
کارگر
İran ve Hindistan 15 işbirliği belgesi imzaladı
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Hindistan Başbakanı Narendra Mudi’nin resmi daveti üzerine üst düzey siyasi ve iktisadi bir heyet başkanlığında Haydarabad’a gitti.
Cumhurbaşkanı Ruhani’yi resmi karşılama töreni ise Cumartesi günü başkent Yeni Delhi’de düzenlendi ve ardından iki ülkenin üst düzey heyetlerinin müzakereleri tamamlandıktan sonra İran ve Hindistan’ın üst düzey yetkililerinin huzurunda bir kaç işbirliği belgesi imzalandı.
Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Hindistan’a yaptığı üç günlük resmi ziyareti sırasında iki ülkenin üst düzey yetkilileri toplam 15 ticari ve iktisadi belge imzaladı.
Hindistan Başbakanı Mudi:Ruhani ile çok verimli görüşmelerimiz oldu
Hindistan Başbakanı Narendra Mudi twiter hesabında İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile çok verimli görüşmeleri olduğunu belirtti.
Başbakan Mudi, Ruhani ile iki ülke arasındaki işbirliğini derinleştirme yollarını detaylı bir şekilde görüştüklerini ifade etti.
Mudi ayrıca İran ve Hindistan arasında iki milletin yararına olacak önemli anlaşmaların da imzalandığını vurguladı.
Şii ve Sünni Müslümanların Dayanışmaları Topluma Yansıtılmalı
İslam İnkılabı Rehberi, İran İslam Cumhuriyetinin, düşmanların tüm askeri ve kültürel komplolarına ve yaptırımına rağmen modern cahiliye karşısında durmasının, halkın iman ve fedakarlığından kaynaklandığını bildirdi.
İmam Hamanei'nin 5 Şubat 2018 tarihinde "Sistan ve Belucistan Şehitleri Kongresi"nin yetkilileriyle yaptığı görüşmedeki konuşma metni, bugün sabah saatlerinde bu toplantının düzenlendiği Zahidan kentinde yayınlandı.
İnkılap Rehberi’nin beyanatındaki bazı satırbaşları şu şekilde:
Farklı eyaletlerde şehitlerin azametli ve görkemli bir şekilde anılarak takdir edilmesinin gerekli ve yararlı bir iş olduğunu bildiren İslam İnkılabı Rehberi özellikle Sistan ve Beluçistan eyaletinin farklı kesimlerinin bir araya gelerek bu mazlum bölgenin sahip olduğu şehitlerini takdir etmesinin ise çok yerinde ve olumlu bir girişim olduğunu bildirdi.
Gacar ve Pehlevi yönetimi döneminde, önemli yeteneklerin bulunmasına rağmen Sistan ve Beluçistan halkına ilgisiz kalındığını ve bunun da bölge yeteneklerinin kendini gösterememesine sebep olduğunu belirten İmam Hamanei, Sistan ve Beluçistan eyaletinin de Kürdistan ve Gülistan eyaletleri gibi Şii ve Sünni Müslümanlarının birlik, kardeşlik ve dayanışmaları yönünde bir simge durumunda olduğunu, kültürel ve sanatsal çalışmalarla bu gerçeklerin tüm topluma yansıtılması ve gösterilmesi gerektiğini bildirdi.
İslam İnkılabı Rehberi, sarsılmaz İman'ın tam tecellisinin iman, direniş, şehitler ve fedakarlık ruhunda saklı bulunduğunu hatırlatarak, İslam nizamının şehitlerin taazim ve tekrimine ihtiyacı olduğunu söyledi.
İslam inkilabına karșı vazifemiz
Allah'ın adıyla..
Bilindiği üzere, İslam dini ve İslam’dan önceki dinlerin ve Peygamberlerin(sa) gönderiliş sebebi, insanlara hidayet yolunu göstermek, güzel ahlakı tamamlamak, adalet hükümetini kurarak insanlar arasında, hatta tüm varlıklar arasında adaleti sağlamaktı, diyebiliriz kısaca.
Yani halk için, adaletli bir yӧnetim şekli getirerek İslam hükümetini kurmak ve bunu kıyamet gününe kadar gelecek olan tüm kavimler için evrenselleştirmek, insanlara İslam adaletiyle yol gӧsterip, refah ve huzur içerisinde dünya ve ahiret saadetine kavuşturmak için rehberlik etmektir.
Zira Kur’an-ı Kerim’de şӧyle buyurulur:
- ..Şüphe yok ki biz, Tevrat'ı indirdik, onda doğru yola sevk ediş ve nûr var. Allah’a teslîm olan peygamberlerle hükümleri bilenler ve Allah kitabını korumaya memûr olan bilginler, Yahûdilere, hep ona göre hüküm verirlerdi…. (Ahzap 44)
Ve yine, ….Onların izinden de, ellerinde bulunan Tevrât'ı gerçeklemek üzere Meryemoğlu İsa'yı gönderdik ve ona, içinde doğru yola sevk eden hükümler ve nûr bulunan ve ellerindeki Tevrât'ı gerçekleyen, çekinenleri doğru yola sevk eden sakınanlara öğüt olan İncil'i verdik. (Ahzap 46)
- …Ve sana da, önceki kitabı gerçekleyen ve ona, emin bir tanık olan kitabı, gerçek olarak indirdik. Artık aralarında, Allah'ın indirdiğine göre hüküm ver ve sana gelen gerçekten dönüp onların isteklerine uyma. Sizden her birinize bir şeriat, bir yol tâyin ettik …… (Ahzap 48)
Yukarıdaki ayetlerdende anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber(saa) efendimizin dӧneminde bildiğimiz gibi İslam hükümeti mevcuttu ve İslam’ın nüfuz ettiği yerlerde İslami yӧnetim vardı, tüm kanun, kural ve hükümler İslam’ın kurallarına gӧre düzenlenirdi.
Yani şimdiki mevcut kokuşmuş yӧnetim şekilleriyle hükmedilmezdi. Bilakis Allah ın indirdikleriyle hükmedilirdi. Yani asr-ı saadetteki hükümetin Anayasası Kur’an-ı Kerimdi.
