
کارگر
Fransa Dışişleri Bakanı Tahran'da
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault, iki günlük resmi bir ziyaret kapsamında Tahran’a ayak bastı.Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault’un dün akşam saatlerinde Tahran’da geldiği açıklandı.
Alınan bilgiye göre, bir siyasi ve ekonomik heyet başkanlığında Tahran’a gelen Fransa Dışişleri Bakanı, İran Dışişleri Bakanlığı’nda düzenlenecek olan ilk İran-Fransa Ortak Ekonomik ve Ticari Toplantısı’na katılacak.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault’un Tahran ziyaretinde İran Cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı, İran Milli Yüksek Güvenlik Sekreteri ve Meclis Başkanı ile de görüşeceği öğrenildi.
Jean-Marc Ayrault’un İranlı üst düzey yetkililerle yapacağı görüşmelerde Suriye krizi başta olmak üzere nükleer anlaşma, ikili ilişkiler ve bölgesel gelişmelerin ele alınacağı öngörülüyor.
Fransa Dışişleri Bakanı, Zarif'le görüştü
Tahran'da bulunan Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault’un İranlı mevkidaşı Zarif ile görüştüğü açıklandı.İki günlük ziyaret kapsamında Tahran’da bulunan Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault, İran Dışişleri Bakanlıkğı’nda İranlı mevkidaşı Zarif ile bir araya geldi.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Marc Ayrault’un Tahran ziyaretinde İran Cumhurbaşkanı, İran Milli Yüksek Güvenlik Sekreteri ve Meclis Başkanı ile de görüşeceği bekleniyor.
Jean-Marc Ayrault’un İranlı üst düzey yetkililerle yapacağı görüşmelerde Suriye krizi başta olmak üzere nükleer anlaşma, ikili ilişkiler ve bölgesel gelişmelerin ele alınacağı öngörülüyor.
İran-Fransa Ortak Ekonomik ve Ticari Toplantısı bugün sabah saatlerinde Zarif ve Ayrault'un katılımıyla İran Ticaret Osdası binasında gerçekleşti.
KALP İNSANI YANSITAN AYNADIR
“İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olduğunda bütün vücut ifsat olur.
“İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olduğunda bütün vücut ifsat olur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.” Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve alihivesellem
İnsan varlığında esas olan kalptir ve kalp vücudun rehberi ve komutanı niteliğindedir. İnsan kalp sağlığına dikkat etmediği taktirde vücut memleketi fesada uğrar. Burada sözü edilen kalpten maksat insanın davranışlarına, düşüncelerine, yaşantısına yön veren kavramlardır.
Yapılan fiil kalbin iyi haline orantılı olursa iyi ve salih amel, kötü haline orantılı olursa boş ve kütü amel insandan südur eder. İnsanın bazı zamanlar yaptığı ibadetler makbul olmadığı gibi, manevi lezzet de alınmaz. Bu durumun sebebi insan vücudundaki kalpten kaynaklanmaktadır.
Sosyal hayattaki sorunların asıl kaynağı insanların kalplerinin nasıl şekillendiğinden kaynaklanmaktadır. Kalp aynasını paslandıran insanlar sosyal yaşamlarında daima menfi bir yaşam sergilerler. Ama kalp aynası parlak ve şeffaf olanlar müspet bir yaşam sergilerler. Bu konuda söylenecek ve yazılacak çok şey vardır. Ancak biz temel hatlarıyla çözüme dair olması gerekenleri açıklamaya çalışalım. İnsanın davranışlarında rol oynayan ilim, amel, hal denklemi inkar edilmez bir gerçektir. İnsanda yaşam şekli, söz, düşünce ve davranış önce ilim olarak öğrenilir sonra kalpte yönü tayin edilir ve sonrasında da davranış şekline yansır.
Doğru veya yanlış her ne şekilde olursa olsun her davranışın gönül boyutu vardır. Davranışların doğru olabilmesi için de mutlak manada gönül meselesinin çözüme kavuşması, huzur bulması gerekmektedir.
Sosyal, toplumsal, ailevi ve ikili ilişkilerde de kalp önemli bir yer teşkil eder. Hz. Fahri kâinat efendimiz şöyle buyurmuştur; “Mü’in müminin aynasıdır.” Bu gerçeğe göre insanların birbirlerine bakışlarının ve kanaatlerinin gönüllerde oluşan yansıması “ayna/kalp” kavramı ile alakalıdır. Bakımı yapılmayan, tozları temizlenmeyen maddi ayna bir zaman sonra paslanır ve böylelikle sahibini olduğu gibi yansıtamaz ve sahibi tarafından kırılarak atılır. Kalp aynası da böyledir. Temiz olmadığı veya temizlenmediği zaman kendisini paslı, tozlu görmeye başlar insan ve aynayı kırmak ister.
Arifler şöyle anlatırlar: Şuhüd ve kurb makamlarında bir kademe yol alan ve hac ibadeti için Mekke'de olan birisi batını gözü ile bir berberin bir domuzu traş ettiğini gördü. Gördüğünü sessiz bir şekilde berbere söyledi. Berber aynayı ona vererek kendisine bakmasını istedi. O aynayı alıp kendisine baktığı zaman, kendisini aynada köpek olarak gördü ve aynayı yere atarak kırdı. Berber; dostum aynayı kıracağına kalp aynanı temizlesene, kalp aynan lekeli olduğu için, bu ayna seni sen olduğu gibi gösterdi. Kusuru aynada değil kendinde araman gerekmez mi?
Bizler aynada neleri görüyoruz veya neleri görmek istiyoruz? Elinize bir ayna alıp baktığınızda gördüklerinizden memnun musunuz? Veya aynayı etrafınızda olup bitenlere, yaşananlara, insanlara tuttuğunuzda gördüklerinizden memnun musunuz?
Şemsi Tebrizi Makalat-ın birinci bölümünün ikinci sayfasında ne de güzel demiş: "Şimdi ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun! Buna bir bahane bulamıyorum, sözünü kıramıyorum, ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı sana vermeyeyim diyorum. Çünkü senin yüzünde bir kusurun var desem, belki ihtimal vermezsin, eğer aynanın yüzü kusurludur desen daha beter olur. Sevgi bırakmaz ki bir bahane bulayım. Simdi diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak aynanın yüzünde bir kusur görürsen onu aynadan bilme; aynada sonradan olmuş bil! Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde bul! Bari benim yanımda aynaya bakma. Şart odur ki aynanın yüzünde kusur bulmayasın. Eğer kendine de kusur bulamıyorsan, bari o kusuru bende bul ki aynanın sahibiyim. Aynayı kötüleme!"
Ayna bakımı yapıldığı, temizlendiği takdirde tozlardan, karıncalanmalardan arıdır, beridir. Ama kalp aynası lekeli olanlar aynalara öfke duyarlar. Aynada onlara hal diliyle şöyle söyler; “Benim varlık nedenim seni güzel göstermektir. Ama sen sorumluluklarını yapmazsan ben seni umduğun gibi güzel gösteremem ki!”
Resulullah (s.a.a): “Dört şey kalbi öldürür: Günah üstüne günah işlemek, kadınlarla çok konuşmak, ahmakla çekişmek, -sen söylersin o söyler ve asla hayra gelmez- ve ölülerle arkadaşlık etmek.” Kendisine şöyle arzedildi: “Ey Allah’ın Resulü! Ölülerden maksat kimdir?” Peygamber şöyle buyurdu: “Eğlenceye dalmış her zengin.”
Selam ve Dua ile…
Mehdi AKSU
Kuran-ı Kerim'de Allah’tan Korkanların Nitelikleri
Tevekkül Ederler Eziyetlere Sabrederler...
1-)Tevekkül Ederler Eziyetlere Sabrederler
14. Sure (İbrâhîm Suresi), 12. Ayet
"Allah bize yollarımızı dosdoğru göstermişken, biz ne diye ona tevekkül etmeyelim? Bize yaptığınız eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler."
2-) Zalimler Tarafından Sürgünle Tehdit Edilirler ve Baskıya Maruz Kalırlar
14. Sure (İbrâhîm Suresi), 13. Ayet
İnkar edenler peygamberlerine, "Andolsun, ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, ya da bizim dinimize dönersiniz" dediler. Rableri de onlara şöyle vahyetti: "Biz zalimleri mutlaka yok edeceğiz."
3-) Asıl Kalıcı Olan Allahtan Korkanlardır
14. Sure (İbrâhîm Suresi), 14. Ayet
"Onlardan sonra sizi elbette o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimseler içindir."
4-) Zorbalık Etmezler Sadece Kur'ân İle Öğüt Verirler
50. Sure (Kâf Suresi), 45. Ayet
Biz onların ne dediklerini çok iyi biliyoruz. Sen, onlara karşı bir zorba değilsin. O halde sen, benim uyarımdan korkan kimselere Kur'an ile öğüt ver.
5-) Nefislerini Arzulardan Alıkoyarlar
79.Sure ( Naziât), 40. Ayet
Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.
6-) Zikir Anında Kalpte Ürperti,
Musibete Sabır,
Namazı İkame ve İnfakta Bulunmak
22. Sure (Hac Suresi), 35. Ayet
Onlar, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperen, başlarına gelen musibetlere sabreden, namazı dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayan kimselerdir.
7-) Ticaret Sebebiyle Namazdan Zekattan Tesbihten Gaflet Etmezler
24. Sure (Nûr Suresi), 36. Ayet
Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O'nu tesbih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar.
8-) Günah İşlemekten ve Kıyametten Korkarlar
39. Sure (Zümer Suresi), 13. Ayet
De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım."
9-) Dini Allaha Has Kılar Yanlız Ona İbadet Ederler
Sûre:39. Sûre (Zümer Sûresi), 13. Ayet
De ki: “Eğer ben Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”
39. Sure (Zümer Suresi), 14. Ayet
De ki: "Ben dinimi Allah'a has kılarak sadece O'na ibadet ediyorum."
