کارگر

کارگر

İster taraftarı ister karşıtı olalım veya kendimize bağımsız bir konum belirleyelim şunu itiraf etmek zorundayız ki, “modern zamanlar”ın küresel çapta kader belirleyici en etkin olaylarından biri imam Humeyni önderliğinde 11 Şubat 1979’da İran’da gerçekleşen “İslam Devrimi”dir.
 

      Ancak karşıtlarının sahip olduğu devasa (teknik, teknolojik, ekonomik, medya, sinema vb.) imkanlar ile taraftarlarının atalet ve pasifliği birleşince gerek ulusal ve gerekse küresel çapta ne devrimin kendisi ve ne de önderi hak ettiği şekliyle gündeme taşınamamış; ideolojisi ve etkileri artısıyla eksisiyle gerektiği şekilde bağımsız analizlere tabi tutulamamıştır.

   Dünyanın Ortadoğu merkezli amansız bir mücadeleye tutuşup korkunç değişim sancıları çektiği şu günlerde otuz dokuzuncu seneyi devriyesini kutlamakta olan “İslam Devrimi” ve önderi üzerinde düşünülmeyi, analiz yapılmayı, konuşulmayı ve yazılmayı fazlasıyla hak etmenin ötesinde bunu elzem kılmakta. Bu gerçeklikten hareketle ben de kendi penceremden bakarak “İslam Devrimi” üzerine fikretmek ve bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.

   Öncelikle sosyal ve siyasal (ve tabiatı gereği bu iki alanla ilintili olarak kültürel, ekonomik, askeri, sanatsal ve akademik vs.) olarak küresel çapta etkinlik oluşturan olayların genel karakterleri ve nasıl değerlendirileceklerine dair bazı çözümlemeler yapalım.

   “Devrim” nitelemesini hakkedecek çapta olan olayların açığa çıkardığı fikri ve ideolojik sinerji ile bu sinerjinin bölgesel ve küresel etkileri ve tarih şeridinde oluşturduğu kırılmayı kamilen gözlemleyip çözümleyebilmek için çoğu kere on yıllar yetmemekte ve daha fazlası gerekmektedir. Bu noktada meramımı doğru anlatabilmek için misale yöneleceğim. Tarihin en büyük devrimcisi hiç şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.a)’tir. O’nun yirmi üç yılda Arap Yarımadasının iki şehrinde oluşturduğu inkılabın ne demek olduğunu yüzyıllar sonrasından baktığımızda çok daha yüksek bir noktada idrak ediyoruz: O iki şehir ve o yirmi üç yıl insanlığın kaderini nasıl değiştirdi nasıl evrimleştirdi.

   Bu başlıkta “Fransız İhtilali” de ayrı bir misaldir. İhtilali gerçekleştiren kuşağın gerek sosyal ve gerekse siyasal olarak beklentileri ve yine gerek ekonomik ve gerekse yönetim pastasından almak istedikleri pay talepleri çok sınırlı idi. Ancak ihtilalin açığa çıkardığı fikriyat ve sinerji iki buçuk asırdır başta Kara Avrupası olmak üzere tüm küreyi etkilemeye ve biçimlendirmeye devam etmekte.

   Bu noktalardan hareketle şunu tespit etmeliyiz ki; “İslam Devrimi”nin niteliği ve etkinliği gelecek kuşak ve zamanlarda çok daha derin ve isabetli karşılık bulacaktır. İslam Devrimi’nin çağdaş kuşakları olan bizlerin analiz ve değerlendirmelerinde mümkündür ki “tarafgirlik veya karşıtlık heyecanı” galebe çalabilir. Ancak zaman ilerledikçe “tarafgirlik veya karşıtlık heyecanı” yerini aklı selime bırakacaktır.

   Devrimlerin özellikle çağdaş kuşakları tarafından analiz ve değerlendirilmesinde bir diğer zorlukta: Devrimin açığa çıkarttığı öncül dalgaların doğru teşhis ve tespiti ile bu öncül dalgaların ilerleyen süreçte nasıl bir dip dalga doğuracağını doğru çözümleyebilme problemidir. Zira devrimlerin açığa çıkışlarından sonraki birkaç on yıl boyunca daha çok ”heyecan ve merak” içeren öncül dalgalar açığa çıkarır ki, bunların etkileri geçicidir. Ancak gerçek devrimler, bu öncül dalgaların ardından “fikir, ideoloji ve eylem”e dayalı tsunami hükmünde bir dip dalga doğurur ve esas etkisini o zaman açığa çıkartır.

   Ve bir de “İslam Devrimi”ni değerlendirmenin kendine mahsus özel bir zorluğu vardır. Bir kez “İslam Devrimi”dir ki, dünyanın kahir ekseriyeti İslam’ın devrimine karşıt ya da en azından buz gibi soğuk durmaktadır. İkincisi: Şii mezhebi müntesiplerinin ağırlıklı olduğu bir halk tarafından başarılmıştır ki, “taassup, kavmiyetçilik ve mezhepçilik”in neredeyse iman esası haline getirilmiş olduğu İslam dünyasında kabullenilmesi, kabullenilse onaylanması çok ama çok güçtür.

   Yapacağımız analiz için bir hareket noktası oluşturmak için yaptığımız bu girizgahtan sonra şimdi “İslam Devrimi”nin sosyal ve siyasal olarak küresel çapta açığa çıkarttığı bazı etkileri tetkik edelim.

1- İnsanlık nasıl sınıflandırılacak?

   Fransız İhtilali ve onun doğurduğu artçı devrimlerin etkisi ile tüm yerkürede “ulus devlet, milli sınır” fikrinin mutlak kutsal kabul edildiği bir ortamda gerçekleşen “İslam Devrimi”, insanlığın “ulus ve ülke” temelli tanımlanmasını yerle bir etmiştir. Asırlardır üzeri kara örtülerle kapatılmış, zincire vurulmuş “mustazaf ve müstekbir” kavramlarını özgürleştiren “İslam Devrimi”, insanlığın sınıflandırılmasında yepyeni bir ufuk ve ideoloji ortaya koymuştur. Irkı, etnisitesi, dili, dini, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun başkalarına “tasallut ve tahakküm” eden, zulüm sisteminin parçası ya da paydaşı olan her özel veya tüzel kişi “müstekbir”dir. Ve müstekbirlerce hakları gasp edilmiş her kim varsa ırkı, etnisitesi, dili, dini, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun “mustazaf”tır. Dolayısıyla yeryüzünde olup biten her şey “mustazaflar-müstekbirler” mücadelesinden başka bir şey değildir. İstikbar (müstekbirlerin kurduğu küresel zulüm sistemi), ulus, kavmiyet ve mezhep temelli kargaşa, kaos ve savaşları mustazafların enerjisini birbirine yönlendirip tüketmek ve onları esas hedeften uzaklaştırmak için bir araç olarak kullanmaktadır.

2- İstikbarın tanıtılması ve teşhis edilmesi

   “İslam Devrimi”nin en önemli etkilerinden biri hiç şüphesiz dünya da mustazafların “malları, canları, emekleri ve kutsalları”na musallat olmuş olan “küresel sulta sistemi”nin mahiyetinin tanımlanması ve onun müşahhas olarak teşhis edilmiş olmasıdır. “İslam Devrimi” açısından yerküreye tasallut ve tahakküm eden bir sömürü düzeni vardır ki, “emperyalizm (yani çağdaş firavun)” olarak terimlenen  bu sistemin müşahhas karşılığı “Amerika”dır. “İslam Devrimi”nin önderi İmam Humeyni bu gerçeklikten hareketle Amerika’yı “Büyük Şeytan” olarak nitelendirmiştir. (Tabi bura da şu ayrıntı gözden kaçırılmamalı: “İslam Devrimi”nin “istikbar (yani çağdaş firavun)” olarak işaretlediği Amerika’nın başını çektiği zulüm sistemidir. Amerikan halkı değildir. Zira “İslam Devrimi” açısından Amerikan halkının da büyük bölümü mustazaf konumundadır.)

3- Mustazaflar-müstekbirler mücadelesinin ana cephesinin belirlenmesi

     Yeryüzündeki tüm insanları iki sınıftan birinin üyesi olarak gören “İslam Devrimi” açısından bu mücadelenin ana cephesi “Filistin ve Kudüs”tür. “İslam Devrimi” açısından İsrail’in hiçbir meşruiyeti olmadığından o sadece “gasıp bir rejim”dir. Bu gasıp rejimin ideolojisi olan “siyonizm”, emperyalizmin yamağı ve ortağıdır. Özellikle Ortadoğu coğrafyası olmak üzere yerkürenin her neresinde bir zulüm, kan ve gözyaşı varsa mutlaka siyonizmin habis elleri oradadır. Mazlumların gözyaşının dinmesi için bu habis ellerin kesilmesi ya da en azından iş yapamayacak raddeye gelinceye kadar kırılması gerekmektedir. Bunun için “İslam Devrimi” açısından sadece Müslümanların değil yeryüzündeki tüm mustazaflar için öncelikli ve ana cephe “Kudüs”tür. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın hangi milliyet ve dinden olursa olsun bir mustazafın öncelikli görevlerinin başında “Kudüs’ün özgürleştirilmesi gelmektedir. Zira tüm mustazafların özgürlüğü ile Kudüs’ün özgürlüğü birbiriyle ilintili değil bilakis eklemlidir.

4- “Vahdet”in tanımlanması ve şartsız vahdet çağrısı

   “İslam Devrimi”nin özelde Müslümanların genelde tüm dünya mustazaflarının gündemine taşıdığı başlıklardan bir tanesi de “vahdet” meselesidir. “Vahdet; kişinin kendi mektep, mezhep ve meşrebini terk ederek başka bir mektep, mezhep veya meşrepte buluşma değil bilakis herkesin kendi mektep, mezhep ve meşrebi içerisinde kalıp onun gereklerini icra ederken “Müslümanların ortak sorunları karşısında ortak sorumluluk kuşanmaktır.” şeklinde bir tanımlama yapan “İslam Devrimi”, kurucu önderi İmam Humeyni’den itibaren her zaman ve koşulda vahdet yanlısı olmuş ve tüm dünya Müslümanlarını şartsız koşulsuz bu bayrak altına davet etmiştir. İmam Humeyni ve yaşayan Velayet-i Fakih Rehber Hamaney’in mesajları dakik bir şekilde incelenirse “İslam Devrimi”nin bir sonraki halkada tüm dünya mazlumlarını vahdete davet ettiği de müşahede edilecektir.