Zira Kur’an-ı Kerim şӧyle buyuruyor:
….Allah'ın indirdiği hükme uygun olarak hüküm vermezlerse onlardır kâfirlerin ta kendileri. (Ahzap 44)
…Allah'ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse onlardır zâlimlerin ta kendileri. (Ahzap 45)
….Ve kimler Allah'ın indirdiği hükme göre hüküm vermezlerse onlardır Allah’ın buyruğundan çıkanların ta kendileri. (Ahzap 47)
Yani din siyasetin ӧzüydü, Hz. Peygamber saa) bizzat kendisi gerektiğinde devlet başkanı, gerektiğinde ordu komutanı veya insanlar arasında ki anlaşmazlıklarda aralarında hüküm veren bir hakimdi.
Yani dinin devlet işlerinden ayrılması diye birşey sӧzkonusu değildi.(!) Ama malesef sonraları, dinin sağlam duruşundan, nemalanamayan, dinin adil yӧnetim şeklinden hoşlanmayan, dünyevi saltanatlarına ters düşen topluluklar ve güçler Hz. Peygamber (sav) efendimizden sonra hilafeti saltanata dӧnüştürdüler.
Bu bağlamda șunu sormak lazım ki :
-Müslüman ümmetine, Peygamberimiz (saa) in hükümetini korumak, gӧzetmek, kabullenmek müslümanlara farz mıydı, değil miydi?
Bu soruya her imanlı müslümanın vereceği cevap “evet, tabiki farzdır”, şeklinde olmalıdır.
Dedik ki, İslam’ın evrensel adalet hükümeti, dünya var oldukça devam etmeli ve birileri, Hz. Peygamber(saa) efendimizin bayrağını kıyamet gününe kadar layıkıyla taşımalıydı ama maalesef bu bayrağı zorbalıkla ehlinden alıp gasp ettiler ve hilafeti saltanata dӧnüştürdüler buna tarih şahittir.
Ӧyleyse Hz. Peygamber (saa) efendimizin getirdiği bu güzel din, evrensel olduğuna ve ahiret gününe kadar devam edeceğine gӧre, müslümanlar içerisinde bir takım gruplar, kavimler ya da topluluklar, bu İslam dininin kurallarını ӧlçü edinip, yӧnettikleri topluluklar üzerinde etkin kılmalılar. İyi yada kӧtü, bir eksik bir fazla,.. Kur’an-ı Kerim’in indirdikleriyle hükmetmeliler.
Bӧyle bir yӧnetim, acaba günümüzde dünya devletleri arasında var mıdır? Varsa hangi devlet ya da devletler temsil ediyor olabilir? Artısı eksisiyle (!)
Ve bu devlet, hükümet hangisi ise onu da aynı Peygamber (saa) efendimizin hükümeti gibi korumak, kollamak yardım edip daha da sağlamlaştırmak ve evrensel adalet devletinin kurulmasında rol almak gerekmez mi ?
İslami hükümetlerin gӧrevlerinden bir kaçını şu şekilde sayabiliriz.
-Hükümetler maddi, manevi, ahlaki ve sosyal adalet vs gibi konularda halka hizmet etmek zorundadırlar.
-Halkın arasında din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapmadan inanç ve düşünce ӧzgürlüklerine saygı duymak, ( İslami değerlerden ӧdün vermemek şartı ile) bunu halka sağlamak, halkın dini farizelerini yerine getirmesinde kolaylık sağlamalıdır.
-Basında yayında iyilikleri emredip, kӧtülüklerdende men etmek, yani bir insanın kӧtü işler yapabilmelerine imkan tanımamak, en azından zorlaștırmak, ӧrneğin insanların her sokak başında içki içebilecekleri yerlere veya kumar oynayabilecekleri alanlara müsade etmeyerek insanları kӧtülüklerden korumak.
-Ya da toplumda sosyal yardımlaşma konusunda insanları motive edecek programlar, aktiviteler yapmak, İslam’ın insanlara kadın olsun, erkek olsun ne denli değer verdiğini, insanın İslam ile değer bulduğunu, İslami emir ve yasakları bütün ayrıntı ve felsefeleriyle anlatan, proğramlar hazırlayarak sosyal medya gibi iletișim araçlarını halka hizmet için kullanmak,
-İslam dininin tüm usul ve fur-uˈlarının yaşanmasına imkan sağlamak, mesela bir çok ülkede fur-u dinden olan Tevella ve Teberra hükmüne amel edilemiyor, İslam düşmanlarına karşı protesto yürüyüşü düzenlenemiyor, zalimlerin mazlumlara yaptıklarını haykıramıyorsun, ӧrneğin cuma hutbelerinin ikinci hutbesi siyasi konuşma olması gerekirken, dünyada gelişen aktuel olayları paylaşması gereken cuma imamları, bir çok İslam ülkesinde yasak olduğundan korku ve endişelerinden dolayı bu hükmü yerine getiremiyorlar.
Bu ve benzeri olaylara baktığımızda birçok şeylerin bir çok İslami ülkede olmadığını gӧrebiliriz. Eğer bir ülkede hele hükümet bazında Allah düşmanlarına karşı, haykırmak, cuma hutbelerinde siyasi hutbeler ve Allah düşmanlarının aleyhinde konuşmak yasaksa, bӧyle ülkeleri İslami hükümetler olarak nitelendirmek kesinlikle yanlıştır, zira dinin temelinde, sosyal adalet, eșit gelir dağılımı, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek, “Tevelli ve Tebarri” temel inanç sistemini hükümetlerin sistemine, merkezine yerleştirmeden İslami hükümetler olamazlar.
Fakat bu temel inancı, sistemine yerleştiren, hükümet bazında her platformda mazlumların hakkını savunan, zalimlerin tüm fitne ve oyunlarını yüzlerine karşı korkmadan, çekinmeden, cesaretle dünya kamuoyuna açıklayan ve tüm oyunlarını bozan, Muhammedi (saa) İslam’a en yakın yӧnetim şekli olan İran İslam inkilabını korumak, kollamak tüm müslümanlara farz değil midir?