Ehlibeyt'in Şanında İnmiş Ayetlerden:
76.Sure (İnsan),7. Ayet
O kullar adaklarını yerine getirirler. Kötülüğü her yanı kuşatmış bir günden korkarlar.
76/8. Ayet
Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler.
76/9. Ayet
(Yedirdikleri kimselere şöyle derler:) "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz."
76/10. Ayet
"Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir günden (o günün azabından dolayı) Rabbimizden korkarız."
Murteza Akbulut
Bâtıl teviller üzerine..
Kur'an'ın ve hadislerin yanlış tevilleri ve onlardan kurtulmanın yolu..
Kur'ân-ı Kerim kalplerinde Allah'a karşı eğrilik olanlardan bahseder. Bu tabiri caizse eğri kalpliler, kalplerinde "zeyğ" olanlar, Kur'an'ın müteşabih, yani benzerlik gösteren âyetlerini alarak fitne unsuru diye kullanırlar.
Âl-i İmran Sure-i mübarekesi'nin 7. ve 8. âyetlerinde şöyle geçer:
( هُوَ الَّذِي أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ ۖ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ ۗ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ ۗ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا ۗ وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ )
7- "Öyle bir Tanrı'dır ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı, mânası-apaçık (muhkem) âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânalara benzerlik gösterir (müteşabih) âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onları tevil etmek için mânaları açık olmayan (müteşabih) âyetlere uyarlar. Halbuki onların tevilini ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemez."
( رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً ۚ إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ )
8-"Rabbimiz, bizi doğru yola sevk ettikten sonra kalplerimizi saptırma ve kendi katından bize rahmet bağışla, şüphe yok ki sen, fazlasıyla bağışlayansın."
Kur'an evrensel olduğuna göre, bu ayetler de günümüze uyarlanmalıdır. Bu ayetleri evrensel görüp günümüze uyarlarsak, kalplerinde eğrilik olan dendiğinde, Kur'an'ın müteşabih ayetlerini kendilerince tevil eden ve o ayetleri muhkem ayetmiş gibi gösterip vahşet yaratan Selefileri görürüz. Bunlar "Allah arşına istivâ etti" derken, Allah'ı (hâşâ!) cisimle tasavvur etmeye çalışırlar. Kur'an-ı Kerim'de geçen ve İslam'da gayrimüslimlere verilmiş hakları reddeder, kendi fikirlerinde olmayan Müslümanları dahi tekfir ederler. Demek ki onlar gibi olmamak için kunutlarımızda ve dualarımızda Âl-i İmran'ın âyetini okumaktayız ve kalplerimizi saptırma - lâ tuziğ qulûbenâ- diye yalvarmaktayız.
Bu kalpleri eğri olanların çıkardığı aynı bâtıl kaynaktan türeyen bir tevil de vardır ki, bu da çok tehlikelidir. Bahsedilen tevil günümüzün batı medeniyetinin, Selefilerin müteşabih ayetlerle yarattığı korku havasından istifade ederek bize dayatmaya çalıştığı, muhkem ayetleri müteşabih ayetlere benzeterek yapılan tahrif edilmiş tevildir. Bu iki bâtıl tevil şekli görünüş itibariyle birbirine zıt olsa da her ikisinin de kaynağı aynıdır. Batıcılar zaten sadece böyle tefsirlerle hicap kurallarını inkâr edebilir, İslâm'ın siyasetten ayrı olduğunu diyebilirlerdi! Şimdi öyle bir zamana gelmiş bulunmaktayız ki, ahlâki sapkınlıklarını bile bize İslâm diye dayatmaya çalışmaktadırlar! Bazen tasavvuf, bazen de Kur'ân adına yanlış yorumlarla bizi aldatmak için uğraşmaktadırlar. Bu bâtıl tevil üslubuna karşı müslüman âleminin vazifesi uyanık olmak ve bunun karşısında öz Muhammedi İslâm'ın kaynaklarından ilim talep etmektir.
Bu ikinci yanlış tevil üslubu diğer yanlış üslupla aynı kaynaktan türediğine göre, Kur'an'daki "lâ tuziğ qulûbenâ" âyetini okurken, bu iki yanlış tevil üslubuna karşı yardım istemeli ve kalbimizin her iki tarafa doğru eğilmemesi niyetiyle dua etmeliyiz.
Bu tevillerin boyunduruğundan felah bulmanın tek yolu ise Kur'an'ın asıl müfessirleri ve kalplerin tabipleri olan Ali ve onbir evladı, yani Ehl-i Beyt'in hakiki tefsirlerine yapışmaktan geçmektedir. Bunun için Hz. Resulullah (s.a.a):" Ali Kur'an'la ve Kur'an Ali'yledir" buyurmamış mıdır? Peygamberin Sakaleyn hadisinde Kitap ve İtret emanet edilirken, bu gerçek vurgulanmış değil midir?
İmâm Bâkır (a.s) : "İster doğuya, ister batıya gidin, biz Ehl-i Beyt’ten kaynaklanan dışında doğru bir ilim bulamazsınız" diye buyurmuştur. Dolayısıyla biz batının ve doğunun bazı "Küresel Kötülük" kaynağından beslenmişlerinin tefsirine değil, "Evrensel rahmet" kaynağından beslenmiş, İslam'ın ve Kur'an'ın menba'ı, peygamberin pâk nesli ve vârisi olan Ehl-i Beyt'in tefsirine ihtiyaç duymaktayız.
Aynı şey hadislerde de geçerlidir. Zira masum imamlar muhkem ve müteşabih hadislerin olduğunu buyurmuş, bizleri muhkem hadisleri bırakıp müteşabih hadisleri olduğu gibi kabul etmekten sakındırmış ve öyle yaparsak sapacağımızı bildirmiştir.
Müteşabih hadislerde ise muhkem hadislere müracaat ederek tefsir çıkarılmalıdır
Allah hepimizi Ehl-i Beyt'in ilminde şüphesi olmayacak kadar kuvvetli eylesin, Müslüman ümmete vahdet nasip edip onikinci İmam Mehdi (a.f.)'nin zuhûrunu âcil etsin. Zira İmam Mehdi'nin büyük ceddi Resulullah (s.a.a. ) Kur'an'ın tenzili için, ceddi Ali(a.s.) ise tevili için savaşmıştır. Kendisi de yine tevil için savaşacaktır. Dolayısıyla bâtıl tevillerle mücadele zuhura ve adâletin tam sağlanmasına değin sürecek, onlarla mücadele edenler Hak ordusunda gâlip asker, onlar tarafından altedilenler ise mağlup olacaktır. En sonunda ise zulüm ve zâlimliğin bitmesiyle dünya hak tevile hidayet ve teslim olacaktır.
Ali Rıza Akbulut
Salihi: ABD anlaşmadaki yükümlülüklerine uymuyor
İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi, karşı tarafın sorumluluklarına uymadığından dolayı nükleer anlaşmadaki tek sorunun siyasi alanda ve yaptırımlarla ilgili olduğunu açıkladı.
İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ali Ekber Salihi, nükleer anlaşmayla ilgili Al Jazeera’yle bir röportaj gerçekleştirdi.
Salihi, anlaşmadaki teknik boyutlarda Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Amano’nun onayldığı gibi İran, tüm yükümlülüklerini yerine getirdiğini belirtip hukuki açıdan da her hangi bir sorunun ortada olmadığını anlatarak, “Anlaşmadaki tek sorun siyasi alanda ve yaptırımlarla ilgilidir çünkü karşı taraf, sorumluluklarına uymuyor” dedi
Salihi, İran’a yönelik yeni bir ekonomik ortamın oluşumuyla ilgili yine de ABD’lilerin ihmal etmelerine değinerek, ancak bu alanda yeni bir gelişmenin olmadığından bahsetmek doğru olmadığını ifade etti. Anlaşma öncesi İran’ın gündelik petrol ihracat kapasitesinin 1 milyon varilin altındayken anlaşma sonrası 2.5 milyon varile ulaştığını belirten Salihi, “Ayrıca biz şimdi gündelik 500 bin varil likit gaz ve 500 bin varil de petrokimya ürünü ihraç ediyoruz yani günde toplam 3.5 milyon varil ihracata ulaşmayı başardık” açıklamalarında bulundu.
Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, ABD’nin yükümlülüklerini yerine getirmediği takdirde İran’ın eskisinden de daha iyi bir duruma geri dönebileceğinin altını çizerek şöyle dedi: Ancak İran bu anlaşmayı ihlal eden ilk taraf olmayacaktır. Aynı zamanda İran hiçbir şekilde bu konuda yeni bir müzakere sürecine girişmeyecektir.
Suriye konusuna da değinen Salihi, İran’ın Suriye halkının desteklediği seçeneğin arkasında olacağını belirtip, “Şimdilik asıl amaç, BM denetlemesiyle bu ülkede cumhurbaşkanlık seçiminin gerçekleşmesidir. Bu krizin başlangıcında Türkiye özel amaçlara ulaşmak için terör örgütlerini bir araya topladı, ancak şimdi artık her şey sona erdi” ifadelerinde bulundu.
Tahran ve Moskova arasındaki ilişkilere işaret eden Salihi, iki ülkenin düşüncelerinin genel başlıklar üzerinde birbirine yakın olduğunu açıkladı ve ortadaki farklılıkların sadece uygulama alanında olsuğunu bildirip kolaylıkla çözülebileceğini anlattı.
Gemicilik sektötünde bir ilk gerçekleşti
İran’ın en büyük adası Keşm’de devam eden bunkering (gemilere yakıt nakli yapma) projesinin birinci fazının açılışı gerçekleştiği belirtildi.
