کارگر

کارگر

 İstihbarat Bakanı Mahmut Alevi, geçen sene İran’da 30 kadar terör çetesini çökerttiklerini açıkladı.

Bakan Alevi, İstihbarat bakanlığına bağlı güvenlik ve istihbarat güçleri geçen sene ayrıca bir tek operasyonda 108 manyetik bomba ve 15 intihar yeleği ele geçirdiklerini ve tüm bunlar teröristler hain planlarını uygulamaya fırsat bulmadan ele geçirildiğini ifade etti.

Amerikalı taraflarla müzakere konusunda da Bakan Alevi, İMGYK kararı çerçevesinde bu müzakerelerin tutukluların takısı için gerçekleştirildiğini ve sonuçta İran’ın bloke edilen 1.7 milyar dolar parası ülkeye geri getirildiğini ve bazı İranlı tutukluların kurtarıldığını vurguladı.

Türkiye, Rusya ve İran arasında Suriye’de “çatışmasızlık bölgeleri” kurulması konusunda anlaşma sağlandı.
 

Kazakistan’ın başkenti Astana’da imzalanan muhtıra kapsamında, muhalifler ve rejim güçleri arasında çatışmaların yoğun olduğu alanlarda 4 “çatışmasızlık bölgesi” ve bu bölgelerin sınırları boyunca “güvenlikli bölgeler” kurulacak.

Rusya Savunma Bakan Yardımcısı Alexander Fomin, düzenlediği basın toplantısında cuma gecesi yürürlüğe giren anlaşma ile ilgili olarak şunları söyledi: “Ateşkesi güçlendirme fikrini destekleyen İran ve Türkiye’nin yapıcı tavrı sayesinde, bu mutabakat zabtının imzalanmasında rejim önemli rol oynadı. Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan ile diğer ülkelerin verdiği destek, bu zaptın uygulamaya geçirilmesi konusunda ilave bir garanti teşkil edecek.”

Muhalifler, İran’ın mutabakata imza atan taraf olmasını protesto ederek salondan ayrıldı.

Anlaşma, sivillerin en temel ihtiyaçlarının karşılanması ve tıbbi yardımın ulaştırılması için gerekli şartların oluşmasına yardımcı olmayı hedefliyor.

Yine anlaşma uyarınca çatışmasızlık bölgelerinde, Suriye rejimi ile ateşkese katılan veya katılacak silahlı muhalif gruplar arasında, hava unsurları dahil olmak üzere her türlü silahlı saldırı durdurulacak.

Muhtıraya göre, El Kaide ve IŞİD ile mücadele çatışmasızlık bölgelerinin içinde ve dışında sürecek.

"İran, Rusya ve Türkiye, Suriye'de ortak savaşı sürdürecek"
 
 Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekat Daire Başkanı, Rusya, İran ve Türkiye'nin Suriye'de terörist gruplara karşı ortak savaşa devam edeceğini duyurdu.

Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekat Daire Başkanı General Sergey Rodskoy yaptığı açıklamada, Suriye'de gerilimi azaltmaya ilişkin belgenin imzalanmasının asla, Suriye topraklarında IŞİD ve Nusra Cephesi teröristlerine karşı savaşın son bulduğu anlamına gelmediğini vurguladı.

Roskoy, ayrıca Rusya, İran ve Türkiye'nin güvenli bölgelerde terörist grupları yok etmek için gereken girişimlerde bulunacağını ve Suriye devlet güçlerine teröristlere karşı savaşta yardım edeceklerini vurguladı.

Suriye'de gerilimi azaltmaya ilişkin memorandum bugün saat 00.00 itibaren yürürlüğe girdi.

İdlip, Humus'un kuzey bölgesi, Doğu Guta ve Suriye'nin güneyinde sözkonusu 4 güvenli bölge Astana'da yapılan anlaşma uyarınca kuruluyor.

 

Velayeti:Astana’daki öneriler Suriye milleti tarafından onaylanmalı

Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Astana’da iyi niyetle sunulan önerilerin ancak Suriye devletiyle milleti tarafından onaylandığı zaman tam olarak kabul edilebileceğini bildirdi.Düzenin Yararını Teşhis Konseyi Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Ali Ekber Velayeti, Almanya Dışişleri Bakan Yardımcısı’yla yaptığı görüşmesinin ardından gazetecilere açıklamalarda bulunarak, “Bu görüşme epey olumlu ve yapıcıydı. Karşılıklı siyasi ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi iki tarafın da peşinde olduğu bir konudur. Bölgesel ve uluslararası konularda da var olan sorunların giderilmesiyle ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duyulması üzerinde hemfikiriz” şeklinde konuştu.

Velayeti, konuşmalarını şöyle devam ettirdi: Almanlar da bizim gibi bölgedeki ülkelerin bölünmesine karşı olarak sorunların askeri yöntemlerle değil siyasi yollardan çözülebileceği kanaatindeler. Bunun yanında nükleer anlaşmanın yürürlüğe girmesi konusunda da yakın bir işbirliğine sahibiz ve bu konuda onlara güveniyoruz.

Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Astana Toplantısı’nda belirlenen dört güvenli bölgeyle ilgili, “Astana’da gerçekleşen toplantılar Suriye konusunda yapılan en olumlu ve etkili oturumlardan biridir. Fakat tarafların iyi niyetiyle sunulan bu öneriler ancak Suriye devletiyle milleti tarafından onaylandığı zaman tam olarak kabul edilebilir” değerlendirmelerini yaptı. 

Pazar, 07 May 2017 02:26

Seküler Dünya'ya Ayak Uydurmak

Sekülerizm veya sekülarizm; toplumda âhiretten ve diğer dîni-ruhânî meselelerden ziyâde dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket

[+] metin Boyutu [-]
“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).

Sekülerizm, lâikliğin yumuşatılmış benzer şekli olup, “dîni yarım-yamalak yaşamak” demektir. Din derken tabî ki İslâm’dan bahsediyoruz. Zâten Allah katında din İslâm’dır ve diğer bâtıl dinler zâten yarım-yamalaktırlar ve yarım-yamalak oldukları için bâtıldırlar. Yarım-yamalak olan seküler din, öncelik sırasında ilk sırada değildir ve ilk sırada olma derdi de yoktur. TDK sözlüğünde sekülerizmin tanımı şöyledir:

“Sekülerizm veya sekülarizm; toplumda âhiretten ve diğer dîni-ruhânî meselelerden ziyâde dünyâ-hayâtına odaklanılması yönündeki hareket”.

Sekülerizm bâzen insanlara açıkça, bâzen de çeşitli kanallardan; din-merkezli yaşamanın negatifliğinin propagandasını yapar. Fakat bunu genelde söz ve eylemle değil de bilinç-altına göndermeler yaparak oluşturur. Der ki; “bana uygun yaşamazsan, benim sistemime ayak uydurmazsan çok zor bir hayâtın olur. “Toplumun aşağı tabakası”ndan olursun ve hattâ “yeryüzünün lânetlileri” arasına girersin”. Bunu sezinleyen ve Dünyâ’da bolca örneğini gören insanlar, hemen tutum ve davranışlarını değiştirme yoluna girerek sekülerizme bir-an önce ayak uydurarak sınıf atlamanın derdine düşer. Âhiret bilinci ve inancı olmayanların böyle yapması zorunludur. Zîrâ onlar tek-dünyâ’lıdır ve ölünce her-şeyin bittiğine inanmaktadırlar. Bu nedenle de hayâtı en uzun, en sağlıklı, en zengin, en haz ve zevk içinde yaşamayı hedeflerler. Fakat müslümanlara-mü’minlere ne oluyor?.

90’lı yılların sonuna doğru, Türkiye’de 28 Şubat ve Dünyâ’da 11 Eylül’den sonra müslümanlar da İslâmî iddiâlarından büyük ölçüde vazgeçerek liberâlleşme yoluna girdiler ve kısa bir zaman sonra da maddî durumlarının düzelmesiyle din hakkında eski düşünceleri ile çelişmeye başladılar. Bu nedenle dîni aşırı yorumlara tâbi tutarak demokratlaştılar ve de dolayısı ile sekülerleştiler. “Akîde farklı, siyâset farklı”, “önce devlet gelir”, “şûrâ’nın günümüzdeki şekli demokrasidir” vs. demeye başladılar. “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya vermek” şeklinde bir tutum izlemeye başladılar. İşin ilginç yanı, Kur’ân’ın daha fazla okunmasına rağmen bunun böyle olmasıdır. Kur’ân ısrarla ve şiddetle bu tutumun yanlış ve hattâ şirk olmasını söylediği hâlde, gerek 28 Şubat’ın etkisiyle, gerekse ABD’nin tek küresel güç olduktan sonra liberâlizmi Dünyâ’nın kılcal damarlarına kadar yaymasıyla ve nefse aşırı cömert davranan liberâlizm ve kapitâlizmin etkisiyle ve de nefsin zorlamasıyla Kur’ân’ın bu uyarılarını dinlemediler-duymadılar-uymadılar. Üstelik bunu, kendilerine “Kur’ân cemaati, grubu, halkası” diyenler de yaptı-yapıyor. Ellerinde Kur’ân var, Kur’ân okuyup duruyorlar ama Kur’ân’ın kapağını kapattıkları anda Kur’ân’a göre değil de, bağlı oldukları ideolojiye, kurumlara, lîdere ve devlete göre hareket ediyorlar. Böylece Kur’ân’ı bir edebiyat-felsefe kitabı hâline getiriyorlar. Sâdece okumanın, bilginin, epistemolojinin konusu olarak kullanıyorlar. İş hüküm konusuna gelince onu Allah’a değil, başkalarına veriyorlar. Sezar’a veriyorlar. Hâlbuki daha yakın zamanlara kadar tam-aksi görüşleri vardı.