5- İstikbara karşı mücadele örnekliği ve aşısı

   “İslam Devrimi”, Sosyalizm ve Marksizm’in nefesinin kesildiği ve emperyalizmin mutlak galibiyetini ilan ettiği, mazlum ve mahrum halkların istikbar karşısında tüm ümit ve dirençlerinin kaybolduğu bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. O günün dünyasında “Büyük Şeytan”ın kendisi için “ikinci bir İsrail” olarak gördüğü İran’da gerçekleşen “İslam Devrimi”, mazlum ve mahrum halkların ölmüş olan ümit ve dirençlerini diriltti ve tüm mustazaf kitlelere bir mücadele aşısı oldu. Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar pek çok devrimci önder, hareket ve adaletperest aktivistin “İslam Devrimi”nin kendileri için bir rehber ve dayanak olduğunu defaatle beyan etmiş olmaları bu hakikatin en büyük şahididir.

6- İsrail’in yenilmezliği efsanesinin çökertilmesi

   Gasıp rejim tarafından Filistin topraklarının tamamına yakınının işgal, halkının bin bir coğrafyaya sürgün edilip Arap devletlerinin neredeyse tümüne diz çöktürüldüğü ve İsrail ile mücadelenin kimsenin aklından ucundan bile geçmediği bir zaman diliminde “İslam Devrimi”, İsrail’i gayri meşru ve mutlak şer olarak görüp Lübnan ve Filistin direniş örgütlerine verdiği eşsiz (eğitim, lojistik, silah, mühimmat, maddiyat ve moral) destek ile mücadeleyi örgütleyip ateşledi. Velayet-i Fakih’e bağlılıklarını her zaman açıktan beyan edip bunu kendileri için iftihar vesilesi gören Lübnan Hizbullah’ı Mayıs-2000 ve Temmuz 2006 (33 Gün) Savaşlarında İsrail’in yenilmezliği efsanesini tarihin çöplüğüne attı. Bu zaferler o kadar kısa zamanda artçılar açığa çıkarttı ki; HAMAS, 2008 ve 2012 yıllarında adeta bir açık hava hapishanesine çevrilmiş olan Gazze’de İsrail’le savaştı ve her iki savaşta da gasıp rejim geri çekilmek zorunda kaldı. Gerek Filistin halkının bizatihi kendisi ve gerekse bölgenin diğer halkları için tüm kurtuluş ve zafer ümitleri tomurcuklanmış durumdadır. Hatta İsrail’in bizatihi kendisi yok oluş kabusu içindedir. Kendilerini Çin Seddivari bir duvar içine hapsetmiş olmaları yaşadıkları korku ve endişenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

7- Kendi halk ve imkanları ile teknik ve teknolojik gelişmenin mümkünlüğü

     İlk sekiz yılı açıktan veya örtülü olarak seksen ülkenin destek verdiği Saddam ile savaşmayla ve otuz dokuz yılın tamamı ağır uluslararası ambargolar altında geçmiş olmasına rağmen “İslam Devrimi” (BERCAM / P5+1 antlaşması ile duraklama dönemine girmiş olsa da..) “nükleer teknoloji”ye ulaşmayı başarmıştır. Bilindiği üzere nükleer teknolojiyi elde edebilmek için yaklaşık beş yüz elli farklı bilim alanında belli bir eşiği aşmanız gerekmektedir. Savaş ve ambargolar altında otuz dokuz yıl gibi toplum hayatı açısından çok kısa bir an hükmünde olan bu süreçte böylesine görkemli bir başarı halka dayanarak neler yapılabileceğin en büyük nişanesidir. Böyle bir sürecin dünyada baskı ve tehdit altındaki pek çok millet ve devletin gözünü açtığı / açacağı bir hakikattir…

   Bir makale için bu kadarının yeterli olacağını düşünerek şöyle bir çözümleme ile bitirelim: Yukarıda paylaştığımız tespitler sosyal ve siyasal olarak halkları en derinden etkileyecek ve zamanla dip dalgaya dönüşme kabiliyetini bağrında saklamakta olan ideoloji ve fikriyattır. Şu ana kadar açığa çıkanlar daha ziyade öncül dalgalar hükmündedir. Bu öncül dalgaların Ortadoğu coğrafyasında doğurduğu sinerji ve etki bizlere dip dalgaların etkisinin ne olacağı ile ilgili işaret mahiyetinde de olsa bir şeyler fısıldıyor herhalde.

Muntazar Musavi

İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik Komisyonu Başkanı Alaeddin Burucerdi, İran füze meselesini hiç bir ülke ile müzakere etmeyeceğini vurguladı.

Burucerdi bu açıklamayı Avrupa parlamentosu dış ilişkiler komisyonu Başkanı  David Mc Alister’le görüşmesinde yaptı.

Burucerdi Avrupalı parlamentere, artık Avrupa’nın kendi çıkarları çerçevesinde ve ABD’den bağımsız olarak karar alması gerektiğini, AB’nin Trump’ın Bercam nükleer anlaşmasına yönelik tutumuna muhalefet etmesi bu politikayı uygulamaya başladığının iyi bir işareti olduğunu vurguladı.

Görüşmede Mc Alister de Bercam nükleer anlaşmasını desteklediğini, Avrupa İran ile ilişkilerini geliştirmek istediğini kaydetti.

Irakçi vurguladıİran hiç bir ülke ile füze meselesini görüşmedi, görüşmeyecek
Dışişleri Bakanı Yardımcısı Abbas Irakçi, İran hiç bir ülke ile füze programını ne görüştüğünü, ne de görüşmekte olduklarını, ne de görüşeceklerini belirtti.

Irakçi konu ile ilgili medyada çıkan hamberlere gösterdiği tepkide, İran yönetiminin Almanya ve İngiltere veya başka bir ülke ile füze meselesini müzakere ettiği iddiasını reddederek bu haberin doğru olmadığını belirtti.

İran ile başka ülkelerin arasında siyasi istişarelerin her zaman devam ettiğini belirten Irakçi, son bir yılda Avrupa ile yakın istişarelerde bulunduklarını belirtti.

Irakçi ayrıca Almanya Dışişleri Bakanlığı da bu haberi tekzip ettiğini hatırlattı.

Gadiri "Ankara, Tahran, Şam ve Moskova'nın aynı cephede olduğunu" söyledi

 Zeytin Dalı Harekâtı, İran'da nasıl değerlendiriliyor? Tahran Times Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Muhammed Gadiri, operasyona ilişkin Ulusal Kanal'a konuştu. Şam ile işbirliğinin önemine vurgu yapan Gadiri "Ankara, Tahran, Şam ve Moskova'nın aynı cephede olduğunu" söyledi 

Ulusal Kanal, Zeytin Dalı Harekâtı'nın bölge başkentlerindeki yankılarını takip ediyor. Tahran Times Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Muhammed Gadiri, Amerika'nın planlarını alt üst eden Afrin harekâtının Tahran yansımalarını Ulusal Kanal'a değerlendirdi. 

İranlı gazeteci, bölge ülkelerinin ortak menfaatlerinin bölgesel birlik yolunda önemli bir etken olduğunu belirtti, "Ankara, Tahran ve Şam Suriye'nin bölünmesine ve kurulacak bir Kürdistan devletine kesinlikle karşıdır, bu siyasi açıdan büyük bir potansiyeli barındırmaktadır, diyalog ile bölgedeki bütün sorunlar önlenebilir." dedi. 

"ABD Barzani'nin 'bağımsızlık' referandumunda kaybetti" diyen Gadiri, Amerika'nın "Kürdistan" senaryosunu şimdide Suriye'de devreye soktuğuna dikkat çekti ve "Irak'ın kuzeyinde tertipledikleri 'referandmunun' başarısız olduğunu gördüler, diğer taraftan direniş güçleri Suriye ve Irak'ta IŞİD karşısında önemli zaferler kazandı ve buradaki terör örgütlerinin ikmal yollarını kesti. Hedefine ulaşmak için boş durmayan Amerika bizim açımızdan da terör örgütü olan PYD'yi silahlandırarak Suriye'nin kuzeyinde bağımsız veya federal bir Kürdistan oluşturma senaryosunu başlattı." ifadelerini kullandı. 

İran'ın Amerikan projelerine yaklaşımınına karşı tavrının net olduğunu ifade eden Gadiri, Tahran'ın Zeytin Dalı oprasyonunda Şam hükümeti ile işbirliği yapılmazsa doğabilecek olası olumsuz sonuçlardan endişe duyulduğunu ifade etti. 

Gadiri, "İran, Suriye'nin parçalanmasını hedefleyen ABD'nin Kürdistan senaryosuna net bir şekilde karşıdır. Ancak İran, son 7-8 aylık süreçte terörle mücadelede elde edilen kazanımların kaybedilmesi ve terör örgütlerinin alan hakimiyetlerini kaybettikleri bir dönemde tekrar faaliyete geçmelerinden endişe duymaktadır. Bu askeri harekatın sonuçları bu açıdan da değerlendirilmelidir." diye konuştu. 

Gadiri, bölge ülkelerinin birlikteliği ile silah bile kullanmadan emperyalist projelerin başarısız kılınabileceğine dikkat çekerek, Barzani'nin başarısız referandum girişiminin en yakın örnek olduğuna vurgu yaptı. 

Tahran Times Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, "Irak'ın kuzeyindeki referandum tecrübesi göstermiştir ki, askeri müdahaleye bile gerek kalmadan senaryo bozulabilir. Yani Tahran, Ankara, Bağdat, Şam ve Moskova işbirliği bu referandum macerasını noktaladı, Mesud Barzani halkın arkasında olmadığını, ABD ve İsrail'in vaadilerine kanmaması gerektiğinin gördü." dedi.