Fars Körfezi’nde bulunan Keşm Adası’nda devam eden bunkering (gemilere yakıt nakli yapma) projesinin birinci fazının açılışı İranlı üst düzey yetkililerin katılımıyla gerçekleştiği açıklandı.
Alınan bilgiye göre, bu proje çerçevesinde İran bölgedeki yerel ve yabancı gemilere yakıt ikmal hizmetleri sunbabilecek ve bu bağlamdaki piyasa payı yükselecektir.
Söz konusu projenin birinci fazının toplam depolama kapasitesinin 52 bin 600 ton ve yıllık yakıt ikmal kapasitesi ise en fazla 1 milyon varil gemi yakıtı olduğu öğrenildi.
İran ve Türkiye'nin bankacılık işbirliği artıyor
İran-Türkiye Ortak Bankacılık Komistesi’nin ilk toplantısının İran Merkez Bankası Uluslararası İşleri Genel Direktörü ve Türkiye Merkez Bankası İcra Müdürü Yardımcısının katılımıyla gerçekleştiği açıklandı.
İran- Türkiye arasındaki hedeflenen işbirliği değerinin 30 milyar dolara ulaşabilmesi için bu yılın sonuna kadar iki ülke’nin bankacılık işbirliği anlaşmasının imzalanacağı açıklandı.
İran-Türkiye Ortak Bankacılık Komistesi’nin ilk toplantısı İran Merkez Bankası Uluslararası İşleri Genel Direktörü Hüseyin Yakubi ve Türkiye Merkez Bankası İcra Müdürü Yardımcısı Mehmet Taşkın’ın katılımıyla gerçekleşti.
Söz konusu toplantıda iki ülke arasındaki bankacılık sorunların gidermesi , yerel para birimiyle ticaret, Ortak Bankacılık Komistesi’nin her üç ayda düzenlenmesi ve banka kartı bağlantısı gibi konular ele alındı, ardından da iki ülke arasında bankacılık işbirliğin ön anlaşması imzalandı.
İran-Türkiye Ortak Bankacılık Komistesi’nin bir sonraki toplantısının Mart ayında iki ülkenin ticari bankaları ve ekonomik kuruluşların temsilcilerinin katılımıyla Türkiye’de düzenleneceği öğrenildi.
İran, Siyonist Rejim’in yeni inşaat projesini kınadı
İran Dışişlerei Bakanlığı Sözcüsü Kasımi, Siyonist Rejim’in yeni inşaat projesini kınayarak bu uygulamaların uluslararası hukuka aykırı olduğunu ifade etti.
İran Dışişlerei Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi, Siyonist Rejim’in Filistin topraklarında başlattığı yasa dışı yeni inşaat projesini şiddetle kınadı.
Kasımi, Siyonist Rejim’in sürdürdüğü bu uygulamaların uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirterek, uluslararası toplumdan BM kararlarını ihlal eden bu rejime baskı uygulayarak saldırganlık politikalarının son bumlası için en kısa zamanda müdahele etmesini istedi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü geçenlerde, BM Güvenlik Konseyi'nde İsrail'in işgali altındaki Filistin topraklarında yasa dışı tüm yerleşim faaliyetlerini "derhal ve tamamen" durdurmasını talep edilmesinin İran tarafından olumlu karşılandığını ifade etmişti.
Halep, Şam, Beyrut üçgeninde Türkiye… Emevi Camii’nde namaz
Erdoğan ve Davutoğlu’nun “Namaz kılacağız” dedikleri cami… Tam da akşam namazı vakti, ezan okunuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Stratejik Derinlik Uzmanı Ahmet Davutoğlu’nun yerine biz namaz kılıyoruz Şam Emevi Camii’nde…
HALEP, ŞAM, BEYRUT ÜÇGENİNDE TÜRKİYE…Veysi Şahin cepheden bildiriyor...
Ortadoğu’nun tüm etnik ve dini unsurlarını bir arada barındıran bir dünya kenti Beyrut. Suriye iç savaşının nasıl sonuçlanacağı, Beyrut’un kaderini de belirleyecek.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle şekillenen Türk dış politikası, AKP hükümetleri döneminde ‘komşularla sıfır sorundan sıfır komşuya, hatta savaşa’ giden bir dönüşüm yaşadı. Bu süreçte önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘Dış Politika Danışmanı’, ardından AKP’nin Dışişleri Bakanı ve sonra da AKP Genel Başkanı ve Başbakanı sıfatıyla Ahmet Davutoğlu en önemli belirleyicilerden biri oldu.
Davutoğlu’nun temel olarak ‘Yeni Osmanlıcılık’ adı altında Osmanlı devletinin Ortadoğu’da sahip olduğu toprakları hedefleyen ve ‘Stratejik Derinlik’ adıyla da kitaplaştırdığı dış politika anlayışı, atılan her adımla Türkiye için yenilgiye dönüştü…
‘Sıfır sorundan sıfır komşuya’ ulaşan Türkiye’nin sığ dış politikası Suriye’de tam anlamıyla iflas etti. Türk halkının tarihi miras açısından neredeyse İstanbul’a eşdeğer gördüğü Halep’te yaşanan savaş ve sonrasındaki yıkımı yansı-
tan fotoğraf kareleri, Türkiye’nin yanlış dış politikasını tescilleyen görüntüler olarak tarihe geçti…
Yanlış hesap Şam’dan döndü!
Bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından ‘dost ülkenin kardeş lideri’ olarak bağırlara basılan Beşar Esad, bir anda düşman statüsüne alınarak ‘Esed’e dön- üştürüldü… “Gitmeli, gidecek” denilen Esad, İran ve Rusya’nın desteğiyle girdiği ve Suriyeliler’in ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ olarak gördüğü savaşta, IŞİD, el Nusra gibi dini temelli terör örgütlerini cepheye süren ‘koalisyon güçleri’ne karşı zafer kazandı.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın, Yurt Gazetesi adına Şam’a giden Dışişleri Eski Bakanı Şükrü Sina Gürel’e söylediği “Suriye ve Türkiye olarak, kardeş olmaya mecburuz. Aramızda tarihi bağ var. Biz ikiz kardeşler gibiyiz... Hatta İran ile birlikte üçüz kardeşiz…” sözleri önemli bir mesajdı. Ancak AKP hükümetleri bu mesajı duymak istemedi, Yurt’un iki gün art arda manşet yaptığı bu mesaja dayalı haberleri de görmezden geldi.
Bugün gelinen noktada; Türkiye, Rusya üzerinden Suriyeile olan ilişkilerini ağırdan alarak da olsa onarma, yenileme ve normalleştirme rotasına girmiş durumda… Bu süreci yakından ve derinden izleyen Yurt Gazetesi olarak Suriye’yi, Şam’ı ve Türkiye sınırındaki kadim kent Halep’i neredeyse yerle bir eden beş yıllık savaş sürecinin geldiği noktayı merak ediyorduk. Tam da bu merak sürecinde ve “Acaba bir yol bulup Suriye’ye gidebilir miyiz?” derken, Uluslararası İslami Radyo ve Televizyonlar Birliği’nden bu yönde bir davet geldi. Gazetecilik heyecanı ve habercilik refleksiyle ötesine berisine bakmadan kabul ettik ve bir grup Türk gazeteci olarak Şam ve Halep’i görmek için Suriye’ye doğru yola çıktık…
Hizbullah komutanının MEZARININ BAŞINDA
BEYRUT’TAKİ ikinci günümüzde Hizbullah bölgesinde geziniyoruz… Hizbullah bölgedeki hâkimiyetini cadde ve sokak girişlerine astığı sarı bayraklarla ilan etmiş. Sokaklarda o bölgede oturan şehitlerin fotoğrafları ve Hizbullah bayrakları asılı. Fotoğraf çekmek isteyince sokaktaki gençler ya da askerler tarafından engelleniyoruz.
Fotoğraf çekimine izin mahalle aralarındaki Hizbullah Şehitlikleri’nde çıkıyor. İsrail’i karşı savaşırken şehit düşen
Hizbullah askerlerinin mezarlarının bulunduğu 20-30 kabirli şehitlikler fotoğraf ve çiçeklerle donatılmış. Gezdiğimiz şehitliklerden birinde Suriye’de Şam Havalimanı yakınlarında top atışıyla öldürülen ve Hizbullah’ın önde gelen komutanlarından olan Mustafa Bedreddin’in mezarı da bulunuyor. Yoğun bir ziyaretçisi olan ve eniştesi İmad Mugniye’nin 2008’de öldürülmesinden sonra Hizbullah'ın askeri kanadının başına geçtiği iddia edilen Bedreddin, Hizbullah’ın kurucularından.
Suriye’nin yeni kapısı Beyrut
YURT Gazetesi, Sokak TV, Aydınlık Gazetesi ve Kanal On4 televizyonu ve birliği temsil eden bir kameramandan
oluşan beş kişilik ekip olarak yola koyuluyoruz. İstanbul’dan Lübnan’ın başkenti Beyrut’a uçuyoruz. Çünkü Suriye’ye direkt uçuş yok. Şam ve Halep havalimanları uçuşlara kapalı… Suriye’ye geçiş için en yakın ve en güvenli nokta Lübnan’ın başkenti Beyrut… Refik Hariri Uluslararası Havalimanı’nda pasaport işlemlerimizi yaptırırken gördüğümüz birkaç gazeteci ve televizyon grubu ile daha sonra Şam ve Halep’te de karşılaşıyoruz. Lübnan-Suriye
sınır kapısında kontrolden geçerken gördüğümüz bazı yabancı misyon temsilcileriyle olan aşinalık da yine Beyrut Havalimanı’ndan… Herkes “Kim bunlar, nereden geliyorlar?” diye soran bakışlarla birbirini gözlemliyor çaktırmadan…
Sınırdan geçiş işlemleri ve vize için bir gece Beyrut’ta kalacağız... Akşam üzeri vardığımız Beyrut’ta Şiiler’in yaşadığı ve Lübnan Hizbullahı’nın kontrolünde olan bölgede bir apart otelde misafir ediliyoruz. Bölgedeki sayısı hayli fazla kontrol noktaları, kum torbaları ve beton bariyerlerle korunan çok sayıda bina ve kavşak dikkatimizi çekiyor. Misafirhaneye yerleşip Beyrut kebabı ve mezeleriyle tanıştıktan sonra şehir turuna çıkıyoruz.