Sekülerizme ayak uydurmanın bir raconu vardır. Laik olunacak, seküler olunacak, demokratik olunacak. Onların düzenlediği Dünyâ’ya-hayâta göre davranılacak. Din vicdanların en derin ve kuytu köşelerine, o da laytlaştırılmış olarak hapsedilecektir. Zâten “ibâdet demek de, ara-sıra yapılan duâdır” ya(!). O kadar.

Zamânında kadının biri Annemi namaz kılarken görünce şöyle demiş. “Böyle namazla-niyazla uğraşırsanız fakir ve câhil kalırsınız”. Namaz kılmak ve fakirlik ilişkisi. Aslında söylediği şey şu: “Böyle namazla-niyazla uğraşırsanız “sistem” tarafından fakir ve câhil bırakılırsınız”. Seküler sisteme göre doğru söylüyor. Çünkü seküler dünyâya göre namaz kılanlar madden fakir kalırlar. Fakat bu namaz kılanlar, “seküler olmayan musalliler”dir. Yoksa hem seküler olup ona göre hareket edenler ve bir de namaz kılanlar hem şeytanın, hem tâğutların, hem de sekülerizme tapanların görmek istediği en güzel şeydir. Onlar böyle bir insan-tipinden beslenirler çünkü. Namaz kılanlar neden fakir kalır?; çünkü sekülerizme ayak uydurmamaktadırlar. Onların dediğini yapmadıklarından, otomatikman onların düzenlediği Dünyâ’dan daha az yararlanırlar. Bu bir tercih meselesi. Hz. Ömer bir-gün, Peygamberimizin hücresine girince hıçkıra-hıçkıra ağlamaya başlar. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca Hz. Ömer şöyle der: “Ya Resûlullah!. Dünyâ kralları, Kisra’lar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok, yatağın hasır ve tenine yattığın zeminin izleri çıkmış. Hâlbuki sen âlemlere rahmetsin. Peygamberimiz şu cevâbı verir: “İstemez misin ya Ömer, Dünyâ onların, âhiret de bizim olsun!”.

Tabi namaz kılanlar-mü’minler Dünyâ’dan da yaralanmalıdır ve Allah namazı hakkıyla kılanlara Dünyâ’yı yasaklamamıştır. Bunu yasaklayan sekülerizmdir. Kur’ân’da şöyle denir:

“Onlardan öylesi de vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da da iyilik ver, âhirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azâbından koru’ der” (Bakara 201).

Allah Dünyâ’ya zayıf bırakılmış mustazafların hâkim olmasını istemektedir:

“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk. Ve (istiyorduk ki) onları yeryüzünde iktidar sâhipleri olarak yerleşik kılalım, Firavun’a, Hâmân’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim” (Kasas 4-6).

Sekülerizme ayak uydurmak için devletin laik-seküler-demokratik yapısına aykırı davranmayacaksınız. Seküler sisteme göre düşünecek, konuşacak, yiyip-içecek-giyinecek, onların ürettiklerine hem karşı çıkmayacaksınız, hem de kabûl edeceksiniz. Tesettürü söz-konusu etmeyeceksiniz. Etseniz bile modernleştirilmiş olana uyacaksınız. Zâten sekülerizm, dînin kapitâlist kuşatmaya alınmış tarafıdır. Kısaca her şeylerini kabûl edeceksiniz, sürekli ondan bahsedip bedâvaya reklâmını yapacaksınız, aykırı bir eylem, söz ve hattâ düşünceniz bile olmayacak.

Sekülerizm, “dinden tâviz vermek” demektir. Fakat verilecek en ufak tâviz, arkasından yavaş-yavaş dînin tamâmından tâviz vermenizi gerektirecektir. Böylece ortada hak din somut olarak kalmayacak ve seküler bir din hayâta hâkim olacaktır. Sekülerizmin prensleri için bu dînin “tâviz verebilen” dindarı olmak çok önemsenir. Peki neden tâviz istiyorlar?. Çünkü, sekülerizm hayâtiyetini, dinden verilen tâvizler sâyesinde sürdürür. Zîrâ verilen her tâviz onların ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyor. Meselâ baş-örtüsünden verilecek tâviz, bir-süre sonra kuaför-kozmetik-tekstil-ayakkabı vs. her şeyin değişmesini ve ihtiyâcını da yanında getiriyor. Dominonun ilk taşını devirdiğinizde gerisi peşi-sıra geliyor.

Sekülerizm ve liberâlizmle ve onun pratik şekli olan demokrasiyle müslümanların önünün açıldığında bahsediyorlar. Sekülerizme ayak uydurmakla müslümanların önünün açıldığı falan yoktur.

Sekülerizm dînin zıddıdır. Yakında sıklıkla kullanılmaya başlayacağını zannettiğimiz “seküler İslâm” söylemi, şeytanın bir uydurmasıdır ve böyle bir sentez olamaz. Bu yüzden sekülerizme ayak uydurarak müslümanlık yaşanamaz. Zîrâ şeytanın telkinleriyle İslâm yaşanamaz.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.
islamianaliz

15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemiz yeni bir rotaya girmiştir. Aslında menzilin neresi olduğu bilinmeden çıkılan bir yoldur bu çizilen rota…
 
   ABD’nin Suriye konusunda müttefiki Türkiye yerine YPG ve türevi örgütleri desteklemesi, Fetullah Gülen’i Türkiye’ye iade etmeme kararlılığı, DAİŞ’in Suriye’de başarısız olması ve coğrafyamızı eylem alanına dahil etmesi ve en önemlisi Batı’nın Erdoğan’ın başkanlık hevesine karşı çıkması yeni Türkiye’nin menzili belli olmayan bir yola girmesine sebep olan gelişmeler olarak karşımızda duruyor.

   Yaşanılan bu gelişmeler ile ABD’ye rest çeker gibi davranıp uçak düşürme konusunda yaka yakaya geldiğimiz Rusya’dan özür diledik. Daha sonrasında ise bizi de Şangay İşbirliği Örgütüne alın diye ezilip büküldük.

Son günlerde ise başından beri savunduğumuz İran ve Rusya olmadan bölgesel huzur sağlanamaz görüşüne geldik.

   Suriye konusunda ABD ile yaşadığımız sorunlar Rusya’nın kaçırmayacağı bir fırsat haline geldi. Rus büyükelçisi de bu yakınlaşmanın kurbanı olarak ilişkileri perçinlemek için basamak oldu. Tabiri caiz ise Rusya Türkiye’yi yanına almak için büyükelçisini feda etti.

Suikast sonrasında idarecilerimizin açıklamalarında telaş gözlenirken Rusya “çıkar” ilişkilerini gözeterek omzumuzu sıvazlayıp büyük devlet olma özelliğini gösterdi. Fakat Rusya bu suikasta nasıl bir cevap verecek muamma…

   Gelinen noktada Türkiye, İran ve Rusya, Suriye konusunda yıllardır dillendirdiğimiz “Suriye’de barış” deklarasyonunu imzalayarak doğruyu bulma yoluna girdi. Bu imzadan sonra Halep için suyu bulandıran Batı kuklası medya biranda Rusya sempatizanı olup çıktı.

Peki, şimdi ne olacak?

ABD, Türkiye’nin yeni rotasında başarısız olması için büyük ihtimalle istikrarsızlaştırma politikasını devreye sokacaktır. Bu plan için en uygun malzeme kripto FETÖ’cülerin devreye sokulması olacaktır.

   FETÖ ile mücadele konusunda tarafgirlik duygusuyla hareket eden idareciler ülkeyi nasıl bir tehlikeye attıklarının farkına varacaklar mı acaba?

Suriye sınırını yolgeçen hanına çeviren siyasetçiler ülkemizi yurt edinen radikal İslamcı teröristler tarafından kandırıldık diyecekler mi?

Yazının başında değindiğimiz gibi menzili belli olmayan yeni rotasında yeni Türkiye’yi hangi sürprizler bekliyor bekleyip göreceğiz.

Bilinen tek gerçek şudur ki, “Güçlü Türkiye” hedefinde geldiğimiz nokta korkunun ve istikrarsızlığın hakim olduğu bir ülke…
Serdar Gündoğdu

Amerika’nın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla bölgeye şekil vermesine “Bu bir emperyalist projedir. Bu bir Siyonist harekettir” demeyenler,
 

    Allah’ın adıyla

   Dünyada ki hiçbir devlet ya da hükümet başkanının ismini zikrederken bırakın mezhebini dinini bile vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, söz sırası Irak’a gelince “Irak’ın Şii Başbakanı İbadi” diyerek lafa başlıyor ve İbadi’yi mezhepçilikle suçluyorlar.

   Türkiye’nin hatta dünyanın başına musallat olmuş PKK, FETÖ, El-Kaide, Taliban, IŞİD, Nusra, Boko Haram, Şebab gibi terör örgütlerini tanımlarken hiçbir zaman bu örgütlerin “Sünni” olduğunu vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, Lübnan Hükümeti’nin meşru koalisyon ortağını tanımlarken “Şii Hizbullah Hareketi” diyerek girizgah yapıp Hizbullah’ı mezhepçilikle suçluyorlar.

   IŞİD ve diğer tekfirci örgütler her türlü kutsalı çiğneyip her ilkeyi ayaklar altına alarak Irak’ta yüz binlerce insanı katledilip milyonlarcasını mülteci durumuna düşürdüğünde, ne mazlumların ne de zalimlerin “din ve mezhepleri” ile ilgilenmeyenler, IŞİD’in Musul’dan doğal olarak Irak’tan temizlenmesi aşamasında birden “mezhep” damarları harekete geçirdiler. Bu güruh olmamış ve olmayacak “mezhep” çatışması üzerinden tehditler yağdırıyor.

