
کارگر
Abbasi: "Ağır su perojesinin çalışmaları devam ediyor"
İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, İranlı uzmanlar ve nükleer bilim adamlarına suikast düzenlenmesine işaret ederek, halihazırda ağır su reaktörü projesinin çalışmaları devam ettiğini, projenin bütün testleri ise Tahran'da yapıldığını bildirdi.
MHA - İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Feridun Abbasi, düşmanların İranlı uzmanlar ve nükleer bilim adamlarını öldürmekteki hedefinin korku saçmak olduğunu belirterek bu komploların İran nükleer bilim adamlarını korkutmadığı gibi gençlerimizin ilim ve nükleer bilime yönelmesine neden olduğunu söyledi.
İran'ın batısındaki Hamedan kentinde doğan ve suikasta uğrayarak şehit düşen İran nükleer bilim adamlarından şehit Mustafa Ahmedi Ruşen'in şahadet yıl dönümünde konuşan Abbasi, İranlı uzmanlar ve nükleer bilim adamlarının öldürülmesinin İran düşmanlarının İran milleti ve zengin İslam kültürünü tanımadıkları ve onların bu hilelerle İran milletini üstün hedeflerinden vazgeçiremeyeceklerini söyledi.
Keşiften uranyum senginleştirmesine kadar nükleer yakıt ve reaktörle ilgili bütün çalışmaların İran'ın yerli bilim adamları tarafından uygulandığını hatırlatan Feridun Abbasi, halihazırda ağır su reaktörü projesinin çalışmaları devam ettiğini, projenin bütün testleri ise Tahran'da yapıldığını bildirdi.
Abbasi, yaptırımların İran'ın nükleer açıdan ilerlemesini etkilemeyeceğine değinerek düşmanların başta uydu bağlantıları olamak üzere modern iletişim yöntemleriyle İran'ın gelişmesini önemsiz göstermek istediği ancak istatistiklerin İran'ın en fazla yaptırım döneminde geliştiğini ortaya koyduğunu belirtti.
İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı bir çok yabancı ülkeden öğrencilerin İran üniversitelerinde okumak ve İranlı hocaların ilminden faydalanmak istediğine değinerek onların İran'ı tahsil için en uygun ülke olarak bildiklerini söyledi.
Abbasi ayrıca ilmi cihad alanındaki şehitlerin İran İslam cumhuriyeti nizamı ilim ve teknolojik getirilerinin garantiye alınmasını sağladıklarını belirtti.
İran üniversiteleri öğretim üyelerinden Mühendis Mustafa Ahmedi Ruşen, 11 Ocak 2012 tarihinde Tahran'da Amerika ve Siyonist rejimin paralı teröristlerince acımasızca şehit edildi.
İran milleti düşmanları Ahmedi Roşen'den önce de İranlı nükleer bilim adamlarından Mesuü Ali Muhammedi , Macid Şehriyari ve Daryuş Rızai nejad'ı katletmişti.
TÜRK HALKINDAN ABD ASKERLERİNE TEPKİ YAĞDI
FHA ÖZEL HABER - ABD askerlerinin Adana İncirlik Üssü'nde Cami ve Kur'an'a yaptıkları saldırıdan sonra Türkiye’nin her yerinde tepkiler geliyor.FHA-ABD haçlı zihniyetinin Türkiye’de Camii ve Kur'an düşmanlığının bir işareti olan çirkin saldırı, Nuh Eğitim Der Başkanı Emcet Yalçın ile Memur Sen Şırnak İl Başkanı Hakan Usal tarafından ortak bir basın açıklaması ile kınandı.
Bu Bir Barbar Saldırıdır
Türkiye’deki ABD üslerinde cami ve Kur’an ‘a yapılan saldırının Adana'da bulunan İncirlik Üssü'nde meydana geldiği belirtilen açıklamada şöyle denildi:
"10. Tanker Üs Komutanlığında görevli askerlerin ibadet ettiği Camiye, geçen yılbaşı gecesi alkol alan 39. Wing Komutanlığında görevli ABD askerleri girmiş, ahşap minberi yıkıp camları kırmış, Kur'an-ı Kerim'i yırtıp parçalamışlardır.
ABD haçlı zihniyetinin Cami ve Kur'an düşmanlığı; ABD'deki siyasetin İslam ve Müslümanlara duyduğu kin ve nefret, onların ataları olan haçlıların izinde gittiğinin açık bir tezahürüdür. ABD'nin askeri üssünde kutsal değerlerimiz olan camiye girilmesi ve Kur'an-ı Kerim'in yırtılması yeryüzündeki Müslümanlar başta olmak üzere yedi milyarı aşkın insanlığa yönelik yapılan barbar bir saldırıdır."
Zulme Sessiz Kalanlar Vebal Altıdadır
Bunun ilk olmadığını belirtilen açıklamada, "Bizler yıllardır, ABD'nin, işgal ettiği ülkelerde; Afganistan, Guantanamo' ve Ebu Gureyb cezaevlerinde yaptığı işkencelerle, öldürdükleri insanların üzerine bevlettiklerini ve camilere ayakkabılarıyla girerek insanları öldürdüklerini, bu çirkeflikleri fotoğraflar çekip yayınlatmak suretiyle Müslümanları aşağılamaya çalıştıklarını biliyoruz ve unutmadık, bunların yaptıkları ilk değil belki son da olmayacaktır.
Hükümet bir an önce soruşturma açmalı, özelikle Diyanet İşleri Başkanlığı acilen bir açıklama yaparak ABD zihniyetini lanetlenmelidir. Unutulmamalıdır ki; Müslümanların inanç değerlerine yapılan tüm zulümlere bizzat yapanlar kadar, bu zulme sessiz kalarak destek olanlar, ya da üstü kapalı bir şekilde arka çıkanlar da çok büyük bir vebal altındadır." denildi.
İncirlik Üssü Derhal Kapatılmalıdır
Yöneticilere seslenilen açıklamada, "Müslüman halkların yöneticisi konumunda olan yöneticiler de bir an önce ABD'nin kirli ve insanlık düşmanı politikalarının hizmetkârı olmaktan vazgeçmeli, İslam topraklarının işgal gücü konumunda olan İncirlik Üssü derhal kapatılmalıdır. Aksi takdirde bütün vahşi saldırıların ve kanlı eylemlerinin ortağı olmaktan kurtulamayacaklardır.
Yeryüzünde İslam dininin en kutsal mekânları olan camilerimize yönelik dünyanın dört bir yanındaki tüm saldırı ve katliamlar başta olmak üzere, Adana'nın İncirlik Üssünün Camisinin camlarını kırıp Kur'an-ı Kerim'i parçalayanları ve cami minberini yakma vahşetini tertipleyenleri ve barbar ABD rejimini lanetliyoruz" ifadeleri kullanıldı.
Olaya Tepkisiz Kalınmamalı
Basın açıklamasının sonunda, "Tüm Müslümanları ve duyarlı Sivil Toplum Kuruluşlarını, en kutsal değerlerimiz olan Kur'an-ı Kerimimize, Camilerimize Ezanlarımıza, ırz ve şereflerimize dil uzatan ABD rejimini lanetleyerek her türlü tepkilerini ortaya koymaya davet ediyoruz" denildi.
Suud demokrasisi
Suudi Arabistan yönetimi ABD açısından vazgeçilmez müttefiktir. Menderes, Şah, Mübarek, Saddam, Kaddafi, Bin Ali'den kolay vazgeçen ABD Suudilerden vazgeçmez. Bunun en önemli nedeni Mekke ve Medine'nin Suudi Arabistan'da olması ve bu topraklarda dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının bulunması. ABD bizim coğrafyamıza yönelik tüm pis planlarını hep Suudiler üzerinden uygulamıştır.
Ehlibeyt Haber Ajansı ABNA- Saddam'ı İran'a saldırtmak, Kaide ve Taliban'ı kurdurmak ve şimdi de Arap alemine demokrasiyi getirmek. Mademki; demokrasiyi getirecek, Suudi Arabistan'ın da demokratik olması gerekir. Üstelik artık Suudilerin bölgede rakibi var: Katar Şeyhi Hamed. O da zengin ve ABD'lilere 'Ben size daha fazla hizmet ederim' diyor.
ABD ADINA DEMOKRASİ
Bu hizmet yarışında Kral Abdullah ve Şeyh Hamed ABD'nin talimatlarını yerine getiriyor. Her ikisi Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve şimdi Suriye'de milyar dolarlar harcıyor. Demokrasiyle ilgileri olmayan kral ve şeyh şimdi ABD adına Arap alemine demokrasiyi getirecek. Kral Abdullah kendi halkı ayaklanmasın diye ülke tarihinin en büyük bütçesini hazırlattı. Bir ilke imza atarak 150 kişilik Şura Meclisi üyelerini atayan Kral hazretleri kadınları da unutmadı. 150 kişilik Meclis'e 30 kadın tayin etti. Etti de kural koymayı da unutmadı. Kadınlar asla erkeklerle yan yana gelmeyecek ve kesin olarak şeriat kurallarına uyucaklar.
Her ne kadar Şura Meclisi'nin bir yetkisi yok ise de kadınların meclis üyesi olması önemli. Ama meclis üyesi kadın arabasını kullanamayacak çünkü kadınlara ehliyet verilmiyor. Şura üyesi kadınlar tek başlarına sokağa çıkamayacak. Çünkü yanında kardeşi, eşi olmayan kadınlar sokağa tek başlarına çıkarlarsa 'kötü' kadın oluyor. Suudi Kral ile yarışan Şeyh Hamed'in ülkesi Katar ya da diğer Körfez ülkelerinde durum pek farklı değil. Ama kral ve şeyh bölgemize demokrasiyi getirecekler. Bu ülkelerde seçim, anayasa, insan hakları, özgür medya, sivil toplum örgütleri ve evrensel hukuk adına hiçbir şey yok.
İŞTE ARAP BAHARI
Mısır, Libya, Yemen'de kadının adı bile yok. Kadın hakları adına hiçbir şey yok ve olmayacak. Ayaklanma süreçlerinde kadın görünmedi. Suriye'de durum farklı değil. Dini söylemlerle silahlı ayaklanmayı sürdüren farklı grupların içinde tek kadın bile yok. Bu grupların hakim olduğu bölgelerde kadınlar sokağı çıkamıyor, makyaj malzemeleri satılmıyor...'Arap Baharı' işte böyle bir şey. Mısır Cumhurbaşkanı Mursi 'günah' diye sarışın Clinton hariç kadınlarla tokalaşmıyor. 'Arap Baharı' ile iktidara gelen ideolojiler yarısı olmayan demokrasileri yerleştirmeye çalışıyorlar! ABD ise tam bir ikiyüzlülükle bunlara destek veriyor. Bir zamanlar 'Burkayı zorunlu kılan' Taliban'ı iktidara getirip sonra da 'Burkaya özgürlük' sloganıyla Afganistan'ı işgal ettiği gibi.
Tıpkı laik ideolojileri kendi
ülkelerinde yerleştirsin ve ABD'ye hizmet versinler diye Şah, Saddam, Mübarek, Bin Ali ve Kaddafi gibilerine destek verip sonra da bildik sonlarını hazırladığı gibi. Ama insanlar bu gerçeği anladığında iş işten geçmiş oluyor. Halklar ve ülkeler ise yanlışların yani ihanetin bedelini siyasal, ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak ağır ödüyor. Belki de bizim coğrafyanın kaderi böyledir. Çünkü ilkesizlik ve hainlik kontenjanı oldukça yüksek. Bunu da en iyi tespit eden ve buna göre herkese farklı reçete uygulayan ABD'dir. Nasıl olsa herkesin hastalığını çok iyi bilmektedir. Hasta olmayanları da kendisi hasta etmektedir. Sonrası ise çok kolay!