Bu arada sınır kapısındaki bir problem nedeniyle Beyrut’ta bir gün daha kalacağımızı öğreniyoruz. Sorun yok! Beklerken, Suriye’nin yeni giriş kapısı görevini üstlenen Beyrut’u daha geniş gözlemleme fırsatı yakalıyoruz. Üçü bir arada kent BEYRUT’TA ikiye hatta üçe bölünmüşlüğü fazlasıyla hissediyorsunuz. Hıristiyanlar ile Müslümanlar (Sünniler ve Şiiler) yıllarca savaşmış… Yüzde 60 Hıristiyan nüfusu savaşlardan sonra yüzde 40’lara gerilemiş. Özellikle Filistin’den göçler Suriye desteği ve Hizbullah sayesinde Müslümanları çoğunluğa geçirmiş. Şimdi bir arada yaşamaya çalışıyorlar. Babadan oğula başbakanlığı sürdüren Hariri Ailesi ile tanımlanıp bütünleşen ve yoğun olarak Hristiyanlar’ın yaşadığı sahil bölgesi gökdelenleri, lüks binaları, marka mağaza ve restoranları ile herhangi bir Avrupa kentinden farksız… Önlerinde lüks araçların park edildiği kafe ve restoranlar pahalı markalar giyinmiş gençlerle dolu…
Sahil şeridinde ise akşam olmasına rağmen kadınlı erkekli jogging yapanları görüyoruz… Aynı görüntülere ertesi sabah deniz kıyısında bir kafede kahvaltı yaparken de tanık oluyoruz…
Beyrut gezip görme noktasında meraklılarına geniş seçenekler sunuyor… Harisa Dağı’na teleferikle çıkıp günbatımını izleme, Jetto Gratto mağarasını görme, Jedide’nin akşam atmosferini yaşama, Al Hamra’da dolaşma, sahilde Pgenon Kayalıkları’nda hatıra fotoğrafı çektirme, Downtown’da, eski Beyrut sokaklarında gezinme…
Modern yapıları ve lüks mekânları ile zengin Arapların uğrak noktası olan Ortadoğu’nun Parisi Beyrut, her yönüyle herkesi etkileme gücüne sahip. Bizim kaldığımız bölge Hizbullah denetiminde ve Şatila bölgesine giden yol üzerinde...
DİRENİŞ MÜZESİ ‘MLEETA’ DİRENİŞ MÜZESİ ‘MLEETA’
Lübnan’ın güneyindeki yüksek bir tepeye kurulan Mleeta Müzesi, İsrail’in Lübnan’ı işgalini ve direniş sayesinde kazanılan başarıyı gözler önüne seren turistik bir mekân olarak büyük ilgi görüyor. Hizbullah’ın askeri kanadı İslami Direniş askerlerinin, İsrail’in 25 Mayıs 2000’de ülkeden çekilinceye kadar kullandığı savaş mevzilerinin olduğu alana kurulmuş bir savaş panoramasından oluşan müze, 2010 yılında Hizbullah tarafından açılmış. Hizbullah’ın 1982’den bu yana devam eden İsrail’e işgale karşı direnişi, tüm yönleriyle ziyarete açılan bu merkezde toplanmış. Beyrut’a 44 km uzaklıktaki Mleeta’da, İsrail askerlerinden geriye kalan kasklar, botlar, patlamamış bombaları ve devrilmiş askeri araçlar yer alıyor. Yığının merkezinde ise, namlusuna düğüm atılmış bir İsrail Merkava-4 tankı var. Hizbullah’ın İsrail’e karşı direniş savaşı, Mleeta’yı ziyaret edenlere Hizbullah Lideri Nasrallah’ın sesinden bir videoyla anlatılıyor. Ardından savaşta kullanılan tüneller, siperler gezdiriliyor. İsrail’in geride bıraktığı silah ve mühimmat gösteriliyor. Kapıda ise Hizbullah’a gelir sağlamak amacıyla Çin’de üretilen çeşitli hediyelik eşyalar satılıyor.
İsrail’e karşı kuruldu
‘ALLAH’IN Partisi’ anlamına gelen Hizbullah, Lübnan’ı İsrail saldırılarına karşı savunmak amacıyla 1982 yılında kuruldu. Hizbullah o günden bu yana, kendine özgü örgütlenme tarzıyla, Lübnan’ın en güçlü siyasi aktörlerinden biri oldu. Lübnan Parlamentosu’nda temsil edilen örgütün, Bakanlar Kurulu’nda da temsilcileri bulunuyor. Siyasi ve silahlı mücadele kanatlarının yanı sıra fakir Lübnan halkına yardım amacıyla birçok kurum da işletiyor. Bu sebeple
uzun süreden beri sadece Şiiler’i temsil eden bir siyasi yapı değil, tüm Lübnan halkı tarafından kabul gören bir siyasi parti olarak algılanıyor. Bunun bir sebebi de, 2006 yılında İsrail’in Güney Lübnan’a yönelik işgal girişimne karşı gösterdiği efsanevi direniş. Hizbullah, sadece Lübnanlılar’ın da değil, bölge halklarının saygı duyduğu bir örgüt.
Hizbullah’ın bölgesel bir aktör olmasında bir diğer dönüm noktası ise Suriye iç savaşı oldu. Bu vekalet savaşında, farklı devletler tarafından desteklenen işgalci teröristlere karşı Beşar Esad’ın yanında yer alan Hizbullah, Şam yönetimi ne zaman zor duruma düşse, kurtarıcı bir rol üstlendi ve Suriye Ordusu’na önemli bir askeri destek verdi.
YURT Gazetesi genel Yayın Yönetmeni Veysi Şahin Emevi Camii’nde namaz kıldı.
140 kilometre boyunca pek çok kontrol noktasından geçtikten sonra, Suriye’deyiz. Kısa bir yolculuk ve Şam... Şam’da olup da Emevi Camii’nde namaz kılınmaz mı? Dileyip de kılamayanların yerine, akşam namazını kılıyorum!
Beyrut’taki iki günlük bekleyişten sonra üçüncü günün sabahı saat 9.00 sıralarında, Suriye sınırına doğru yola koyuluyoruz nihayet… Beyrut’tan Chtaura yönüne ilerleyip Lübnan Dağları’nı tırmanmaya başlıyoruz… Hava sıcaklığı gittikçe düşüyor ve karlı zirvelere doğru tırmandıkça bulutlarla kaplı İsviçre Alpleri’ne benzer kartpostallık manzaralar eşliğinde, Bekaa Vadisi’ni aşıp Elias, Anjar ve Masnaa güzergahından Suriye sınırına doğru ilerliyoruz. Yaklaşık 140 kilometrelik sınır yolculuğu iki saat kadar sürüyor. Bizi sınıra götüren arazi aracının sürücüsü bir hayli deneyimli… Sınıra yaklaştıkça sıklaşan kontrol noktalarından askerlere bir belge göstererek kolayca geçiyor.
Beyrut’un büyüsünden sıyrılmaya başlarken, hepimizin aklında Şam var artık… Ben ise dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 5 Eylül 2012’de AKP Genel Merkezi’nde yapılan genişletilmiş grup toplantısında söylediği “CHP heyeti yarın Şam’a gidecek yüz bulamayacak göreceksiniz. Ama inşallah biz en kısa zamanda Şam’a gidecek, oradaki kardeşlerimizle muhabbetle kucaklaşacağız. O gün de yakın. İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camii’nde namazımızı kılacağız. Bilali Habeşi’nin, İbn-i Arabi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu’nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz” sözlerini düşünüyorum…
Erdoğan’ın yanı sıra, zamanın Dışişleri Bakanı, devamında ise Başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nun da Suriye krizi başladığında en çok söyledikleri sözdü; “Şam’da Emevi Camii'nde namaz kılacağız”. Suriye’de bu sebeple yıllarca cihatçılar desteklendi. Ama Rusya’nın müdahalesi dengeleri değiştirdi ve Suriye bir türlü düşmediği gibi zafere de ulaştı… Stratejik derinlik dehası Ahmet Davutoğlu’nun hayali, Erdoğan ile birlikte Türkiye’yi ve yüzyılların komşuluk ilişkilerini bataklığa gömdü.
Bizi Beşar Esad karşılıyor!
Birinci Dünya Savaşı sırasında Samandağ’dan göç eden Ermeniler’in yaşadığı Anjar’ı solumuzda bırakarak Masnaa’ya doğru yol alıyoruz. Masnaa Sınır Kapısı’nın Lübnan tarafında uzun bir araç kuyruğu bizi karşılıyor ama yine şoförümüz sayesinde beklemeden geçiyoruz. Tampon bölgeyi geçtikten sonra Sınır Kapısı’nın Suriye tarafına varıyoruz. Sınır kapısı bir hayli kalabalık. Ama biz bir yan yola sapıp ilerideki bir binanın bahçesine giriyoruz. VIP salon olduğunu öğrendiğimiz binanın kapıları açılıyor ve bekleme salonuna alınıyoruz. Biri kazınmış saçları ve koyu güneş gözlükleri ile dikkat çeken, diğeri ise evkaf memuru havasında iki Suriyeli görevli pasaportlarımızı alıyor. Bundan sonra sık sık göreceğimiz Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın kocaman bir portresinin bulunduğu protokol salonunda mırra ve soğuk su ikram ediliyor. Türk olmamızdan sebep, bize yönelik bir merak ve hassasiyet yaşandığını fark ediyoruz. Suriye sınır kapısında ilk dikkat çeken şey, her yerde Cumhurbaşkanları Beşar Esad’ın dev resimlerinin olması. Sınır kapısını geçtikten sonra, Şam’a giden yol boyunca da her yerde Esad resimleri var.