Batı Asya’da hükümetler ve milletler arasında diyalog açığı var"


Ehlibeyt (a.s) Haber Ajansı ABNA- İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, hükümete yakın Yeni Şafak Gazetesi'nde dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. Son dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendiren Zarif, bölge ülkelerine Batı Asya'yı kapsayan "güçlü bir bölge yaratma" ve bölgede "güvenlik ağı oluşturma" çağrısı yaptı 

"Batı Asya’da hükümetler ve milletler arasında diyalog açığı var" dedi. Bölgenin güçlenmesi için 2 kritik çağrıda bulundu. 

İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif, hükümete yakın Yeni Şafak gazetesinde dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. 

Bölgesel gelişmeleri değerlendiren Zarif, terör örgütü IŞİD'in yenilmesinin bölgede istikrarın sağlanması açısından yeni bir dönemin müjdecisi olabilileceğini söyledi. 

Dünyanın batı sonrası bir düzene evrildiğini belirten Zarif, bölge ülkelerine Batı Asya'da bütünleşmeyi sağlayacak 2 öneri yaptı. 

Zarif, "İki kavram, Batı Asya bölgesinde belirmeye başlayan paradigmayı şekillendirebilir. Bunlardan biri "güçlü bir bölge yaratma" diğeri ise "güvenlik ağı oluşturma" düşüncesidir. Böylece küçük ve büyük ülkeler, hatta tarih boyunca birbirlerine rakip olan ülkeler, bölgede istikrarın tesis edilmesine yardımcı olabilirler. Katılımcılık fikrinin öne çıktığı bu düşüncede büyük ülkeler tarafından bir oligarşi sistemi kurulmasının önüne bir set çekilir, küçük ülkelere katılım ve rol ifa etme imkanı tanınır." ifadelerini kullandı. 

Bölgede güvenlik ağı oluştuma projesinin ütopik olmadığını ifade eden İran Dışişleri Bakanı, projenin kurallarının da basit olduğunu söyledi. 

İran Dışişleri Bakanı, "Basit kurallar var. Bunlar BM senetlerinde belirtilen hedefler ve ilkeler başta olmak üzere, ülkelerin eşit derecede egemenlik hakkına sahip olması, tehdit veya güç kullanmaktan kaçınmak, sorunların barışçıl yollardan çözüme kavuşturulması, ülkelerin toprak bütünlüğüne saygı duyulması, ülkelerin iç işlerine müdahele edilmemesi ve ülkelerin kendi kaderlerini belirleme hakkına saygı gösterilmesi gibi ortak standart kurallardır." diye yazdı. 

İran'ın Fars Körfezi’nde Bölgesel Diyalog Forumu'nun kurulmasını önerdiğini belirten Zarif, "Komşularımızdan bu daveti kabul etmelerini, Avrupalı ve batılı müttefiklerinin de onları buna teşvik etmelerini bekliyoruz" ifadelerini kullandı. 

Trump yönetiminin Kuzey Suriye’deki askeri gelişmelere ilişkin açıklama ve yalanlamaları önemli bir sırrı ortaya çıkarmaktadır. ABD'nin amacı, Suriye'nin Kuzeyinde egemen ve bağımsız bir devlet –bu Fransa'nın projesi– değil, ama Somali'deki Puntland ya da Irak Kürdistanı gibi uluslararası alanda tanınmayan bir devlet kurmak


 ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'un, CentCom Komutanı General Joseph Votel'in 23 Aralık ve IŞİD karşıtı koalisyonun sözcüsü Albay Thomas Veale'nin 13 Ocak'taki açıklamalarına yönelik 17 Ocak'ta yaptığı yalanlama kafaları karıştırdı.
 
Ancak Tillerson'un açıklamaları, 10 Ocak'ta ABD'nin Ankara'daki maslahatgüzarı Philipp Kosnett'i uyarıp, 13 Ocak'tan sonra Afrin'e yönelik askeri harekat hazırlıklarını başlatan ve harekatı 20'sinde başlatan Türkiye'yi ikna etmeye yetmedi.
 
Her iki tarafın açıklamalarına karşın ABD'nin amacı, Suriye'nin Kuzeyinde egemen ve bağımsız bir devlet –bu Fransa'nın projesi– değil, ama Somali'deki Puntland ya da Irak Kürdistanı gibi uluslararası alanda tanınmayan bir devlet kurmaktı. Ancak Irak Kürdistanı'ndaki yapı tamamen bağımsızdır ve Irak Anayasasına teorik olarak uymasına rağmen, parçası olduğu Irak'ın talimatlarına uymamaktadır. Zaten yurtdışında büyükelçilikleri de bulunmaktadır.
 
Sınır Güvenlik Gücü'nün (Syrian Border Security Force) resmi olarak yarısı Suriye Demokratik Güçlerine (Democratic Syrian Forces) mensup 30.000 askerden oluşması gerekmektedir. Bu savaşçılara üç hafta süresince sorgu ve biyometrik tarama teknikleri konusunda eğitim verilmesi bekleniyor. 230 kursiyere bu eğitim verildi bile.
 
Uygulamada söz konusu gücün geri kalan yarısının, gizlice geri dönüştürülecek olan 15.000 eski IŞİD savaşçısından oluşması bekleniyor.
 
Başkan Trump'ın Koalisyon özel temsilcisi Brett McGurk, aslında 2006 yılında John Negroponte ve Albay James Steele'in yanında Irak'ta İslam Emirliği'nin kuruluşuna katılmış olan hukukçudur. Albay James Coffman ile birlikte Başkan George Bush'a bu gizli operasyon hakkında hesap vermekle görevlendirilmiştir. İşgalciye karşı gelişen Irak direnişinin Sünni ve Şii olarak ikiye bölünerek ve yapay olarak bir iç savaş yaratılarak yenilmesi söz konusuydu.
 
Brett McGurk Harvard'tan geçtikten sonra, John Kerry'nin yanında Dışişleri Bakanlığında yeniden görevlendirilir. Irak'taki İslam Emirliği'nin IŞİD'e dönüşmesi sürecine katılır ve 27 Mayıs'ta Amman'da düzenlenen Irak'ın cihatçılar tarafından işgal edilmesine yönelik hazırlık toplantısının düzenlenmesine katkıda bulunur. Irak'ı yeniden örgütler ve ardından uluslararası IŞİD'le mücadele koalisyonunu kurar…
 
İyi bir öğrenci olarak, kendi yarattığı ve bugün bazı savaşçıları geri dönüştürmeye çalıştığı cihatçı örgütün faaliyetlerine son verilmesi için Başkan Trump'a hizmet etmeyi kabul eder.


 
Geçtiğimiz 18 Ağustos'ta, Brett McGurk IŞİD yöneticilerini sıcak bir şekilde kabul etti. Resmi olarak ABD, cihatçı örgütü ezmeye hazırlanıyordu.
 
Sınır Güvenlik Gücü projesi, Murray Boochkin'in yumuşak anarşizmine inanan YPG milislerinin samimiyeti hakkında çok şey söylemekle birlikte, ABD komutası altındaki IŞİD'li katiller ile vicdanları rahat bir şekilde tek bir yapı oluşturmaları beklenemez.
 
Görünenin aksine, Afrin'e ve muhtemelen de yakında gerçekleşmesi beklenen Müncib'e yönelik Türk saldırısı 18 ve 19 Ocak'ta, Moskova'ya özel olarak gelen rejimin iki numaralı adamı ve gizli servis başkanı MİT Müsteşarı Hakan Fidan tarafından bilgilendirilen Rus Genelkurmayı tarafından onaylanmıştır. Zaten Rus askerlerinin kısa sürede çatışma bölgesinden geri çekilmesiyle harekatın önü açılmıştır.
 
Türkiye aynı şekilde, her ne kadar Şam herhangi bir mektup almadığını belirtse de, saldırı hakkında Suriye'yi yazılı olarak bilgilendirmiştir.
 
Cihatçıların geri dönüşümünü engellemek için ülkesini ABD ile doğrudan karşı karşıya getirmek istemeyen Devlet Başkanı Esad, NATO üyesi Türkiye'ye bu işi yapması için izin vermiştir.
 
Başkan Trump, Votel-McGurk planı konusunda bilgilendirilmemiştir. Savunma Bakanı James Mattis, Beyaz Saray'ın cihatçılara karşı talimatlarını teyit etmiştir. Öte yandan Votel ve McGurk hala görevlerinin başındadır.

Perşembe, 25 Ocak 2018 05:08

Tebliğcilerin Savunucusu Olan Melekler

Saffat suresinin tefsirinde cennet ve cehennem ehlinin sıfatlarını açıklayan Ayetullah Cevad Amuli şunları söyledi:

"Saffat suresinin 62. ayetinde Allah şöyle buyuruyor.
 

"Böyle bir nimete ve ziyafete ermek mi hayırlı, yoksa zakkum ağacından yemek mi daha hayırlı?"

Ayetteki "Nüzul" kelimesi misafire ana yemekten önce sunulan su, şerbet, meyve gibi ikramlar anlamına gelir. Bu ön menüden sonra ana menüye geçilir.

 Ana yemek öncesi sunulan ikramlar hem cennet ehli hem de cehennem ehli için geçerlidir. Allah bu nüzulden (ön ikram) sonra herkesin ana yemeği yiyeceği odaların neresi olduğunu açıklar.

Acaba cennet ehli için sunulacak bu ilk ikram mı yoksa cehennem ehlini bekleyen Zakkum ağacından hazırlamış olan ikram mı daha güzeldir?