   IŞİD, Bağdat kapılarına dayanıp Sünni, Şii, Ezidi ve Hıristiyan tüm halkların hayatına ve kutsallarına kastettiğinde bırakın kıllarını kıpırdatmayı “IŞİD, bir terör örgütü değildir, IŞİD, öfkeli Sünni gençlerin oluşturduğu bir patlamadır” mealinde açıklama yapanlar, Irak’ın tamamen terörün kucağına terk edildiği bir anda sorumluluk alarak vatanlarını savunan Irak Kuvay-i Milliye’si olarak tanımlanabilecek Haşd-i Şabi’nin “tekfirci terörü” bitirme aşamasına gelmiş olması dolayısıyla bir anda Haşd-i Şabi’nin “Şii”liğini hatırladılar. Irak’ın öz be öz kendi insanından müteşekkil bu yapının nereye girip giremeyeceğini belirlemeye kalktılar

   Amerika’nın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla bölgeye şekil vermesine “Bu bir emperyalist projedir. Bu bir Siyonist harekettir” demeyenler, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla Büyük İsrail’i inşa etme projesine karşı koyanları “Şii yayılmacılığı” ile suçlama da hiçbir beis görmüyorlar.

   Musul’u IŞİD’e teslim eden (Sünni) Vali Esil Nuceyfi’ye Türkiye’de lüks otellerde gününü gün etmesi için ortam hazırlayanlar, Irak ordusunu Musul’u Sünni olduğu gerekçesiyle savunmamakla suçluyorlar.

   Her ağızlarını açtıklarında her kalem oynattıklarında Suriye’de azınlık Nusayri Esad Hükümeti’nin çoğunluğu Sünni olan Suriye halkını yönetemeyeceği ve devrilmesi gerektiğini savunanlar, söz sırası halkın Şii, yönetimin tamamının Sünni olduğu Bahreyn’e gelince dut yemiş bülbüle dönüyorlar.

   “Ey İbadi!” diye başlayan cümlelerle “Irak’ta siyaset ve bürokratik makamları nüfus/mezhep dağılımlarına göre yapmalısın” diye üst perdeden racon kesenler, aynı mantık ve mantaliteyi Türkiye’de işletelim dediğinizde “efendim seçimi kazanan yönetir, onun dediği olur” ayağına yatıyorlar.

   Bu zamana kadar siyasi, sosyal, dini ve kültürel asimilasyonun ana öğeleri olan hiçbir Amerikan (daha genel ifade ile Batı) filmi için kıllarını kıpırdatmamış yapılar, cemaatler, şeyhler, şıhlar, Hz. Peygamber (s.a.a)’in çocukluğunu konu alan “ Allah’ın elçisi Muhammed Resulullah” filminin seyredilmemesi için topyekûn harekete geçtiler. Tek karşı koyuş argümanları ise: “Bu film “Şii”ler tarafından yapıldı!” savunusu…

   Akıl ve mantık çerçevesinde izahı mümkün olmayan bu paradoksal örnekleri sayfalar dolusu uzatmak mümkün. Ancak akıl ve basiret sahipleri için konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir.

   Peki, bu örnekleri niçin sıraladık? Hep beraber müşahede ediyoruz ki, bir el Türkiye’de “mezhepçilik”i tırmandırmakta. Bu akli ve ruhsal rahatsızlık maalesef öyle bir noktaya vardı ki, toplumun etkin ve yetkin tüm şahsiyetleri “şizofrenik bir vaka” olarak her olayı “mezhep” temelli izah etmeye başladılar. İşte bu noktada şu soruya cevap aramak gerekiyor: “Mezhepçiliği kim, niçin yükseltiyor?”

 1- Cehalet, taassup ve basiretsizlik: Bir tespit olarak şunu söyleyelim ki, “mezhepçilik”in esas kaynağı “cehalet ve taassup”tur. Türkiye’de özellikle dini cemaatlerde yaygın bir hastalıktır. Zira Türkiye’de cemaatler “bilgi ve akla” değil “itaat ve biat”e davet ederler. Ve yine cemaatler açısından esas olan “değerler ve ilkeler” değil “ritüeller”dir. Kendi “ritüel”ini “din” zanneden kitleler, farklı “ritüel” sahibi mezheplerin “değer ve ilkeler”ine hiç değer vermeksizin onları “öteki” olarak görmekte ve mücadeleye yönelmekte.

 2- Gerçek düşmanı tanıyamama: Türkiye İslamcılığı dünyayı bir bütün olarak görememekte. Dünyayı bir bütün olarak görememe basiretsizliği de “hak-batıl” savaşı ve taraflarını doğru tanımlayamama hatasını beraberinde getirmede. Bugün sadece İslam ve Müslümanların değil tüm dünya mazlum ve mustazaflarının esas düşmanı ve yeryüzündeki zulmün esas kaynağı “Emperyalizm ve Siyonizm”dir. Ve bu iki akımın müşahhas karşılığı da “Büyük Şeytan Amerika ve Gasıp Siyonist İsrail Rejimi”dir. Tam bağımsız bir ülke ve “adalet-hürriyet-eşitlik” temelli bir yönetim inşa etmenin yegane yolu emperyalizm, siyonizm ve onların uzantıları ile mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadeleye fikirsel, ideolojik ve pratik olarak yeti ve cesareti olmayanlar, farkında olmadan “emperyalizm ve siyonizm”in kuklasına en iyi ihtimalle yandaşına dönüşmekte ve enerjisini onun işaret ettiği bir yönde tüketmekte.

 3- İlke ve değer üretememe: Bölgesel lider küresel oyun kurucu olma arzusu her daim telaffuz edilmekte. Ancak böyle bir rol üstlenebilmek için bölgesel ve küresel değerler ve ilkeler üretmeniz gerekmekte. Halkları ve yönetimleri yanınıza çekmenin yegane yolu budur. Hoşumuza gider ya da gitmez Batı, “demokrasi” ilke ve değerleri ile dünyaya şekil vermekte. Siz en fazlasından onu taklit edebilir bir pozisyondasınız. Taklit işe yaramayıp yeni değer ve ilke de üretemeyince etrafta her biri bizden farklı etnik kökene sahip topluluk ve ülkelere mesaj vermek için geriye tek bir yol kalıyor:”Mezhepçilik!”

 4- Başarısızlık ve basiretsizlikleri örtme aracı: Yukarıda işaret ettiğimiz maddelerin neticesi olarak gerek içsel ve gerekse bölgesel bir başarısızlık ve batağa saplanmışlık hali artık kimse için sır değil. Böyle bir durumda birinci olarak; “hakim kitleyi bir ve diri tutmanın en kolay yolu olarak mezhebi hassasiyetleri kaşımak ve bölgesel meselelerde alınan başarısızlığı “öteki”lerin üzerine yıkma girişimi en kolay ve basit yöntem olarak görülmekte.” İkincisi: “15 Temmuz sonrası göreceli de olsa “Batı” ile iplerin gerilmesi Türkiye için başta “ekonomik” olmak üzere pek çok riskli alan yarattı. Böyle bir durumda “Arap ülkeleri”nin destekleri ni sürekli arkada hissetme ihtiyacı var ki, onlara mesaj vermenin en etkin yolu olarak onların en hassas olduğu alan seçiliyor.!”

   “Mezhepçilik”i yükseltmek, tüm evlerin ahşap ve bitişik olduğu bir mahallenin ortasına ateş yakmak gibi bir şeydir. Göreceli ve geçici kazanımlar için tüm mahalleyi ateşe verecek akılsızlık ve basiretsizlikten başta etki ve yetki sahipleri olmak üzere herkes kaçınmalı, akli ve vicdani sorumluluğunu kuşanmalıdır. Emperyalizm ve siyonizmin yüz yıldır hayalini kurduğu “Büyük İsrail Projesi”ne hizmet edecek her türden fikir ve amelden Allah’a sığınmalı ve uzak durmalıyız.

Muntazar Musavi

On İki İmam'ın dördüncüsüdür. İmamet süresi 34 yıldır. Kerbela vakıasında bulunduğu gibi Harre vakıası, Tevvabin Hareketi ve Muhtar’ın kıyamına şahit olmuştur. Sahife-i Seccadiye ve Risele-i Hukuk onun eserlerindendir. Velid b. Abdülmelik’in emri ile zehirletilerek şehit edilmiştir. Kabr-i şerifleri değerli amcası İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) yanında Cennetü’l Baki’dedir.

 İmam Seccad ve İmam Zeynelabidin (Arapça: علي بن حسين; Ali bin Hüseyin Zeynelabidin) diye meşhur olan Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talip, On İki İmam'ın dördüncüsüdür. İmamet süresi 34 yıldır. Kerbela vakıasında bulunduğu gibi Harre vakıası, Tevvabin Hareketi ve Muhtar’ın kıyamına şahit olmuştur. Sahife-i Seccadiye ve Risele-i Hukuk onun eserlerindendir. Velid b. Abdülmelik’in emri ile zehirletilerek şehit edilmiştir. Kabr-i şerifleri değerli amcası İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) yanında Cennetü’l Baki’dedir.

Zühri şöyle demektedir: Ondan daha üstün bir Haşimi ve ondan daha Fakih birisini görmedim. Şafii şöyle demektedir: O, Medine’nin en fakih insanıydı. Cahiz ise şöyle demektedir: Onun fazilet ve erdemlerinden şüpheye düşen birini görmedim yahut ondan daha önemli birisinden söz ettiklerini duymadım.

Nesep, Lakap ve Künyeleri
İmam Seccad ve İmam Zeynelabidin diye meşhur olan Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talip, İmam Hüseyin’in (a.s) oğlu ve on iki imamın dördüncüsüdür.