Hüsnü Mahalli
Şehadet yıldönümü münasebeti ile…
İmam Rıza (a.s) zamanın Abbasi Padişahı Me’mun tarafından zorla Medine’den Horasan’a getirtildikten sonra onun halk arasındaki makam ve sevgisini kırmak ve konumunu zayıflatmak için tüm dinlerin en önemli alimlerini bir araya getirerek İmam Rıza’yla (a.s) bir münazara tertipledi. Münazaraya tüm din temsilcilerinin büyükleri katılmış ve tüm itikadi konular bu münazarada ele alınarak tartışılmıştı. Bir tarafta İslam dininin temsilcisi olarak Peygamber efendimizin torunu İmam Rıza, diğer tarafta Hıristiyanlık, Yahudilik, Sabiilik, Zerdüştlük ve mütekellimler…
Hasan b. Muhammed en-Nevfelî el-Hâşimî’den şöyle rivayet etmiştir:
Ali b. Mûsa er-Rıza (aleyhi selâm) Me’mun’un yanına gittiğinde Me’mun, Fadl b. Sehle, din ve kelâm Âlimlerini örneğin; Caselik’i (Hıristiyan piskoposlarının reisi) Res’ul Calut’u (Yahudilerin en büyük âlimini) Sabiin Reislerini (melek ve yıldıza tapanlar veya Hz. Yahya’nın dininden olanların büyükleri), Hirbiz’ul Ekber’i (Zerdüştlerin en büyük kadısını), Kistas-i Rûmi (Rumlu tabip) ve mütekellimleri (akait ilminde üstat olan Âlimleri) onun için bir araya toplamasını emretti. Fadl b. Sehl onların hepsini bir araya topladıktan sonra Me’mun’a geldiklerini haber verdi…
Toplantı salonu oldukça kalabalıktı. Ebu Talip oğulları ve Haşim oğulları arasında Muhammed b. Cafer’de (İmam’ın amcası), bir grup komutanla birlikte hazır bulunmaktaydı. İmam Rıza (aleyhi selâm) salona girdiği zaman Me’mun, Muhammed b. Cafer ve beraberindekiler ayağa kalktılar. İmam Rıza (aleyhi selâm) ile Me’mun oturdular, diğerleri de öylece ayakta kaldılar. Daha sonra Me’mun onlara oturmalarını emretti, onlar da oturdular. Me’mun bir müddet İmam (aleyhi selâm) ile karşılıklı konuştuktan sonra Caselik’e (Hrıstiyan din adamlarının önderine) dönerek şöyle dedi:
Ey Caselik! Bu, amcam oğlu Ali b. Mûsa b. Cafer’dir ve kendileri Peygamberimizin kızı Fâtıma ve Ali b. Ebu Talip’in (Allah’ın selâmı onların üzerine olsun) oğullarındandır. Onunla insaf ve delil üzerine konuşmanı istiyorum.
Caselik: Ey müminlerin emiri! Benim kabul etmediğim kitaptan ve kendisine iman etmediğim peygamberden delil getiren bir kişiyle nasıl bahsedip tartışabilirim ki? Dedi.
İmam (aleyhi selâm): Ey Nasranî! Eğer sana İncil’den delil getirsem kabul eder misin?
Caselik: İncil’in buyruklarını ben nasıl reddedebilirim? Evet, vallahi gönül razılığıyla kabulleneceğim.
İmam (aleyhi selâm): Ne dilersen sor ve cevabını işit o halde.
Caselik: Hz. İsa’nın (aleyhi selâm) peygamberliği ve kitabı hakkında görüşün ve inancın nedir? Onlardan inkâr ettiğiniz şey var mıdır? Diye sordu.
İmam (aleyhi selâm): Ben İsa’nın (aleyhi selâm) peygamberliğine, kitabına, ümmeti için müjdelediklerine inanıyor ayrıca Havarîlerin kabullendiklerine inanıyor ve kabul ediyorum. Ama Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamberliğini ve kitabını inkâr eden ve bunu ümmetine müjdelemeyen bir İsa’nın peygamberliğini kabul etmiyorum. Dedi.
Caselik: Acaba bütün hükümler iki âdil şahitle ispatlanmıyor mu? Dedi.
İmam (aleyhi selâm): Evet, dedi.
Caselik: Öyleyse kendinizden olmamak şartıyla Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamberliğini ispatlayacak Hıristiyanların kabul ettiği iki şahit getirin ve bizden de kendimizden olmamak şartıyla iki şahit isteyin. Dedi.
İmam (aleyhi selâm): Ey Nasranî! Şimdi insaflı konuştun; İsa b. Meryem’in (aleyhi selâm) yanında belli bir makama sahip olan birini benim için şahit olarak kabul etmiyor musun? Dedi.
Caselik: Kimdir bu adam, bana ismini söyler misin? Dedi.
İmam (aleyhi selâm): Yuhenna ed-Deylemî’dir. Hakkında ne diyorsun? Dedi.
Caselik: Ne güzel ne güzel, Mesih’in insanlar içinde en çok sevdiği birisinden bahsettin. Dedi.
İmam (aleyhi selâm): Acaba yemin ederek söyler misin? İncil, Yuhenna’nın şöyle dediğini buyurmuyor mu: “Mesih, Arap Muhammed’in dinini bana haber verdi ve onun, kendisinden sonra geleceğini bana müjdeledi; ben de Havarîleri bununla müjdeledim. Onlar da buna iman ettiler.” Dedi.
Caselik dedi ki: “Yuhenna bunu Mesih’ten naklediyor ve bir kişinin peygamberliğini, Ehl-i Beyt’i ve varisini müjdeliyor. Ama bunların ne zaman geleceğini ve bizim onları tanımamız için isimlerini bildirmiyor.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Eğer İncil okuyabilen birisini getirsem ve Muhammed, Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki yerleri sana okuyacak olursa iman getirecek misin?”
Caselik dedi ki: “Sağlam bir sözdür.”
İmam (aleyhi selâm) bunun üzerine Kistas-i Rûmî’ye dönerek şöyle dedi: “Acaba İncil’in üçüncü sıfrını (üçüncü kısmını) ezbere biliyor musun?” diye sordu. Kistas dedi ki: “O kısmı ezberlemedim.” Bunun üzerine İmam, Re’sul Calut’a dönerek “İncil okumasını biliyor musun?” diye sordu. O da; evet, kendi canıma yemin ederim ki dedi. İmam (aleyhi selâm): “Ben üçüncü bölümü okuyorum; üçüncü kısmı iyice kavra her ne zaman onda Muhammed (sallallahu aleyhi ve alih), Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkında bir şeyler olursa benim için tanıklık edin, ama eğer orada bunlarla ilgili bir şey olmazsa tanıklık etmeyin” buyurdu. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) üçüncü bölümü, Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve alih) bahsedinceye kadar okudu ve durdu. Sonra şöyle dedi:
“Ey Nasranî! Mesih ve annesi hakkı için söyle gerçekten benim İncil’e âlim olduğumu kabul ediyor musun?”
Caselik: Evet, dedi. İmam daha sonra bize Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) Ehl-i Beyt’i ve ümmeti hakkındaki bölümü de okuyarak şöyle buyurdu:
“Ne diyorsun ey Nasranî! Bu Mesih b. Meryem’in sözüdür. Dolayısıyla eğer İncil’in dediklerini yalanlayacak olursan hakikatte Mûsa ve İsa’yı (aleyhi selâm) yalanlamış olursun. Ama eğer sadece bu sözleri inkâr edersen Allah’ı peygamberini ve kitabını inkâr ettiğin için katlin vacip olur.”
Caselik dedi ki: İncil’den bana açıkladığın şeyleri inkâr etmiyorum, aksine kabulleniyorum.
İmam (aleyhi selâm): Ey cemaat! Onun ikrarına şahit olunuz. (Daha sonra tekrar Caselik’i muhatap alarak) Ey Caselik! Dilediğin soruyu sor. Dedi.
Caselik dedi ki: Bana İsa b. Meryem’in (aleyhima selâm) Havarîlerinden bahset onların ve İncil ulemalarının kaç kişi olduklarını söyle.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Bilen kişiyle karşılaştın: Havarîler on iki kişi idiler. Onların en bilgilisi ve üstünü Luka idi. Ama Hıristiyanların Âlimleri üç kişi idiler: Ec bölgesinde Büyük Yuhenna, Kirkısya bölgesinde Yuhenna ve Zecan bölgesinde Yuhenna Deylemi. Bu sonuncu kişi Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve alih), Ehl-i Beyt’ini ve ümmetiyle ilgili sözleri biliyordu ve İsa’nın (aleyhi selâm) ümmetiyle İsrail oğulları ümmetine müjde veren de oydu.”
İmam daha sonra şöyle buyurdu: Ey Nasranî! Vallahi ben Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve alih) iman eden İsa’ya inanıyorum. Ama sizin İsa’da acizlik ile oruç ve namazın azlığından başka bir eksiklik bulamıyorum.
Caselik dedi ki: Allah’a and olsun ki kendi sözlerini çürüttün, kendini zayıflattın. Oysa ben seni Müslümanların en bilgilisi olarak biliyordum.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Bu nasıl oldu?
Caselik dedi ki: İsa’nın zafiyetini, oruç ve namazının az olduğunu söylüyorsun; oysa İsa, hiçbir gün iftar etmedi, bir gece bile uyumadı; gündüzleri sürekli oruç tutuyor, geceleri de ibadetle geçiriyordu.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Öyleyse kimin için oruç tutuyor ve namaz kılıyordu? (Caselik söyleyecek bir şey bulamadığından) başını önüne eğerek sustu. Sonra İmam Caselik’e hitap ederek şöyle devam etti)
Ey Nasranî! Sana bir soru sormak istiyorum.
Caselik dedi ki: Sor, eğer cevabını bilirsem söylerim.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: İsa’nın (aleyhi selâm), ölüleri Allah Azze ve Celle’nin izniyle dirilttiğini neden inkâr ediyorsun?
Caselik dedi ki: “Evet bu konuyu inkâr ediyorum (Allah’ın izniyle bu işi yapmasını) Çünkü ölüleri dirilten, körlere ve alacalılara şifa veren ibadet edilmeye (daha) lâyık olan rabtır.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Yesa da Hz. İsa’nın yaptıklarını yapıyor; su üzerinde yürüyor, ölüleri diriltiyor, körleri ve alaca hastalığına yakalananları iyileştiriyordu. Ama ümmeti onu Allah olarak tanımadı ve Allah Azze ve Celle’yi bırakıp da kimse ona ibadet etmedi. Hızkîl Peygamber de (aleyhi selam) İsa b. Meryem’in (aleyhima selâm) yaptıklarının aynını yapıyordu. Ölümlerinden altmış sene geçmesine rağmen otuz beş bin kişiyi diriltmişti.
Daha sonra, İmam (aleyhi selâm) Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Re’sul Calut! Acaba Tevrat’ta İsrail oğullarının şu gençleri hakkında herhangi bir konuya rastladın mı? Şöyle ki; Baht’un Nasr, Beyt’ul Mukaddes’e saldırdığı zaman onları İsrail oğulları arasından seçerek Babil’e götürdü. Allah Azze ve Celle de onu (Hızkîl’i) onlar için gönderdi ve o, onları diriltti. İşte bu konular Tevrat’tandır. Sizlerden kâfir olanlardan başka kimse bunları inkâr edemez.
Re’sul Calut dedi ki: kesinlikle bu konuları duymuş ve ondan haberdarız.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Doğru söyledin ey Yahudi, şimdi dikkat et, Tevrat’tan okuduğum bu sıfır (bölüm) doğru mudur? Daha sonra İmam (aleyhi selâm) bizler için birkaç bölüm okudu. Yahudi imamın böyle güzel okumasına hayran kalıp vecde gelerek yerinde hareket etmeye başladı. Sonra İmam (aleyhi selâm) Nasranî’ye dönerek şöyle buyurdu: “Ey Nasranî! Acaba bunlar mı İsa’dan önceydi, yoksa İsa mı bunlardan önceydi?”
Caselik dedi ki: Onlar İsa’dan (aleyhi selâm) önceydiler.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Kureyş Resulullah (sallallahu aleyhi ve alih) etrafında toplanarak ondan, ölülerini diriltmesini istediler. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih) Ali b. Ebu Talib’i (aleyhi selâm) onlarla beraber göndererek Ali’ye (aleyhi selâm) şöyle buyurdu: Cebbabe bölgesine (Kabristana) git ve Kureyşlilerin dirilmesini istediği kişilerin isimlerini yüksek sesle: Ey falan, ey falan, ey falan! diye seslen ve de ki Allah’ın resulü Muhammed (sallallahu aleyhi ve alih) Allah’ın izniyle kalkmanızı istiyor. Ali (aleyhi selâm) da onları aynı şekilde çağırdığında; Kalktılar ve başlarındaki toprakları temizlediler. Kureyşliler onlara kendi işleriyle ilgili sorular soruyor ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamber olduğunu haber veriyorlardı. Dirilenler ise: Keşke bizler de onu derk edebilsek ve iman getirebilseydik, dediler.[1] Hz. Peygamber de körlere, alacalılara ve delilere şifa veriyor ve hayvanlar, kuşlar, cinler ve şeytanlarla konuşuyordu. Ama biz onu Allah diye tanımadık. Aynı zamanda bunların (İsa, Yesa ve Hizkîl’in) hiçbirinin faziletini de inkâr etmiyoruz. Peki, nasıl oluyor da siz, sadece İsa’yı Allah olarak tanıyorsunuz? Hâlbuki sizin bu yaklaşımınız Yesa ve Hızkîl’i de Allah olarak tanımanızı gerektirmektedir. Çünkü onlar da İsa b. Meryem’in (aleyhimu’s selâm) yaptıklarını yapıyor; ölü diriltiyor ve diğer işleri yapıyorlardı. İsrail oğullarından binlerce kişi veba hastalığı korkusundan kendi şehirlerinden dışarı çıktılar. Ama Allah bir anda hepsinin canını aldı. Şehir halkı etrafa duvar çekerek ölüleri o şekilde bıraktılar. Kemikleri de öylece çürümeye başladı.