Zakkum ağacının yaprakları çok kötü kokar. İnsanın bedeni ile temas anında değdiği yerin şişmesine sebep olan akışkan bir öz suyu vardır. Zakkum ağacının çiçeklerinin şeytanın kafasına benzetilir. Allah bu ağacı bir cehennem ağacı olarak tabir eder:

"Şüphe yok ki o, cehennemin dibinden yetişen bir ağaçtır." (Saffat-64)

Onun suyu ateştir ve ateşten beslenir. Bu şaşılacak bir olay değildir. Allah'ın kudreti ve kıyametin gününün çetinliği bizlerin hesabıyla uyuşmaz. Ayetin devamında ise şöyle buyuruluyor:

"Onun tomurcukları, şeytanların başlarına benzer." (Saffat-65)

Bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başlarına benzetilmesi yerinde bir benzetmedir. Çünkü şeytan kötü ve çirkin yüzlü bir varlık olarak tanınmıştır. Cehennem ehli aç ve susuzdur, yemeye ve içmeye ihtiyaçları vardır.

"Derken onlar, onu yerler de karınları şişer. Sonra da içimi bu zakkum gibi acı kaynar sular içerler." (Saffat-66/67)

Diğer bir ayette ise cehennem ehli için sunulacak içeceklerinin kaynar sular olduğunu beyan edilmiştir.

"…Eğer onlar yardım isterlerse, maden eriyiği gibi yüzleri kavurup yakan bir su ile suvarılırlar. O pek de kötü bir içkidir ve pek de kötü bir dayanaktır." (Kehf-29)

Bu suyu ağızlarına yaklaştırdıklarında dudaklarının derileri yanıp dökülür.

Allah bu birkaç ayetinde cehennem ehlini bekleyen ön ikramdan bazılarını açıkladıktan sonra cehennem ehlinin asıl azap yerlerine götürüleceklerini buyuruyor.

"Sonra da dönüp varacakları yer yine cehennemdir." (Saffa-68)

Cehennem ehli dünyadayken yalanladıkları ve putperest atalarının yapmış oldukları yanlışları doğruladıkları için onlara böyle bir ceza verilir.

"… Şüphesiz biz, babalarımızı (bizi terbiye eden âlimlerimizi) bir çmmet (din) üzerinde bulduk ve onların izleri üzerinde (yürüyüp) doğru yolu bulduk." (Zuhruf-22)

Onlar bir şeyi yalanlamak istediklerinde:

"…Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” derler." (Muminun-24)

Babalarından böyle bir şey duymadıkları için duydukları şeye "yanlıştır" diyorlardı. Ve yine babalarının da kendileri gibi yaptığını gördükleri için kendi yaptıklarının "doğru" olduğunu söylüyorlardı. Küfre sapanların bir olayı tasdiklemesi veya yalanlaması tıpkı babalarının fiillerine göreydi.

Kuran, onların babaları hakkında şöyle buyuruyor:

"Onlara: 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiğinde: 'Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyuyoruz' derler. Ya, ataları bir şeyden anlamıyor veya doğru yolu bulamamış idilerse!" (Bakara-170)

Allah, bu iddialara yanıt olarak Saffat suresinde şöyle buyuruyor:

"Onlar atalarını (hakikatten) sapmışlar olarak buldular. Kendileri de, onların izlerinden koşturuluyorlardı." (Saffat-69/70)

Cehennem ehli için vaat edilen bu azapların sebebi babalarını yanlışlık içerisinde buldukları halde onların yolunda gitmekte ısrar etmeleridir.

Âlimler Allah'ın Hüccetlerinden Biridir

Ayetin devamında Allah babalarının yanlış yolunu devam ettirenler için hüccetin tamamlandığını buyuruyor.

"Ve ant olsun ki, onlara nezirler (uyarıcılar) gönderdik." (Saffat-72)

Bu hüccet, bazen bir Peygamber, bazen bir imam veya İmamın naibi bazen de Peygamberin varisi olan bir Âlim olabilir.

Melekler cehennem ehlinin cehenneme gönderildikleri anda şöyle seslenir:
"Size bir korkutucu (uyarıcı) gelmedi mi?"

Meleklerin bu uyarıcıdan maksatları sadece Peygamber veya imama değildir. Zira birçok insan zaman açısından Peygamberi hiç görmedi. Bu korkutuculardan (uyarıcılar) kasıt uyarıcılar) İslam öğretilerini insanlara ulaştıran âlimler ve varislerdir. Daha açık bir ifadeyle meleklerin söylemek istediği şey, "sizin etrafınızda bulunan âlimler, Kuran ve Ehlibeyt'ten öğrendiklerini size ulaştırdıkları halde siz onlara uymadınız" hakikatidir.

Melekler cehennem ehline karşı, tebliğcileri ve onların yapmış olduğu işi savunacaktır. İlim talebelerinin ve âlimlerin, Allah'ın vermiş olduğu bu nimeti kendilerinden almaması için çok şükretmeleri gerekir. çünkü onların yaptıkları dini öğretileri tebliğ işi, meleklerin dikkatini cezbetmekte ve ilgi alanına girmektedir. Bu, öyle hafife alınacak veya kendisi azımsanacak bir vazife değildir.

Ayetullah Cevadi Amuli
  

Öncelikle konunun zorluğu ve nezaketini itiraf ederek besmeleyi açıktan çekelim: Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınalım: Euzubillahimineşşeytanirracim.

Besbelli ki uzun bir evveliyatı olmasına karşın genelde İran’da son iki dönemdir yaşanan siyasi gelişme ve rekabetin özelde ise Aralık ayı sonunda başlayıp Ocak ayının ilk haftası boyunca hem İran ve hem de dünya gündeminin ilk sırasına konan (ekonomik sıkıntıları protesto kastı ile masumane başlayıp kirli ellerin müdahalesi ile mecrasından kopup emperyalist ve siyonist bir kalkışma girişimine dönüşen)olayların tetiklemesi ile gerek İran iç siyasetinde ve gerekse diğer coğrafyalardaki İslam İnkılab’ına gönül vermişler arasında yeni tartışma başlıkları açıldığını müşahede ediyoruz.

Bazı etkinlikler ve özellikle sosyal medya ortamında açığa çıkan bu yeni müzakere ortamında şahsen benim açımdan en çarpıcı en şaşırtıcı en sürpriz başlık; “Acaba tüm bu olup bitenlerde Velayet-i Fakih’inde hatası var mı?  O eleştirilemez mi?”  başlığı.

Esasında Türkiye’de uzun zamandır bir damar, art bir niyetle “Rehber Hamaney’in “Velayet-i Fakih” makamına hak etmeksizin ve usulsüzce geldiği ve zamanla bir dikta oluşturduğu” mealindeki görüşü ısıta soğuta her zaman gündemde tutmaya çalışmakta. Benim kanaatimce bu cenah açıktan yapamadıkları İslam İnkılabı karşıtlığı (belki de düşmanlığını) böyle bir örtü altından yürütmekte.

Ancak bahsi geçen yeni tartışma “İnkılapçılık, samimiyet, fedakarlık, bilgi birikim, düzey ve derinlik”leri konusunda üzerlerine şüphe gölgesi düşmemiş dostlar arasında yürümekte. Doğal olarak bu durum tartışmayı hem daha ilgi çekici hale getirmekte ancak hem de ilginç bir garabet açığa çıkartmakta.

Başlığı açan dostlar (benim anladığım) şu iddianın sahibiler: “İslam İnkılabı son yıllarda özellikle de Ruhani Hükümeti eliyle belli bir sapma yaşamakta. Ruhani Hükümeti, açıktan ve gizliden yaptığı icraat ve antlaşmalarla “Amerika ve dolaylı olarak İsrail ile” antlaşma ve uzlaşma peşinde. İslam İnkılabı’nı pek çok alanda raydan çıkartmış durumda. Rehber Hamaney’in sözlerine kulak asmıyorlar ve hatta O’nu gizliden ve açıktan eleştirerek (ki gerçekten Ruhani son kalkışmanın ardından bile eleştiriye devam etmeliyiz; “kimse eleştirilmez değil!” diyerekten çok ilginç bir çıkış yaptı.) şahsını ve makamını itibarsızlaştırma söylem ve eylemlerinde bulunuyorlar… Hal böyle iken Rehber Hamaney’in bunların yaptıklarına müdahil olmaması, hükümetin yolsuzluk ve usulsüzlük yaptığı aşikar olan üyelerini azletmiyor olması, seçim döneminde İnkılabın en samimi evladı olan Ahmedinejad’ın haksızlığa uğramasına göz yummuş olması gibi durumlar bir hatadır. Ve bizler bu hataları yüksek sesle söyleyip eleştirmeliyiz ki …” 

“Kardeşim bunca konu bunca başlık arasından niçin böyle netameli bir girdap hükmündeki bu başlığa yöneldiniz?” sorusuna da: “İslam inkılabı’na gönül vermiş Türkiyeli Müslümanlar bir ütopya da bir rüya da yaşıyorlar. Onların İnkılabı ile gerçekte olan İnkılab aynı değil. Gelecekte tam bir şok yaşamamaları için biz İslam İnkılabı’na gönül vermiş Türkiyeli Müslümanları rüyadan uyandırma ütopyadan realiteye döndürme amacındayız” şeklinde cevap veriyorlar.

Bu görüşe karşı doğal olarak söylenen ilk cümleler; “Sizin düşünüp müşahede ettiğiniz bu durumları nasıl oluyor da “Velayet-i Fakih”  düşünüp müşahede edemiyor? Nasıl oluyor da geride bıraktığı hayatı; yüce ve yüksek ilim, irfan, ahlak, siyaset, basiret ve ferasetinin delili olan Rehber,  elinin altında devlet imkan ve kabiliyeti, çevresinde bilge, fakih ve uzman erişimi olmasına rağmen teşhis ve tespit edemiyor da bu imkan ve kabiliyetlerden yoksun insanlar bu açık ve gedikleri görebiliyor?” şeklinde oluyor.