Ajanlar çevremizde
Birer form dolduruyoruz, pasaportlarımızın işlem görebilmesi için ve 10-15 dakika sonra 40’ar dolar ücret karşılığında Suriye’ye üç aylık giriş vizesi alıyoruz… Dışarı çıktığımızda bizi bir sürpriz bekliyor. İşbilir şoförümüz bizden ayrılıyor. Tek araçtan iki araca dönüyoruz ve ekip bölünüyor. İki Suriyeli görevli de araçlara biniyor ve gümrük sahasına geçiyoruz. Bu arada bir İranlı görevli de bize katılıyor. Gümrükte, bütün elektronik ve teknik ekipmanlarımız tek tek kaydediliyor. GSM numaralarımız ve telefonların IMEI numaraları da kontrol edilerek kayıt altına alınıyor. Tekrar yola koyuluyoruz. Şam’a 50 kilometre daha yolumuz var. Birkaç kilometre daha gidince cep telefonlarımızın artık çekmediğini anlıyoruz. Şebek yok, roaming yok… Canımız sıkılıyor…
‘I Love Damascus’
Sınırı geçtikten yaklaşık bir saat sonra Mezze üzerinden yeni yapılan yoldan Şam’a varıyoruz. İnanılmaz bir araç ve insan kalabalığı var. Savaş nedeniyle 2 milyon iç göç almış. Trafikte kural kalmamış, trafik polisleri sadece seyrediyor. Şam adı sadece konuşmalarda geçiyor. Yön tabelalarında ise ‘Damascus’ olarak geçiyor. Kentin en büyük meydanında dev harflerle ‘I Love Damascus’ yazıyor. Beyaz başörtülü, kot pantolonlu aşrı makyajlı Suriyeli kızlar önünde selfie çekiyor. Şam’da hemen hemen bütün kavşaklarda ve resmi binaların önünde kontrol noktaları oluşturulmuş, savunma mevzileri kurulmuş. Buralarda ve bütün yollarda, arabaların camlarında, binaların üzerlerinde, marketlerde, restoranlarda, her yerde Beşar Esad’ın resimleri var. Fotoğraf çekmek istiyoruz, “Sonra” denilerek izin verilmiyor. Birçok kontrol noktasından geçip trafikle cebelleştikten sonra kalacağımız Dama Rose otele varıyoruz. Görünen o ki, Şam’a gelen bütün yabancılar bu otelde, bir nevi kontrol altında. Ama otelde internet ve Wi-Fi var. Hemen şifreleri alıp WhatsApp üzerinden iletişim sağlıyoruz, maillerimizi kontrol ediyoruz. Bağlantı hızı çok yavaş da olsa Facebook ve Twitter üzerinden memlekette ne var ne yok, neler olmuş öğrenmeye çalışıyoruz.
Basın Müdürü’nden mırra ikramı
Eşyalarımızı odalara bıraktıktan sonra yine minibüslere binip Suriye Basın Genel Müdürlüğü’ne gidiyoruz… Bu esnada aramıza bir de tercüman katılıyor. Adı Kumeyt Yusuf… Suriye Televizyonu Türkçe Servisi Başkanı Ahmet İbrahim’in öğrencisi… Ahmet İbrahim üniversiteyi Türkiye’de İstanbul’da okumuş ve Suriye’de en iyi Türkçe uzmanı olarak biliniyor. Kumeyt, Ahmet Hoca’nın en iyi öğrencisi ve dört gün boyunca bizimle birlikte… Aynı zamanda Şam Radyosu’nda Türkçe spikeri. Her gün iki saat uydu yayınından Türkçe haberler okuyor. Kumeyt’in tercümanlığında Suriye Basın Genel Müdürü Wassim Hamze ile buluşuyoruz. Mırra ikramından sonra propagandavari bir konuşma yapıyor. “Esad’a desteğimizi kanımızla verdik” diyor. ‘Suriye’ye kurulan komploda Türkiye’nin yer almasına çok üzüldüklerini’ anlatıyor uzun uzun. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kızıyor en çok. “Türk halkına bir sözümüz yok. Türk halkı bizim kardeşimiz, dostumuz ama Türk hükümeti para için bize düşman oldu, komploya katıldı. Çok kırgınız” diyor ve “Gezip göreceğiniz Suriye gerçeğini Türk halkına anlatın” ricasında bulunuyor.
Akşam namazı
Hava kararmaya başlıyor… APK hükümetinin Suriye’deki hedefi olan Emevi Camii’ni görmek istiyoruz… Tarihi Şam Kapalı Çarşısı’na gidiyoruz. Eski Şam’da bulunan Hamidiye Çarşısı, bizim Mısır Çarşısı’nı andırıyor. Adını da çarşıyı yaptıran Osmanlı padişahı II. Abdülhamit’ten alıyor. Çarşının sonunda Şam Emevi Camii var. Önce Jüpiter Tapınağı olarak kurulan, sonra kiliseye dönüştürülen ve en son da Emeviler tarafından camiye çevrilen, Müslümanların en kutsal mekânlarından sayılan Emevi Camii… Hz. İsa’nın dünyaya buradan döneceğine inanılıyor… Erdoğan ve Davutoğlu’nun “Namaz kılacağız” dedikleri cami… Tam da akşam namazı vakti, ezan okunuyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Stratejik Derinlik Uzmanı Ahmet Davutoğlu’nun yerine biz namaz kılıyoruz Şam Emevi Camii’nde…
Hz. Rugayye’nin türbesi
Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in torunu İmam Hüseyin’in kızı Hz. Rugayye’nin türbesi de aynı bölgede. Ekibimizde iki Şii gazeteci de var. Onların ‘görmeden olmaz’ ısrarları karşısında geri dönmek isteyen Suriyeli görevliler gönülsüz de olsa kabul ediyorlar ve Hz. Rugayye’nin türbesine gidiyoruz. Çok sıkı güvenlik önlemleri var… Türbe, IŞİD’in hedeflerinden biri çünkü… Babası ve diğer Kerbela yiğitlerinin şehit edilişinden sonra esirlerle götürüldüğü Şam’da Yezit’in gönderdiği babasının kesik başını görünce, üzüntüden vefat eden Hz. Rugayye bedeni öldüğü yere defnedilmiş. Kabri zamanla sevenlerinin ziyaret yeri olmuş. Ekipteki iki Şii gazeteci yatsı namazını burada kılıp dualar ediyor. Gümüş çerçeveleri ve yeşil ışıklandırmasıyla türbe bir hayli etkileyici atmosfere sahip. Gece güvenlik nedeniyle kapatıldığı için Hazreti Ali’nin kızı Hz. Zeynep’in türbesini Halep dönüşü ziyaret etme sözü alarak otele dönüyoruz.
Dr. Talii ile Gadir-i Hum üzerine bir söyleşi
Eğer ümmet tarafından İmam Ali’nin (a.s.) gerçek konumu kabul edilmiş olsaydı, tefrikadan sakınmak açısından ümmetin durumu nice olurdu? Bu sorunun cevabı aynı mazmunda biri Hz. Fatıma’dan (a.s.), diğeri İmam Bâkır’dan (a.s.) nakledilen farklı hadiste verilmiştir: “Hak, hak sahibine verilmiş olsaydı Allah hakkında ihtilaf eden iki kişi bulamazdın!” İki hadis de oldukça güvenilir bir kaynak olan Kifâyetü’l-Eser’de geçer.
Abdülhüseyin Talii ile Gadir-i Hum üzerine bir söyleşi
- İlmî hayatınız hakkında biraz bilgi verir misiniz?
- Kütüphanecilik eğitimi aldım ve yanı sıra İslâmî ilimler tahsili gördüm. Kıssa-i Zemin (Yerkürenin Öyküsü),Tulu-i Hurşid (Güneş'in Doğuşu), Çeşmendaz-ı Zuhur (Zuhurun Tasviri), Gozareş-i Milad (Hz. Peygamber'in Doğumu Hakkında Rivayetler), Vijegiha-yi İmam-ı Mev'ud (Beklenen İmam'ın Özellikleri), Rehtuşe-i Munteziran (Bekleyenlerin Yol Azığı) yazdığım kitaplardan bazılarının başlıkları.
İlmî hayatımın çok özel bir yanı yok. Birkaç kez bölüm değiştirdikten sonra kütüphanecilik ve iletişim alanında yoğunlaştım. Gençliğimde, 1970'li yıllarda, zihnimi kurcalayan bir soru vardı: Acaba ailem vesilesiyle tanıdığım din doğru mu? Bu tür soruları kolaylıkla bir kenara bırakamıyordum; bir yandan okuldaki derslerime çalışırken bir yandan da bu soruların cevaplarını arıyordum.
Yıllar geçti ve ben dinin akıl yoluyla açıklanabileceği bir yol keşfettim. Bu süre zarfında okuduğum dinî kitaplar akıcı bir dille yazılmışlardı ve sağlam delillere dayanıyorlardı; bir anlamda diğer dinî kitaplardan farklıydılar. Yıllarca memleketimde üstatlara ulaşamamanın eksikliğini yaşadım; kitaplara ulaşmak üstatlara ulaşmaktan daha kolaydı. Bu yüzden olsa gerek bir gün imkânım olursa kendim akıcı bir dille sağlam delillere dayanan kitaplar yazarak dinin akla ve fıtrata dayanan simasını çizmeye azmettim. Böylece yıllar sonra dinî kitaplar yazmaya yöneldim. Biraz önce isimlerini andığım kitaplarıma veya yazdığım makalelere bakarsanız, onları derli toplu ve hayata aktarılabilecek bir biçimde, akla ve fıtrata hitap eden bir yöntemle yazdığımı görürsünüz. Aslında yazılarımda, benim ve başkalarının zihnini kurcalayan soruların cevaplarını aradım. Ne mutlu ki zengin Şiî kültürü yazara böyle bir imkânı kolaylıkla sağlıyor.