Şu anda Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünya siyasetine yӧn veren, bütün dünya ülkelerine karşı müslümanıyla, Hıristiyanıyla, Yahudisiyle bütün emperyal ve siyonist güçlere karşı tek başına mücadele veren, mazlumların hakkını savunmaya çalıșan ve adalet devletinin kurulmasına zemin hazırlamaya çalıșan bu inkilabı korumak kollamak müminlerin vazifesi değil midir?
Vazifemizi bilme ümidi ile … !!
Mehmet Yüksek
İran Eski Dışişleri Bakanı:Ortadoğu’yu Rehin Almaya Gelen Amerika’nın Kendisi Rehin Alındı
Washington'un bölgede attığı her adımda yenilgiye uğratıldığını kaydeden Muttaki, Amerika'nın artık elindekilerle yetinmeyi bilmesi gerektiğini belirtti.
Eski İran Dışişleri Bakanı Manuçehir Muttaki, "Ortadoğu'yu rehin almaya gelen Amerika'nın kendisinin rehin alındığını" söyledi. Ulusal Kanal'a özel açıklamalar yapan Muttaki, bölge ülkelerinin birlikteliğinin de tüm sorunları çözeceğini vurguladı
Amerika'nın bölgede rehin alındığı tespitini yaptı. Bölge ülkelerinin işbirliğinin önemini vurguladı.
Eski İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttaki, Ankara ve Tahran arasındaki ilişkiler ile bölgedeki gelişmelere ilişkin Ulusal Kanal'a özel açıklamalar yaptı.
Bölgeyi rehin almaya gelen Amerika'nın kendisinin rehin alındığını söyleyen Muttaki, "Amerika Dünyanın kendisinden korkmadığı sonucuna vardı" ifadelerini kullandı.
Washington'un bölgede attığı her adımda yenilgiye uğratıldığını kaydeden Muttaki, Amerika'nın artık elindekilerle yetinmeyi bilmesi gerektiğini belirtti.
İran ve Türkiye'nin bölgede çözdüğü krizlere ilişkin örnekler veren Muttaki'ye göre, bölge ülkeleri birlikte tüm sorunları çözer.
Geçmişte, Türkiye, İran, Irak ve Suriye'nin "Şamgen" adıyla vize serbestisi uygulaması başlattığını hatırlatan Muttaki, benzer işbirliklerinin yine olabileceğini kaydetti.
Muttaki, bakanlıktan sonra Uluslararası İslami Takribi Mezahib yani Mezheplerin Yakınlaşması Kurumu Başkan Yardımcılığı görevine başladı. İranlı eski bakan, yeni görevi gereği Türk Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ile görüşme yaptığını da açıkladı.
260 Farsça kanal İran aleyhinde propaganda yapıyor
İran Devlet Radyo Televizyon Kurumu İDRTK Başkan Yardımcısı Rıza Alidadi, Farsça yayın yapan tam 260 kadar kanalın İran aleyhinde propaganda yaptığını açıkladı.
Alidadi, söz konusu 260 kanal özellikle İran’da son günlerde yaşanan huzursuzluklarda geniş çapta nizam karşıtı propaganda yürüttüklerini ifade etti.
Alidadi, geçen sene İran karşıtı yayın yapan kanal sayısı 150 iken, bu sayı bu yıl tam 260’a yükseldiğini vurguladı.
İsrail'in Vur Kaç Dönemi Sona Erdi
İslam inkılabının zafer yıldönümü yürüyüşünün kulisinde gazetecilere konuşan İMGYK Sekreteri Ali Şamhani, İsrail’in vur kaç dönemi sona erdiğini belirtti.
İslam inkılabının zafer yıldönümü yürüyüşünün kulisinde gazetecilere Suriye ordusunun korsan İsrail’e ait bir F-16 savaş uçağını düşürmesini değerlendiren Şamhani, Suriye ordusu İsrail’in vur kaç dönemi sona erdiğini ispat ettiğini belirtti.
Şamhani ayrıca İsrail’in İran’a ait bir İHA’yı düşürdüğü iddiası saçma olduğunu, çünkü bir İHA’yı düşürmek için bir F-16 kalkmayacağını ifade etti.
Şamhani, İran Suriye’de sadece askeri müsteşar düzeyinde bulunduğunu, siyonistlerin Suriye’de İran’a ait bir üssü vurdukları iddiası da büyük bir yalan olduğunu ifade etti.
Erdoğan İle Ruhani Suriye'yi Görüştü
Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ardından İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yle de telefonda görüştü.
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarının verdiği bilgiye göre iki lider arasında bugün gerçekleşen görüşmede, Suriye meselesindeki son gelişmelere dair fikir teatisinde bulunuldu. Türkiye, Rusya ve İran’ın ilkini Soçi’de gerçekleştirdikleri liderler zirvesinin ikincisinin İstanbul’da yapılması hususu Ruhani’yle yapılan görüşmede de teyit edildi.
İki lider, bölgesel sorunlar çerçevesinde, Türkiye ile İran arasında terörle mücadele ve güvenlik konularında işbirliğinin artmasının memnuniyet verici olduğunu belirttiler. Görüşmede, Rusya’nın başlattığı Soçi'de gerçekleşen Suriye Ulusal Diyalog Kongresi'nde Türkiye ve İran’ın desteğiyle mesafe katedilmiş olmasının müspet bir gelişme olduğu vurgulandı.
Bu arada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sabah Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde de gündeme gelen liderler düzeyinde İstanbul’da yapılacak üçlü zirvenin tarihinin, önümüzdeki haftalarda belirleneceği kaydedildi.
Erdoğan-Putin-Ruhani zirvesi İstanbul’da
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, yaptıkları telefon görüşmesinde İstanbul’da Suriye konusunda bir liderler zirvesi toplama ve askeri koordinasyonu güçlendirilme konusunda anlaştı.
Erdoğan, Putin ve Ruhani’nin katılımıyla 22 Kasım’da Soçi’de Suriye sorunuyla ilgili gerçekleşen liderler zirvesinin ikincisi önümüzdeki günlerde İstanbul’da yapılacak.