İsrail oğulları peygamberlerinden biri oradan geçerken çürümüş kemiklerin çokluğu Onun dikkatini çekti. Allah da peygamberine şu şekilde vahyetti: “Acaba onları senin için diriltmemi ve böylece onlara tebliğ ederek uyarmayı istiyor musun?” O da: Evet, ey Rabbim! Dedi. Allah Azze ve Celle ona şöyle söylemesini vahyetti: “Ey çürümüş kemikler, Allah’ın izniyle kalkınız.” Daha sonra hepsi dirildi ve başlarındaki toprakları temizlemeye başladılar.
İbrahim Halil-ur Rahman (aleyhi selâm) da kuşları parçalayarak her birinin parçasını bir dağın başına koydu. Sonra onları çağırdı ve onlar dirilerek İbrahim’e (aleyhi selâm) doğru hareket ettiler. Mûsa b.İmran da (aleyhi selâm) İsrail oğulları içerisinden seçtiği yetmiş ashabıyla beraber dağa çıktılar. Mûsa’ya (aleyhi selâm) sen Allah’ı gördün, onu nasıl gördüysen aynı şekilde bize de göster! Dediler. Mûsa (aleyhi selâm), ben Allah’ı görmedim, dedi. Onlar “Ey Mûsa! Biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayız” dediler. (Bakara, 55) O anda yıldırım onlara çarparak hepsini yakıverdi. Mûsa (aleyhi selâm) yalnız kaldı ve Allah’a şöyle arz etti: “Ey rabbim! İsrail oğullarından yetmiş kişi seçerek kendimle getirdim. Şu an ise yalnız dönüyorum. Benim bu olaylarla ilgili söyleyeceklerimi nasıl doğrulayıp inanırlar? Dileseydin onları da daha önce helâk ederdin beni de. İçimizdeki akılsızların işledikleri suç yüzünden bizi de mi helâk edeceksin?” Derken Allah Azze ve Celle, onları ölümlerinden sonra tekrar diriltti.
İmam (aleyhi selâm) daha sonra sözlerine şöyle devam etti: Sana bu söylediklerimin hiçbirini inkâr edemezsin. Zira bunların tümü Tevrat, Zebur, İncil ve Furkan (Kur’an)’ın bildirdikleridir. Öyleyse bütün ölü dirilten; körlere, alacalılara ve delilere şifa veren, iyileştiren herkes de rabler olarak kabul edilmeli ve onları da Allah dışında rabler olarak tanımalısın. Ne dersin ey Nasranî?”
Caselik dedi ki: Söz senin sözündür. Allah’tan başka ilâh yoktur.
İmam daha sonra Re’sul Calut’a dönerek şöyle buyurdu: Ey Yahudi! Mûsa b. İmran’a (aleyhi selâm) nazil olan on ayeti senden soruyorum; acaba Muhammed ve ümmetinin haberini Tevrat’ta yazılı olarak görmedin mi? Şöyle ki; “Deve binenin takipçileri olan sonuncu ümmet, geldiği zaman ve Allah’ı yeni mabetlerde çok çok zikrettiklerinde, İsrail oğulları kalplerinin mutmain olması için onlara ve onların padişahlarına doğru hareket etmeliler. Zira onlar ellerindeki kılıçlarla köşe bucaktaki kâfirlerden intikam alırlar.” Acaba bu, Tevrat’ta aynen yazılı değil midir?
Re’sul Calut dedi ki: Evet, biz de Tevrat’ta aynen öyle bulduk. Dedi.
İmam daha sonra Caselik’e dönerek: Ey Nasranî! Şâya’nın kitabı hakkında ne biliyorsun? Dedi.
Caselik: Onu harfi harfine biliyorum. Dedi.
Sonra İmam ikisini de hitaben şöyle buyurdu: Şu sözlerin onun sözlerinden olduğunu kabul ediyor musunuz: “Ey kavmim! Ben merkebe binen şahsı, nurdan bir elbiseyle gördüm ve deveye binen kişiyi de gördüm. Nuru ve parlaklığı ay ışığı gibiydi.”
Caselik ve Re’sul Calut dedi ki: Evet, Şâya bunları söylemiştir. Dediler.
Rıza (aleyhi selâm) dedi ki: Ey Nasranî! İsa’nın (aleyhi selâm) İncil’de şöyle buyurduğunu biliyor musun: “Ben sizin Allah’ınıza ve kendi Allah’ıma doğru gideceğim ve Farkilita (Ahmet) gelecektir. Ben onun hakkaniyetine tanıklık ettiğim gibi, o da benim hakkaniyetime tanıklık edecektir. O size her şeyi açıklayacaktır. Toplulukların aşağılık yönlerini açıklayacak, küfür sütunlarını kıracaktır.”
Caselik: İncil’den zikrettiğin şeylerin hepsini kabul ediyoruz.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Bunun İncil’de bulunduğunu kabul ediyor musun?
Caselik: Evet kabul ediyorum. Dedi.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Ey Caselik! Önceki İncil’in kayboluşunu, kimin yanında bulunduğunu ve şimdiki İncil’i size kimin hazırladığını bana söyler misiniz?
Caselik dedi ki: “Biz İncil’i sadece bir günlüğüne kaybettik ve onu yepyeni olarak, Yuhenna ve Metta bizim için bularak çıkardılar.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “İncil ve Âlimleri hakkında ne kadar bilgisizmişsin! Eğer bu olay senin dediğin gibiyse neden İncil hakkında bu kadar ihtilâfa düştünüz? Bu ihtilâf bugün elinizde bulunan İncil’dedir. Eğer önceki gibi olsaydı, onda ihtilâfa düşmezdiniz. İşte ben olayı sana anlatıyorum: Daha önce kaybolduğunda Hıristiyanlar, Âlimlerinin yanına toplanarak; “İsa b. Meryem (aleyhi selâm) öldürüldü ve İncil’i de kaybettik. Sizler âlimler olarak yanınızda neyiniz var?” diye sordular. Luka ve Merkus; “İncil bizim (göğsümüzde ve hafızamızdadır) ve her Pazar günü onu bölüm bölüm olarak size getireceğiz. Bunun için üzülmeyiniz ve kiliseleri boş bırakmayınız. İncil tamamlanıncaya kadar her Pazar günü onun bir bölümünü de sizlere okuyacağız” dediler. Sonra Luka, Markus, Yuhenna ve Metta bu İncil’i, birinci İncil’in kayboluşundan sonra sizler için yazdılar. Bunlar ilk dört öğrencilerdir. Acaba bunları biliyor muydunuz?”
Caselik dedi ki: “Şimdiye kadar bilmiyordum. Sizin İncil hakkındaki ilminizin bereketiyle şimdi öğrendim ve bildiğiniz diğer şeyleri sizden işittim. Kalbim bunların doğruluğuna inandı ve sizin bilginizden çok yararlandım.”
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: “Bunların şahadet etmesi ve tanıklığı senin yanında nasıldır?”
Caselik dedi ki: “Kabulümdürler, onlar İncil’in Âlimleridirler. Onların tanıklık ettikleri ve onayladıkları her şey haktır.”
Daha sonra İmam Rıza (aleyhi selâm) Me’mun’a, yakınlarına ve orada bulunanlara “Siz de şahit olun” diye buyurdu. Onlar da “Biz şahidiz” dediler. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) Caselik’e dönerek: İsa (aleyhi selâm) ve annesi Meryem hakkı için cevap vermeni istiyorum: Metta’nın şunları söylediğini biliyor musun: “Mesih, Dâvud b. İbrahim b. İshak b. Yâkup b. Yehuza b. Hazrun’un oğludur.”
Markus, İsa b. Meryem’in (aleyhi selâm) nesebi hakkında şöyle demiştir: “O Allah’ın kelimesidir; onu insan derecesine kadar indirerek insan şekline dönüşmüştür.”
Luka ise şöyle demiştir: “İsa b. Meryem (aleyhi selâm) ve annesi, et ile kandan oluşmuş iki insandırlar ve Ruh’ul Kudüs onlara hulûl etmiştir.” Sonra, senin de kabul ettiğin Hz. İsa’nın kendi hakkındaki şu sözüne ne diyorsun: “Ey Havarîler! Hak olarak sizlere diyorum; gökyüzünden gelenden ve peygamberlerin sonuncusu olan deve binicisinden başka kimse gökyüzüne çıkmayacak. O, göğe yükselip tekrar dönecektir.”
Caselik dedi ki: Bu, İsa’nın (aleyhi selâm) sözüdür. Biz inkâr etmiyoruz.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Hz. İsa ve onun nesebi için Luka, Markus ve Metta’nın tanıklığına ne diyorsun?
Caselik dedi ki: İsa’ya yalan uydurdular.
İmam orada bulunanlara dönerek şöyle buyurdu: Ey insanlar! Az önce onların doğruluk ve temizliğini kabullenmedi mi? Onların İncil Âlimleri olduğunu kabul etmedi mi ve sözlerinin doğruluğunu onaylamadı mı?
Caselik dedi ki: Ey Müslümanların âlimi! Bu dört kişi hakkında beni mazur görmeni istiyorum.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Öyle olsun, biz seni mazur görüyoruz ey Nasranî, (yine de) dilediğini sor!
Caselik dedi ki: Benden başkası size sorsun. Mesih hakkı için Müslümanların içerisinde senin gibi bir âlimin olduğunu zannetmezdim.
İmam Re’sul Calut’a dönerek: Sen mi soracaksın, yoksa ben mi sorayım? Diye buyurdu.
Re’sul Calut dedi ki: “Ben sorayım ve senin delillerini sadece Tevrat, İncil, Dâvud’un Zebur’u, İbrahim ve Mûsa’nın Suhuf’unun dışında kabul etmeyeceğim.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Benim delillerimi Mûsa’nın Tevrat’taki sözleri, İsa’nın İncil’deki sözleri ve Dâvud’un Zebur’daki sözlerinin dışında kabul etme.”
Re’sul Calut dedi ki: “Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) peygamberliğini nasıl ispat ediyorsun?”
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Mûsa b. İmran, İsa b. Meryem ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi Dâvud buna şahadet etmektedir.
Re’sul Calut dedi ki: Mûsa b. İmran’ın sözlerini ispatla!
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Ey Yahudi! Musa’nın İsrail oğullarına vasiyet ederek şöyle dediğini biliyor musun: “Yakında kardeşlerinizden bir peygamber gelecektir. Onu tasdik edin, sözünü dinleyin, ona itaat edin.
Eğer İsmail ve İsrail oğullarının akrabalığını ve aralarındaki irtibatının İbrahim (aleyhi selâm) tarafından olduğunu kabul ediyorsan İsrail’in İsmail soyundan başka kardeşleri olmadığını biliyor musun?”
Re’sul Calut dedi ki: “Bu, Mûsa’nın sözleridir, inkâr etmiyoruz.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Acaba İsrail oğullarının kardeşlerinden Muhammed’den (sallallahu aleyhi ve alih) başka bir peygamber gelmiş midir?
Re’sul Calut dedi ki: “Hayır.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: “Acaba bu söz, size göre doğru değil midir?”
Re’sul Calut dedi ki: “Evet, doğrudur. Ama onları Tevrat’tan ispatlamanı istiyorum.”
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Tevrat’ın sizler için söylediği şu sözleri inkâr mı ediyorsun: “Nur, Sina Dağı’ndan geldi, Sair Dağı’ndan bizi nurlandırdı ve Faran Dağı’ndan bizlere göründü.”
Re’sul Calut dedi ki: Bu sözleri biliyorum, ama açıklama ve yorumunu bilmiyorum.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Ben sana açıklayayım: “Nur Sina Dağı’ndan geldi” yani, Allah Tebareke ve Teâlâ’nın vahyi Sina Dağı’nda Mûsa’ya (aleyhi selâm) indirildi. “Sair Dağı’ndan bizleri nurlandırdı” sözlerinden amaç, Allah Azze ve Celle’nin İsa b. Meryem’e (aleyhi selâm) vahyi nazil ettiği dağdır ve “Faran Dağı’dan bizlere göründü” sözlerinden maksat ise, Mekke’yle arasında bir gün mesafe olan Mekke’deki dağlardan bir dağdır. Sen ve dostlarının dediklerine göre “Şâya” Peygamber Tevrat’ta şöyle diyor: “İki biniciyi görüyorum, yeryüzü onlara ışık saçıyor; onlardan biri merkebe, diğeri ise deveye binendir.” Merkep ve deveye binenler kimlerdir?
Re’sul Calut dedi ki: Onları tanımıyorum, bana anlatır mısın?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Merkebe binen İsa (aleyhi selâm); deveye binen ise Muhammed’dir (sallallahu aleyhi ve alih). Bunların Tevrat’tan olduğunu inkâr mı ediyorsun?