Bu noktada dostlar beş argümanla (kendilerince) görüşlerini temellendirip teorilerini ortaya koyuyorlar. Birinci olarak şöyle diyorlar: “Velayet-i Fakih’e tabi olmak, düşünmemek ve kendi öz düşüncesini ortaya koymamak mıdır?” İkinci olarak: “Bir kişi hiç düşünmeden, fikir ortaya koymadan mı Velayet-i Fakih’e yardım etmiş olur yoksa eleştirip hataları gösterip fikir üreterek mi?” Üçüncü olarak: “Bazı konularda Velayet-i Fakih’ten ayrı ve farklı düşünüyor ve bazı görüşlere eleştiri getiriyor olmamızın ne mahzuru var? Zaten pek çok kişi, kurum (hükümetler, reisler ve diğer yöneticiler) pratikte Rehber’in dediğinin dışında davranarak bizim dediğimiz şeyi pratikte ortaya koyuyorlar.” Dördüncü madde olarak ta: “Velayet-i Fakih makamı ile Rehber’in şahsı aynı şey değildir. Esas olan makamdır. Bizler esas olarak makamı korumalıyız.” Dedikten sonra beşinci ve son olarak ta: “Bizim eleştiri yapıp düşünce serdetmemiz öneri ve yardım kabilindendir eğer Rehber bir konuda kanaat bildirirse artık herkes gibi bizim için de bağlayıcıdır.” şeklinde görüşlerini beyan ediyorlar.

Şu ana kadar tartışmanın gündeme geliş serüveni ile başlık sahiplerinin görüşlerini ana çerçevesi ile resmedip net bir fotoğraf ortaya koymaya çalıştım. Şimdi ise bu başlık ile ilgili olarak kendi görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

1- Bir tartışmanın sağlıklı yürüyebilmesi,  verimli ve pozitif bir maslahat doğurması için öncelikle şu dört şartın uygun olması gerekir ki, bu şartlar: “Zemin, zaman, üslup ve yöntem”dir. Ayrıca beşinci olarak ta “görüş beyan edecek şahsiyetler”in ehil olması gerekir. İslam İnkılabı’nın emperyalizm ve siyonizm ile olan mücadelesinin zirve noktaya vardığı, düşmanın içeride ve dışarıda her türden imkan ve kozunu harekete geçirdiği, gerek İslam İnkılabı içerisinde ve gerekse genel olarak İslam ümmeti bazında “vahdet” ihtiyacının hayati bir konuma geldiği zaman ve zeminde böylesine nazik, netameli, kırılgan ve istismara açık bir konu başlığının tartışmaya açılmış olmasının doğuracağı sakıncaları öngörmek için allame olmaya gerek yoktur. 

2- Bazı konuların tartışılması belirli bir bilgi birikimi, kültürel ve entelektüel derinlik ister. Bu özellikleri dolayısıyla İran’da süren bir tartışmanın aynıyla Türkiye’ye taşınması mutlak bir hatadır. Orada mevcut olan dinsel ve kültürel yapılanma ve bu tür tartışmaların geriye doğru derinliği ile Türkiye’de ki gerçeklik birbirinden fersah fersah farklıdır. Bu vesile ile İran’da tarafların kullandığı argümanları aynıyla bu yana taşımak, orada söylenen sözleri yazılan yazıları tercüme ederek bu yanda tekrarlamak faydasız olmanın ötesinde pek çok sakıncayı bünyesinde barındıran bir girişimdir. Bahsettiğimiz bilgi birikimi, kültürel ve entelektüel derinlik dolayısıyla belli bir coğrafya da normal karşılanacak hatta pek çok yarar açığa çıkarabilecek bir tartışma başka bir coğrafya da tedavisi yıllar alacak yaralara sebebiyet verebilir. 

3- “İnsan” olmanın belirleyici şartı “akıl”dır ve “akıl”ın nişanesi de düşünmektir. “Aklı” olmayanın ne dini ne de sorumluluğu vardır. Ancak aklın kendisi bize düşünülen her şeyi her ortamda “maslahat” gözetmeksizin paylaşmanın “akıllıca bir iş” olmadığını söyler. Yine akıl bize der ki, aklettiğin her şeyi ürettiğin her düşünceyi “eleştirel” olarak serdetmene de gerek yoktur. Zira “Söz var kestire başı, söz var kese savaşı”.

4- Velayet-i Fakih’e eleştirel olarak yaklaşmayanları veya bu yaklaşımı sakıncalı bulanları “maslahatcılık” ile tanımlama da kanaatimce doğru bir tespit değildir. Zira künhü itibariyle “maslahat” kötü bir şey değildir ki! Habiloğullarının Kabiloğullarına karşı verdiği binlerce yıllık mücadelede pek çok kazanım, doğru yerde doğru zamanda ve doğru şekilde maslahat gözetilme ile elde edilmiştir. Eğer “şahsi (veya grup) çıkar, menfaat, imkan, makam… kısacası süfli emeller için “hak” karşısında bir maslahat gözetilmesi varsa bu besbelli ki kötüdür. Ancak İslami ve insani değerler için mustazaflar cephesinin kazanımları için maslahat gözetilmesinin ne sakıncası olabilir ki? Hatta bu türden bir maslahat gözetme sakınca olmak bir yana aklın gereğidir ve ayrıca fazilettir de.

5- İslam İnkılabı, bir sınır ve coğrafya ile tanımlanmaktan öte bir olgu ve gerçekliktir. O tüm dünya mazlum ve mustazaflarını kuşatan (en azından bu iddia ve ümitte olan) bir inkılaptır. Ancak bugün bir merkezinin bir yönetiminin varlığı ile belli sınırlar içerisinde esasını ortaya koyuyor olması da bir realitedir. Dolayısıyla İslam İnkılabı’nın iç olayları/siyaseti sadece belli bir sınırlar içerisinde olanları değil dünyanın her neresinde olursa olsun tüm mazlum ve mustazafları (belli bir noktaya kadar) ilgilendirir. Ancak burada sapla samanı birbirine karıştırmamalıyız. Belli sınırlar içerisindeki insanlar bu olayların bizatihi bir parçası olduklarından olaylar karşısındaki tavır ve ilgileri çok dakik, müdahaleci ve pratik olmalıdır. Bu sınırlar dışında kalıp, İnkılap iç siyasetinin bir parçası olmaktan uzak ve olaylara bir dahli olamayacakların ise olaylar karşısındaki tavrı bütüncül ve tamamıyla Velayet-i fakih eksenli olmalıdır.

6- Türkiye’de “ İslam İnkılabı ve Direniş Ekseni”ne gönül vermiş insanların kahir ekseriyeti uzun uzun fıkhi, itikadi araştırmalar, müzakereler ve araştırmalar yapıp madde madde “Velayet-i Fakih” teorisi ve fıkhını araştırarak bu noktaya varmış değillerdir. Besbelli ki herkesin kendine özgü deneyim ve bir değişim yolu olmakla beraber bu insanların neredeyse tamamı “bütüncül bir siyasi, ve dini bakış açısı” ile oldukları noktaya varıyorlar. İç siyasetin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökmek, Velayet-i Fakih’in şahsı veya makamı üzerinde tartışmalar yürütmek, acziyet ve zaaf noktalarını öncelemek tüm İnkılapçı çevrelerde gereksiz ve sakıncalı bir sarsıntı açığa çıkarmaktır. Bu durum, Allah korusun henüz değişimlerinin ilk aşamalarında olan veya henüz bazı konuları künhü ile kavrayamamış İslam inkılabı gönüldaşlarını bulundukları yerden çok uzaklara savurup farklı yollara mecbur etme tehdidini de içinde barındırmaktadır. Hatta bir adım daha atıp şunu söylemeyi de tarih karşısında bir görev kabul ediyorum: “Türkiye’de yürütülecek bu kadar detaycı, hesaplaşıcı ve kınayıcı bir yaklaşımın insanları sadece İslam İnkılabı’ndan değil Ehl-i Beyt Mektebi’nden de uzaklaştırma riski tepe noktadadır.! Biz “insanları rüyadan uyandıracağız” diye yola çıkanlar, tüm inkılapçı çevreleri bir “kabusa mahkum ediyor” olabileceklerini de hesap etmeliler.

7- Aşağıdan yukarıya doğru baktığımızda eksiklik, hata, acziyet ve zaaf olarak gördüğümüz olay ve olguların yukarıdan aşağıya doğru bakıldığında tam olarak nereye oturduğu ve neye tekabül ettiğini araştırıp analiz etme de aklın bir ilkesidir. İnsanlık tarihinin en barbar ve aynı zamanda sömürdüğü kitleler tarafından en çok sevilen sömürgeci imparatorluğu olan modern zamanların Babil’i Büyük Şeytan Amerika’nın öncülük ettiği küresel sulta sisteminin içeride ve dışarıda bin bir uşak, yandaş ve paydaşı ile mücadele ederek İslam İnkılabı gemisini kırkıncı yıl arifesine ulaştırmış; onun etkinlik ve ilkelerini tüm bölgeye hatta yerkürenin pek çok noktasına ulaştırmış bir Velayet-i Fakih’i değerlendiriyorken iki kez düşünüyor olmamız gerekmez mi?

8- İslam İnkılabı Rehberi’nin (Velayet-i Fakih’in) anayasaya göre “Bilgeler (Hubregan) Meclisi” tarafından seçiliyor, denetleniyor ve gerektiğinde azledilebiliyor olması O’nun zaten “mutlak masum” olmadığı ve eleştirilebilir olduğunun delilidir. Ancak bunu kim, nerede, ne zaman ve nasıl yapacak? Herkes mi? Her yerde mi? Her zaman mı? Tüm katmanlar tüm çevreler, yatay ve dikey tüm hareketler her yerde her zaman ve her şartta hiçbir maslahat gözetmeden eleştiri mi yöneltecekler Velayet-i Fakih’e? Bırakın böyle bir İnkılab’ı böyle şartlarda bir “dernek” bile hayatta kalabilir mi? İkinci olarak Velayet-i Fakih’in ekonomiden sanata, kültürden spora, askeriyeden akademiye pek çok alanda danışmanları var ki, bu danışmanların rapor ve sunumları da bir yönü ile yönlendirmedir. Ancak her rapor ve sunumun zatında bilimsel ve İslami özellikler zorunlu bir gereksinim olduğu gibi bunların pratize edilmesinde kullanılan yöntemlerin belli adab, ahlak ve nezaketi taşıyor olması da mutlak bir mecburiyet değil midir?