Soçi’de 30 Ocak’ta yapılan Suriye Ulusal Kongresi’nin sonuçlarının değerlendirilmesi için Türkiye, İran ve Rusya’nın bir liderler zirvesi yapabileceği bilgisi daha önce basına yansımıştı. Erdoğan ve Putin bu sabah telefonda başta Türkiye’nin Afrin’e yönelik askeri harekatı ve İdlib olmak üzere Suriye’deki son gelişmeleri ele alırken konu gündeme geldi. Zirvenin İstanbul’da yapılması kararlaştırıldı ancak tarih telaffuz edilmedi.
Askeri ve istihbari koordinasyon
Görüşme öncesi Rusya’nın ‘Zeytin Dalı Harekatı’na katılan Türk Hava Kuvvetleri uçaklarına Suriye hava sahasının geçici olarak kapatıldığı yönünde bilgiler basına yansımıştı. Konunun telefonda ne şekilde gündeme geldiği öğrenilemedi. Bununla birlikte Reuters’in aktardığına göre Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov, görüşmede iki ülkenin askeri ve istihbarat birimlerinin koordinasyonu güçlendirmesi konusunda görüş birliğine varıldı.
ABD'nin İslami Direnişi Yıkamadığını Tüm Dünya Öğrendi
İslam İnkılâbı Rehberi İmam Hamanei, İslam İnkılâbının canlı bir hakikat olduğuna ve bugün İslam İnkılâbının sağlamlığının ve temellerinin ilk günlerden daha çok olduğuna vurgu yaparak şunları söylediler: Bugünün inkılâpçıları inkılabın ilk günlerinin inkılapçılarından daha direnişçi, daha bilgili ve daha çok basiretlidirler. Bu bakımdan inkılâp daha ileridedir ve daha çok gelişmiştir.
İslam İnkılâbı Rehberi, değişim ve gelişimin diğer tüm canlılarda olduğu gibi inkılâbın zatının bir parçası olduğunu söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: Şimdi İslam inkılâbı kırk yaşına girerken, onun temel ilkeleri ve esasları sabit ve köklü kalmıştır, ama bu köklü ve büyük ağaçtan yeni yeni meyveler ortaya çıkmıştır.
İmam Hamanei, düşmanların İslam inkılâbı ile mücadelesinin asli merkezinin inkılâbın yeni meyveler vermesini engellemek, devam ve direnişinin önünü almak olduğuna vurgu yaparak şunları söyledi: Düşmanlardan maksat, İslam inkılâbının zaferi ile bu bölgedeki itaatkâr ve kukla hükümetleri yıkılan kimselerdir ve onların başında Amerika vardır.
İslam İnkılâbı Rehberi, düşmanların İslam inkılâbı ile mücadelede kullandıkları yöntemlerin çeşitliliğine ve genişliğine işaret ederek konuşmasına şöyle devam etti: Onlar, halkın üzerinde etki bırakmak için düşünür görünümlülerden, sahtekâr analistlerden, satılmış gazetecilerden ve yazarlardan, palyaçolardan ve sanal âlemin tüm olanaklarından yararlandılar. Ama 11 Şubat gibi Allah’ın Günlerinde gönüllü, tutkulu ve heyecan dolu gösterilerle sokaklara sel gibi akan halk, attıkları sloganlar ile düşmanın tüm hesaplarını altüst ediyor.
İmam Hamanei, İslam İnkılabının kötülüğünü isteyenlerin çabalarının sanal alemdeki girişimlerden çok daha ileride olduğuna işaret ederek şunları söyledi: Onlar, ekonomik sorunlar yaratmak için yaptırımlardan da yararlandılar, ama halk İslam inkılabına olan sevgilerinden ötürü sokaklara döküldüğünde inkılabın sebat ve istihkamına neden oluyor.
İslam İnkılâbı Rehberi, uluslar arası düzeyde zulüm ve fesat karşısında direnmenin ve onu rüsva etmenin temel siyasetlerden olduğuna değinerek sözlerine şöyle devam etti: Bugün dünyanın en zalim ve en acımasız topluluğu Amerika hükümetidir; onlar hatta vahşi Işidlilerden daha kötüdürler.
Işid’i Amerikalılar kurmuştur ve Amerika’nın fiili cumhurbaşkanı seçim propagandalarında buna açıkça işaret etti. Amerika Işid’i yaratmakla kalmadı, onları destekledi de ve büyük ihtimal bazı vahşi ve kaba yöntemlerin eğitimini de onlara BlackWater gibi Amerika’nın vahşi mecmuaları vermiştir. Tüm bu acımasızlıklara ve taş kalpliliklere rağmen Amerika hükümeti, uluslar arası arenada yaptığı propagandalarda insan haklarını, mazlumların haklarını ve hayvan haklarını savunduklarını iddia etmektedirler. Hakikatleri anlatarak onları rüsva etmek gerekir.
İmam Hamanei, Filistin halkına yapılan 70 yıllık zulmün ve yine Yemen halkına karşı yapılan katliamlara verdiği desteğin ve zulmün Amerika’nın açık zulümlerinin numunelerinden olduğuna işaret ederek şunları söyledi: Yemen’in ve bu ülkenin mazlum halkının altyapıları günlük olarak Amerika’nın müttefikleri tarafından ve Amerika’nın verdiği silahlar ile yok edilmektedir, ama Amerika hiçbir itirazda bulunmamakta ve önem vermemektedir. Ama tam bir utanmazlıkla birkaç demir parçasını göstererek kanıtsız iddialarla İran’ın füze gönderdiğini söylemektedir. Hâlbuki Yemek halkı muhasara altındadırlar, onlara nasıl füze gönderilebilir!
Elbette İslam’ın açık emirleri gereğince zalim karşısında durulmalıdır ve mazluma yardım edilmelidir.