İmam Seccad’ın (a.s) annesinin adı hakkında ihtilaflar bulunmaktadır. Annesinin adı hakkında: Şehri Banu, Şehri Baneviye, Şahzenan, Cihan şah, Fatıma, Meryem, Gazele, Selafe, Herrar gibi çeşitli adlar zikredilmiştir. Şeyh Müfid Hazretin annesinin adını Şahzenan ve babasının Kisra oğlu Şehriyar oğlu Yezdgird olduğunu yazmıştır. Şeyh Saduk, Hazretin annesinin babasını İran şahı Şehriyar oğlu Yezdgird olduğunu ve İmam Seccad (a.s) doğumundan hemen sonra vefat ettiğini kaydetmiştir. İmam Seccad’ın (a.s) Sasani şehzadelerine mensup bir kadın tarafından dünyaya gelişi, son zamanlarda, daha çok eleştirilmektedir. Nedenine gelince, Şia düşmanları bu duruma dayanarak, Şia’nın İran’da yayılışını, İmamlarla Sasaniler arasındaki aile bağlarının, İmam Seccad’ın (a.s) annesi iddia edilen Üçüncü Yezdgard’ın kızı aracılığı ile sağlandığı gerekçesine bağlamaya çalışmalarındandır. Seyyid Cafer Şehidi, “Ali b. Hüseyin” adlı kitabında, bu alanda bulunan rivayetlerin önemli bir bölümünü zikretmiş ve eleştiriye tabi tutmuştur. Buna ek olarak, İmam Seccad’ın (a.s) annesinin ümmü velet olduğunu ortaya koyan rivayetlerde sınırlıdır. Bu rivayetler fetihle ilgili diğer rivayetlerle uyumsuzluğuna rağmen, bu haberin aslının önemli bir şöhretinin olduğu kesindir. Vekatü’s-Sıffeyn, Tarih-i Yakubi ve Besairü’d-Derecat gibi üçüncü asırda yazılan Şia’nın en eski kitaplarında bile nakledilmiştir.

İmam Seccad (a.s), kendi döneminde “Ali el-Hayr”, “Ali Asgar” ve “Ali el-Abid” isimleri ile meşhurdu.[1]

Lakapları ve Künyeleri
Künyeleri: Ebü’l Hasan, Ebü’l Hüseyin, Ebu Muhammed ve Ebu Abdullah’tır.[2]

Lakapları: Zeynelabidin, Seyyidü's-sacidin, Seccad, Haşimi, Alevi, Medeni, Kureyşi, Ali Ekber’dir.[3] “Zü’s-Sefinat” ona verilen bir başka lakaptır. Oldukça fazla ibadet etmesinden ve namaz kılmasından dolayı "Seccad" yani çok secde eden lakabını almıştı.[4]

Doğumu ve Vefatı
Meşhur görüşe göre, İmam Seccad (a.s) hicretin 38. yılında dünyaya geldi. Bu görüşe göre, İmam Seccad (a.s), İmam Ali’nin (a.s) hayatından bir bölümünü ve ayrıca İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin’in (a.s) imametini yakından müşahede etmiş ve Muaviye’nin Şiaları Irak ve başka yerlerde baskı altına almaya çalıştığını gözlemlemiştir. Ancak bazı rivayetlerde İmam’ın (a.s) yaşının bilinen ünlü görüşün aksine, daha küçük olduğu ve imamın doğumunun yaklaşık hicretin 48. yılında olduğu söylenmiştir.[5] Gerçi bu rivayetler çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir, ancak bunların kabul edilmesine mani olan bazı kanıtlar mevcuttur. Örneğin ünlü tarihçiler ve siyer yazarları imamın doğum tarihinin hicretin 38.yılı olduğunu zikretmişlerdir ve buna göre de Kerbela vakıasında İmamın yaşı 23 civarındaydı.

Ehlisünnetin tarihçilerinden Muhammed b. Ömer Vakıdi, İmam Cafer Sadık’ın (a.s) söylediği şu sözü: “Ali b. Hüseyin (a.s) 58 yaşında vefat etti” naklettikten sonra şöyle yazmaktadır: Bu söz İmam Seccad’ın (a.s) Kerbela’da iken 23 veya 24 yaşlarında olduğuna delalet etmektedir.[6]

Zühri ise şöyle demiştir: Ali b. Hüseyin 23 yaşında iken Kerbela’da babasının yanında idi.[7]

İmam Seccad (a.s) 94 (veya 95) yılında Velid b. Abdülmelik’in emri ile zehirletilerek şehit edilmiştir.[8] Medine’de bulunan Cennetü’l Baki mezarlığında amcası İmam Hasan Mücteba’nın (a.s) yanında defnedilmiştir.[9]

Eşleri ve Çocukları
Tarihî kaynaklarda İmam Seccad’ın (a.s) çocuklarının sayısı 15 olarak verilmiştir. Bunlardan 11’i erkek 4’ü ise kızdır.[10] Tıpkı Şeyh Müfid’in[11]yazdığına göre İmam Seccad’ın (a.s) eş ve çocuklarının isimleri şöyledir:

İmam Muhammed Bakır (a.s), annesi İmam Hasan’ın kızı Ümmü Abdullah’tır.
Abdullah
Hasan
Hüseyin Ekber, bu üçünün annesi bir cariye idi.
Zeyd
Ömer, bu ikisi bir cariyeden dünyaya gelmiştir.
Hüseyin Asgar
Abdurrahman
Süleyman, bu üçü bir cariyeden dünyaya gelmiştir.
Ali, İmam Seccad’ın en küçük oğludur.
Hatice, bu ikisi bir cariyeden dünyaya gelmiştir.
Muhammed Asgar, annesi cariye idi.
Fatıma
Aliye
Ümmü Gülsüm, bu üçü bir cariyeden dünyaya gelmiştir.
İmamet
İmam Hüseyin’in hicretin 61. yılında Kerbela’da Aşura günü şehit olmasının ardından, İmam Seccad (a.s) imamet makamına erişti ve hicretin 94 veya 95. yılında şehit olana kadar imameti devam etti.

İmametinin Delilleri
Şia muhaddislerin rivayet kitaplarında naklettikleri naslar esasına göre, İmam Seccad (a.s) babası İmam Hüseyin’in (a.s) vasisidir.[12]

Hz. Peygamber Efendimizden (s.a.a) Şia imamlarının isimleri hakkında rivayet edilen hadisler de bunu teyit etmektedir.[13]

Yine Şia naslarına göre, Resulullah’a (s.a.a) ait kılıç, zırh gibi eşyaların imamın yanında olması gerekmektedir. Bunların İmam Seccad’ın yanında olduğu, Ehlisünnet kaynaklarında bile açıkça zikredilmiştir.[14]

Bunların dışında, İmam Seccad’ın (a.s) Şia toplumunda imameti boyunca kabul görmesi de bu yöneticiliğin asil kanıtlarındandır.

İmam Seccad (a.s): 
“Her kim susuz bir mümine su verirse Allah ona cennetteki mühürlenmiş şaraptan içirir.”
—Bihar, 94/128/19
Muasır Yöneticiler
Yezit b. Muaviye (h. 61-64)
Abdullah b. Zübeyr (h. 61-73, bağımsız olarak Mekke’nin yöneticiliğini yapmıştır)
Muaviye b. Yezit (64 yılında birkaç ay)
Mervan b. Hakem (65 yılında dokuz ay)
Abdülmelik b. Mervan (65-86)
Velid b. Abdülmelik (86-96)[15]
Kerbela Vakıası ve Esaret
İmam Seccad (a.s), Kerbela vakıasında, İmam Hüseyin (a.s) ve ashabı şehadete erdiklerinde ağır bir şekilde hastaydı. Öyle ki onu da şehit etmek istediklerinde içlerinden bazıları: Ona bu hastalık yeter, onu bu halde bırakalım,(yani hastalığı sonucu zaten ölecektir) demişlerdir.[16]

Kufe
Kerbela vakıasından sonra, İmam Hüseyin’in (a.s) Ehlibeytini esir alarak Kufe ve oradan da Şam’a götürmüşlerdir. Esirler Kerbela’dan Kufe’ye doğru gönderildiğinde İmam Seccad’ın (a.s) boynuna zincir ve pranga vurmuşlardı. Hasta olduğu için devenin üzerinde duramadığından her iki ayağından devenin karnına bağlamışlardı.[17] Bazı yazarlar İmam Seccad’ın (a.s) Kufe’de bir konuşma yaptığını yazmışlardır, ancak Kufe’nin o günkü durumu, hükümet adamlarının acımasızlığı ve baskıları, halkın onlardan korkusu ve içlerindeki namertleri de göz önünde bulundurursak, böyle bir haberin doğruluğunu kabul etmemiz biraz zordur. Buna ek olarak Kufe’de okuduğu iddia edilen hutbedeki bazı sözler Dımaşk camisinde söylediği sözlerle tıpa tıp aynıdır. Muhtemelen zamanın geçmesiyle hadiseyi nakledenler, olayı birbirine karıştırmışlardır.[18]

Her takdirde, İbn Ziyad, İmam Seccad (a.s) ve öteki Kerbela Esirleri’ni hapse atmış ve Şam’a bir mektup yazarak Yezid’e ne yapması gerektiğini sormuştur. Yezit cevabında, esirlerin ve Kerbela şehitlerinin kesik başlarının Şam’a gönderilmesini istemiştir. İbn Ziyad, İmam Seccad’ın (a.s) boynuna pranga vurarak Muhaffer b. Sa’lebe eşliğinde esirlerle birlikte Şam’a göndermiştir.[19]

Şam
İmam Seccad (a.s) Şam mescidinde bir konuşma yaparak kendisinin, babasının ve dedesinin kim olduğunu halka tanıtmış, Yezit ve adamlarının sözlerinin doğru olmadığını anlatmıştır. Babası İmam Hüseyin'in (a.s) oların iddia ettikleri gibi ecnebi olmadığını, Müslümanları birbirine düşürmek istemediğini ve İslam beldelerinde fitne çıkarmak istemediğini açıklamıştır. Babasının (İmam Hüseyin) hak için ve Müslümanların daveti ile dine sokulan bidatlerin temizlenmesi ve dini, tıpkı dedesi (Hz. Muhammed’in) dönemindeki gibi saf ve temiz haline geri döndürmek için kıyam ettiğini bildirmiştir.[20]

Medine’ye Dönüşü
İmam Seccad (a.s) Kerbela olayından sonra 34 yıl yaşamış ve bu süre zarfında her zaman Kerbela şehitlerinin hatıralarını canlı tutmak ve yaşatmak için çalışmıştır.