Kitaplarımdan bir kısmı Gadir-i Hum hakkında; mesela Gadir: Nemad-i Mihr, İlm ve Adalet (Sevgi, İlim ve Adalet Sembolü Gadir) üst başlığıyla yayımlanan seride yer alan Dersha-yi ez Hutbe-i Gadir (Gadir Hutbesinden Dersler) başlıklı kitabımı örnek verebilirim. Ayrıca, geçen yıl yayımlanan Necva Zir-i Asuman-i Gadir (Gadir Göğü Altında Yakarış) isimli kitabım Gadir ziyareti hakkında otuz dersi muhtevidir.
Bu arada benim hiçbir iddiam yok; yaptığım geniş Şiî ilim sofrasından bir lokma alıp ehline ulaştırmaktan ibaret.
- Allame Eminî'nin el-Gadir kitabından söz edebilir misiniz?
Allame Eminî hakkında çok şeyler söylendi ve söyleniyor. Sefine Dergisi'nin 38'inci sayısında yayımlanan ve derginin sitesinden de ulaşılabilen “Rahname-i Pejuheş Derbare-i Allame Emini” (Allame Emini Hakkında Araştırma Kılavuzu) başlıklı makale kanaatimce bu konuda yol gösterici olacaktır. Allame Eminî'yi tanımanın bir yolu da, Necef'teki ikameti sırasında, altmış yıl önce, orada kurduğu kütüphaneyi ziyaret etmektir. Bu kütüphane modern anlamda Necef'in ilk halk kütüphanesidir. Bendeniz defalarca bu kütüphaneyi ziyaret etme imkânı buldum ve her defasında bir verim elde ettim.
Ama bu fırsatı yakalamışken birkaç hususa dikkat çekmek isterim:
1) Allame Eminî, medresede aldığı eğitimden sonra merci, müderris, hatip, cami imamı olabilir veya din adamı sınıfına mahsus başka bir vazifeyi üstlenebilirdi. Ama o, hepsini bıraktı ve Emirelmüminin Ali'ye (a.s.) hizmet etmeyi yeğleyerek tutkuyla çalıştı.
2) Gadir üzerine çalışmaya karar verince dini, hatta insaniyeti bütünüyle Gadir penceresinden izledi ve doğru da gördü. Zira Gadir, içinden yedi okyanusun kaynadığı havuzdur. Aslında insanî niteliklere dair her şeyi onda bulmak mümkündür. Bununla birlikte, el-Gadir kitabının, Allame Eminî'nin Gadir hadisesini ihya etmek için tasarladığı projenin yalnızca küçük bir parçası olduğunu hatırlatmak isterim. Bir yandan yetmiş yıllık ömür bu projeyi tamamlayabilmek için yeterli olmadı, öte yandan dönemin ilim camiası merhumun kadrini bilmedi, ihtiyaç duyduğu olanakları kendisine sağlamadı. Bunun üzerine Merhum Eminî, kişisel çabasıyla ilim ehline birtakım projeler önerdi ve gerçekleştirmelerinde onlara yardımcı oldu. Mesela, Merhum Muhammed Sadık Necmî'ye Seyrî der Sahihayn'ı (İki Sahih'te Gezinti), Merhum Esed Haydar'a el-İmam es-Sadık ve'l-Mezahibü'l-Erbaa'yı (İmam Sadık ve Dört Mezhep) yazmalarını önerdi ve onlara çalışmalarında yardımcı oldu.
3) Allame Eminî el-Gadir'i Arapça kaleme aldı ve böylece daha fazla araştırmacının kitaptan istifade etmesini sağladı. Arap edebiyatının olanaklarını da kullanmış oldu. Neticede Arap edipler, Tebrizli bir âlim tarafından Arap edebiyatının olanakları kullanılarak yazılmış ayrıcalıklı bir kitapla karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle hâlâ kitaptan övgüyle söz edilmekte, kitap saygı görmektedir. Tabii Merhum Mirza Muhammed Ali Ordubadi gibi edebiyatçı âlimler de Allame Eminî'ye yardımcı oldu. Allah hepsinden razı olsun!
4) Allame Eminî el-Gadir kitabını yazdıktan sonra çalışmasının bittiği düşüncesine kapılmadı. Velayet hakikatini anlatmak için İran'ın muhtelif şehirlerine gitti, ilmî çalışmalar yapmak ve zengin kütüphanelerinden faydalanmak için Suriye ve Hindistan'a gitti ve oralarda birkaç ay ikamet etti, yine tedavi amacıyla yaptığı Londra yolculuğunu fırsata çevirerek orada ilmî faaliyetlerde bulundu. Bütün bu süre zarfında kitabını mükemmel hale getirmek, tekmil etmek için çabaladı. Hayatının sonlarına doğru kütüphanelerinden yararlanmak için birkaç aylığına Türkiye'ye gitti, fakat sağlığı kötüleşince iki hafta sonra dönmek zorunda kaldı.
Her halükârda, çalışmalarından razı olmamasının ve sürekli çalışmasını geliştirme peşinde koşmasının kendisi önemli bir husustur ve öğretici bir derstir. İnternette ulaşılabilen “Salşomar-ı Allame-i Eminî” (Allame Emini Kronolojisi) başlıklı makalem onun yorulmak bilmez çabalarının bir kısmını ortaya koymaktadır.
5) Allame Eminî hakkında söylediklerimiz onun eleştirilemeyeceği veya çalışmasına bir katkı yapılamayacağı anlamına gelmez; bilakis bu çalışmanın da, her ilmî çalışma gibi, ortaya çıkan ve yayımlanan yeni kaynaklar esasınca güncellenmesi gerekir. Elbette bu, bizim ilim camiasının ciddiye almadığı bir husustur.
- Gadir-i Hum hadisesi niçin yazıya geçirilmedi?
- “Yazılı kültür” dediğimizde bu kavramın bizim düşündüğümüz şekliyle yalnızca kitabı şamil olmadığını bilmemiz gerekir. Genel anlamda iletişim araçlarını düşünmek daha sağlıklı olur ki o dönemde en önemli ve etkili iletişim aracı şiirdi. Bu bağlamda, Gadir-i Hum hadisesini tasvir eden ve tamamı erken döneme ait olan Hz. Ali'nin şiiri, Hassan b. Sabit'in ve hatta Amr b. Âs'ın şiirleri bugünün yüzlerce kitabından daha açıklayıcıdır ve ayrıca belge hükmündedir.
Öte yandan, o dönemde, karşılıklı şiirlerin okunduğu münaşede meclisleri düzenleniyordu. Bu meclislerde şair, toplumun ileri gelenlerinden oluşan resmî bir topluluğun önünde, bazı olayları anlatıyor ve hazirunu (sözünü ettiği olayın oluş şeklini doğru şekilde anlattığına dair) şahit tutuyor, onlar da buna şahadet ediyorlardı. Bu meclislere dair rivayetler, Gadir-i Hum hadisesini ve hadisenin taşıdığı anlamı doğrulayan tarihsel belgelerin bir kısmını oluştururlar. Nitekim Allame Eminî de el-Gadir'inde bu rivayetlerden alıntılar yapmıştır.
Kitaba gelince; bizim anladığımız şekliyle kitap olarak konuyla ilgili bize ulaşan kitaplar bulunmaktadır. Mesela Süleym b. Kays'ın ilk yüzyılda telif ettiği kitabı ve İsa b. Müstefad'ın ikinci yüzyılda yazdığı el-Vasiyye kitabını bunlara örnek verebiliriz. Daha sonra dördüncü yüzyıl ve sonrasından günümüze ulaşan çok sayıda kitap bulunmaktadır.
Merhum Ayetullah Seyyid Abdülaziz Tabatabaî -Allame Eminî'nin ve Aga Buzurg Tahranî'nin talebesiydi- Gadir-i Hum hadisesinin yazılı kaynaklarına dair el-Gadir fi türasi'l-İslâmî (İslamî Kültürde Gadir) başlıklı bir bibliyografya kaleme almıştır. Bu kitap, Ensarî-i Zencanî'nin ekleriyle Farsçaya aktarılmış ve defalarca yayımlanmıştır. Ayrıca Seyyid Ahmed Hüseyinzade de farklı bir yöntem izleyerek başka bir bibliyografya hazırladı, şimdiye dek yayımlanmış olması gerekir.
- Ehl-i Sünnet'in Gadir-i Hum bağlamında reddettiği şey nedir? Şayet reddiyeler söz konusu ise bunlara karşılık ne gibi deliller ileri sürülmektedir?
- Ehl-i Sünnet âlimlerinin reddiyelerinde çok sayıda hata göze çarpar. Burada muhtevaya ve yönteme dair iki hatadan söz edeceğiz. Muhtevaya dair ilk hata, Sünnî âlimlerin imameti incelerken tevhidi anlamamış olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de Kur'ân'ın ortaya koyduğu tevhidin içeriğini hakkıyla idrak edemeyen biri “Allah'ın halifesi” (halifetullah) ve “Allah'ın hücceti” (hüccetullah) kavramları hakkında konuşamaz. Hiçbir önyargıda bulunmaksızın herkesi, Ehl-i Sünnet'in Kur'ân'dan sonra en sahih kitaplar olarak kabul ettiği iki kitaptaki, Buharî ve Müslim'in Sahih'lerindeki tevhidle ilgili rivayetleri eleştirel okumaya tabi tutmaya çağırıyoruz. Sonra da bu rivayetleri el-Kâfî ve Nehcü'l-Belağa'da söz konusu edilen tevhid anlayışıyla karşılaştırıp iki tevhid anlatısından hangisinin akılla ve Kur'ân'la bağdaştığı üzerinde iyice bir düşünsünler.