9- Tüm bu yazdıklarımızın manası olup biten olumsuzlukları, zaafları, hataları, yanlışları, cehaletten veya kasten işlenmiş ihanetlerin üzerlerini örtelim görmezden gelelim değildir. Tüm dünya küfrünün hedefinde olan bir buçuk milyon kilometrekare toprak üzerinde seksen beş milyonluk nüfustan müteşekkil bir ülke de hükümet adamları, bürokrat ve diplomatların gaflet veya bilinç ile işledikleri nice hataların mevcudiyetini tartışmaya bile gerek yoktur. Esas olan bu durumun başka toplumlara nasıl aktarılacağı ve aktarımdan ne beklendiğidir.  

10- Tartışmanın tüm taraflarının ortak kabulü olan “İslam İnkılabı” tüm tarih sürecinin bu denli halka ve hakka dayalı yegane kurtarılmış zaman ve mekanıdır. Onun yüce Rehberi (Velayet-i Fakih)’te modern insana Allah’ın yüce bir lütfudur. O’nun şahsı ve makamını zayıflatarak yol almamız; ittifak, ittihat ve terakkimiz mümkün değildir. Dünya mazlum ve mustazaflarının yegane kurtuluş yolu Velayet-i Fakih’in adımlarını takip etmektedir. 

Bu makalenin hayır ve bereketlere sebebiyet vermesi temennisi ile hepinizi selamlıyorum.

(NOT  1: Siz aziz okuyucularımdan yorumlarınızla bu konuya katkı vermenizi istirham ediyorum.
  NOT 2: Sıkılmadan okumuş ve makalenin bu noktasına ulaşmış okurlara konu ile ilgili üç kitap önerisinde bulunmak istiyorum:
a) İmam Humeyni; İslam’da Devlet, Objektif Yayınları
b) Abdullah Cevad AMULİ; Kur’an ve Rivayetlerde VELAYET, Önsöz Yayıncılık
c) Sabahaddin TÜRKYILMAZ; Velayet-i Fakih, Rast Yayınları)


Muntazar Musavi / Rasthaber

HAMAS Sözcüsü; İran'ın direniş ve Filistin halkının haklarını savunmakta ön safta olurken, bazı Arap rejimlerinin Siyonist rejim ile ilişkileri normalleştirmeye can attığına tanıklık ettiklerini esefle dile getirdi.

Son günlerde Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye, İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei'ye gönderdiği mektupta, İran halkı ve İslam İnkılabı Rehberi'nin direniş hareketine desteği ve yönlendirmelerinden dolayı teşekkür etti. Uzmanlar, Haniye'nin mektubunun oldukça önemli olduğuna vurgu yapıyor.

Bu bağlamda, HAMAS Sözcüsü Meşir Mısri, Tesnim'e değerlendirmelerde bulundu.

HAMAS'ın kıdemli üyelerinden Mısri önce Filistin İslami Direniş Hareketi'nin İran ile ilişkisi ve HAMAS Lideri'nin İslam İnkılabı Rehberi'ne mektubuna işaretle şöyle ifade etti: Bu mektupta, İran'ın Filistin meselesine desteği ve Kudüs ve Filistin'e karşı küresel komployla mücadeledeki rolünü vurgu yapıldı. Öte yandan, Trump'ın Kudüs aleyhindeki kararı, mektubunun önemini daha da arttırmıştır. Ayrıca bu mektup, İran İslam Cumhuriyeti'ne Filistin ve cesurca direnişimize destek çabalarından dolayı teşekkür mektubudur. İran, direniş ve Filistin halkının haklarını ön safta savunuyor. HAMAS bu mektubu İslam İnkılabı Rehberi'ne göndermekle, İran'ın Filistin'e desteğini takdir ederek, bu rolünün Siyonist düşman karşısında Filisitn halkının direnişinin arttırılması için güçlendirilmesini istemiştir."

Ayetullah Hamanei'nin Filistin meselesine yönelik açıklamaları ve girişimleri ile ilgili olarak HAMAS Sözcüsü şöyle konuştu: İslam İnkılabı Rehberi ve İran'ın Filistin meselesine destek ve direnişi takviye etmekte öncü olduklarına inanıyorum. Filistin meselesi tüm Arap ve İslam ümmetine aittir ve herkes kendi sorumluluğunu yerine getirmeli, çünkü Filistin direnişi tüm İslam ümmeti için stratejik tehlike olan Siyonist düşmana karşı savaşıyor. İran direnişin yanında durarak, büyük rol ifa ediyor."

HAMAS'ın kıdemli üyesi Mısıri sözlerinin devamında Bazı Arap yöneticilerinin Filistin ülkesine Siyonist rejim ile ilişkilerini normalleştirme yoluyla ihanet ettiğini belirterek, tüm Arap ve İslam ülkelerinin ABD Başkanı'nın Kudüs kararı ve Siyonist işgalcilerin karşısında birlik olup, durmaları gerektiğinin altını çizdi. Filistin Özerk Teşkilatı'nın da Filistinli grupların Siyonistlere karşı mücadelesindeki engellerden biri olduğunu kaydetti.

Hamas’ın yeniden İran’a yönelmesi, bölgede Amerika ve Siyonist Rejim’le aynı doğrultuda olan ülkelerin politikalarının başarısızlığı anlamına gelmektedir.

 Kudüs’ün Amerika tarafından resmi olarak Siyonist Rejimin başkenti tanınmasının ardından, Filistin’de yaşanan gelişmelerde değişimlere şahit olduk. Bu değişimlerden biri de Filistinlilerin Amerika’dan umutlarını yitirmeleri ve Filistin alanında etkili diğer güçlere doğru yönelmeleridir. Filistinliler Çin’den, uzlaşı müzakerelerinde Amerika’nın yerine geçmesini istemiş ama Pekin bu talebe olumlu yanıt vermemiştir.

Aynı zamanda Filistinlilerin uzun bir süredir Avrupalıların siyasi tutumlarını ve düşüncelerini bilmeleri, onların Avrupalılardan pek de umutlanmamalarına neden olmuştur ama yine de Filistinli politikacılar Avrupa’yı Siyonist Rejime baskı uygulamak için kullanmakta ama Avrupalıların uzlaşı müzakerelerinde uygun bir aracı olamayacağını da çok iyi bilmektedirler.

Filistinlilerin Batı Asya’da yaşanan gelişmeler alanındaki yaklaşık 70 yıllık varlığı, onları bölgedeki aktif oyunculardan biri haline getirmiştir ve onlar, bölge ve dünyadaki olayları ve gelişmeleri çok iyi bir şekilde teşhis etmektedirler. Şimdi ise Filistinliler, Amerika’nın Batı Asya konularına verdiği önemin azaldığını anladılar.

Beyaz Saray politikacılarının bölgedeki yanlış tutum ve davranışları, Amerika’dan nefreti arttırmış ve Washington’un etki gücünü azaltmıştır. Diğer yandan, Direniş Ekseninin mazlum halkların haklarını desteklemesi, bu eksenin Batı Asya ve İslam Dünyasında güçlenmesine neden olmuştur. Rusya da Direniş Eksenin yanında yer alarak, bölge ülkelerinin dikkatini çekmiştir.

Bugün, Direniş Ekseni ve Rusya’nın Batı Asya’daki gelişmelerdeki rolü, geçmişe oranla daha da artmıştır. Öyle ki, ülkeler bölgedeki krizlerin çözümü için onlara başvurmaktadır. Bu bağlamda, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Filistinlilerin Siyonist Rejimle barış süreci hakkında Kremlin yetkilileriyle görüşmek için gelecek ay Rusya’ya gidecektir.

Bazı analistler, Rusya’nın Amerika’nın bölgedeki rakibi olarak bilinmesi nedeniyle, Mahmud Abbas’ın Moskova’ya ziyaretinin Beyaz Saray’a baskı yapmak için olabileceğini düşünüyorlar.

Bu yaklaşımın doğruluğunu ya da yanlışlığını dikkate almadan, Filistinli politikacıların kendilerini Rusya ve Direniş Eksenine yakınlaştırmak için adımlar attığı söylenebilir. Bunlardan biri de HAMAS Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye'nin İslam İnkılabı Rehberi’ne gönderdiği son mektuptur.

İsmail Haniye mektubunda, müstekbirlerin Kudüs ve Filistin halkına karşı büyük komplosunun boyutlarına değinerek, İran halkının desteklerinden ve İslam İnkılabı Rehberinin Direniş Hareketine olan yönlendirmelerinden dolayı teşekkür etti ve şu ifadelerde bulundu: ‘Halkın Batı Şeria ve Kudüs’teki İntifadası, zamanın tağutu Trump’ın ve uzak ve yakın başkentlerdeki nifak hükümdarlarının Filistin meselesini ortadan kaldırma komplolarını Allah’ın izni ile etkisiz kılacaktır.

Bu mektup birkaç açıdan üzerinde durulması gereken bir mektuptur;

Suriye’deki gelişmeler, bazı bölgesel politikalar ve bazı Hamas yetkililerinin onlarla bir olması, bu hareket ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki ilişkilerde kopukluğa neden oldu. Hamas’ın Filistin Yönetimi ile aynı yönde hareket etmesi, Gazze Şeridindeki kuşatmayı kaldıramadı. Siyonist Rejim uzmanlarının ifadesine göre, Gazze Şeridi’ndeki ekonomi tamamen çökmek üzeredir ama Hamas’ın ve Filistin halkının itirazlarını duyacak bir kulak yoktur. Hamas’ın Filistin Yönetimi ile aynı yönde hareket ettiği bu birkaç yıl içerisinde, Gazze Şeridinde yaşayanların durumları düzelmediği gibi, Filistin askerlerinin silahlarının sessizliği, Siyonist Rejime, Batı Şeria, Ürdün nehri ve Kudüs’te yerleşke yapmaya devam etme fırsatı vermiştir. Küstahlık öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, Amerika Kudüs’ü resmi olarak Siyonist Rejimin başkenti tanımıştır. Bu konular, Hamas’ın politikalarını ve duruşlarını yeniden gözden geçirmesine ve Direniş Eksenine yönelmesine neden olmuştur.
 