Her ne zaman su içerse babasını anar ve İmam Hüseyin’in (a.s) başına gelen musibetlerden dolayı ağlar ve gözyaşı dökerdi. İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakledilen bir rivayette; İmam Zeynelabidin (a.s) babasına gözyaşı dökerdi. Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. İftar saatinde hizmetçi su ve ekmek getirdiğinde: “Resulullah’ın oğlu (s.a.a) aç iken öldürüldü! Resulullah’ın oğlu (s.a.a), susuzken öldürüldü! Der ve her daim bu sözü tekrarlar ve ağlardı. Öyle ki gözyaşları su ve yemeğine karışırdı. Ömrünün sonuna kadar bu hal üzerineydi.”[21]

İmam Seccad’ın Dönemindeki Önemli Kıyamlar
İmam Zeynelabidin’in (a.s) döneminde ve Kerbela hadisesinden sonra çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır. Bunlardan önemlileri şunlardan ibarettir:

Harre Olayı
Kerbela olayından bir süre sonra, Medine halkı Emevilere karşı ayaklanmayla birlikte, Harre ayaklanmasını başlattılar. (hicri 63) Medine halkı, Abdullah b. Hanzala’ya ( Babası melekler tarafından guslü verilen diye meşhurdur) biat ederek, başta Mervan b. Hakem olmak üzere sayıları 1000 kadar olan Ümeyye oğullarını kuşatma altına aldılar. Daha sonra şehirden dışarı kovdular.[22] İmam Seccad (a.s) işin hangi boyutlara varacağını bildiğinden ayaklanmanın başından itibaren kendisini geride tutmuş ve halkla birlikte hareket etmemiştir.[23]

Harre olaylarının yoğunlaştığı günler Mervan (Ehlibeytin azılı düşmanı), Abdullah b. Ömer’in yanına giderek ondan ailesinin yanında kalmasını ister, ancak o bunu kabul etmez. Mervan, ondan ümidini kestikten sonra İmam Seccad’ın (a.s) yanına gider. İmam Seccad (a.s) kendisine yakışan has bir büyüklükle isteğini kabul eder. Mervan’ın yakınlarını eşi ve çocukları ile birlikte Yenbi’ye (Medine yakınlarındaki bir su kaynağı) gönderir.[24]

İmam Zeynelabidin (a.s) bu hadisede, 400 ailenin kefaletini Müslim b. Ukbe (Yezid’in Harre vakıasında gönderdiği ordu komutanı) Medine’ye ulaşana kadar üstlenmiş ve masraflarını karşılamıştır.[25]

Tevvabbin Hareketi
Tevvabin hareketi, Kerbela vakıasından sonra gerçekleşen bir diğer kıyamdır. Liderliğini Süleyman b. Surad Huzai’nin yaptığı kıyama, Kufe’nin tanınan diğer önemli kişileri de destek vermiştir. Tevvabin, genel olarak zafer kazanmaları halinde, toplumun liderliğini Ehlibeyte verme düşüncesindeydi. Doğal olarak Hz. Fatıma’nın (s.a) soyundan gelen Hz. Ali b. Hüseyin (a.s) dışında da bu iş için kimse bulunmamaktaydı. Ancak İmam Seccad (a.s) ile Tevvabin arasında özel bir siyası ilişki bulunmamaktaydı.[26]

Muhtar’ın Kıyamı
Muhtar’ın kıyamı da Kerbela olayından sonra gerçekleşen üçüncü en önemli kıyamdır. Bu kıyam ile İmam Seccad (a.s) arasında ilişkilerin olması konusunda da belirsizlikler bulunmaktadır. Bu ilişkinin siyasi yönden değil, aynı zamanda inanç (Muhammed b. Hanefiyye’ye tabidirler) yönünden de bazı sorunları bulunmaktadır. Denildiğine göre Muhtar, Kufe’de Şiaları kendi yanına çekmeyi başardıktan sonra, İmam Seccad’dan (a.s) yardım istemiş, ancak İmam bu işe sıcak bakmamıştır.[27]

Fazilet ve Menkıbeler
İbadet
Malik b. Enes şöyle diyor: Ali b. Hüseyin, ölene kadar gece gündüz bin rekât namaz kılmaktaydı. Bundan dolayı ona “Zeynelabidin” diyorlar.[28]

İbn Abd Rabbe, şöyle diyor: Ali b. Hüseyin namaz kılmaya hazırlandığında, vücudunu farklı bir titreme kaplardı. Ona bu konu sorulduğunda şöyle derdi: Benim kimin karşısında duracağımı ve kimin huzurunda münacatta bulunacağımı biliyor musunuz?[29]

Malik b. Enes şöyle diyor: Ali b. Hüseyin (a.s) ihram bağlayıp “lebbeyk Allahumme lebbeyk” demeye başladığında bayılır ve merkebinden yere düşerdi.[30]

Yoksullara Yardım
Ebu Hamza Somali şöyle diyor: Ali b. Hüseyin (a.s) geceleri bir miktar yiyeceği omzuna yükler, gece karanlığında gizlice yoksullara ulaştırır ve şöyle buyururdu: “Gecenin karanlığında verilen sadakalar Allah’ın öfkesini yatıştırır.”[31]

Muhammed b. İshak şöyle diyor: Medine halkı yaşar, ancak geçimlerinin nereden temin edildiğini bilmezlerdi. Ali b. Hüseyin’in (a.s) vefat etmesiyle gece kendilerine ulaşan gıda maddeleri kesildi.[32]

Gece vakitlerinde ekmek çuvalını omzuna alır ve yoksulların evine giderek şöyle derdi: “Sadakayı gizlice vermek Allah’ın öfke ateşini söndürür.” Ekmek çuvallarını o kadar taşımıştı ki bu ekmek çuvalları sırtında iz yapmış ve bu izler vefatından sonra kendisine gusül verildiğinde görülmüştür.[33] İbn Sa’d şöyle yazmaktadır: İhtiyaç sahibi onun yanına geldiğinde ayağa kalkar, ihtiyacını giderir ve şöyle derdi: “Sadaka, verilen kişinin eline ulaşmadan önce Allah’ın eline ulaşır”.[34]

Bir yıl Hacca gitmeye niyetlendi. Kız kardeşi Sakine, kendisi için bin dirhemlik bir yolluk hazırladı. Harre’ye vardığında, İmam (a.s) o yolluğun tamamını fakirler arasında paylaştırdı.[35]

İmam Seccad’ın (a.s) amcasının yoksul bir oğlu vardı. Bu yakın akrabasının kendisini tanımaması için gece karanlığında kendisini gizleyerek ona birkaç dinar yardımda bulunduğunda amcasının oğlu şöyle der: Ali b. Hüseyin akrabalık ilişkilerine riayet etmiyor! Allah onun müstahakkını versin. İmam Seccad (a.s) konuşmayı duymuş, ancak sabır ve hoşgörü göstererek kendisini tanıtmamıştı. İmam şehit olduğunda, o kişiye yapılan yardımlar da kendiliğinden kesildi. Bunun üzerine o kişi, kendisine yardımda bulunan iyiliksever zatın İmam Seccad (a.s) olduğunu anlamıştı ve kabrinin başına giderek orada ağlardı.[36]

Ebu Naim şöyle yazmaktadır: İmam iki kere malını yoksullar arasında paylaştırarak şöyle demiştir: Allah, günahkâr ve tövbe eden mümin kulunu sever.[37] Ayrıca şöyle yazmaktadır: İnsanlar onun cimri olduğunu düşünürdü, ancak Hakk ile buluşmaya gittiğinde onun yüz ailenin geçimini sağladığını anladılar.[38] Dilenci yanına geldiğinde erzakımızı ahirete götüren kişiye selam olsun derdi.[39]

Kölelere Davranışı
İmam Zeynelabidin’in (a.s) hem siyasi hem de dini hedeflerle köleler konusundaki çalışmaları çok önemliydi. Köleler ikinci halifeden (Ömer b. Hattab) itibaren özellikle Emeviler döneminde, en ağır toplumsal baskılara uğramış ve İslami toplumun ilk asırlarındaki en mahrum sosyal tabakasını oluşturmaktaydı.

İmam Zeynelabidin (a.s) Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) gibi İslami bir davranışla Iraklı kölelerin bir kısmını cezbetmiştir. Bu şekilde bu sosyal tabakanın haysiyetini yukarı çıkarmaya çalışmaktaydı.