Nübüvvet anlayışı da böyledir. Aslında imamet, nübüvvetin devamıdır. Nübüvveti nasıl algılarsak imameti o şekilde yorumlarız. Merhum Necmî'nin Seyrî der Sahihayn (Sahih'lerde Bir Gezinti) adlı kitabı bu konuda özgürce yapılmış bir araştırmanın ürünüdür.
Şia'ya göre tevhid ve nübüvvet şudur: Allah, kullarına benzemekten (teşbih) münezzehtir, eşi ve benzeri yoktur. Kimsenin, hatta Son Peygamber'in tasavvur ve tahayyül gücü O'nu idrak edemez. Zulümden ve insanları bilhassa çirkin fiillere zorlamaktan beridir. Öte tarafta insanın kendinden olan hiçbir şeyi yoktur; sahip olduğu her şey, kendisini kemâl sıfatlara malik kılan Allah'ın mülküdür ve Allah, bütün bu sıfatların ilk sahibidir; dolayısıyla dilediği her an onları geri alabilir, çoğaltabilir veya azaltabilir. Hiçbir durumda zulüm etmez, ya adaletiyle hükmeder ya da fazlıyla. İnsan ise özgürdür; istediğini yapabilir ve yaptıklarının hesabını başkasına değil de sadece Allah'a verecek olan da yalnızca kendisidir.
Doğal olarak, celâlet, azâmet makamından insanlığın hidayeti için gönderilen peygamber, geldiği makamın kutsiyet ve nezahetinin de taşıyıcısı ve nişanesi olacaktır. Aksi takdirde Allah'ın Elçisi'nin halifeliği ve ümmetin imameti iddiası boş ve yanlış bir iddia olur. Böyle bir imamın makamının bilinmesi ümmetin görevidir. Ümmet, Allah'ın Elçisi'nin halifesinin imamet makamını tanımasa ve O'nu imam olarak kabul etmese de, imamın makamından ve yükümlülüğünden bir iğne ucu kadar dahi olsa bir şey eksilmez. Çok kısa bir biçimde ifade etmeye çalıştığımız bu öğretiyi etraflıca açıklamak da mümkündür. Fakat genel hatlarıyla ortaya koyduğumuz şekliyle de aradaki ihtilaf anlaşılmaktadır.
Yöntemle ilgili hataya gelince; Sünnî ulemanın metodolojik hatasının temelinde, erken dönem İslâm tarihinde meydana gelmiş olayları “mutlak hakikat” olarak kabul etmesi vardır. Böyle kabul ettiklerinden, olmuş olayları teorik bir zemine oturtmaya gayret ederler. Olanı teorik bir zemine oturtma girişimi Sünnî ulemanın en büyük hatasıdır.
Biz ise şunu söylüyoruz: Erken dönem İslâm tarihinin aktörleri, diğer her insan gibi seçiminde özgürdü ve bazen hatalıydı. Bu nedenle biz, hakikati, sahih ilkeler esasınca tanımlamamız gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla da Allah vergisi aklıselime başvurup kimin hakka uygun kimin hakka aykırı davrandığını tespit etmemiz icap eder. Tarih boyunca halifelerin yönetim metotları değişmiş ve bu değişime bağlı olarak âlimler imamet ve hilafet bağlamında farklı, kimi zaman da birbiriyle çelişen teoriler geliştirmişlerdir. Allame Eminî, bu konudaki tartışmaları kitabının yedinci cildinde, “Hilafet ve Anlamları” başlığı altında ele almıştır.
Bunun bir örneği, Kurtubî'nin el-Câmi li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı tefsirinde açıkladığı Bakara suresi 30'uncu ayetinin yorumunda karşımıza çıkar. Onun sarahatle ortaya koyduğu üzere nasıl bir geçmişe sahip olursa olsun, zulüm de dahil hangi yola başvurmuş olursa olsun herkes Allah'ın halifesi ve Resul'ün halifesi olabilir. Kurtubî, Allah vergisi olduğunu söylediği bu türden hilafetin muhtelif şekillerini uzun uzadıya ele alır, elbette bunların incelenmesi ve eleştirilmesi gerekir. Bu görüş, Şeyh Sadûk'un Kemalü'd-Din kitabının başında aynı ayetten yola çıkarak tafsilatlı bir biçimde ortaya koyduğu Şiî imamet teorisiyle karşılaştırılmalıdır. Kaynakları belirttim ve bunlara herkesin ulaşması mümkündür. Ayrıca aklıselim en iyi ölçüdür.
Eğer ümmet tarafından İmam Ali'nin (a.s.) gerçek konumu kabul edilmiş olsaydı, tefrikadan sakınmak açısından ümmetin durumu nice olurdu? Bu sorunun cevabı aynı mazmunda biri Hz. Fatıma'dan (a.s.), diğeri İmam Bâkır'dan (a.s.) nakledilen farklı hadiste verilmiştir: “Hak, hak sahibine verilmiş olsaydı Allah hakkında ihtilaf eden iki kişi bulamazdın!” İki hadis de oldukça güvenilir bir kaynak olan Kifâyetü'l-Eser'de geçer. Hz. Peygamber, kalıcı Gadir hutbesinde Kur'ân tefsirinin Hz. Ali'nin ve Masum İmamlar'ın şanı olduğunu, bunun onlara yaraşacağını bildirmiştir. Şimdi iyice düşünün: Bu hakkı Ehl-i Beyt'ten alıp onların muhaliflerine verenlerin veya Ehl-i Beyt'i ötekileştirenlerin öğretisinden tarih boyunca IŞİD ve benzeri cani güruhlardan başka ne çıktı ortaya?
Söylediklerimin tam olarak anlaşılması için bir de şöyle anlatayım: Bazen bir kolunun veya bacağının insanın bedeninden ayrılması, kesilmesi gerekir. Böyle bir insan elsiz ve bacaksız olarak hayatına devam eder ama doğal olarak birtakım zorluklara da katlanması gerekir. Peki insanın ruhu bedeninden ayrılırsa geriye ne kalır? Bizim, imametin, din bedeninin bir uzvu değil de ruhu olduğu gerçeğini kabul etmekten başka çaremiz bulunmamaktadır. Şia'nın büyük fakihi Şeyh Müfid, “Namaz dinin direğidir” hadisini ele alırken “Elbette Allah'ı, Resulü'nü ve Masum İmamları hakkıyla tanıdıktan sonra namaz dinin direğidir” diye yazar. Söylemek istediği açıktır: Namaz dinin furuâtındandır, yani din ağacının bir dalıdır. Ama tanımak, marifet kesp etmek usuldendir, yani din ağacının köküdür. Dal, yaprakları ve taşıdığı meyvelerle göze güzel görünebilir, lakin sağlam ve sağlıklı kökü olmazsa ağaçtan geriye ne kalır ki?
Şia ne der? Şia, aklı, peygamberlerle ve imamlarla birlikte Allah'ın hücceti, Allah tarafından insana bahşedilmiş bir delil kabul eder. Bu noktada Allah'ın muhkem ayetine dayanır: “O, akıllarını kullanmayanları kirli (inkârcı) kılar.” (Yunus, 100) Şia'nın el-Kâfî, Vâfî, Bihârü'l-Envâr gibi muteber hadis derlemelerinde önemli konular öne alınır ve hepsi “Akıl ve Cehalet Kitabı” babıyla başlar; “İlmin Fazileti” ve “Tevhid” bablarıyla da devam eder. Bu tertibin, konuların bu sıraya göre ele alınması aynı zamanda bir mesaj taşır, biz henüz bu mesajın önemini kavrayabilmiş değiliz.
Şia'nın aslı esası marifettir, tanımadır. Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Kumeyl'e yaptığı vasiyetinde “Ey Kumeyl! Tanımaya, bilgiye ihtiyaç duyulmayan hiçbir hareket yoktur” buyurur. Tevhidi, nübüvveti ve imameti de marifet esasınca kabul etmemiz gerekir; aksi takdirde semeresi olmaz veya az olur, bazen de hüsrana götürür.
Şia, Kur'ân'ı ölçü alır; Kur'ân'ı takip ettiklerini iddia edenleri değil. Dini de peygamberden öğrenir, başkalarından değil. Dolayısıyla Gadir-i Hum, Kur'ân'ın beyanıdır. Hz. Peygamber, Gadir hutbesinde, yaklaşık olarak yetmiş Kur'ân ayetini açıklamıştır ve bu ayetleri tanık tutmuştur. Sünnî muhaddisler imamete dair bu açık mesajı görmemek için inat ettiklerinden detaylı ve açıklayıcı Gadir hutbesinden mahrum kalır, sadece birkaç cümlesine işaret etmekle yetinir, bu birkaç cümleyi de arzularınca yorumlarlar. Onlar böyle yaparak kiminle inatlaştıklarını sanırlar? Kendilerini ilim kaynağından mahrum bırakmaktan başka ne yaparlar? İbn Sad, İmam Zeynelabidin'den (a.s.) çok sayıda hadis ulaştığını ancak çok azını naklettiğini yazar. Bunun neticesi nedir? Başta aklî ve ahlakî konularda olmak üzere sadece kaynakları fakirleşmiştir!