Haniye’nin mektubunda İntifada konusuna değinildi. Bu durum, Hamas’ın İntifadayı Siyonist Rejim karşısında ve Kudüs’ü savunmada etkin bir şekilde kullandığını gösteriyor. Aynı zamanda Filistin içindeki ortam öyle bir durumdadır ki, bu topraklarda yaşayanlar her an İntifadaya hazırlar ve sadece bu halk devriminin desteklenmesi yeterli.
 

Siyonist Rejim, Filistinlilerin İntifadasının sonuçlarını çok iyi anlıyor. İkinci İntifada alevlenmeden önce, Siyonist Rejimin ekonomik büyümesi yüzde 6’nın üstündeydi ama bu intifadanın sonunda, Siyonist Rejimin ekonomik büyümesi eksi 6 oldu. Bu eskiler, Tel Aviv’e yönelen güvenlik ve siyasi maliyetlerdir. Her halükârda, eğer Filistin’de üçüncü İntifada ateşi alevlenirse, Siyonist Rejim ikinci İntifadadan daha kötü sonuçlara hazırlıklı olmalıdır.
 

Hamas’ın yeniden İran’a yönelmesi, Amerika ve Siyonist Rejim ile aynı doğrultuda hareket eden ülkelerin politikalarının başarısızlığı anlamına gelmektedir. Çünkü onlar bu hareketi İran’dan uzaklaştırarak, özellikle Filistin’deki gelişmeler olmak üzere Tahran’ın bölgesel gücünü azaltmak istiyorlardı. Ama Batı Asya’daki gelişmelerin seyri, başka gerçekleri ortaya koydu ve onların planını suya düşürdü.
 

Genel anlamda Hamas’ın Tahran’a yaklaşımı olumlu olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar bazı siyasi gözlemciler, Filistinlilerin Direniş Ekseni ve Rusya’ya yönelmesinin taktik olduğunu düşünseler de Hamas Hareketi liderlerinden Doktor İsmail Rıdvan, bu hareketin İran ile olan ilişkisini stratejik olarak görüyor. Şimdi Direniş Eksenin eline, birlikte meşverette bulunarak Filistinlilerin kaybedilen haklarını yeniden canlandırmak için kapsamlı bir program hazırlayıp, sunma fırsatı geçmiştir.’

Perşembe, 11 Ocak 2018 04:40

İslami Vahdet ve İmam Humeyni

Yaşadığı çağda İslam ümmetini vahdete çağıran bir kimsenin tutum ve anlayışını tespit edip, tanımlamak, büyük önem taşımaktadır. Nitekim İmam Humeyni İslam beldelerinden birinde bu temel ilke uyarınca ilahi bir düzen kurup, bu yolun yolcularına güvenli bir çığır açmıştır.

 

                Beşeriyetin ilahi fıtratı, tevhide dayalıdır. Art niyetlere, egoya ve şeytani eğilimlere yakalanmamış insanda, bütün hayat devrelerinde aklı olarak bu ilahi fıtrat üzerine durum değerlendirmesi yapıp, ilerlemiştir. Nitekim sağlam ve fıtri insan daima çekişme ve çatışmaları, tefrika ve dağınıklığı insan topluluklarını tehdit eden, kendi kendini gelişimden alıkoyan ve süflileştiren bir kaynak olarak nitelendirmiştir. İlahi enbiya Adem'den Hatemü'l Enbiya'ya (saa) kadar bütün peygamberler daima insanları tevhide çağırıp, onları şirk, ikilem ve üçleme nifak ve çekişmelerden sakındırmışlardır.

 

                Tevhid anlayışı, İslam'la Küfr'ün nihai sınırı sayılır. İslam'ın bütün felsefi, irfani, ahlaki, kelami, eğitimsel ekol ve yönelişlerinde varlık alemindeki vahdetçi anlayışı vurgulayıp, tevhid ve vahdet anlayışını kendi düşünce yapılarının ayrılmaz parçası olarak nitelendirmiş bulunuyorlar. Alim ve bilginlerin de vurguladıkları gibi, beşeri toplumda hakiki vahdete yöneliş, tevhid inancının cilveleri ve yansımalarından biridir. Buna karşılık, çoğulcu anlayış, maddecilik ve şirkin bariz özelliğidir. Kuran-ı Kerim'de 'Ümmet-i Vahide'yi oluşturmak, Seyri ilallah'ın gerçek yolunda ilerleme anlamındadır.

 

   "Gerçek şu ki; sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz."   Enbiya/92

     Tarih boyunca bütün biçimleri ve düzeyleriyle Hak ve Batıl daima tevhid ile şirk anlayışı ve yönelişi biçiminde kendini göstermiştir. İmam Humeyni de buyuruyor ki;

      “Tefrika Şeytan'dan ve ittihat Rahman'dandır.” 

       Uluslararası kuruluşlar, her ne kadar kuruluş ilkesi ve amaçlarını milletlerle devletleri birliğe çağırma, gerginliği ve çatışmayı azaltıp, engelleme olarak ilan ettikleri halde, bu felsefi anlayışlarını pratikte gerçekleştirememiş bulunuyorlar. Çünkü, bu uluslararası kuruluşlar tefrika, savaş, kriz çıkaran süper güçlerin hizmetine geçip, onların maşasına dönüşmüş bulunuyorlar. Geçen on yıllarda çeşitli güç odakları, yüzlerce birlik, pakt, işbirliği anlaşması, devletler birliği, ideolojik ve siyasi bloklar oluşturdular. Bunların propagandasını yaparak dünya milletleri ve topluluklarda büyük beklentiler ve ümitler yarattılar. Fakat bu kurum ve kuruluşlarla paktlar hiçbir etkinlik göstermeden çöküp, gittiler ve de gerginliklerle krizleri de çözemediler. Uzun bir süreden beri, İslam toplumlarında, İslam ülkeleri ve Müslümanların vahdet ve birliğinden söz ediliyor. İslam beldelerinde bir çok siyasi grup, parti veya şahıs, İslami birlik sloganıyla iktidar olup, hüküm sürüyor. Yüzlerce kitap ve makale İslami vahdet üzerine yazılıyor. Konuşmacılar, hatip ve bilginlerle yazarlar birlik ve vahdetten söz ediyorlar. Fakat pratikte yapıcı, müspet ve belirgin bir vahdet süreci için adım atılmıyor. Bana göre, başarısızlık ve beceriksizliklerin kökenine edilmek gerekir. Çünkü bu ilkeleri tespit etmeden bütün birlik çağrıları boşa çıkacaktır.

 

       Bize göre, bu kuruluşların asıl malzemesi olan yükümlülüğü, vahdet anlayışıyla onun ayrılmaz fikri düzenlerin dünya görüşü, akidevi ilkeleri, değerleri ve ahlaki ilkeleri tespit edip, birbiriyle bütünleştirmeleridir. Tevhidi düşünceye sahip olup, tek bir Allah'a tapmak, İlahi iradeyi varlık alemindeki her şeyi kapsayıp, kavradığına inanmak, buna karşılık pratikte Allah'ın yarattığı halka ve başka insanların kaderine yabancı kalıp, ilgi duymamak mümkün müdür? Muvahhid olup, tefrika ashabı ordusunda yer almak mümkün mü?

 

     Nasıl oluyor da, Asr-ı Saadet'te ve İslam'ın doğuş anlarında tevhid çağrısı; zulüm, şirk ve putperestliğin karanlık hakimiyetinden bıkıp usanan kimseleri kendine cezp edip, onları bütün cahili değer ve asabiyetlerden, büyüklük ve üstünlük taslamaktan, kavmiyetçilikten, soy ve sopa iftihar etmek ve aşiretçilikten arınmalarına sebep oluyor. Bütün tefrika ve ihtilaf kaynakları, soya veya akrabalığa dayalı ilişkiler ve böbürlenmeler tek bir Allah inancı ve ubudiyet nuru karşısında renk kaybedip, oluşan tevhidi toplum 'Hayır Ümmet'i olarak nitelendiriliyor. Siyah tenli yalın ayak köle ile Kureyş'in etkin ve seçkin rical ve ileri geleni eş değer ve konumda bir araya geliyor ve hatta köle, sahipten daha üstün ve değerli bir insan olarak addediliyor; oluşan böyle bir görkemli medeniyet karşısında bile İran ve Roma İmparatorluğu'nun tekelci ve güçlü imparatorları bile direniş gücünü kaybediyor, kısa bir süre sonra çeşitli coğrafik bölgelerde yaşayan çeşitli kavim ve milletler kendi coğrafik sınırlara, kavmi ve milli değer ölçüleri ve taassuplara aldırmayıp, hakikat güneşine doğru koşuşuyor da, niçin günümüzde Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Resul'de önemi özenle vurgulanan ümmet kavramı göz ardı edilip, önemsiz kılınıyor, yeniden eski batıl geçmişlere, coğrafik sınırlara ve benzer meselelere özenti duyulup, Müslümanların ümmetçi menfaatleri milli menfaatler biçiminde ve birbirinden ayrı bir şekilde değerlendiriliyor. Aynı dine mensup kardeşlerin kaderi birbirinden ayrı bir şekilde tespit edilip tanımlanıyor?

 

     Giriş bölümünde İmam Humeyni'den naklen belirtildiği gibi, tefrika Şeytan'ın eseri ve vahdet Rahman'ın kelimesidir. Tarihin ispatladığı gibi, pratikte Tevhid inancına bağlılıklarını ispatlamış olan kimselerin hakiki vahdet çağrısına tevhidi fıtrata sahip kimseler olumlu cevap veriyorlar. Çünkü belirttiğimiz gibi; vahdeti koruma, iktidarı pekiştirme amaçlı siyasi bir hareket değildir. Vahdeti korumak ve tefrikadan sakınmak âyni ve bireysel bir vecibedir.