Seyyidü’l Ehl şöyle yazmaktadır: İmam Seccad (a.s) köleye ihtiyaç duymamasına rağmen, onları satın alırdı. Bunu sırf onları azat etmek için yapardı. İmamın böyle bir amacının olduğunu gören köleler, kendilerini imama yakınlaştırır ve imamın kendilerini almalarını sağlamaya çalışırlardı. İmam Zeynelabidin (a.s) her yer ve zamanda onları azat ederdi. Öyle ki Medine’de kadın ve erkeklerden oluşan oldukça büyük bir köle kitlesi, İmamın azatlısı olarak bir köle ordusu gibi göze çarpardı.[40]

Eserleri
Sahife-i Seccadiye, İmam Zeynelabidin’in (a.s) dua ve münacatlarını barındıran bir dua mecmuasıdır ve o günün – özellikle Medine’nin- toplumsal yapısını yansıtan bir ayna gibidir. O günkü insanların çirkin davranış ve sözlerinden uzak olduğunu, gördüğü ve duyduğu şeylerden Allah’a sığınarak, Kur’an ve dinin eğitimi ışığında, doğru yolu aydınlatmak ve gönülleri her türlü kirden temizlemek isteği vb. konular bu dualarda görülmektedir. Sanki İmam bu dualarda mümkün olduğunca dua dili ile insanları şeytandan kurtararak Allah’a ulaştırmaya çalışmaktadır.[41] Sahife-i Seccadiye Türkçe dâhil çeşitli dillere tercüme edilmiştir.

Hukuk Risalesi: imam Seccad’a (a.s) nispet verilen bir başka eserdir. Bu risalede 51 hakkı (bazı nüshalara göre 50 hakkı) saymıştır.[42] Bu risale farsça ve Türkçe dillerine de defalarca tercüme edilmiştir.

Bu risalede sayılan bazı haklar şunlardan ibarettir:

Allah hakkı
Nefsin hakkı
Dilin hakkı
Namazın hakkı
Sadakanın hakkı
Eğitmen ve öğretmenin hakkı
Halkın hakkı
Kadının hakkı
Annenin hakkı
Oğlun hakkı
Kardeşin hakkı
Kölenin hakkı
Arkadaşın hakkı
Komşunun hakkı
Borç isteğinin hakkı
Hasımların hakkı
Mutlu edicilerin hakları
Kötülerin hakları
Ehl-i zimmenin (gayri müslim) hakları
Ehlisünnet Büyüklerinin İmam Hakkındaki Sözleri
Muhammed b. Zühri: Ondan daha üstün bir Haşimi ve ondan daha fakih birisini görmedim.[43]

Şafii: Medine’nin en fakih insanı o idi.[44]

Cahiz: Onun fazilet ve erdemlerinden şüpheye düşen birini görmedim yahut ondan daha önemli birisinden söz ettiklerini duymadım.[45]

Kaynakça
Yukarı git↑ İbn Sa’d, et-Tabakatü’l Kübra, c. 5, s. 222; İbn Ebi’l Hadid, Şerhi Nehcü’l Belağa, c. 15, s. 273.
Yukarı git↑ Zehebi, Seyru İ’lamü’n-Nubela, c. 4, s. 386; Kesrevi, Müessese Ricalü’l Kutubü’t-Tis’e, c. 3, s. 64; Ebu Hatem Razi, el-Cerh ve’t Ta’dil, c. 6, s. 178; Dulabi, el-Kunye ve’l Esma, c. 1, s. 147; Süyuti, Tabakatü’l Haffaz, s. 37, Zehebi, el-Mukteni fi Suredi’l Kunye, c. 1, s. 199; Mezzi, Tehzibü’l Kemal, c. 13, s. 236.
Yukarı git↑ Zehebi, Seyru İ’lamü’n-Nubela, c. 4, s. 386; Zehebi, el-İbber, c. 1, s. 83; Mezzi, Tehzibü’l Kemal, c. 13, s. 286; İbn Tağarri, en-Nucumü’z- Zahire, c. 1, s. 229; İbn Hallekan, Vafiyatü’l A’yan, c. 3, s. 266; İbn Hacer Askalani, Tehzibü’t-Tehzib, c. 7, s. 231; Kesrevi, Müessese Ricalü’l Kutubü’t-Tis’e, c. 3, s. 64.
Yukarı git↑ İbn Hallekan, Vafiyatü’l A’yan, c. 3, s. 274; Kalkaşendi, Subhü’l A’şi, c. 1, s. 516; Mes’udi, Mürucü’z- Zeheb, c. 3, s. 160; Sa’lebi, Simarü’l Kulub, s. 226, İbn Ebi’l Hadid, Şerhi Nehcü’l Belağa, c. 10, s. 79.
Yukarı git↑ Gazi Numan, Şerhü’l Ahbar, c. 3, s. 266.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakatü’l Kübra, c. 5, s. 222; İbn Manzur, Muhtasar Tarihi Dimeşk, c. 17, s. 256; Erbili, Keşfü’l Gumme, c. 2, s. 191.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakatü’l Kübra, c. 17, s. 231.
Yukarı git↑ Şebvari, el-İthaf Bi-hubbi’l Eşraf, s. 143; Mes’udi, Rihleti İmam, 1995. Bkz. Mes’udi, Mürucü’z-Zehebi, c. 3, s. 160.
Yukarı git↑ El-Müfid, el-İrşad, el-Cüzü’s-Sani, s. 138.
Yukarı git↑ El-Müfid, el-İrşad, s. 380; İbn Şehri Aşub, Menakib, c. 4, s. 189; İbn Cevzi, Tezkiretü’l Havas, s. 332-333.
Yukarı git↑ El-Müfid, el-İrşad, Beyrut, Müessese Alulbayt (a.s) li-tahkikü’t- Turas, 1414/1993, s. 155.
Yukarı git↑ Kâfi, c. 1, s. 188-189.
Yukarı git↑ Müfid, el-İhtisas, s. 211; Müntahabü’l Eser, sekizinci bap, s. 97; Tabersi, İ’lamü’l Vera Bi-İ’lamü’l Hüda, c. 2, s. 181-182; Amuli, İsbatü’l Huda Bi-Nususi ve’l Mu’cizat, c. 2, s. 285.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, et-Tabakatü’l Kübra, c. 1, s. 486- 488; Tabersi, İ’lamü’l Vera Bi-İ’lamü’l Huda, c. 2, s. 285.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, Müessese el-A’lemi lil-Matbuat, s. 254; Meclisi, Biharü’l Envar, el-Mektebetü’l İslamiye, c. 46, s. 12.
Yukarı git↑ Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 113; Tabersi, İ’lamü’l Vera Bi-İ’lamü’l Huda, c. 1, s. 469.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 51-52.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 56-57.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 58-59.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 75.
Yukarı git↑ Seyyid İbn Tavus, el-Luhuf, s. 290; Meclisi, Biharü’l Envar, c. 45, s. 149 ve Şeyh Abbas Kummi, Nefsü’l Mehmum, c. 1, s. 794.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 82-83.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 86.
Yukarı git↑ Taberi’nin yazdığına göre Mervan’ın İmam Seccad’la (a.s) eskiden kalma bir dostluğu vardı, ancak bu söz temelsizdir, çünkü Mervan hiçbir zaman Haşimilere iyi bir gözle bakmamıştır. Dolayısıyla İmamla onun arasında bir dostluk söz konusu değildir. Taberi, İmam Seccad’ın (a.s) sergilediği ve Haşimilerin en yüksek derecesine sahip olduğu yiğitliği, görmezlikten gelip onu bir arkadaşlık gereği yaptığını göstermeye çalışmaktadır! Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 83.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 86.
Yukarı git↑ Bkz. Caferi, Teşeyyü der mesiri Tarih, s. 286.
Yukarı git↑ Tusi, Ricalü’l Keşşi, s. 126; Tusi, Ahbari Marifetü’r- Rical, s. 126.
Yukarı git↑ Zehebi, el-İbber, c. 1, s. 83.
Yukarı git↑ İbn Abd Rabbe, Akdü’l Ferid, c. 3, s. 169; Zehebi, Seyru İ’lamü’n- Nubela, c. 4, s. 392.
Yukarı git↑ Zehebi, Seyru İ’lamü’n- Nubela, c. 4, s. 392.
Yukarı git↑ Zehebi, Seyru İ’lamü’n- Nubela, c. 4, s. 393.
Yukarı git↑ Zehebi, Seyru İ’lamü’n- Nubela, c. 4, s. 393.
Yukarı git↑ Hilyetü’l Evliya, c. 3, s. 136; Keşfü’l Gumme, c. 2, s. 77; Menakıp, c. 4, s. 154; Sifetü’s- Safve, c. 2, s. 154; Hisal, s. 616; İlelü’ş- Şerai, s. 231; Bihar, s. 90; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 147-148’den naklen.
Yukarı git↑ Tabakat, c. 5, s. 160; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 148’den naklen.
Yukarı git↑ Keşfü’l Gumme, c. 2, s. 78; Sifetü’s-Safve, c. 2, s. 54; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 148’den naklen.
Yukarı git↑ Keşfu’l Gumme, c. 2, s 107; Hilyetü’l Evliya, c. 3, s. 140; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 148’den naklen.
Yukarı git↑ Aynı kitap, s. 136, Taberi, 3. Bölüm, s. 248; Tabakat, c. 5, s. 164; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 148’den naklen.
Yukarı git↑ Sifetü’s-Safve, c. 2, s. 54; Hilyetü’l Evliya, c. 3, s. 136; Tabakat, c. 5, s. 136; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 148’den naklen.
Yukarı git↑ Keşfü’l Gumme, c. 2, s. 77; Menakıp, c. 4, s. 154; Hilyetü’l Evliya, c. 3, s. 136; Bihar, s. 137; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 148’den naklen.
Yukarı git↑ Seyyidü’l Ehl,Zeynelabidin, s. 7 ve 47.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 105.
Yukarı git↑ Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 169-170.
Yukarı git↑ İbn Kesir, el-Bidayet ve’n Nihayet, c. 9, s. 174; Ez-Zehebi, Tezkiretü’l Huffaz, c. 1, s. 75; El-Emini, Tekmiletü’l Gadir, c. 2, s. 406.
Yukarı git↑ İbn Ebi’l Hadid, Şerhi Nehcü’l Belağa, c. 15, s. 274.
Yukarı git↑ İbn Anbe, Umdetü’t-Talib fi Ensabi Al-i Ebi Talib, s. 194; Şehidi, Zendegani Ali b. El-Hüseyin (a.s), s. 108’den naklen.