Re’sul Calut dedi ki: Hayır, inkâr etmiyorum.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Haykuk Peygamberi (aleyhi selâm) tanıyor musun?
Re’sul Calut dedi ki: Evet, onu tanıyorum. Dedi.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: O şöyle diyor ve aynı şeyi sizin kitap da bildiriyor: “Allah, Faran Dağı’ndan beyanı getirdi ve gökler Ahmet (sallallahu aleyhi ve alih) ve ümmetinin tesbihiyle doldu. Ordusunu karada taşıdığı gibi, denizde de taşıyor -maksat, ümmetinin kara ve denize hakim olmasıdır- Beyt’ul Makdis’in (Beyt’ul Mukaddes’in) tahribinden sonra bizim için yeni bir kitap getirdi (kitaptan maksat Kur’an’dır).” Acaba bu sözleri biliyor ve iman ediyor musun?
Re’sul Calut dedi ki: Haykuk peygamber (aleyhi selâm) bunları söylemiştir ve biz onun sözlerini inkâr etmiyoruz.
İmam (aleyhi selâm) dedi ki: Dâvud, seninde Zebur’da okuduğun gibi Zebur’da şöyle diyor: “Allah’ım! Fetretten sonra sünneti dirilten birini gönder.” Acaba Fetretten sonra Muhammed’den (sallallahu aleyhi ve alih) başka sünneti dirilten bir peygamber tanıyor musun?
Re’sul Calut dedi ki: Bu Dâvud’un sözüdür, kabul ediyor ve inkâr etmiyorum. Ama bundan amaç, İsa’dır (aleyhi selâm) ve onun dönemi Fetret dönemidir.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Yanıldın, zira İsa (aleyhi selâm) sünnete muhalefet etmemiştir. Aksine, Allah onu kendi yanına yükseltinceye kadar Tevrat’ın sünnetiyle muvafık idi. İncil’de de şöyle yazılıdır: “İyi bir kadının oğlu gidiyor ve kendisinden sonra Farkilitu (Ahmet) gelecek. O zorlukları kolaylaştıracak ve her şeyi sizlere açıklayacaktır. Benim onu doğruladığım gibi, o da beni doğrulayacaktır. Ben size Emsal’i getirdim. O da Tevil’i getirecektir.” Acaba bu sözlerin İncil’de olduğuna inanıyor musun?
Re’sul Calut dedi ki: Evet.
İmam Rıza (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey Re’sul Calut! Sana peygamberin Mûsa b. İmran (aleyhi selâm) hakkında soracağım.
Re’sul Calut dedi ki: Sor!
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Mûsa’nın peygamberliğini ispatlayacak delilin var mıdır?
Yahudi dedi ki: Mûsa kendisinden önce gelen peygamberlerden hiçbirinin getirmediği bir mucize getirdi.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Meselâ ne gibi mucizeler getirdi?
Re’sul Calut dedi ki: Denizi yarması, asasının yılana dönüşmesi, taşa vurarak pınarlar akıtması, elini görenlerin huzurunda parlak olarak çıkarması ve diğer nişaneler ki, başkaları onları yapmaya muktedir değillerdir.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Doğru söyledin, Hz. Mûsa peygamberliği için hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri delil olarak getirdi. Acaba peygamberlik iddiasında bulunan herkes, diğer insanların getiremeyeceği şeyleri getirecek olurlarsa, sizlerin onu doğrulamanız gerekmez mi?
Re’sul Calut dedi ki: Hayır, zira Mûsa’nın (aleyhi selâm) Allah’a yakınlığı ve Allah yanındaki makamına benzer birisi yoktur. Her peygamberlik iddia edeni, Mûsa’nın getirdiği mucizeleri getirmedikçe onaylamak ve iman etmek bize vacip değildir.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse Mûsa’dan (aleyhi selâm) önceki peygamberleri; hiçbiri denizi yarmadığı, taştan on iki pınar akıtmadığı, elini Mûsa’nın eli gibi parlak çıkarmadığı ve asasını yılan gibi yapmadığı halde nasıl kabul ediyorsunuz?
Re’sul Calut dedi ki: Az önce söylediğim gibi, peygamberliğinin ispatı için harikulâde şeyleri ve mucizeleri getiren herkesi, hatta eğer Mûsa’nın mucizelerinden başka mucizeler olsa bile doğrulamak gereklidir.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey Re’sul Calut! O zaman İsa b. Meryem’e ölüleri dirilttiği, kör ve alacalıları iyileştirdiği ve çamurdan yapmış olduğu kuşa üfleyerek Allah’ın izniyle yaşayan bir kuşa dönüştürdüğü halde, ona neden iman etmiyorsunuz?
Re’sul Calut dedi ki: Onun bunları yaptığı söyleniyor, ama biz onu görmedik.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Mûsa’nın getirdiği alâmet ve mucizeleri gördün mü? Acaba bunların haberleri Mûsa’nın ashabından güvenilir şahıslar vasıtasıyla size ulaşmadı mı?
Re’sul Calut dedi ki: Evet.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Aynı şekilde, İsa b. Meryem’in de mucizeleri de mütevatir olarak sizlere ulaşmıştır. Öyleyse neden Mûsa’yı kabul ediyor da İsa’yı kabullenmiyorsun?
Re’sul Calut cevap veremeyince İmam tekrar devam etti: Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) ve Allah tarafından gönderilen diğer peygamberlerin durumu da aynen böyledir. Bizim peygamberimizin mucizelerinden bazıları şunlardan ibarettir: Yetim ve fakirdi, ücretle çobanlık yapıyordu, okuma yazma öğrenmemiş ve bir öğretmenin yanına da gidip gelmemişti. Bütün bunlara rağmen, peygamberlerin haberlerini harfi harfine anlatan bir Kur’an getirmiş, bundan öncekilerin ve kıyamete kadar gelecek olanların haberini vermiştir. Onların sırlarını ve evlerinde yapmış oldukları şeyleri dahi bildirmiştir, sonra sayılamayacak kadar mucizeler getirmiştir.
Re’sul Calut dedi ki: Bizim yanımızda İsa ve Muhammed’in haberi doğrulanmamıştır ve doğrulanmayan bu olayları onaylamak ve iman getirmek bize göre doğru değildir.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse İsa (aleyhi selâm) ve Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve alih) tanıklık eden şahidin tanıklığı yalan mıdır?
Re’sul Calut yine cevap veremedi. Bunun üzerine İmam Hirbiz’il Ekber’i çağırarak şöyle buyurdu: Bana Zerdüşt’ten haber ver, onun peygamber olduğunu düşünüyorsun. Peki, ama peygamberliğini ispatlayacak delilin var mı?
Hirbiz dedi ki: Zerdüşt, bize kendisinden öncekilerin getirmedikleri şeyleri getirdi. Kendisini görmedik ama bizden öncekilerin vermiş oldukları haberlere göre başkalarının helâl etmediği şeyleri bize helâl etmiştir. Dolayısıyla biz de onu takip ediyoruz.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Size iletilen haberler vasıtasıyla onlara uymuyor musunuz?
Hirbiz dedi ki: Evet.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Geçmiş ümmetlerde de aynen böyledir; peygamberlerin Mûsa, İsa ve Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve alih) dini hakkında olan haberler onlara iletiliyor, onlara iman etmemenizdeki mazeretiniz nedir? Zira sizler Zerdüşt’e hiç kimsenin getirmediği mucizelerden dolayı mütevatir haberlerle iman getirmişsiniz.
Hirbiz, bu sözleri duyunca donakaldı. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) orada bulunanlara hitaben şöyle buyurdu: Ey topluluk, eğer aranızda İslâm’a muhalif olan biri varsa ve soru sormak istiyorsa hiç çekinmeden sorusunu sorsun.
Bu arada mütekellimlerden biri olan İmran-ı Sabi’i kalkarak şöyle dedi: Ey insanların âlimi! Eğer soru sormak için davet etmeseydin sormayacaktım. Ben Kûfe, Basra, Şam ve Adaya yolculuk yaptım ve mütekellimlerle görüştüm, ama (Allah’ın vahdaniyetini) tek olan biri -ki ondan başkasının vahid olamayacağı şekliyle- ispatlayacak birini bulamadım. Acaba bana soru sorma izni veriyor musun?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Burada bulunan cemaat içerisinde İmran-ı Sabi’i varsa, muhakkak sen olmalısın.
İmran dedi ki: O benim. Dedi.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Sor ey İmran, ama insaflı ol, bâtıl ve haktan uzaklaştıran sözlerden sakın.
İmran dedi ki: Vallahi ey efendim! Sadece kendisine bağlanacağım ve ondan başkasının tarafına gitmeyeceğim bir şeyi bana ispat etmeni istiyorum.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: İstediğin şeyi sor.
Bu arada mecliste kalabalık arttı ve halk iyice sıkışarak mecliste konuşanları dikkatlice dinlemeye koyuldu.
İmran dedi ki: İlk vücut ve yarattığı şeyden bana bahseder misin?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Soru sordun, cevabını da iyice anla; Vahid (bir tek vücut), beraberinde hiçbir şey olmaksızın ve hiçbir sınır ve araz olmadan her zaman mevcut idi ve her zaman da böyle olacaktır. Sonra hiçbir örnek olmaksızın mahlûku muhtelif boyutlarda onu başka bir şeyde karar vermemek, sınırlamamak, başka bir şeye benzeri olmayacak ve başka bir şeyin de ona benzeri olmayacak şekliyle yarattı. Ondan sonra mahlûkatı çeşitli şekillerde örneğin; halis, gayri halis, farklı, eşit, renk ve tatlar yönünden muhtelif ve aynı zamanda onlara hiçbir ihtiyacı olmayacak ve yine herhangi bir makam ve mevkiye yetişmek için onlara muhtaç olmayacak bir şekilde yarattı. Bu yaratılışta kendisinde bir eksiklik veya fazlalık görmedi. Ey İmran, bunları anlıyor musun?
İmran dedi ki: Evet efendim, yemin ederim ki anlıyorum. Dedi.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey İmran! Bunu bilmiş ol ki, eğer Allah yarattıklarını onlara ihtiyacı olduğu için yaratsaydı, sadece ihtiyacını karşılamaya yardım alacağı yaratıkları yaratır ve yaratıklarının birkaç katını yaratması da uygun olurdu. Zira yardım edenler ne kadar çok olursa, yardım alan da o kadar güçlü olur.
Ey İmran! Bu durumda ihtiyaçlar bitmezdi ve her şeyi yarattıkça diğer bir hacet onda icat olurdu (bir şeyi olup da diğer bir şeye ihtiyaç duyan insanlar gibi olurdu). İşte bunun için diyorum ki, mahlûkatı bir ihtiyaçtan dolayı yaratmadı; ama bu yaratışta ihtiyaçları bazılarından bazılarına intikal ettirdi ve üstün kıldığına hiçbir ihtiyacı olmaksızın ve aşağı kıldığından hiçbir intikam almaksızın bazılarını bazılarından üstün kıldı. İşte bu sebepten dolayı mahlûkatı yarattı.
İmran dedi ki: Efendim, o mevcut kendi yanında, kendi zatında belli miydi (kendisini tanıyor muydu)?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bir şeyin tanınıp bilinmesi, başkalarından ayırt edilebilmesi ve varlığının sabit ve tanınmış olabilmesi içindir. Orada ona muhalif olacak bir şey yoktu ki onu belirtmekle o şeyi kendisinden nefyetmeye ihtiyaç duymuş olsun. Yani, bir tek mevcut olduğu için buna gerek yoktu. Anladın mı ey İmran?
İmran dedi ki: Yemin ederim ki anladım efendim. Acaba bildiği şeyleri nasıl anlıyordu? Zamir vasıtasıyla mı, yoksa değişik bir yolla mı?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Onun ilmi zamir vasıtasıyla olursa o zamiri tanımak için belli bir sınır kararlaştırılmaz mı?
İmran dedi ki: Kararlaştırılır. Dedi.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse o zamir nedir?
İmran sustu ve cevap vermedi.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Önemli değil, eğer sana bu zamiri başka bir zamir vasıtasıyla mı tanıyorsun, diye soracak olursam ve sen de evet dersen, kendi söz ve iddianı bâtıl etmiş olursun. Ey İmran! Şunu bilesin ki vahit (tek) zamirle vasıflandırılamaz; onun için "yaptı" demekten başka şey denilemez. (nasıl-ne ile? Diye sorulmaz) ve mahlûkatta olduğu gibi onun hakkında yön ve cüzler düşünülemez. Bunları iyice anla ve doğru bildiklerini de bu esas üzere ayarla.