İslam İnkılabı Rehberi, İslam cumhuriyetinin Batı Asya’daki direnişine de işaret ederek sözlerine şöyle devam etti: Batı Asya ve Suriye direnişindeki olaylarda, Amerikalılar direnişin kökünü kazımaya karar vermiştiler, ama bizler direndik ve buna izin vermeyeceğimizi söyledik. Bugün tüm dünyaya sabit oldu ki Amerika istiyordu, ama yapamadı ve biz istedik ve yaptık.
1979'dan beri İran, Filistin'in kendi kaderini tayin davasının baş destekçisi oldu
Eğer Hizbullah olmasaydı Güney Lübnan muhtemelen Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi işgal edilmiş bir toprak haline gelecekti. İran lideri Ayetullah Hameney, 1980’lerden beri “Siyonist rejimin yeni toprakları çiğneyemediğini, aynı zamanda bazı yerlerden çekilmeye başladığını” söylemişti. Hameney’e göre Filistin direnişi bu geri çekilmelerde “büyük ve belirleyici bir rol” oynadı.
Filistin Direnişi'nin kendisinin ardından, ırkçı devlete karşı ilerleyen yavaş ama kararlı akıntıya yön veren, İran İslam Cumhuriyeti oldu. Lübnanlı Sünni alim Şeyh Ahmed el-Zeyn'e göre, “odak noktasını Filistin'e taşıyan” İranlı lider İmam Humeyni olmuştu ve bunun sebebi “Yahudiliğe duyulan nefret değil, insanlık onurunu koruma, adaleti koruma ve saldırganlığı, ırkçılığı ve aşırıcılığı reddetme yönelimiydi.” 1979'den beri İslam Cumhuriyeti, Filistin'in kendi kaderini tayin davasını devamlı olarak yükseltti ve destekledi.
Vahşice saldırılarla geçen on yıllara rağmen, apartheid İsrail'i karşısındaki Filistin direnişi ortadan kalkmadı. Gerçekten de, çaresiz gibi görünen bir durumun ortasında bile bazı umut ışıkları var. Bunlardan biri Gazze.
2005 yılında Siyonist devlet, Gazze Şeridi'ndeki yerleşim birimlerini dağıttı ve bölgeden çekildi. Gazze'ye yönelik pek çok saldırıya öncülük etmiş gaddar bir Siyonist lider olan Ariel Şaron, İsrail'in çekilmesinin sebebinin “İsrail vatandaşlarına azami düzeyde güvenlik sağlama” isteği olduğunu söyledi. Bunun altında yatan neden, Gazze'nin cesur halkının 1940'ların sonlarından beri kesintisiz bir şekilde sürdürdüğü direnişti.
2005 yılından beri Filistin topraklarının bu kalabalık parçası, hapishane benzeri bir ablukaya ve tekrarlanan toplu cezalandırma saldırılarına maruz kaldı. Apartheid devleti çok sayıda operasyonda, binlerce kişiyi katletti. Ancak Gazze'den çekilme, “Büyük İsrail” projesi doğrultusundaki etnik temizliğe bir sınır çizdi.
Ertesi yıl, Washington'un zorba “Yeni Ortadoğu” projesinin cesaretlendirdiği İsrail, bir kez daha Güney Lübnan'a saldırdı ve Şii Müslüman partisi Hizbullah'ı silahsızlandırmaya çalıştı. Bu parti tam da daha önceki İsrail saldırıları nedeniyle kurulmuştu. Siyonist güçler, her ne kadar çok sayıda insanı öldürebildiyse de, kendileri de ciddi kayıplar verdi ve hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremeden çekilmek zorunda kaldı. Bu yüzden 2006 saldırısının yenilgiyle sonuçlanması, Siyonist yayılmacılığa yeni bir sınır daha getiren, ikinci bir umut ışığı oldu.
Takip eden on yıl içinde, her ne kadar bazı Lübnan toprakları halen ilhak edilmiş durumda olsa da Tel Aviv, Lübnan sınırında maceraya girme konusunda ihtiyatlı oldu. İsrail'in pek çok Batılı destekçisinin aksine Siyonist devletin askeri liderleri Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ı dinliyor ve kendi tarzlarıyla ona saygı gösteriyor. Aynı zamanda Hizbullah'ın şimdi 2006'ya kıyasla daha hazırlıklı ve daha iyi silahlanmış halde olduğunu biliyorlar. Eğer Hizbullah olmasaydı Güney Lübnan muhtemelen Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi işgal edilmiş bir toprak haline gelecekti.
Bu başarıları görmezden gelemeyiz. İran lideri Ayetullah Hameney, 1980'lerden beri “Siyonist rejimin yeni toprakları çiğneyemediğini, aynı zamanda bazı yerlerden çekilmeye başladığını” söylemişti. Hameney'e göre Filistin direnişi bu geri çekilmelerde “büyük ve belirleyici bir rol” oynadı.
İran'ın Filistin direnişine gerçek bir destek sağlayan bölgesel bir ittifaka öncülük etme rolü, Filistin'in geleceği için üçüncü umut ışığıdır. İran'ın yükselişi ve Suriye ve Irak'ta NATO, Suudiler ve İsrail'in terörist vekil güçlerine karşı kazanılmış zaferler, bu ittifakı güçlendirmiştir.
İsrail liderleri, DAEŞ, El Nusra ve öteki mezhepçi grupların Suriye-Irak-İran güçlerine yenilmesinden korkuyorlar. Bunun işgal altındaki Filistin ve işgal altındaki Suriye sınırlarında güçlenmiş, İran öncülüğünde bir koalisyona yol açacağını biliyorlar. Özel olarak işgal altındaki Golan Tepeleri'nin özgürleşmesinden korkuyorlar ki Suriye ve müttefikleri, bunu getirecek bir operasyon için uluslararası hukukun tam desteğine sahip.
Filistin Direnişi'nin kendisinin ardından, ırkçı devlete karşı ilerleyen yavaş ama kararlı akıntıya yön veren, İran İslam Cumhuriyeti oldu. Lübnanlı Sünni âlim Şeyh Ahmed el-Zeyn'e göre, “odak noktasını Filistin'e taşıyan” İranlı lider İmam Humeyni olmuştu ve bunun sebebi “Yahudiliğe duyulan nefret değil, insanlık onurunu koruma, adaleti koruma ve saldırganlığı, ırkçılığı ve aşırıcılığı reddetme yönelimiydi.” 1979'den beri İslam Cumhuriyeti, Filistin'in kendi kaderini tayin davasını devamlı olarak yükseltti ve destekledi.