İran Savunma Bakanı General Dehgan, küresel güce sahip olanların kendi çıkarları için savaşın peşinde olduklarını ifade etti.İran Savunma Bakanı General Hüseyin Dehgan Tahran’da düzenlenen Mayın Bilinçlendirme Günü Konferansı’na katıldı.

Bu konferansta konuşan General Dehgan, küresel güce sahip olanların kendi çıkarlarına ulaşabilmek için dünyadaki tüm savaşları çıkardıklarını belirterek, “Lakin mazlum milletler savaşı istemedikleri halde hep mağdur duruma düşüyorlar” ifadesini kullandı.

ABD, Sovyetlerin çöküşü sonrası tek kutuplu bir düzenin oluşumu politikasını izlediğini belirten General Dehgan, “ABD’liler bu amaca kavuşabilmek için Irak ile Afganistan dahil dünyanın birçok noktasını istikrarasızlığa sürükledi. Ancak onlar planladıkları hedeflerini elde etmediğinden dolayı söz konusu ülkelerin altyapısını tahrip ettiler” açıklamasını yaptı.

İran Savunma Bakanı, ABD'nin güvenlik ve insan hakları gerekçeleriyle diğer ülkelere karşı askeri müdahalede bulunduğuna dikkati çekerek, “Geçenlerde onlar kimyasal silah kullanımı bahanesiyle Suriye’ye karşı saldırı gerçekleştirdi. Halbuki Suriye kimyasal silahlardan tamamen arındırılmıştı” ifadelerinde bulundu.

Söz konusu konferansa İranlı askeri yetkililer, farklı ülkelerin büyükelçileri ile mayın uzmanları da katıldı.

Hamas Siyasi Birimi üyelerinden Mahmud Ez-Zehhar, "Açıklanan yeni siyaset belgesiyle Siyonist Rejim değil, 1967 sınırlarını kabul edildi" dedi.Mohammad Mazhari - Katar'ın başkenti Doha'da dün bir basın toplantısı düzenleyen Hamas Siyasi Büro Başkanı Meşal, Hamas'ın genel prensipleri ve politikalarını belirleyecek yeni siyaset belgesi ve vizyonuyla ilgili açıklamalarda bulundu. 

Belgede yer alan önemli bir madde de Hamas'ın 4 Haziran 1967 sınırları içinde bir Filistin devletinin kurulmasını ilk defa kabul ettiğinden bahsedilmesi. Filistin toprağının hiçbir parçasından ödün verilemeyeceğine işaret edilen belgede "Bununla birlikte Hamas, 4 Haziran 1967 sınırları içinde başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını- mültecilerin ve sığınmacıların çıkarıldıkları evlerine dönmeleriyle birlikte- ortak ulusal uzlaşı formülü olarak görmektedir. Bu durum kesinlikle siyonist oluşumun tanınması ve Filistin haklarından ödün verilmesi anlamına gelmemektedir" ifadelerine yer verildi.

Bu konuya ilişkin Mehr’e konuşan Hamas Siyasi Birimi üyelerinden Mahmud Ez-Zehhar muhabirimizin sorularını aşağıdaki şekilde yanıtladı.

ABD ve bazı Arap ülkelerin Filistin uzlaşı görüşmelerini yeniden başlatmaya çalıştığı bu süreçte Hamas’ın yeni bir siyaset belgesi açıklamasından amaç nedir?

Yabancı güçlerin uzlaşı görüşmelerine odaklanmalarının Hamas’ın yeni siyaset belgesiyle bir alakası yoktur. Söz konusu belgede belli başlı ilkelere yer verilmiş ve mülteciler ile sığınmacıların çıkarıldıkları evlerine dönmeleri gerektiği üzerinde durulmuştur. Hamas, Filistin’in bir avuç toprağından bile vazgeçmeyecek. İlkelerimiz ve kutsal değerlerimizi de asla unutmayacağız. Bazı politikalar zaman içinde değişime uğrar. Biz 2005 seçimlerinin ardından Gazze Şeridinde bir teşkilat oluşturarak, Siyonist düşman karşısında mücadele etmeye başladık. Bugün de 1967 sınırlarını bir avuç toprak bile kaybetmeden kabul ettik. Bizim yaklaşım değişmemiş ve yine de bu tutumu devam ettiriyoruz.

Hamas’ın 1967 sınırlarını kabul etmesine yönelik görüşünüz nedir? Buna ne dersiniz?

Biz 1967 sınırlarını kabul ettik, Siyonist Rejim'i değil. Yeni siyaset belgesi Siyonist Rejim’le ilişkilerin normalleştirilmesi anlamına gelmemektedir. Siyonistlerin politikası da apaçıktır. Siyonistlerin bu siyaset belgesinde tanınmadıkları için onlar bunu gerçekleştirmeye çalışıyor.

Acaba Hamas açıkladığı yeni siyaset belgesiyle Müslüman Kardeşler’den olmadığını mı belirtmiştir?

Hayır bu doğru değil. Sözü edilen belgede belirtildiği gibi Hamas siyasi ve fikri açıdan Müslüman Kardeşler ekolünün bir parçasıdır ancak biz bağımsız bir Filistin örgütüyüz.

Gelecekteki seçimlerde Halit Meşal’ın başkanlığa seçilmeyeceğine dair haberler gündemdedir? Bu bağlamda ne düşünüyorsunuz?

Yasalara göre makamlar iki seneden bir değiştirilmeli. Hamas’ta yasalara aykırı bir olay yaşanmaycak. Görevleri süresi dolan kişiler yeniden başka bir zaman diliminde o göreve geri dönebilir. Hamas’ın bütün üyeleri direniş moralına sahiptir. Böyle olmayan tek kişi bile bulamayız.

Hamas’ın yeni siyaset belgesini Siyonistlere karşı düşmanlığa son vermek olarak yorumlayanlar vardır. Acaba bu doğru mu?

Siyonistler Filistin halkının en büyük düşmanıdır. Çünkü onların yurtlarını işgal etmişlerdir. İşgalcilerin hangi dinin mensubu oldukları değil, işgalci olmaları söz konusudur. Yahudi, Hıristiyan veya herhangi bir dinin mensubu olursa olsun farketmez işgalci, işgalcidir. Bizim Yahudilerle hiçbir sorunumuz yok. Nitekim ki İran da Siyonist Rejim'e karşı olmasına rağmen Yahudilerle sorunu yoktur.

Çarşamba, 03 May 2017 01:18

İslamofobi ve Avrupa

“İslamofobi” kelime manası olarak “İslam korkusu” anlamına gelse de Müslümanlara karşı kin, nefret ve ayrımcılık gibi ifadelerle de tanımlamak doğru olur.
 
          Batılı topluklar arasında son zamanlarda hızla taraftar toplayan bu konu üzerine birkaç kelime yazmak doğru olacaktır. Nitekim ABD’de gerçekleşen başkanlık seçimlerinde çok fazla söz konusu edilen İslamofobi’nin tırmanışına dikkat çekmek gerekmektedir.

 

    Batı toplumlarında özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında zirve yapan bu kavram 2010 yılı sonrasında tırmanış yaşamaktadır. 2010 yılının son dönem için başlangıç noktası seçilmesinin en önemli nedeni Arap Baharı ile İslam coğrafyasında meydana gelen karışıklıklar ve bu ortamda piyasaya çıkan sözde İslamî terör örgütlerdir.

    Konun daha iyi anlaşılması için haber kaynaklarından derlediğimiz birkaç noktaya değindikten sonra konuyu özetlemeye  çalışacağız.

    Amerika İslam İlişkileri Konseyi (CIAR) ile Calofornia Üniversitesi- Berkeley Irk ve Cinsiyet Merkezinin yaptığı “Korkuyla Yüzleşmek” başlıklı araştırmaya göre 2008- 2013 yılları arasında İslamofobik gruplara tam olarak 205 milyon dolarlık kaynak aktarılmıştır.

    Yine bu araştırmaya göre 2015 yılında ABD sınırlarında yer alan camilere 78 saldırı gerçekleştirilmiştir.

    Macaristan İslam Cemiyeti Başkanı Zoltan Bolek; “Suriyeli sığınmacılar krizinden sonra Macaristan’da İslamofobi arttı. İnsanlar, yasadışı göç, İslam ve Terörizm’i bir arada

zikrediyor.” Diyerek Doğu Avrupa’da İslam karşıtlığının artmasına dikkat çekti.

    İsveç İslam Gençlik Federasyonu Başkanı Yasri Shamsudin; “İsveç medyası Müslümanlara karşı yaptığı ön yargılı nefret haberleriyle İslamofobi’yi körüklüyor.” Diyerek Avrupa medyasının olaya bakış açısını dile getirdi.

    Avrupa Konseyine göre ise, Avrupa’da İslamofobi, Irkçılık ve Antiseminizm arttı.

    Aynı zamanda konsey verilerine göre, İngiltere’de siyasetçilerin İslamofobik konuşmaları 2010 yılında % 60’ın altındayken 2014 yılı itibariyle bu oran % 85’e çıkmıştır.