İmran dedi ki: Efendim, bana onun hilkatinin sınırlarının niteliği, anlamları ve çeşitleri hakkında haber verir misin?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Soru sordun, o halde dikkatlice dinle; onun hilkatinin sınırları altı kısım üzeredir: Hissedilir, ağırlıklı, görülebilir, ağırlıksız (ruh gibi) başka bir kısım görünür, ama ağırlığı yoktur, hissedilmez, dokunulmaz, renk ve tadı yoktur; takdir (miktar), araz, (özle ilgili bulunmayan),suret, uzunluk ve genişliği de yoktur. Amel ve hareket de onlardandır ki, eşyaları meydana getirir, onları halden hale sokar, artırır ve eksiltirler. Ama amel ve hareketler yok olur. Çünkü gerektikleri zamandan başka onlara ihtiyaç yoktur; iş tamamlandığı zaman hareket biter, ama eseri kalır; aynen söz gibi kendisi gider ama eseri kalır.
İmran dedi ki: Efendim, eğer yaratıcı tek olur, ondan başkası ve beraberinde bir şey de olmazsa, varlıkları yarattığı zaman değişikliğe uğramış olmaz mı?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Allah kadimdir (öncesi yoktur), mahlûkatı yaratmakla değişime uğramaz, bilâkis mahlûkat onun değiştirmesiyle değişikliğe uğrar.
İmran dedi ki: Efendim, bizler onu nasıl ve neyle tanıdık?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Kendisinden başka bir şeyle tanıdık.
İmran dedi ki: Ondan gayrisi kimdir?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Onun meşiyeti, ismi, sıfatı ve buna benzer şeyler ondan gayridir; bunların hepsi hâdis, mahlûk ve tedbir edilmiş (plânlanmış) şeylerdir.
İmran dedi ki: Efendim, o nedir?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: O, gökyüzünde ve yerde yaratmış olduklarını hidayet eden bir nurdur. Onun vahdaniyet ve birliğini ispatlayıp açıklamaktan öteye senin benim üzerimde hakkın yoktur. (bu kadarını açıklayabilirim)
İmran dedi ki: Ey efendim! Allah mahlûkatı yaratmadan önce konuşmuyor ve suskundu, ama mahlûkatı yaratınca konuşmaya başladı öyle değil mi?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bunun doğru olabilmesi için önceden nutuk ve konuşma olabilmeli ki, sonradan susmanın manası olabilsin. Bu aynen şuna benzer ki; lâmba konuşandır, ama susmuştur denilsin veya aydınlatıcıdan istenildiği yerde bizi aydınlatmak istiyor denilmez. Çünkü ışık ve aydınlık lâmbanın işi veya özü değildir ama aydınlatıcıdan başka bir şey de değildir. Bizlere ışık saçtığında bizi aydınlattı, biz de onunla aydınlandık diyoruz. İşte sen o ışıkla kendi işini görüyorsun.
İmran dedi ki: Efendim ben, yaratıcının mahlûkatı yarattığı zaman, halden hale geçtiğini ve değiştiğini zannediyordum.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: İmkânsız bir şey söyledin ey İmran! Yaratıcının bir halden bir hale geçebilmesi için onu değiştirecek bir şeyin olması gerekir. Ey İmran! Şimdiye kadar ateşin kendisini değiştirdiğini, hararet ve sıcaklığın kendisini yaktığını veya kendi bakışını gören birini gördün mü?
İmran dedi ki: Hayır efendim, görmedim. Söyler misiniz, Allah mı yaratıklarının içerisindedir yoksa yaratıkları mı O’nun içindedir?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: O bu gibi şeylerden münezzehtir; ne o yaratıkları içerisindedir, nede yaratıkları onun içindedir. O, bu gibi sözlerden çok yücedir. Şimdi Allah’ın gücü ve kuvveti ile onu sana tanıtacağım. Bana söyler misin, aynaya baktığında sen mi aynadasın yoksa ayna mı sendedir? Eğer hiç biri birbiri içerisinde değilse o zaman hangi şeyle aynayı kendine delil getiriyorsun ( kendini aynada görüyorsun)?
İmran dedi ki: Benimle ayna arasında olan ışık ve nurla.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Acaba aynadaki o nur, görmeni sağlayan gözündeki nurdan daha mı fazladır?
İmran dedi ki: Evet.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Öyleyse onu bize de göster.
İmran şaşırarak öylece kaldı.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ben bu nuru göremiyorum. Bu senden kaynaklanmadığı ve aynada olmadığı halde seni ve aynayı göstermekte yardımcı oluyor. Bu konunun daha fazla örnekleri de vardır ki, cahilin ona yolu yoktur. En yüce örnekler Allah’a aittir.
Daha sonra, İmam (aleyhi selâm) Me’mun’a dönerek “Namaz vakti gelmiştir” dedi.
İmran dedi ki: Efendim, kalbim yumuşamışken benim meselemi yarıda bırakmayın.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Namaz kılıp döneceğiz.
Sonra İmam ve Me’mun yerlerinden kalktılar. İmam (aleyhi selâm) içeride, diğerleri de Muhammed b. Cafer’in imametinde dışarıda namaz kıldılar. Daha sonra İmam (aleyhi selâm) meclise döndü ve İmran’ı çağırarak “Sorularını sor ey İmran!” diye buyurdu.
İmran dedi ki: Efendim, Allah Azze ve Celle’nin birliği hakikatle mi yoksa vasıfla mı anlaşılır?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Vahidi (tekliği) icat eden Allah Teâlâ önceden var olan mevcudun aynısıdır. Onunla bir şey olmaksızın sürekli tekti; birdir ve ikincisi yoktur. Ne malûmdur, ne de meçhul; ne muhkemdir, ne de müteşabih; ne mezkûrdur, ne de mensi (ne hatırlanandır, ne de unutulan). Ona kendisinden başka eşyalardan birisinin ismi verilecek bir şey de değildir; (özel) bir vakitte var olup belli bir vakte kadar kalacak bir mevcut da değildir. Ne bir şey vasıtasıyla ayakta durmuştur, ne de bir şeye kadar ayakta duracaktır. Hiçbir şeye dayanmadığı gibi hiçbir şey de saklanmamıştır. Bunların hepsi mahlûkatın yaratılmasından öncedir. Zira kendisinden başka hiçbir şey yoktu. Ona taktığın her sıfat, bir takım hadis (yaratılmış) olan sıfatlar ve anlamaya sebep olan bir tercümandır.
Bilmelisin ki ibdâ (icat etmek), meşiyet ve irade, üç isim olduğu halde anlamları bir şeydir. Onun ilk ibdâ, irade ve meşiyeti, her şey de esas idrak edilen her şeye kılavuz ve her soruya açıklayıcı kılan harflerdir. Bu harfler vasıtasıyla hak bâtıldan, fiil mefulden ve mana manasızlıktan ayrılır. Bütün her şey, bu harfler üzerine toplanmıştır. Harflere, yaratılışında kendilerinden başka sonu olan ve vücûdî bir mana verilmemiştir. Zira onlar, icat edilerek yaratılmışlardır. Bu arada Allah’ın ilk fiili nurdur ki onun kendisi de yer ve göklerin nurudur. İşte harfler bu fiilin sonucudur ve konuşmanın aslı bu harflerledir. Allah’ın yarattıklarına öğretmiş olduğu ibaretlerin hepsi otuz üç harftir, bunlardan yirmi sekiz tanesi Arapça’ya aittir. Yine yirmi sekiz harften yirmi ikisi Süryanî ve İbranîceye aittir. Geriye kalan beş harf ise, çeşitli bölgelerde bulunan diğer acem dillerinde dağılmıştır. Bu beş harf, yirmi sekiz harften ayrılan harflerdir. İşte böylece harfler, otuz üç harf olmuştur. Bu beş harf, bazı sebeplerden dolayıdır ki söylediklerimizden fazla açıklanması caiz değildir. Sonra harfleri sayıp sayılarını sağlamlaştırdıktan sonra onları kendi fiili olarak karar verdi. Aynen Allah’ın şu buyruğu gibi: “Ol dedi, oluverdi.” Burada “Ol” Allah’ın yaratmasıdır; onun vasıtasıyla yaratılan şey de mahlûktur. Allah’ın ilk mahlûku ibdâdır (yoktan var etmektir); onda ağırlık, hareket, işitilebilirlik, renk ve hissedilebilirlik yoktur. İkinci mahluku ise harflerdir; (onlarda da) ağırlık ve renk yoktur; işitilebilir ve vasfedilebilir bir mahiyettedirler, ama görülebilir bir kabiliyete sahip değillerdir. Allah Teâlâ’nın üçüncü mahlûku ise dokunulur ve hissedilir mahiyetteki her şeydir; tadılabilme ve görülebilme özelliğine sahiptir. Allah Tebarek ve Teâlâ ibdâdan öncedir. Zira ondan önce ve onunla beraber hiçbir şey yoktu. İbdâ da harflerden öncedir. Harfler kendilerinden başka bir şeye delâlet etmezler.
Me’mun dedi ki: Nasıl olur da kendilerinden başka bir şeye delâlet etmezler?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Zira Allah Teâlâ, onları mânadan başka bir şey için bir araya toplamaz (bir mâna teşkil etmeleri için birbirlerinin yanında toplar). Onlardan dört, beş, altı, daha çok veya daha az harfi bir araya getirdiği zaman önceden olmayan yeni bir mâna ortaya çıkar.
İmran dedi ki: Biz bunu nasıl anlayabiliriz?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bu konu şöyle açıklanabilir: Harfleri zikrettiğinde amacın onlardan başka bir şey değilse elif, bâ, tâ, sâ, cîm, hâ... Diye tek tek zikreder ve sonuna kadar sayarsın. Böylece kendilerinden başka bir mâna bulamazsın. Ama onları bir araya getirerek istediğin her hangi bir mâna için isim ve sıfat oluşturmak istersen kendi mâna ve sıfatlandırdığı şeye delâlet ederler.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Söylediklerimi anladın mı?
İmran dedi ki: Evet.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Bilesin ki sıfat mevsuftan (vasıflanan), anlamsız isim ve sınırsız da sınır olmaz. Bütün sıfat ve isimler, kemal ve vücuda delâlet ederler. Sınırlar gibi; -üçer, dörder ve altışar da olduğu gibi- kuşatma ve kapsamaya delâlet etmezler. Zira Allah Azze ve Celle, isim ve sıfatlar vasıtasıyla tanınır; uzunluk, genişlik, azlık, çokluk, renk, ağırlık ve buna benzer sınırlamalarla idrak edilmez; bunlardan hiçbirinin Allah hakkında geçerliliği yoktur; mahlûkat, onları tanımakla (bu sınırlar vasıtasıyla) Allah’ı tanımış olabilsinler. Ama Allah’ın sıfatlarıyla ona kılavuzluk edilir, isimleriyle idrak edilir ve yaratıkları vasıtasıyla ona delil getirilebilir; öyle ki, hakikat talep eden insan artık gözle görmeye, kulakla işitmeye, elle dokunmaya ve kalple kavramaya ihtiyaç duymaz.
Eğer isim ve sıfatları ona delâlet etmeseydi mahlûkatın ilmi onun anlamını idrak edemezdi. O halde mahlûkat onun anlamına (özüne) değil, isim ve sıfatlarına ibadet etmiş olurlardı; eğer bu şekilde olmasaydı tapılacak tek vücut Allah’tan başkası olurdu. Zira onun isim ve sıfatları ondan başka bir şeydir, anladın mı?
İmran dedi ki: Evet ey efendim! Daha fazla anlat.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Kalp gözleri körelmiş ve sapık olan cahillerin sözlerinden sakın; onlar Allah Teâlâ’nın ahirette sevap ve azap hususunda hesap sormak için hazır olduğunu, ama dünyada kulların itaat etmeleri ve ümitli olmaları için hazır olmadığını zannederler. Eğer Allah’ın hâzır olması onun için bir eksiklik ve aşağılık olsaydı ahirette de hiçbir zaman hâzır olmazdı. Ama böyle düşünenler şaşakalıp bilmedikleri yönden hakka karşı kör ve sağır olmuşlardır. İşte şu ayet de buna işaret etmektedir: “Kim bu dünyada kör ise ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır.” (İsra, 72) Bu ayetteki körden maksat, hakikatleri görmekten kör olandır. Akıl sahipleri biliyorlar ki ahirette olanlara delil getirmek, ancak bu dünyada olanlarla mümkündür. Kim onu kendi görüşüyle bilmek ve idrak etmek isterse, bu tutumuyla sadece ondan uzaklaşır. Zira Allah Teâlâ, özellikle onun ilmini akıl eden, bilen ve anlayan kimselerin yanında bırakmıştır.
İmran dedi ki: Efendim, bana “ibdânın” mahlûk olup olmadığını anlatır mısınız?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Suskun bir mahlûktur; (fakat) suskunlukla idrak edilmez. Hâdis olduğu için mahlûk olmuş, Allah onu icat etmiş, sonuçta o da onun mahlûku olmuştur. Allah ile onun arasında üçüncü bir şey yoktur. Allah’ın yaratmış olduğu şey, mahlûk olmaktan dışarı çıkmaz. Yaratıkları ya suskun, ya hareketli, ya çeşitli, ya aynı, ya bilinen veya benzerdir. Sınırlanabilen her şey Allah’ın mahlûkudur. Bil ki hislerin sana bulduğu her şey, hislerle idrak edilen bir mânadır. Bütün hisler, Allah Teâlâ’nın idrakinde onun için karar kıldığı şeye delâlet eder. Bunların hepsini kavrayış, kalpten (akıldan) kaynaklanmaktadır.