Bu büyük ülke, düşen Filistinli direniş savaşçılarının ailelerine, İsrail'in toplu cezalandırma amaçlı saldırılarında evlerinin yıkılması sonrasında para ödedi. Apartheid devletine karşı direnen neredeyse bütün Filistinli militan gruplara eğitim ve silah desteği sağladı; hatta buna Şii karşıtı Müslüman Kardeşler'le bağlantılı gruplar da dâhil. Bu bir “Şii Hilali” değil, zira Filistinliler ağırlıklı olarak Sünni Müslümanlardır.
Bazı Filistinliler, Washington, Riyad ve Tel Aviv'in teşvik ettiği mezhepçi projenin içine çekildi. Ancak Suriye'ye karşı savaşa katılmaları için Katar ve Suudi parası almaları için yanlış yönlendirilen Filistinli liderlerin oluşturduğu küçük grup, şimdi ya itibar kaybına uğradı ya da yeniden İran'a yöneliyor.
Bir Batı Asya İttifakı olan “Direniş Ekseni”, Filistin direnişini, İran, Suriye ve Hizbullah'ı bir araya getiriyor ve apartheid devletine karşı ana ve gerçek muhalefeti meydana getiriyor. İsrail'in korktuğu bu eksendir. Bu ittifak yeterince konsolide olduğu zaman, Tel Aviv'i müzakere masasına getirmeye zorlayabilecek bir güç olacaktır. Washington ve Tel Aviv bunu biliyor, bu yüzden de bölgeyi bölme ve istikrarsızlaştırma çabalarında ısrarcılar.
Filistin halkını desteklediğini iddia eden, ancak onların en güçlü müttefiklerine karşı olan çok sayıda oportünist var. Bunlar İsrail'i, görünürde daha hoş, daha nazik bir apartheid devleti haline gelmesi için eleştiriyor. Filistinlileri desteklediklerini ileri sürüyorlar ama yalnızca pasif kurbanlar olarak yaklaşıyorlar. Onların direnme hakkını yadsıyorlar ve oldukça sert bir şekilde İran, Hizbullah ve Suriye'ye saldırıyorlar. Pek çoğumuz bunların Batılı versiyonlarını “sol-Siyonistler” olarak tanımlamaya başladı.
Bu “sol-Siyonistler”, Direniş hakkındaki kendi aşındırıcı mitlerini yaydılar. Örneğin Gazze'ye yönelik Siyonist saldırılar esnasında, İsrail'in suçları ile Filistinlilerin İsrail'e düzenlediği, “ayrımsız” olduğu iddia edilen roket saldırıları arasında bir ahlaki denge kurmaya çalıştılar. Gerçekte, bağımsız kanıtlar (BM ve kendi çıkarlarına aykırı olacak şekilde İsrail'in kendisi) üzerinden, 2014'teki Gazze saldırısı esnasında hayatını kaybeden 1,088 Filistinlinin %75'ten fazlasının sivil olduğunu, İsrail tarafındaki 51 can kaybının ise yalnızca %6'sının sivillerden olduğunu biliyoruz. Siyonist devletin etnik temizlik ve cezalandırma saldırıları ile, Filistin halkının direnişi arasında karakter bakımından da, “ikincil zarar” bakımından da ahlaki denge yoktur. Bu konuda ahlaki açıklık gereklidir.
Filistin Direnişi'ni destekleyen bölgesel ittifak, ülkenin geleceği için kritik faktörlerden biridir, diğeri ise Filistin halkının birliğidir. Bu açıdan, farklı gruplar arasındaki birlik görüşmeleri hayati önemdedir. Filistinlilerin gruplara ve liderlerine güven seviyesinin düşük olduğu, ancak onların ulusal kurumlarına güçlü destek vermeye devam ettiği anketlerden biliniyor. Bölünmeler moral düşürüyor. İran lideri Ayatullah Hameney, gruplar arasındaki farkların “doğal ve anlaşılır” olduğunu, ancak “daha fazla işbirliği ve derinliğin” gerekli olduğunu söylüyor. Daha fazla birlik, halkta güven inşa edecek, odaklanma ve organizasyona destek sağlayacak ve ileriye doğru yeni adımlar atılmasına izin verecektir.
Filistin'in geleceğinin üzerinde, bölünmeler, büyük acı ve fedakârlıklar ve güçlü düşmanların sebep olduğu korku sisi çökmüş durumda. Ancak umutsuzluktan uzakta. Son yıllarda gerçek kazanımlar oldu. Direniş, hem kuzeyde hem de güneyde, sömürgeci projenin yayılmasına sınırlar getirdi. “Direniş Ekseni”ni ezme ve bölme çabaları başarısız oldu ve yükselen ve güçlenen bir Batı Asya ittifakının alametleri var. Son olarak, Filistinli gruplar arasındaki birlik görüşmeleri yıpranmış, ancak cesur ve dirençli bir halka taze nefes aldırabilir.
Prof. Tim Anderson
Çeviri: İlyas Halitoğlu
www.medyasafak.net
“İslam Devrimi” Tarihin Akışını Değiştirebildi mi? (2)
11 Şubat 1979’da gerçekleşen ve otuz dokuzuncu yıldönümünü kutlamakta olan “İslam Devrimi”nin küresel çapta bir etki meydana getirip getiremediğini bir önceki yazımızda analiz etmeye çalışmıştık. Bu makalemizde de konuya devamla “İslam Devrimi”nin özellikle Batı Asya (Ortadoğu) merkezli olmak üzere İslam dünyasında bir kırılma meydana getirip getiremediğini analiz etmeye çalışacağız.
Bahsi geçen bir önceki yazımızın giriş bölümünde küresel çapta etkinliğe sahip olayların değerlendirilmesinde dikkat edilmesi gereken bir takım ilkeler belirlemiştik ki, bu ilkeler, “İslam Devrimi ve İslam dünyası” başlığıyla yapacağımız bu analiz içinde geçerlidir.