 

     Bu anlayış kainatın yaratıcısının vahdaniyetine inançtan kaynaklanıyor. Tefrika ashabı, Şeytan ashabıdırlar. Vahdet tebliğcileri ve failleri Rahmanlıların çığırındadırlar. Hangi toplum böyle bir inançla donatılırsa, hakiki vahdet biçimlenir. Ümmetin bütün kesimlerinin kaderi tefrika ve nifak karşısında ilgisiz kalmak, ümmeti vahidenim güçlü hareketi karşısında renk kaybeder. İşte bu gerçeği, İslam inkılabı fiili olarak ispatladı. Tarihin unutmayacağı şey şudur ki; Allah inancı ve aşkıyla hareket eden biri görünüşte maddi silahlardan yoksun olarak vahdet çağrısını yükseltti. Mümin insanlar da bu çağrıya cevap verip, kıyam ettiler. Buna karşılık gelişmiş ülkeler, bu tevhidi halk kıyamını bastırmaya çalıştılar. Nitekim bu tevhidi kıyamın düşmanlarına dünyanın en güçlü silah üreticisi sahipleri resmen ve açık bir destek verip, birleşik cephe kurmaya çalıştılar. Fakat milletin söz birliği ve vahdeti, maddi çıkarlar ashabının güçlü birliğini yenip, zafere ulaştı.

 

     İslam İnkılabı düşmanla karşılaşıp, saltanat düzeni ve devlet erkanını vurup, çökerttikten sonra filizlenen İslami halk düzenine karşı isyan eden ve süper güçlerce desteklenen çok sayıda grup ortaya çıktı. Nitekim bu sayısız isyancı grupları tespit edebilmek için bir kitap yazmak gerekir. İmam Humeyni Kuran-ı Kerim ve Arif-i Ekmel Hz. Muhammed Mustafa (saa) ve Ehl-i Beyti'nin öğretilerinden esinlenerek yaratılan hilkat alemiyle fiili alemin hakiki vahdetini kendi kendine çözümleyip, özümseyerek kendi felsefi anlayış ve ekolünde sadece vahdet-i vücud'dan değil, ehil olan özel toplantılarda varlıkların hakiki vahdetinden bile söz ediyordu.

 

     İmam Humeyni halk için yazdığı Kırk Hadis Şerhi kitabında, Vahdeti kelimenin mahiyeti, ahlaki manası ve tarihi niteliği hakkında diyor ki:

 

    "İndirilen büyük şeriat ve Enbiya'nın (as) hedeflerinden biri, bağımsız ve kendi temelinde hareket eden bir hedef olan şey, Medine-yi Fazıla'nın -ideal toplum- oluşumunda büyük hedefe varışta en etkin bir katılımın gerçekleştirilmesinde en belirgin rol ifa eden faktör; Tevhid-i kelime ve Tevhid-i akidedir. Bu bağımsız, kendi ekseninde hareket eden, hem hedef ve hem maksat olan faktör, toplumsal işleri yönetmede, insanlığı fesada sürükleyen ve ideal toplumu bozan zalimlerin zulmünü engellemede etkin ve belirleyici rol oynar."

 

     İmam Humeyni, ferdi ve toplumsal bir müslih olarak bu hedef ve maksat birliği olan vahdeti, rahmet cinsinden ve bir başlangıç mahsulü olarak nitelendiriyor ve bunlar olmaksızın vahdetin oluşamayacağını kaydediyor. İmam Humeyni'nin buyurduğu gibi:

 

    "Rahmetle özleşen bu olgunun devam etmesine çalışmalıyız. Yapılan çalışmadan maksat; ilkin İlahi olmamız, Allah yolunda hizmet etmemiz, Allah'ın emrine itaati özümsememiz, kendimizi O'ndan ve O'na doğru bir varlık olarak bilebilmemiz gerekir. Bu mananın ikinci anlamı vahdet ve insicam üzerine gerçekleştirilir. Çünkü tefrika şeytandandır, Vahdet-i kelime ve ittihat ise Rahman kaynaklı bir olaydır."

 

    İmam Humeyni İslam toplumlarındaki vahdetin kalıcı ve kutsal sayılabilmesi için mutlaka pürüzsüz ve şeffaf eksenler üzerine bina edilmiş vahdetin oluşması gerektiğini kaydediyordu. İmam Humeyni bu konuda şunları vurguluyor:

 

    "Kuran-ı Kerim'in öğretileri sayesinde İslami vahdet ekseninde birleşmeliyiz. Önemli olan şey, herkesin belli bir iş ve olay üzerinde birleşmesi ve farklı eğilim göstermemesinden ibaret değildir. Allah'ın emri, Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak ve tefrika içinde olmamaktır. Enbiya ve peygamberler, belli başlı iş ve olgular ekseninde birleştirmek için değil; herkesi hak yolunda birleştirmek için seçildiler."

 

    İmam Humeyni, vahdeti, İlahi bir yükümlülük, şer'i bir farz ve halk kesimlerinin temel bir ihtiyacı olarak nitelendiriyor; alimler, bilginler, aydınlar ve İslam beldeleri yöneticileri ve hatta hükümdarlarının büyük bir yükümlülük ve sorumluluk taşıdıklarına inanıyordu.

 

    Nitekim İmam Humeyni genel mesajlarında daima bu önemli ve özel noktayı vurgulardı. Onun inancına göre, vahdeti gerçekleştirmek ve pekiştirmek için, gereken bedel ödenmelidir. Nitekim bizzat kendisi bu yolda öncülük yapardı. Elbette bu sınırlı süre zarfında İmam'ın vahdet-i vücudun boyut ve merhaleleri hakkındaki tanım ve yol gösterilerini anlatmak mümkün değildi. Merhum İmam, vahdet babında vahdetin oluşum ve korunması önemi ve zaruretini vurguladığı gibi onun sağlanması malzeme ve şartlarının önemini de gözler önüne sererdi.

 

    İmam Humeyni'nin inancına göre; vahdet, kendine özgü şartları ve toplumsal stratejisi gerçekleştirilemezse kendiliğinden sağlanamaz, gerçekleştirilirse bile kalıcı olamaz. Evet, İslam İnkılabı ve onun getirileri, hüccetin tamamlanmasına sebep olmuştur. İmam ile İslam'ın cihanşümul ve evrensel hareketinin zaferi, tamamen nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Bu, "Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara/249) ayet-i şerifini çağrıştırıyor ve de ona mutabık sayılıyor.

 

     Merhum İmam'ın, defalarca zor şartlarda görünüşte ümitsizlik dolu anlarda bizlere öğretip, vurguladığı gerçek şu ki; Hakla batılın karşılaştığı alanda, zahiri ve maddi güçler, istatistik bilgiler ve sayısal gelişimler belirleyici rol oynamamaktadır. Bu alanda en belirleyici faktör; uyanış, ihlas, duru hedef ve saik, yükümlülüğü fiili olarak üstlenip, gerçekleştirme azmidir.

 

     Günümüz İslam toplumlarının doğru bir şekilde tespit ettikleri gibi, dertlerin dermanı ve tek bir kurtuluş yolu, geri kalmışlık, baskı ve çıkmazlardan kurtuluş yolu, öz İslami hüviyete geri dönüş, gerçek anlamda Ümmet-i Vahide'yi yeniden canlandırma ve geliştirmedir. Bu yüzden korku ve ümitsizliğe kapılmaya hiçbir gerekçe uydurulamaz.

 

     Haydi gelin dostlar, bu mukaddes cihadın öncüleri olalım. Rahmet ve Vahdet Peygamberine inanan, zengin kaynaklara, kalabalık ve yetkin insan gücüne özel konum ve varlığa sahip olan biz Müslüman insanların tefrika ve ihtilaf ateşi içinde kavrulması, Allah dini ve insanlık düşmanlarının içinizdeki bu tefrikayı alaya alıp, gülmeleri, gerçek medeniyet ve kültür öncüleri ve akıncıları olan ümmete üstünlük taslamaları ve de onların varlığını denetim altına alıp, yağmaları büyük bir haksızlık ve alçaklıktır.

 

     Allah'ın kitabı Kuran-ı Kerim'in bir sözü eksiksiz ve hiç değişmeden İslami fırkaların arasında yaşıyor. Peygamber Efendimizin sünneti ve öğretileri de bizim hidayet şartımız ve eylemlerimizin işaretleri olarak biliniyor. Kıblemiz bir, şiarımız bir, namaz ve Hac ibadetlerimiz birdir. İslam'ın yüzlerce ilke ve kuralı da bütün İslam mezheplerinin ortak ve temel inancını oluşturuyor. Bütün bu nitelikle ve özgün ilke ve öğretiler, örnek ve birleşik ümmetin oluşumunda ebedi ve sağlam bir yapının malzemeleri ve de özü sayılıyor.

 

     Burada sorun ve noksanlık, halktan kaynaklanmıyor. Çünkü İslam ülkelerindeki alimler, bilginler, aydınlar ve yöneticiler bu hassas şartlarda kendi yükümlülüklerini yerine getirip, halkın birlik duygu ve isteklerini gerçekleştirmelidirler. Amerika ve İsrail, İslam'ı yok etme ve İslam beldelerine sulta kurup, Müslüman milletleri köleleştirmeden daha azına razı olamazlar. Gelin dostlar, Kudüs'ün gasıbı güçlerle onların destekçisi odakların çıkarlarını sağlama ve koruma amacıyla yapılan bu örümcek ağı ve gevşek paktlara karşı İslami kardeşlik üzerine bina edilecek sağlam ve sarsılmaz bir pakt ve ittifak kuralım, Ümmet-i Vahide'nin parlak mirasını yeniden canlandıralım.

 

     Sözün sonunda, kendi kendimize, sizlere bütün hür ve şerefli insanlarla Müslümanlara bir uyarımız olacaktır. O da şudur; İslam dünyası çok hassas şartlarla karşılaşmaktadır. Bu yüzden şu İlahi kurtuluşçu ilke ve şiarı hepinize hatırlatma zaruretini hissediyoruz:

 

     "Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayıp, ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp, sındırdı ve siz onun nimetiyle kardeş olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye. Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar."Âl-i İmran/103

Seyyid Ahmed Humeyni  - ehlader