Yine şunu da bil ki hiçbir takdir ve sınırlama olmaksızın ayakta duran o tek vücut, takdirli ve sınırlı bir mahlûk yarattı. Yarattığı iki şey takdir ve mukadderdir. Bunlardan hiçbirinde renk, ağırlık ve tadılabilme özelliğine sahip bir şey yoktur. Onlardan birini diğerlerinin idrak edilmesine vesile kıldı ve her ikisini de kendiliğinden idrak edilir bir şekilde kararlaştırdı ve kendi başına ayakta durabilen hiç bir şey yaratmadı. Çünkü böylelikle kendi varlığını ispatlamak istiyordu. Allah Teâlâ tek ve birdir; onu ayakta tutacak, ona yardım edecek ve koruyacak ikinci bir şey yoktur. Ama mahlukat, Allah Teala’nın izni ve iradesiyle birbirini koruyorlar. Halk bu konuda ihtilâfa düştü, hatta ne yapacağını şaşırdı ve hayrete kapıldı. Allah’ı kendi sıfatlarıyla vasıflandırarak karanlıktan karanlık vasıtasıyla kurtulmaya çalıştılar. Böylece haktan daha da uzaklaştılar. Eğer Allah’ı kendi sıfatlarıyla ve mahlûkatı da kendi sıfatlarıyla vasıflandırsalardı kavrayış ve yakin ile konuşup ihtilâfa düşmezlerdi. Ama içinden çıkamadıkları (şaşkınlığa kapıldıkları) şeyi talep edince karışıklığa ve içinden çıkılamaz bir keşmekeşe yakalandılar. Allah dilediğini doğru yola hidayet eder.
İmran dedi ki: Efendim, Allah’ın sizin vasıflandırdığınız gibi olduğuna şehadet ediyorum. Ama başka bir sorum kaldı.
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ne istersen sor!
İmran dedi ki: Hekim (Allah) nerededir? Onu bir şey kuşatıyor mu? Bir yerden başka bir yere geçiyor mu veya başka bir şeye ihtiyacı var mı?
İmam (aleyhi selâm) buyurdu ki: Ey İmran! Sorduğun şeyde iyice düşün; çünkü bu, halkın karşılaştığı en karışık meselelerden biridir. Aklı az ve ilmi olmayanlar bunu anlayamazlar, ama insaflı akıllılar onu anlamaktan aciz kalmazlar. Birinci nokta şu ki, eğer Allah Teâlâ mahlûkatı onlara ihtiyacı olduğundan dolayı yaratmış olsaydı o zaman mahlûkatına ihtiyacı olduğundan dolayı onlara doğru hareket ediyor, dememiz caiz olurdu. Ama Allah azze ve celle, hiçbir şeyi ihtiyacı olduğu için yaratmamıştır. Her zaman sabittir; ne bir şeydedir, ne de bir şeyin üzerindedir. Ama yaratıklar, bazısı bazısını (ayakta) tutuyor, bazısı bazısına giriyor, bazısı da bazısından çıkıyor. Oysa Allah Teâlâ, kendi kudretiyle bunların hepsini ayakta tutmaktadır; bir şeye girmez, bir şeyden çıkmaz, onları korumak onu yormaz, onları ayakta tutmaktan aciz olmaz. Allah resullerinden, sırrını bilenlerden ve şeriatını koruyanlardan başka mahlûkattan hiç kimse onun niteliğini anlayamazlar. Allah’ın emri bir göz kırpmak veya ondan daha çabuk bir zamanda uygulanır. Bir şeyi istediğinde ona sadece ol der, o da Allah’ın irade ve isteğiyle oluverir. Mahlûkatından hiçbir şey ona başka bir şeyden daha yakın olmadığı gibi, daha uzak da değildir. Ey İmran! Söylediklerimi anladın mı?
İmran dedi ki: Evet efendim, anladım ve tanıklık ediyorum ki şüphesiz Allah Teâlâ, senin açıkladığın ve birliğini vasfettiğin gibidir; yine tanıklık ederim ki Muhammed (sallallahu aleyhi ve alih) onun hidayet ve hak dinle gönderilmiş olan kuludur.
İmran daha sonra kıbleye dönerek secde etti ve Müslüman oldu. Hasan b. Muhammed en-Nevfeli şöyle diyor: Diğer konuşmacılar aşırı cedel ehli olan ve o ana kadar da hiç kimsenin üstünlük sağlayamadığı İmran-ı Sabi’iyi bu şekilde görünce içlerinden hiç kimse İmam’a (aleyhi selâm) yaklaşarak soru sorma cesaretini gösteremedi. Derken akşam oldu. Me’mun ve İmam Rıza (aleyhi selâm) kalkarak içeri gittiler ve halk da dağıldı.
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1]— Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve alih) bu mucizesi öteki kitaplarda nakledilmemiştir.
'Kurtlar Vadisi de İran düşmanlığına alet edildi
Türkiye’nin en çok izlenen dizisi olan ve bazı komşu ülkelerde de izlenen Kurtlar Vadisi de Türkiye’deki siyasi çizgi dönüşümünden nasibini alarak Türkiye halkını İran’a düşman etmede kullanıldı.
Kurtlar Vadisi Irak” filmi ve önceleri İsrail karşıtı sahne ve söylemleriyle İran’da da sempati toplayan Kurtlar Vadisi adlı ünlü dizinin İran düşmanlığına alet edilmesi şaşkınlık yarattı.
Geçtiğimiz hafta 175. bölümü yayınlanan ve bu hafata da (dün) tekrarlanan Kurtlar Vadisi’nde beklenmedik bir şekilde İran düşmanlığı yapılması herkesi şaşırttı. Son zamanlarda Türkiye medyasında Suriye ve Irak aleyhine başlatılan soğuk savaş şimdi de açıkça İran’a karşı nefret yaratma çabasına dönüştü.
Önceleri İsrail ve ABD karşıtı söylem ve temaları işleyerek halktan sempati toplamayı başaran dizi, -yeterli sempati topladığından olacak- birdenbire İran ve Suriye aleyhtarlığının propaganda malzemesine dönüştürülerek Türkiye’nin Müslüman halkında İran ve Suriye düşmanlığı yaratmayı hedefleyen sahneler kurmaya başladı.
Dün tekrarı verilen dizinin 175. bölümünde İran, Türkiye’ye karşı casusluk faaliyeti yapan bir ülke olarak gösteriliyor ve İstanbul’daki İran konsolosluğunu basan Türk görevliler İran devletini aşağılayarak konsolosu yumrukluyor. Türkiye’de yaşayan İran asıllı vatandaşları ve çoğu Türk vatandaşını da rencide eden bu sahnelerin böylesine “milli” tandanslı bir dizide işlenmesi, Türkiye-İran ilişkilerini dinamitlemekten başka şeye yaramıyor. Daha önce de bazı dizi ve filmlerde İran devleti ve halkı aşağılanmıştı. Türkiye’nin Müslüman halkında İran’a karşı nefret yaratma girişiminin arkasında İsrail ve ABD’nin parmağı olduğu biliniyor. Bu dizi, hükümete yakın bilinen bir televizyon kanalında yayınlanıyor. Bu diziyi gerçekten İsrail karşıtı zanneden İran ise, geçtiğimiz yıl bu diziye İsrail ve ABD karşıtı bir filmin ortak yapımı için teklifte bulunmuştu.
Farsnews
İrancı olmak
Bu günlerde sıklıkla birileri hakkında bu ithamı duyuyorum: 'İrancı!'
Bir kişinin başka bir ülkeci olarak tanımlanmasına ne içerik, ne de dilin kullanımı açısından mana veremiyorum. Amaç bir başka ülke adına çalışmayı ima etmek ise eğer, bu kişiler 'bir şeyci' olmayı değil daha başka tanımlamaları hak ediyor. İşin ilginç tarafı bu ithamı birbirine karşı kullananlar, bir zamanlar toptan 'İrancı' olmakla suçlanan, aynı mahallenin şimdi farklı sokaklarda kalmış çocukları. Uluslararası ilişkilerde eleştirel bakış açısına sahip birisine (eğer bu kişi dindarsa) 'ama o İrancı' dedirten saikların neler olduğunu doğrusu çok merak ediyorum.
Bu kavramı 12 Eylül sonrasında ve 90'larda, 28 Şubat'ı kurgulayan ortamın içinde çok sık duyardık. 1979'da yapılan İran devrimi dünyaya Batının yönetmediği bir formülün mümkün olabildiğini göstermişti. Birçoğumuzun İran'a olan ilgisi bu yerleşik ve dünyayı sömüren uluslararası sisteme karşı bir çıkışın mümkün olabildiğini göstermesi açısından önemliydi. İran devrimi bizim için Batıya bir başkaldırı ve yerel olanın kazanmasıydı, imaj ve içerik olarak. İran'ın dini hüviyeti ikinci planda kalıyordu. Sosyolog Ali Şeriati'nin kitapları o yıllarda birçoğumuzun başucundaydı. Bize batının kavramları ve kültürü ile taarruzuna karşı duruşun dilini anlatıyordu. Özgürlüğü bizim kavramlarımızla tanımlıyordu.
O yıllarda 'İrancılık' ithamı laiklik düzenini tehdit eden, kontrol edilemeyen İslamcılar için kullanılırdı. Türkiye'deki yeni bir öcüleştirmenin arka planında en iyi argümanlar bu tanımla oluşuyor ve gelişiyordu. İran hakkında bir bölümü düzmece haberler ile 'Türkiye İran olacak' paranoyası oluşturuldu. Bu ülkenin kendi vatandaşlarını ötekileştiren, iç düşman olarak ilan eden koşullarda İrancılık oldukça etkili bir şifre oldu. Oysa bu mahallenin içinde birçok kişi gibi biz de daha devrimin ilk yıllarında İran'daki mezhepçi bakışı, farklı dini kültürlerin taşıyıcıları olduğumuzu fark edip kendi özgün yolumuzu çizmemiz gerektiğini anlamıştık. Elbette İran'ın kendi devrimini ihraç etme hayalleri, etkileme girişimleri hep oldu. Ama Türk Müslümanlığı içinde buna itibar eden kesimler hep çok marjinal kaldı. Onlar Şii ve Fars, biz Sünni ve Türk olduğumuz sürece bu etkilenmenin olamayacağı daha o yıllarda belliydi. Ayrıca o yıllarda Batı'nın İran'ı düşmanlaştıran enformasyonuna da itibar etmiyorduk.
İran'daki İslam devrimi pratiği hepimize çok şey öğretti. Ne düşmanı olduk, ne de 'fan'ı… 'Selamün aleyküm' diyenlerin, başörtü takanların fişlendiği, düşman ilan edildiği bir toplum mühendisliğinin de en gözde argümanının 'İrancılık' olduğunu daha o yıllarda çok iyi gördük. Aradan geçen zamanda Türkiye'de büyük değişimler yaşandı. Buna rağmen aynı mahallenin çocuklarının bugün birbirleri hakkında 'İrancı' suçlaması yapmaları, 'n'oldu?' sorusu ile birlikte beni çok şaşırtıyor. Bu kelimeyi her duyduğumda yeni bir mühendislik projesi ile karşı karşıyayız duygusuna kapılıyorum. Kendi geçmişlerinde İrancı genellemesi içinde hedefe koyulan insanlar neden, hangi amaçla bu tanımı yaklaşım farkı olan 'arkadaşları' için kullanıyorlar?
YAZININ DEVAMI İÇİN..
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AyseBohurler/iranci-olmak/35810
Ayşe Böhürler 12/01/2013
Arakanlı Müslümanları bekleyen tehlike
Ülkeden kaçan Müslümanlar Malezya, Bangladeş, Taylang gibi ülkelerde akrabalarına gitmek isterken insan tacirlerinin eline düşüyor. Gerekçe ise çok basit parasız kalan Arakanlı Müslümanlar para karşılığında satılıyor.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) yeni yılın ilk haftasında 2 binden fazla Arakanlı Müslüman'ın botlarla ülkeden kaçmak zorunda kaldığını belirterek, trajedinin her geçen gün büyüdüğünü bildirdi.
Trajedi hergün artıyor
BMMYK Sözcüsü Adrian Edwards, Cenevre'de düzenlenen basın toplantısında Myanmar'dan botlarla hayatını riske ederek kaçan Rohingya Müslümanlarının sayısının her geçen gün arttığını söyledi.