Lehte durarak veya aleyhte konumlanarak nasıl ele alırsak alalım “İslam Devrimi”nin esas etki ve etkinliğini “İslam Dünyası”nda açığa çıkarttığı reddedilmez bir hakikattir. Ve yine “İslam Devrimi”nin emperyalizm ve Siyonizm ile mücadelesinin daha ziyade İslam coğrafyasında bir vekalet savaşı türünden gerçekleşiyor olması ile bu mücadelenin derinleşerek ilerlemeye devam ettiği de diğer bir gerçekliktir.
Evet, ister onu bir “inkılab” olarak görüp taraftar, gönüldaş ve destekçi olma itibariyle olsun ister bu “inkılab”ı bir talihsizlik ve başa gelmiş bir musibet olarak görüp karşıt ya da düşman olma itibariyle olsun “İslam Devrimi”nin istemli veya istemsiz bir şekilde İslam dünyasını derinden etkilediğini görebiliyoruz. Zira sadece “karşıtlık ve düşmanlık”ların dozuna bakarak bile bu gerçekliğin sağlamasını yapmak mümkündür.
Özellikle son on yıl içerisinde “İslam dünyasında olup biteni izah edemeyenlerin veya olup biteni Batı (ABD, İsrail ve AB) lehine evriltmek ve yönlendirmek isteyenler”in dillerine pelesenk ettikleri “Şii hilali, Fars yayılmacılığı ve Pers istilası” gibi tabirler bile tek başına “İslam Devrimi”nin İslam dünyasında açığa çıkarttığı sinerjinin delilidir.
Bu bapta söylenmeden geçilemeyecek bir başka vakıa da “İrancılık ve İrancı” tabirleridir. Çoğu zaman belli bir suçlama ve yerme manası yüklenerek doğudan batıya tüm İslam coğrafyasında belli bir düşünce biçimi “İrancılık” ve bu düşüncenin müntesipleri “İrancı” tabirleriyle tanımlanıyor.
Bu tabirlerin sahipleri ve itham şeklinde kullanıcıları her ne kadar bazen kinaye ve bazen açık bir garaz ile suçlama, art niyet, öteleme ve ötekileştirme mantığını gütseler de İslam dünyasında bu denli yaygın (anti) olarak kullanılan diğer kavramın “Amerikancılık / Amerikancı” olduğunu dikkate alırsak esasında İslam dünyası üzerinde etkin iki temel gücün ve temel iki düşünce biçiminin kimler olduğunu da tespit etmiş oluruz.
“Acaba “İslam Devrimi” hangi alanlarda ne türden etki ve etkinlik açığa çıkarttı ki, karşıtlarının bin bir sebep ve menfaat gözeterek “Devrimci İslamcılık ve İslam Devrimcisi” demeye dillerinin varmaması dolayısıyla “İrancılık/İrancı” tabirleriyle tanımladıkları bir akım doğdu?” sorusu incelemeyi fazlası ile hak ediyor.
1- İslam’ın “Rönesans”ı başladı
Besbelli ki İslam’ın değil İslam’ı anlama biçim(ler)inin yani İslam’ın müntesiplerinin Rönesans’a ihtiyacı vardır. “İslam Devrimi” İslam alemi için kendileri kabul etsinler veya kabul etmesinler bir Rönesans hükmündedir.
Yüzyıllardır İslam dünyasının “akıl”dan uzak “taklit, tabiiyet, biat ve mutlak gelenek” üzerine kurulu anlayışların egemenliği altında yaşıyor olması “cehalet, taassup, kavmiyetçilik ve mezhepçilik” temelli inşa edilmiş toplum ve ülkeler açığa çıkarttı. Üretememek, pozitif bilimden uzaklık, güç ve zorbalığa dayanma; kültür, sanat, edebiyat yoksunluğu; teknik ve teknolojik olarak dünyanın çok ardında bulunma ise bu toplum ve ülkelerin ortak ve vazgeçilmez özelliği haline geldi.
Bizatihi kendisi bir “sorgulama ve akıl” hareketi olmasından dolayı “İslam Devrimi” hem akıl yolu ile düşünerek, sorarak, sorgulayarak inanç ve yaşamın kapılarını araladı ve hem de akleden, düşünen, soran, sorgulayan insanın teknik, teknoloji, kültür, sanat ve edebiyat üretebileceğini ortaya koydu. Ve üstüne de gücünü teknik, teknoloji, bilim, irfan, kültür, sanat ve edebiyattan alan bir ülke ve toplumun sevgi, barış, hoşgörü içerisinde yaşayabileceğini (nispeten) ortaya koydu.
İşte bu durumun sosyal bilimlerdeki ifade şekli “Rönesans (Yeniden Doğuş)”tur.
Ancak nasıl ki on altıncı yüzyıl başlarında doğan Avrupa Rönesans’ının esas meyve ve ürünleri on sekizinci yüzyıldan itibaren kendini göstermiştir, İslam Rönesans’ı da (benim kanaatimce bu süreçten çok daha kısa olmakla beraber) zamanla derin etkisini açığa çıkartacaktır.
2- Öz Muhammedi İslam’ın tanınması
Bir realite olarak İslam tarihsel olarak iki mektep (Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia) kanalıyla günümüze ulaşmıştır. Cenab-ı Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de kutsayıp (Ahzab 33) hepimizi tabi olmaya davet ettiği pak ve masum Ehl-i Beyt (s)’in öğretisi kahir ekseriyetle Ehl-i Şia içerisinde idi. Üzücü ve rahatsız edici bir takım tarihsel gerçeklikler dolayısıyla Ehl-i Beyt (s)’in öğretisi kendini geniş kitlelere tanıtma ve davet imkanını hiçbir zaman yakalayamadı. Hep muhalif bir damar ve kapalı bir toplum kalmaya mahkum edildi.