    Yukarıda değindiğimiz gibi 2010 yılı bu tırmanışta temel noktalardan birini teşkil etmektedir. Bu dönemin en önemli sebeplerinden birisi de Irak ve Suriye topraklarında

faaliyet gösteren DAİŞ (Devle İslamiyye fi’l Irak ve’ş- Şam) yada bir diğer ismiyle Işid terör örgütü olmuştur. 2003 yılında el- Kaide’nin Irak sorumlusu Ebu Musab Zerkavî tarafından “Tevhid ve Cihad Cemaati” ismiyle kurulan bu örgüt geçen süre zarfında Avrupa’da İslamofobi’yi körükleyen en önemli faktör konumunda olmuştur.

Bu terör örgütünün Batılılar tarafından desteklenmesinin en önemli göstergelerinden olan bu faaliyetleri İslam coğrafyasını kan gölüne çevirmenin yanında Avrupa toplumunda İslam karşıtlığını üreten bir fabrika gibi çalışmaktadır. Işid terör örgütünün bu faaliyetleri aynı zamanda Batılı siyasetçilerin en önemli taraftar toplama argümanları arasında yer almaktadır.

      Son olarak ABD’de gerçekleştirilen başkanlık seçiminde ipi göğüsleyen Donald Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı en önemli başlıklar arasında İslamofobi dikkat çekmektedir. Nitekim seçim çalışmaları sırasında “Müslümanlar ABD’ye alınmasın” ve “Müslümanların yaşadığı yerlerde gözetim yapılası” şeklindeki söylemleri oylarını arttırmasında önemli etki etmiştir.

Serdar Gündoğdu

Çarşamba, 03 May 2017 01:13

TARİHİMİZ VE BİZ!

Toplum olarak her geçen gün biraz daha kendimizden ve değerlerimizden uzaklaşmaktayız.
 

   Toplum olarak her geçen gün biraz daha kendimizden ve değerlerimizden uzaklaşmaktayız. Bu halimiz bir gereklilik ve zorunluluk mu yoksa göz göre göre keyfi bir yozlaşma mı? Oysa bizim aydınlık dolu nurlu tarihimizde hayatlarında zerre kadar kusur, günah ve ayıp olmayan Ehlibeyt imamları vardı. Zalimlerin, haksızların, batılların hegemonyasına karşı susmayan bir Ebuzer vardı. Buhranlı zamanların ferasetli, basiretli, sabırlı Ammar’ı vardı. Mücadele ortamlarının yılmayan korkusuz Malik Eşter’i vardı. Camilerde, Cuma namazlarında, minberlerde velayet güneşini balçıkla sıvamak isteyenlere karşı ölümüne hakkı haykıran Ruşeydi Hacer’i vardı. Emevi saltanatının zulme doymayan zalim Yezidine karşı kanları ile destan yazan Kerbela kahramanları vardı. Hakka batıl, batıla hak elbisesi büründüren dönemin saray âlimlerine karşı ilmi ile irşat yapan HişamİbniHikem’i vardı…
   Bunların her biri bizlere mücadeleleri ve kanları ile can verdiler ve varlık sebebimiz oldular. Ancak son zamanlarda bazıları o kadar yozlaştılar ki kendi tarihlerindeki nurların yaşam felsefesini, nelerle mücadele ettiklerini, irşatlarını unutarak birbirleri ile uğraşmayı prensip edinerek toplumun yozlaşmaya doğru gitmesine neden oldular. Bu durum uzun vadede toplumun yozlaşarak tarihteki değerlerinden yüz çevirmesine, asimile olmasına ve kimliksizleşmesine sebep olabilir!
Dün, Ebuzerler, Ammarlar, Malik Eşterler, Merhum Kuleyniler, Şeyh Tusiler, Seyid Raziler, Şeyh Müfidler, Allame Eminiler, İmam Humeyniler… bugün ise Seyid Ali Hamaneiler, Seyid Ali Sistaniler, Vahid Horasaniler, MekarimŞiraziler… bizlere, bizi anlatmaya çalıştılar ve bu uğurda bir çok bedeller ödediler ve ödemekteler.
Velayet güneşini Müslümanlar arasında vahdet ilkesine riayet ederek tebliğ eden, tevella ve teberrayı şartlarına göre topluma yayan, Al’i Muhammed’in öğretilerinin ve fıkhının öğretisini yapan, her şeye rağmen saflarını sıkı sıkı tutan, camialarındaki muhtaçlara yardım eden, bekârları evlendiren,kardeşlik, dayanışma, kültürü veaslına asla ihanet etmeme anlayışı vardı şanlı tarihimizde. Yazılı, görsel ve sosyal medyada kirli bilgiler neticesinde bizleri tarihimizden o kadar uzaklaştırdılar ki her geçen gün kendimizden, birbirimizden, değerlerimizden uzaklaşmaktayız adeta.
   Hani İmam Hüseyin aleyhisselamYezit askerlerine; “Benim söylediklerimi idrak edememenizin tek sebebi yediğiniz haram lokmalardır” İşte bir bakıma bu noktadayız. Midelerimiz haramı kabul etmese bile yazılı, görsel ve sosyal medyanın etkisi ile ruhlarımız haramı yani kirli bilgileri kabul etme neticesinde yozlaşma tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliriz.
   Şia camiasının istikameti bellidir. Bu camianın istikamet temelleri Gadir’iHum’da, Hz. Fatıma aleyhasselamın hutbelerinde, İmam Hasan aleyhisselamın barışında, Kerbela’da, İmam Cafer Sadık aleyhisselamın medresesinde, Mehdeviyet ve merceiyet okulunda atılmıştır. Yön ve cihet bellidir. Bu yön ve cihetten sapmak insanı sapkınlık kuyusuna atar. Onun için istikametten asla şaşmamalıyız. Bunun için önce nefsimizi sonra da Rabbimizi yeniden tanımaya başlamalıyız. Peki, bu nasıl olacak? Her alandayazılı, görsel ve sosyal medyanın kirli bilgilerinden ve etkisinden yüz çevirmeli, sahte dindarlardan yüz çevirmeli ve yüzümüzü her konuda Mehdeviyet ve Merceiyet okuluna dönmeliyiz. Toplumsal ilişkilerimiz, sevgilerimiz, nefretlerimiz, övgülerimiz, yergilerimiz, siyasetimiz, sözlerimiz, yazdıklarımız ve ahdimiz hak için ve hakkımıza sahip çıkmak için olmalıdır. Toplum olarak bizler yozlaşma ve asimile olma tehlikesinden ancak şanlı ve iftihar dolu tarihimizi bilerek, yaşayarak, birliğimizi koruyarak,  hakkımızı bilerek ve sahip çıkarak korunabiliriz.
   Tarihimiz, kaynaklarımız, hadis metinlerimiz, müçtehitlerimiz, rabbani ulemamız her şeyi ayrıntılarına kadar yazmış, anlatmış ve anlatmaktadırlar. Ama birileri anlamadı yahut anlamak istemedi. Tarihimizin yazdıkları, anlattıkları ve bugün anlatılan ve yazılanlar bir nimettir, ilimdir, irşattır. Korkmamalıyız, yılmamalıyız. İbn-i Sina nede güzel demiştir; “İlim takdir edilmediği yerden göç eder.”Tarihimiz, değerlerimiz, inanç manzumemiz bizlerden göç etmiş değildir. Henüz daha göç etmeyen bu kavramların kendimizden sonraki nesillerimize intikali için malum olan istikametimizden şaşmamalıyız.
Bireysel anlamda mektebi değerler doğrultusunda hareket etmemek ve yine toplumsal anlamda inanç hassasiyetlerinden dolayı kendileri gibi inanmayanları ötekileştirenlerin safında yer almak ve onların düşünce ve eylemlerini savunmak zamanla bireylerin ve kitlelerin inançlarından taviz vermelerini ve asimile olmalarını gerektirir.
   Mısır Fatimilerini ve uğradıkları akıbeti hatırlatırım sizlere. Selahaddin Eyyubi Nureddin Mahmud Zengi'nin ordusunun başkomutanıydı. O dönemde Mısır Fatimi devleti hükümeti ile yönetilmekteydi. Selahaddin Eyyubi sultan Nureddin MahmudZengi’nin emri ile Mısır’da yürürlükte olan Caferi mezhebini Şafii mezhebine dönüştürmüştür. Hükümet mahkemelerinde hükümler Caferi mezhebine göre verilmekteydi. Medreselerde dini inançlar Caferi fıkhına göre tedrisat yapılmaktaydı. Selahaddin Eyyubi bunların tamamını Şafii mezhebine dönüştürdü.
   Mısır’da Fatimilerin bu akıbete uğramalarının nedenini Fatimilerin kendi aralarında birlik ve beraberliğin olmaması, Nureddin MahmudZengi’ninemrirleri doğrultusunda Fatimilere yapılan zulümler ve o gün bazı kitlelerin güç ve otoriteden yana tavır sergilemelerinde görmek mümkündür. Aynı tehlike bugün bizler içinde söz konusu olabilir. Bugün bizler bireysel anlamda mektebi değerler doğrultusunda hareket etmezsek ve yine toplumsal anlamda inanç hassasiyetlerinden dolayı kendileri gibi inanmayanları ötekileştirenlerin safında yer alırsak ve ötekileştirerek bizleri sindirmeye çalışanların düşünce ve eylemlerini savunursak zamanla bireylerin ve kitlelerin inançlarından taviz vermeleri ve asimile olmaları kaçınılmaz olacaktır.  
   Mektebimize, kendimize, neslimize, yarınlarımıza, değerlerimize sahip çıkarak, birliğimizi koruyarak, yapmamız gerekenleri kanun ve meşru kavramlar çerçevesinde yaparak, velayet kavramını ve tarihimizi camiamıza anlatarak Mısır’da Fatimilerin uğradığı akıbetten kendimizi koruyabiliriz ancak.
Selam ve dua ile…
Mehdi AKSU