Hazırlanan rapora göre, yeni yılın ilk haftasında 2 binden fazla Rohingya'nın kaçakçıların botlarıyla ülkeden ayrıldığını anlatan Edwards, bu mültecilerin Güneydoğu Asya ülkelerine doğru kaçtıklarını ama son varış noktalarının net olmadığını kaydetti.
13 Bin Rohingya botlarla kaçtı
Geçen yıl 13 bin Rohingya Müslümanı Bangladeşlinin kaçakçıların botlarıyla Bengal Körfezi'ne açılarak tehlikeli bir yolculuğa çıktığının tahmin edildiğini dile getiren Edwards, bu kişilerden en az 485'inin 4 ayrı bot kazasında hayatını kaybettiğinin belirlendiğini ancak ölü sayısının çok daha fazla olabileceğini ifade etti.
İnsan tacirlerinin eline düşüyorlar
Mültecilerin kaçakçılar tarafından Tayland-Malezya sınırında tutularak Bangladeş'teki akrabalarını aramaları ve yolculuğun tamamlanabilmesi için para talep etmelerinin istendiğini anlatan Edwards, paranın ödenmemesi durumunda ise insan kaçakçılarına satılma riskiyle karşı karşıya kaldıklarını söyledi.
Edwards, kaç mültecinin yolculuğu tamamlayabildiğinin bilinmediğini belirterek, bu insanların vardıkları yerde de yakalanma ve geri gönderilme korkusuyla yaşadıklarını, BMMYK olarak geri gönderilmelerini engellemeye çalıştıklarını dile getirdi.
115 bin kişi yerinden edildi
Adrian Edwards, geçen yıl haziran ayında başlayan olaylar sonucu 115 bin kişinin yerinden edildiğini kaydederek, Bangladeş'e sığınan Arakanlı mülteciler arasında da umutsuzluğun arttığına işaret etti.
Yenişafak
Suikastı İran’a yıkma telaşı...
Suikastın yapıldığı gün Yeni Şafak gazetesi manşetten “İsrail ve İran yakın takipte” başlıklı bir haber yayınladı. Haber kısaca İmralı ile görüşme sürecinin İran ve İsrail’i hareketlendirdiği ve Tahran’ın Kandil ile görüşme talep ettiği ileri sürülüyor ve İsrail ve İran’ın görüşmelerden rahatsız olduğu görüşü işleniyordu. Bu haber suikasttan bir gün önce hazırlanmış ve suikastın olduğu gün yayınlanması tesadüf olabilir.
Ancak Hükümetin has gazetesi olan Yeni Şafak’ın bu haberi suikasttan de bağımsız olarak Kürt hareketinin Ortadoğu’daki saflaşmada mevcut konumlanışına karşı “İran’ın içinde yer aldığı ittifak çözüm istemiyor. PKK İran’la işbirliği halinde” propagandasını derinleştirerek Kürt halkı, PKK’nın bu mevzilenmesine karşı çıkması için kışkırtılıyor.
SUİKAST ile ilgili olarak hükümet yandaşı Bugün Gazetesinin Ankara Temsilcisi Adem Yavuz Twitter’da “Paris’teki infazlar nedense bana bir körfez ülkesinde ki infazları hatırlattı. Niyeyse artık” şeklinde yorumladı. Taraf Gazetesinin cemaatçi polis yazarı Emre Uslu ise İran istihbaratını adres göstererek “Bu infaz örgüt içi bir infaz gibi görünmekle birlikte özellikle Paris’te daha önce de benzer infazlar yapmış İran istihbaratının işi olma olasılığı da vardır” diyor. Uslu’nun bahsettiği İran istihbaratının benzer operasyonlarının en bilineni İran Kürdistan Demokrat Partisi Lideri Qasimlo’nun Avrupa’da bir evde infaz edilmesidir.
Özellikle Zaman Gazetesinin Kürt hareketine karşı yürüttüğü psikolojik harpte gönüllü görev almasıyla tanıdığımız İbrahim Güçlü, CİHAN’a verdiği ve Zaman sitesinde yayınlanan demecinde “PKK şu an bölgede bir ittifak cephesi içinde yer alıyor. İran, Irak ve Suriye bu cephe içinde. Rusya’ya kadar uzanan bir cephe mevcut. Bu cepheden bağımsız Türkiye ile uzlaşması mümkün mü? Bu hem Kandil’in hem de İran ve Suriye’nin çıkarlarına aykırı. Çünkü Türkiye’yi yıpratmak istiyorlar” diyerek hem İran işidir, hem de örgüt içi infaz diyenlere akıl verircesine “İran’ın olduğu blokla ittifak halindeki Kandil, onların yardımıyla bu suikastı gerçekleştirdi tezini işleyin” demeye getiriyor.
Suikastı İran’a yıkma çabası önümüzdeki günlerde yandaş medyada daha sık işlenebilir. Kürt hareketinin Ortadoğu’daki saflaşmada, Batı Kürdistan’da yönetimi ele alma kazanımı, Botan- Behdinan bölgesinde özellikle 2012 yaz aylarındaki askeri ve moral üstünlük sağlayan mevcut pozisyonu Kürt halkı ve Kürt hareketi içerisinde sorgulatılmak, aslında müzakere sürecini dayatan bu pozisyonun değişmesi için daha fazla çaba harcanacağı anlaşılıyor.
Tahahaber
Türk halkını ‘İran düşmanı’ yapmak için bu büyük gayret neden?
Medyada, daha önce de altını çizdiğim bir ‘çaba’ ya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Eskiden PKK’ya destek veren ülkeler olarak ABD’nin, İsrail’in, Almanya’nın, Fransa’nın, Suriye’nin, Irak’ın ve az da olsa İran’ın adı birlikte telaffuz edilirdi.
Fakat son zamanlarda yazı ve haberlerin malzemesi olarak yalnızca İran kaldı.
Özellikle de ABD ve İsrail’in bölgeye dönük planları ile bu iki ülkenin PKK’ya verdiği destek ustaca bir manevrayla gündemimizden çıkarıldı.
“İran PKK’ya destek veriyor” tezi analizlerin, yorumların ana teması haline geldi.
Bir kampanya var adeta.
İran gerçekten PKK’yı destekliyor mu? Bu soruya ne ‘hayır’, ne de ‘evet’ diyecek durumdayım.
Peki destekleyebilir mi? Elbette.
“Elbette” diyorum ama bu görüşüm bir tahminden, yorumdan, kanaatten öteye geçmez. Çünkü bu konudaki fikrimizi netleştirecek bir bilgi yok.
Zaten bu konuda fikir beyan edenler de görüşlerini bir bilgiye dayandırmıyor.
İran’ın PKK’yı destekleyebileceğine ihtimal veriyorum, çünkü devletlerarası ilişkilerde ahlakın, dinin değil, çıkarın esas olduğunu artık hepimiz gördük.
Böyle olunca da ‘devlet çıkarı’ için herkes her türlü pespayeliği yapabilir.
Benim dikkatimi çeken sözünü ettiğim kampanyayı yürütenlerin ağırlıklı olarak muhafazakar çevreden insanlar olması.
Siz “İran’ın PKK’ya destek verdiğini” ileri sürenlerden herhangi birinin tek bir delil veyahut bir istihbarat bilgisi ortaya koyduğunu gördünüz mü?
Devlet kurumlarının kevgire döndüğü bir ortamda İran’ın PKK’yı desteklediğine dair bir belge niçin sızmıyor?
Üstelik tersi bir durum var. Geçtiğimiz aylarda Başbakan Erdoğan’a defalarca soruldu: İran PKK’yı destekliyor mu?
Başbakanın “elimizde bunu kanıtlayacak bir belge yok” demesi bile bu arkadaşları durdurmaya yetmiyor.
Ortaya ‘dişe dokunur’ bir bilgi koyamadıkları halde her gün “İran PKK’ya destek veriyor” görüşünü bir kampanyaya dönüştürenlerin derdi ne? Bu işe niçin bu kadar coşkuyla girişmişler?
Niçin bütün iş geldi o kadar ülke arasından sadece İran’ın üzerine kaldı?
Niçin Türk halkını ‘İran düşmanı’ yapmak için bu kadar büyük bir gayret içerisindeler?
Haftada iki kez “İran PKK’ya destek veriyor” yazısı yazanlar, niçin ayda bir kez de dünyaya nizam-intizam veren ABD ve İsrail’in hesaplarına dikkat çekecek yazı yazmıyorlar?
Bu çabalarıyla bilinçli bir perdeleme yaptıklarını bile düşünüyorum.
İran’ı o kadar çok gündemde tutuyorlar ki artık kimsenin aklına ABD, İsrail, Almanya gibi ülkeler gelmez oldu.
Bir olay olduğunda bu ülkeleri aklımıza getirmeyi resmen unutturdular bize.
Birkaç gün önce medyanın ‘mümtaz’ bir şahsiyeti, “Alparslan Türkeş bir konferansta dedi ki bizim gerçek düşmanımız Sovyetler Birliği değil İran’dır” diye yazdı.
Bakar mısınız bu cümleye.
Alparslan Türkeş öncelikle kendi adı etrafında dolaşan tartışmalara bir açıklık getirseydi daha iyi olmaz mıydı?
Bu arkadaş bir zahmet bize İran’ın değil, Alpaslan Türkeş’in nerede, kimin yanında durduğunu anlatabilir mi?
Alparslan Türkeş bu işlere şahitlik edecek de Türkeş’e kim şahitlik edecek? Öyle değil mi?
Abdullah Öcalan da PKK’ya haber göndermiş: “Aman İran’ın provokasyonlarına dikkat edin” diye.
Bir tarafta Türkeş, diğer tarafta Öcalan. Ne muhteşem ikili değil mi?
Neyse devam edeyim.
Irak, Afganistan, Suriye’den sonra sıranın İran’a geldiği konusunda herkes neredeyse hemfikir.
Dünya sistemi İran’ı hedefe koymuş.
İsrail’in güvenliği için harabeye dönüştürülmemiş bölgede bir tek İran kaldı.
Tam da böyle bir dönemde İsrail’in değirmenine su taşımak hangi hesabın ürünüdür?
Üstelik “İran” diyenlerin neredeyse hepsinin aynı çevrenin insanları olmaları bir tesadüf mü?
Durmadan, yorulmadan, bıkmadan analiz ve yorum adı altında İran aleyhtarlığı pompalıyorlar.
İstiyorlar ki İsrail İran’a saldırdığında bu milletten bir ses çıkmasın.
Bu meselenin bir yönü. Bir başka yönü daha var.
“İran’ın PKK’yı desteklediğini" söyleyenlerin tek bir gün Türkiye’nin Suriye’yi yakıp yıkan, on binlerce insanın ölümüne neden olan silahlı harekete verdiği desteği eleştirdiklerini gördünüz mü?
Eğer mesele ahlakiyse, o zaman bunu da eleştirmeleri gerekmez mi?
‘Türkiye’nin çıkarları’ Suriye’de silahlı muhalefeti desteklemeyi gerektiriyorsa, o zaman İran’ın çıkarları da PKK’yı desteklemeyi gerektirebilir. Ne diyeceğiz buna?
Namuslu bir aydına yakışan her ikisini de eleştirmek değil midir?
İran’ın PKK’yı desteklediği gerçek olsa bile, bu durum bu arkadaşları içine girdikleri çabayı kirliliğinden kurtarmayacaktır .
Levent GÜLTEKİN 11/01/2013
Velayet Eksenli İslami Uyanış
Bugün ümmetin içinde bulunduğu dramın ve kanamakta olan yaranın tedavisi de ancak Veli-y-ül Emrin etrafında birlik ve vahdeti sağlamakla mümkün olabilir.
’Hiç Allah’ın, göğsünü İslam’a açması sebebiyle, Rabbi tarafından nura kavuşan kimse, kötü tercihinden ötürü fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun, kalpleri Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara! İşte onlar besbelli bir sapıklık içindedirler.’’ 39/22
Evet!. Yirmi birinci yüzyılın insanının kalbini İslam’a açmasıyla tekvini olarak (kainat kitabından) tenzili olarak (Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinden) damla damla akan ilahi nurun gerçekleştirmiş olduğu uyanışla İmam Humeyni’nin kıyadetinde büyük İslam Devrimini gerçekleştirmiştir. Tarihin karanlık kapısına kilit vuran ve aydınlatıcı kapısından ilham alarak gerçekleşmiş olan “İslam İnkilabı” tarihe yeni bir sayfa açarak, “İslami Uyanışın” başlangıç tarihini, asrın tarihinin baş sayfasına yeniden yazmıştır.
İslam ümmetine karanlık bir dönem yaşatan müstekbir ve sömürgeci Batılı devletler ve zalim sultanların tarihe bırakmış oldukları kirli izler, insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir. Miras olarak tarihten günümüze bırakılmış bu cinayet şebekesi hala ecdatlarının işlemiş olduğu cinayeti sürdürerek necip bir milletin torunları olduklarının iftiharını yaşarlar. O gün ve bugün işlemiş oldukları cinayetlerin ve dökmüş oldukları kanları ve gasbettikleri İslam ümmetinin milli servetlerinin hesabını sormak için uyanmış mü’min ve muvvahitler korku perdesini yırtarak, izzetli bir duruşla İslami motifli Batı yanlısı olan zalimler karşısında durarak hak cephesinde yer almışlardır.