Ancak “İslam Devrimi” Ehl-i Beyt (s) öğretisinin etrafındaki çit ve bentleri devirdi. İçenlere akıl, aşk, sevgi, barış, hoşgörü ve adalet güdüsü veren berrak ve billur bu kaynağın üzerindeki sis perdesi dağılınca sadece İslam coğrafyasından değil dünyanın dört bir yanından insanlar bazen fert fert ve bazen de fevç fevç Ehl-i Beyt (s)’e yönelmeye başladılar.
3- Üçüncü halin (İslami bir çıkışın) mümkünlüğü
“İslam Devrimi” gerçekleştiğinde dünyanın genelinde olduğu gibi İslam coğrafyası da iki kutup (emperyalist Batı Bloku ile Komünist/Sosyalist Doğu Bloku) arasına sıkışmış ve ayakta kalmak için bu iki kutuptan birine üye, yandaş ya da uşak olmayı mutlak gereklilik gören bir haldeydi.
İster emperyalist Batı Bloku olsun ister sosyalist Doğu Bloku İslam coğrafyasındaki tasallut ve tahakkümlerini garanti edip etkinliklerini derinleştirerek devam ettirmek için krallıklar, hanedanlıklar ve kukla hükümetlere sonsuz bir destek veriyorlardı.
Bu durum “taklit, tabiiyet, biat ve mutlak gelenek”e dayalı İslami anlayışlarla birleşince tüm çıkış yolları kapanıyor, halklar için yegane kurtuluş yolu olarak “boyun eğme” kalıyordu.
İslam coğrafyasının hali pür melali bu iken “İslam Devrimi” doğdu. “La Şarkıyye vela Garbiyye illa İslamiyye! (Ne Doğu ne Batı illa İslam!)” sloganı ile Doğu ya da Batı’nın uşağı, yandaşı ve hatta üyesi olmaksızın var olmanın İslami dinamikler üzerine yükselen yeni bir yolunu yeni bir yönetimini ortaya koydu.
4- İslam’ın insanlığın geleceğine dair teorisinin ortaya konması
İdeolojiler ve dinlerin en özel ve güçlülük yanları dünyanın ve insanlığın geleceğine dair teorileridir. Yirminci yüzyıl sonları komünizm ve sosyalizmin tüm teorileri ile çöktüğü; Hint, Çin ve Japonya ağırlıklı Uzakdoğu din ve felsefelerinin her tür toplumsal beklenti, öngörü ve teoriden vazgeçip tamamen bireysel birer öğretiye dönüşerek sahadan çekildikleri bir süreçti. “Batı Liberal Demokrasisi” güncele ve geleceğe dair teorisi ile mutlak zaferini ilan etmişti. Artık dünya ve insanlığın geleceğine dair “Batı Liberal Demokrasisi”nden başka alternatif yoktu. Muhalifler bile bunu kabul etmişlerdi.
İşte böyle bir ortamın hüküm sürdüğü süreçte “İslam Devrimi”, İslam’ın teorisini ortaya koydu. Bu teori: “Tüm yeryüzünün İlahi sorumluluk ve yetki sahibi “masum bir önder” eliyle “adalet” temelli şekillendirileceği (Mehdeviyet) ancak özel bazı şartlar dolayısıyla onun “gaybet”te olduğu güncel zamanlarda topluma (insanlığa) ilim, irfan, ahlak, siyaset ve takva noktasında en bilge fakihin önderlik etmesi gerektiğini savunan “Velayet-i Fakih” teorisidir.”
Ayrıntılarda bazı ihtilaflar olmakla beraber bugün İslam coğrafyasının en yakınlaştığı inanç alanı “Mehdilik”tir. “Velayet-i Fakih”in ise tartışılmaya devam ettiği de bir hakikattir. Zira “Velayet-i Fakih” kavram ve teorisi bırakın İslam dünyasının genelini için içinde doğduğu Şia toplumu içinde bu haliyle yeni ve günceldir. Ancak bu tartışmaların varlığı bile İslam’ın “gelecek” teorisinin birer tezahürleridir.
5- Zulme başkaldırı, emperyalizm ve Siyonizm ile mücadele ruhu
Hiç şüphesiz “İslam Devrimi”nin İslam aleminde sahada en pratik olarak gözlemlenebilecek etkisi bu maddedir. Başta İslami Cihad Örgütü ve HAMAS olmak üzere Filistin Direnişi, Lübnan Hizbullah’ı, Yemen Ensarullah Hareketi, Irak Kuvay-i Milliyesi olan Haşd-i Şabi, Suriye’nin topyekün direnişi, Bahreyn ve Suud’un bazı bölgelerindeki anti-emperyalist anti-siyonist hareketlerin hepsi çok değişik vesilelerle esin, ilham ve destek kaynaklarının “İslam devrimi” olduğunu defalarca beyan etmişlerdir.
Evet, bazıları bu hareket ve direnişleri bizim ele aldığımız gibi almıyor ve onları çok değişik şekillerde itham ediyorlar. Bu yorum sahiplerinin bir bölümünü bu noktaya ulaştıran cehalet, taassup, kavmiyetçilik veya mezhepçilik gibi sahip oldukları bozuk anlayış ve ideolojilerdir. Bir bölümün durumunu ise ifade edebilecek terimler; “ihanet, haset ve kindarlık”tır.
Bu ara paragraftan sonra tekrar başlığa dönelim. “İslam Devrimi”nin zulme, emperyalizm ve siyonizme karşı direniş noktasında bu açık tezahürlerinden başka bir de muhalifleri de dahil olmak üzere neredeyse istisnasız tüm kesimlere aşıladığı bir bilinçaltı mücadele, direniş ve azim ruhu vardır. Özellikle Gasıp Siyonist Rejim’in yenilmezlik efsanesinin çökertilmesi, Amerika’nın kollarına vurulan darbeler ve son olarak BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’nin duraklatılması farkında olsunlar olmasınlar kitlelere cesaret ve mücadele ruhu aşılamaktadır.
Bugün ülkemizde Büyük Şeytan’a karşı yükselen sesleri bile bu dalganın etkisinden uzakta görmemek gerektir. Zira “Kerbelavari hareketler”in etkisi zaman ve mekanla sınırlandırılamaz!
Muntazar Musavi