasal alan da dahil olmak üzere hiç bir alanda etkili bir fail haline gelmemiz mümkün olamaz. Özgün ve bağımsız içerik üretemeyen bir topluluk, yaşayan bir medeniyet kuramaz, onurlu bir temsil hakkına sahip olamaz.
y.şafak
Myanmar'da İşkence ve Zulüm Devam Ediyor
Myanmar'da Rohingyalı Müslümanlara yönelik gözaltı, tutuklama, taciz, yağma ve işkenceler devam ediyor.
Myanmar'da budist rejimin Müslümanlara yönelik baskı ve zulümleri gün geçtikçe artıyor.
Myanmar güvenlik güçlerinin Güney Maungdaw bölgesinde bulunan Nurullapara köyüne baskın yaparak 50'den fazla Rohingyalıyı gözaltına aldığı bildirildi. 8 Temmuz Cumartesi yerel saat ile akşam 5:00 sularında gerçekleşen olayda güvenlik güçlerini gören erkeklerin köyü terk ettiği, kaçamayan kadın ve çocukların ise kendi evlerinden zorla çıkartılıp gözaltına alındığı belirtildi.
Gözaltına alınanların köyün dışında bir alanda toplandığı, yoğun yağmur altında bekletildiği ve taciz edildikleri ifade edildi.
Güvenlik güçlerinin ayrıca bütün evleri tek tek arayıp para ve değerli eşyaları yağmaladıkları ifade edildi.
Gözaltına alınanlara işkence edildikten sonra büyük bölümü serbest bırakıldı. Ancak dokuz kişi hapse gönderildi. Hapistekilerin isyancı gruplar ile ilişkili olduklarını kabul etmeleri için işkence görmeye devam ettiği bildiriliyor.