Bu uyanışın doğru bir çizgi üzerinde hedefine gidebilmesi için, devrim lideri İmam Humeyni’nin (r.a) tesis ettiği “Velayet-i Fakih” çizgisinde hareket ederek “Veli-y-ül Emr’e” itaat etmekle ancak varılabilinir.Ümmet cami-u şerait olan bir lider ekseninde toplanmadıkça şer güçlerin aldatıcı ve oyalayıcı şeytani oyunlarından kurtulması mümkün olamaz; zira tarih bize tanıklık etmektedir; tarihte bağımsızlık ve istiklal savaşını veren Türkiye, Cezayir, Libya, Tunus, Mısır vs. devletler her ne kadar bağımsız birer devlet olduklarını iddia etmiş olsalar da İngilizlerin, Fransızların ve Amerika’nın esaret zincirinden hala kurtulamamışlardır; zira tek ümmet, tek lider, tek siyaset ve tek ekonomi olmadıkça insanları parça parça ederler ve lokma lokma yutarlar; bu nedenledir ki yüce Allah tefrikanın ve ayrılığın bir ateş çukuru olduğunu beyan ederek kullarını uyarır.
‘’Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve o’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.’’ 2/103
Ayetin nüzul sebebi:
İslam’dan önce Medine’de yaşayan iki büyük kabile olan Evs ve Hazreç kabileleri arasında Yahudiler tarafından yapılan fitne ve yaktıkları tefrika ateşi sebebiyle tam 120 yıl Yahudiler bu iki kabileyi savaştırmış ve kendilerine hizmet ettirmişlerdir; ancak yüce İslam peygamberi Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra bu iki kabile arasında imanın gereği olan kardeşliği İslam bağıyla birbirine kenetleyerek aradaki adaveti ve husumeti kaldırmıştır. Artık dünün düşmanları bugünün kardeşleri olmuştur; peygamberin ilahi emirle gerçekleştirmiş olduğu bu kardeşlik bağı Yahudilerin yüzündeki maskeyi düşürerek onların fitneci yüzlerini onlara tanıtmıştı. Ne var ki Müslüman olduktan sonra cahil ve bilgisiz dostlar tekrar bilgili ve şeytan olan Yahudilerin oyununa gelerek savaş kıvılcımlarını yeniden başlatırlar; bunu duyan peygamber süratle savaşacakları mahale gider ve iki kabile arasında durarak nazil olan yukarıdaki ayeti iki kabileye okur ve onların birbirinin kardeşleri olduğunu onlara hatırlatır ve Yahudilerin hazırlamış olduğu fitne ve tefrika tezgahı oyununa gelmemelerinin uyarısını yapar.
Bu eylemiyle yüce İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) ümmetine yol haritası çizerek gidiş yolu üzerindeki düşman tarafından hazırlanmış ama üstü örtülü ateş çukurlarına düşmemelerinin uyarısını yapar ve dikkatli olmalarını ister. Bu ateş çukurlarından en tehlikelisi olan kabilevi, ırki ve milliyetçi faşizan duygular ve taasuplardır. Siyonist ve emperyalist güçler İslam ümmetine en çok bu kanaldan yaklaşarak ümmet birliğini bozarak onlar arasında kin, husumet ve hatta savaş bile çıkarırlar. Bu nedenle yüce Allah (va’tesimu biheblillah) emrini vererek “Veli-y-ül Emr’in” etrafında Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak birliği ve vahdeti sağlamalarını ister.
İkinci tehlikenin tefrika olduğunun uyarısını yapar (Vela teferreku) diyerek ateşin kenarında olduğunun ikazını yapar; bilindiği gibi Firavunun siyasi planlarından biri olan toplumları parça parça yaparak tefrika ateşinin çukurunda cayır-cayır yakarak kendi ilahlığını ilan etmiştir. Firavun’un bu planı hala sömürgeci siyonist müstekbirler tarafından kullanılarak bilinçsiz ve geri kalmış toplumları sac kavurması gibi tefrika ateşinde kavurmaktadır. Buna binaen Cenab-ı Allah (Vela teferreku) emrini vererek, İslam ümmetini birliğe davet eder.
Üçüncü tehlike şeytanın vasıflarından biri olan kibir, kendini beğenme ve üstünlük taslama; bu hastalık ümmetin devamlı kanayan yarası olmuştur. Bunun tedavisi ise iman ve takvaya davet eder ve şöyle buyurur: (Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin) diyerek tefrikaya düşmemelerini ister. Tüm bunlar Allah’ın elçisi veya onun canı olan imamın veya naibinin etrafında birleşmekle mümkün olabilir. İşte İslami uyanış bu ilkeler üzerinde gerçekleştiği zaman İslami uyanış olduğu kanıtlanabilinir. Şu bir gerçektir ki velayet eksenli olmayan uyanışlar yine müstekbirlerin siyasi çarklarının dişlileri arasında ezilerek yok olur. Yakın tarihimizde bağımsızlık mücadelesi veren ülkeler velayet eksenli olmadığından yine müstekbirlerin açmış oldukları kuyuya düşerek sömürülmüşlerdir. Ancak uyanmış İran halkının” Velayet” ekseninde gerçekleştirmiş oldukları bağımsızlık payidar kalmış ve İslam düşmanlarına korkulu rüyalar ve anlar yaşatmaktadır.
Milletlerin bekasında birlik ve vahdetin rolü:
‘’Allah’ın dinine sımsıkı sarılın’’Emri; bir millette serbülent, başı dik, özgür ve şahsiyetli bir yaşamın sütunlarını oluşturur. Bu sütunlar tevhidin, nübuvvetin, imametin ve velayetin ekseninde birliğin, beraber oluşun ve kardeşliğin kimliğini ortaya koyarak ümmet olmanın zevkini insana yaşatarak o milletin bekasının garantisi olur. Zira ulvi duyguları geliştirmenin, olumsuz duyguları yönlendirme ve terbiye etmenin esaslarını vahiy belirlemiştir. Vahiy de peygamberler vasıtasıyla gelir. İnsanlığın ferdi, sosyal, hukuki hatta teknolojik kalkınmasını, kısaca maddi ve manevi yükselmesi, Cenab-ı Hakk’ın peygamberleri aracılığıyla göndermiş olduğu hakikatler sayesindedir. Çünkü medeniyeti, nezaketi, nezaheti ve diyaloğu insanlığa ilk olarak peygamberler öğretir. Yaradılışın sebebi, hayatın sırrı, kainatın manasını ve muamması ancak peygamberlerin sayesinde çözülür ve hayat ancak onların sayesinde boşluktan kurtulur ve değer kazanır.
Can yakıcı tefrika ateşinin kuyusundan insanı kurtaracak olan ilahi elçiler ve onları günümüzde temsil eden “Veli-yyi Fekih” ümmet birliğinde ve İslami uyanışın hedefine doğru ilahi çizgi üzerinde hareket etmesinde temel sütundur; zira günümüzün mozaik ve oldukça karanlık siyasetleri arasında hedefi pürüzsüz tesbit etmede ve yol güzergahını çok iyi seçebilmede velayet makamındaki rehberin yol göstericiliği çok önemlidir. Bugün ümmetin içinde bulunduğu dramın ve kanamakta olan yaranın tedavisi de ancak Veli-y-ül Emrin etrafında birlik ve vahdeti sağlamakla mümkün olabilir. Allah’ın ipi olan din-i mübini İslama bağlanmayı emreden ayetin metninde var olan gerçek de budur.
Tefrika beşeriyetin hayatını olumsuz yönde etkilediği gibi, insanın ulvi değerlerini de hayvani değerlere tebdil ederek adata vahşi bir hayvan gibi saldırgan ve kan dökmekten zevk alır. Buna binaen yüce Allah (vela teferreku) emriyle ümmeti İslamın uyanmasını ve evvel emirde ilmi, ahlaki ve cesur bir kimliğe sahip olan bir liderin etrafında birleşmeye davet eder. Çünkü günümüz dünyasında şer güçlerin kin ve nefret tohumlarını ekerek İslam ümmeti üzerinden sermaye yaparak onların kanlarını döktükleri gibi, onların tabii kaynaklarını da yağma ederek ülkelerine götürmekteler. Bu acı manzarayı İslam ümmetine yaşatan ümmetin tefrika içinde birbirleriyle soğuk ve sıcak savaş yapmalarından ileri gelmektedir.
Her ne kadar İslam ümmetinin uyandığı iddia edilmekte ise de, düşmanlar yeni siyasetlerle yeşil ışık yakarak yeni tefrika kapılarını oluşturmaktadır ve ümmet tekrar düşmanın oyununa gelerek ılıman islam’ın temellerini biraz daha muhkemleştirerek batının nüfuzunu artırmaktalar. Açık bir örnek verecek olursak; NATO’nun füze rampalarının ve patriotlarının askerleriyle birlikte İslam beldelerine yerleştirerek İsrail’in güvencesini sağlamak ve Müslümanları da tehdit altında tutmaları ve Türkiye Müslümanlarının da bunu çok rahatlıkla kabul etmeleri, hangi İslami gelişmenin veya uyanışın delili olabilir?..Milliyetçi duygularla necip bir millet ve ulus bir devlet olduklarını iddia edenler Batı’ya köle ve İsrail’in koruyuculuğunu üstlenmiş bir hükümete alkış tutanlar, nasıl bir İslami gelişmeden veya uyanıştan bahsedebilirler?...
İslami uyanış ancak cami’u şerait olan ilmiyle, takvasıyla ve cesaretiyle zalim ve şer güçlerin el ve ayaklarını İslam beldelerinden keserek (la şerkiyye ve la garbiye!.. el islamiyye islamiyye!...) diyen yiğit liderin etrafında birleşenler İslami uyanışa imza atmış kimseler kabul edilirler. Batıya sonuna kadar kapılarını açan ve onlarla beraber olmanın iftiharını yaşayanlar, değil islami uyanıştan belki İslam’dan dahi nasibini almamış olan kimselerdir.Amerika’nın ve Batı’nın kabul ettiği bir İslam’la şahinleşenler, velayet nuruyla aydınlanmış Hz. Huseyn’in mektebinin mü’min ve muvvahit müslümanlarını aldatacaklarını sanmasınlar, zira iman nuruyla velayet gölgesinde onların çirkin emellerini görmekteler. Velev ki cami yapsalar ve hutbe irad etseler dahi Amerikancı bir islamı ve laik bir sistemi korudukları müddetçe ve velayeti fakihe bağlanmadıkça mü’min ve muvvahitler onlara dostluk elini uzatmayacaklar; İşte bunun adı islami uyanıştır!..
Zulmün ve küfrün karşısında Huseyn-i bir duruş!..
Zalimlerin ve saltanatçı zihniyetlerin ok, kılıç ve mızraklarıyla dökmüş oldukları temiz ve mübarek kanların, sulamış oldukları yer küresi üzerinde yeşeren asrımızın yiğit müslümanları günümüz Yezit’lerine ve onları sömüren müstekbirlere korkulu rüyalar yaşatmaktalar. İlmi gelişmelerle, bilimsel çalışmalar neticesinde elde etmiş oldukları teknik ve teknolojide baş döndürücü ilerlemelerle, düşmanı yenilgiye uğratacaklarının korkusunu yaşatmaktalar.
Velayet ekseninde gelişmekte olan bu ilmi çalışmalar, sömürülmekte olan ülkelerin halklarının uyanışına sebep olmuştur. Zira sömürgeci ülkeler İslam ümmetinin birşeyler yapamayacağının ve ilim ve teknolojiden asla ve asla anlayabilmeyeceklerini onlara kabul ettirerek, zeki ve başarılı çocuklarını da satın alarak ve onlara imkanlar vermek suretiyle okutmuş ve kirli emellerine hizmet ettirmişlerdir; ancak İslam Devrimiyle gerçekleşen göz kamaştırıcı teknolojik büyüme, mü’min kalplere akan damla damla ilahi nurla korku perdesini yırtarak, sömürgecilere karşı özgürlük meş’alesini yakarak, karşı durma cesaretini kendilerinde bulmuşlardır.
Müslüman gençleri; İslam’dan uzaklaştırmak için geri kalmışlığı İslam’a mal eden şer ve zalim güçlerin, İslam devrimiyle yüzlerindeki maske düşerek ne kadar yalancı, aldatıcı ve hain oldukları gün yüzüne çıkmıştır.
İslami uyanışın temel sütununun “Velayet” olduğunu bilin ve sımsıkı ona sarılın inancıyla hoşça kalın.
Muhammed Avcı 10/01/2013
TAHA HABER