Ladinî bir bakışla, yani İslâm'ın semavî bir din olduğunu ve Kur'ân'ın vahiyden kaynaklandığını kabul etmeyen, gelişmeleri sadece bir sosyal olgular zinciri olarak değerlendiren birisinin bakış açısıyla durumu değerlendirmek isteyen birinin İslâm'ın devamlılığını yorumlayabilmesinin en iyi yolu, bu dinin peygamberinin mesajına, üstelik ciddi bir kalabalık önünde yapılan ve sonrasında kadın ( o günün koşullarından kadınlardan biat alınması onlara statü kazandırmak açısından önemli bir gelişmeydi) erkek dinleyen herkesten biat alınan son önemli konuşmaya başvurmaktır.
Biat merasiminin tamamlanması için üç gün boyunca her türlü imkândan yoksun o sıcak çölde kalınması ve aralıklarla tekrar eden “Ey insanlar!” hitabıyla dikkatlerin celp edilmesi, bütün bunlar verilen mesajın önemini gösterir. Ayrıca, “Ey insanlar!” hitabı, kıyamete değin bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda insanlığın tamamının muhatap alındığını gösterir. Dindar bir toplumda birisi kendisini bu mesajdan mahrum bırakırsa ne olur? Kur'ân bunun cevabını veriyor: “Kendileri de bunların hak olduklarını kesin olarak bildikleri hâlde, sırf zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından ötürü onları inkâr ettiler.” (Neml, 14)
Şu halde Gadir'in mesajını anlamalı, ona boyun eğmeli ve hayatın her alanında bu mesajı amelî kılmalıyız.
- Gadir-i Hum hadisesiyle Şia'nın dinamizmi arasında nasıl bir irtibat vardır?
- Şia, etkin, canlı bir hakikattir, dinamiktir. Mesele, bizim hayat tarzımızın dinamik hakikat karşısında nasıl olduğudur. Az önce Şia'nın akla ve fıtrata dayanan bir öğreti olduğunu söylemiştim; bu hakikat insaflı biri tarafından içselleştirilebilir. Mesele, bizim vazifemizi nasıl yerine getirdiğimizdir. Biz vazifemizi doğru bir biçimde yerine getirmeliyiz. Hoş olmayan davranışlarla ve yersiz yorumlarla vazifemizi bulandırmamalı, temsilcisi olduğumuz hakikati yanlış aksettirmemeli ve amelde bir tahrife yol açmamalıyız.
Yersiz yorumlara teorik ve pratik açıdan örnekler vermem icap ederse şunları söyleyebilirim:
Allah Resulü'nün farklı şekillerde kalıcılığını ve evrenselliğini altını çizerek açıkladığı hakikati biz muhtelif şekillerde sınırladık. Hakikati sadece Gadir-i Hum hadisesini andığımız günlerde, sempozyum gibi araştırmacıların katılımıyla düzenlenen programlarla değil de çoğunluğunu duygulara hitap eden, şiir okuma meclisleri gibi merasimlerin oluşturduğu etkinliklerde anlatır olduk. Böyle bir sınırlandırma Gadir-i Hum hadisesinin azametine gölge düşürmektedir, bu bir zulümdür.
Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını iblağ etmeyi iyiliği emir, kötülükten sakındırmanın en başında görüyor; bizse iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı birkaç fıkhi hükme uymakla sınırladık.
Hz. Peygamber, Gadir-i Hum'un mesajını anlatmayı ana babaların, mürebbilerin, öğretmenlerin görevi olarak görüyor; bunlar nesilden nesile kıyamete kadar hakikat mesajını aktarmalıdır, anlatmalıdır. Bu, Gadir-i Hum mesajının İslâmî eğitim ve öğretim sisteminde önemli bir yere sahip olması gerektiği anlamına gelir. Oysa mevcut durum ortadadır.
Demem o ki, dinî hakikatlerin “tüketimi”, bu hakikatlerden geniş bir sahada faydalanmanın önünü almaktadır. Tüketim, “tekrarcı olma” kaygısını beraberinde getirir. Fakat hepimizin birbirimize hatırlatması gereken şöyle önemli bir husus var: Bazı olaylar ve davranışlar tekrarcıdır, mesela ayı ve güneşi her gün görürüz, her gün yemek yer, su içeriz. Bütün bunlar tekrardır, onları her zaman “yeni” gösteren şeyse, onlara duyduğumuz ihtiyaçtır. Ne ihtiyaçlarımız eskir, ne de ihtiyaç duyduklarımız. Hz. Peygamber'in kabul edeceği, beğeneceği eğitim sistemi de “insanlarda daima sahip olduğu bütün genişliğiyle Gadir-i Hum mesajına ihtiyaç uyandırmak”, böylece insanları kendiliğinden bu mesajı öğrenmeye teşvik etmektir. Bu, ciddi bir programlama ister; aksi takdirde, özellikle de dinin şah damarını hedef almış düşmanın olduğu bir dönemde tembellik ve gevşeklikle bir neticeye ulaşılamaz.
Yapmamız gereken, söz ve amel yoluyla herkese Gadir'e yaraşır bir hayat tarzını benimsetmektir. Sözü uzatmamak için bir örnek vereceğim. Muhammed b. Ebi Umeyr, kendisi İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) önde gelen dostlarındandı, ticaretle geçinir ve aynı zamanda İmam'ın hadislerini ve öğretisini yayardı. Dönemin idarecilerince hapse atıldı, dört yıl hapiste kaldı. Dönemin, hicrî ikinci yüzyılın koşullarında hapse atılmanın ne büyük bir ekonomik darbe olduğunu ve onun hayatını nasıl etkilediğini zihninizde canlandırın. Salıverildikten sonra bir Şiî onu ziyarete gider ve ona kendisine borçlu olduğunu söyleyerek on bin dirhem verir. İbn Ebi Umeyr bu parayı nereden bulduğunu sorar. “Ticaretten mi kazandın yoksa sana miras mı kaldı?” diye sorar. Adam, hiçbiri, der, sana olan borcumu ödeyebilmek için evimi sattım. İbn Ebi Umeyr o parayı almayacağına dair and içer; oysa bir dirheme bile muhtaç haldedir. Ama o, İmam Cafer Sadık'ın kimse borcunu ödemek için evini satmasın, dediğini duymuştur. Evini geri alması için on bir dirhemi adama verir.
Bu Gadirce yaşamaya dair somut pratik bir örnektir. Toplumumuz bu nurani hakikatlere amelde ne kadar bağlı kalmıştır? Şia'nın dinamizmi ve Gadir'in yaşaması böyle davranışların, öğretiyle amel etmenin yaygınlaşmasına bağlıdır.
- Gadir Hum'a dair ne gibi çalışmalar yapılmıştır? Bu alanda çalışmak isteyen araştırmacılara tavsiyeleriniz nelerdir?
- Günümüzde Kur'ân'ın öğrettiğinin aksine ilim ve amel birbirinden ayrılmış, bağımsızlaşmıştır. Bu bağlamda Gadir-i Hum'la ilgili çalışmalar da ilmî çalışmalarla sınırlı kalmış, bu çalışmalarda da Hz. Ali'nin hilafetinin hakkaniyetinin ispatlanması ve “farklı düşünenlerle” tartışma hedeflenmiştir. Hz. Ali'nin imametinin farklı boyutları ile imametin amelde neleri gerektirdiği üzerinde durulmamıştır.
İlmî çalışmalar mutlaka gereklidir, ama asla yeterli değildir. Bizim “Ali'nin toplumunu” kurmamız lazım. Çünkü biz Âşurâ Ziyareti'nde geçtiği şekliyle Allah'tan “Hayatımızı Muhammed ve Âl-i Muhammed'in hayatı gibi, ölümümüzü Muhammed ve Âl-i Muhammed'in ölümü gibi” yapmasını isteriz. Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz şey, bireysel ve toplumsal olarak inançta ve ahlakta İmam Ali'nin inanç ve ahlakını benimsemektir, onun gibi yaşamaktır. Bu amaca ulaşmak şunları gerektirir:
a) Gadir-i Hum'u, yani dini, akla, fıtrata ve önceliklere riayet ederek ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, doğru ve kapsamlı bir biçimde tanımak lazımdır.
b) Gadir-i Hum'un tevhidin ve kulluğun gerçekleşme aracı olduğunu bilmek ve buna inanmak. Gadir-imamet-tevhid ilişkisini çok iyi bilmemiz gerekir.
c) Amelin dindarlığın ayrılmaz parçası olduğunu bilerek ciddiye almamız gerekir.
d) Bu sayılanların bize kazandıracağı bakış açısından sonra doğal olarak Gadir-i Hum tüketim nesnesi olmaktan çıkacak ve tükenmek bilmez toplumsal bir sermayeye dönüşecektir. Müminlere hitaben söylenen şu ilahî mesaj daima kulaklarımızda yankılanmalıdır: “Ey iman edenler, iman edin!” (Nisa, 136) Çünkü iman etmek, devam eden bir süreçtir.
Bunlara ilaveten erken dönem kaynaklarındaki Gadir-i Hum rivayetleri ile Masum İmamlar'ın bu konudaki hadislerini bilmek bir zarurettir. Mesela İmam Hadi'den (a.s.) rivayet olunan Gadiriye Ziyareti, nispeten kısa olsa da İmam Ali'nin yaşam tarzını öğreten en güvenilir kaynaktır. Muhaddis Kummî'nin Mefâtihü'l-Cinân'da naklettiği bu ziyaret, genç neslin birçok sorusuna da cevap verebilecek niteliktedir.
- Gadir-i Hum ile Mehdilik inancı arasında nasıl bir irtibat vardır?
- Gadir-i Hum hadisesi Hz. Peygamber'in vefatından yetmiş gün önce meydana geldi. Bununla birlikte, Gadir hutbesinin mesajlarından biri ümmetin geleceği ve Beklenen Mehdi'nin özellikleriyle zuhur asrının tasviridir. Mübarek hayatının son günlerinde ve peygambersiz kalacağı günlerin başlangıcında ümmetin kaderinin, geleceğinin açıklanması, meselenin önemini gösterir. İmam Mehdi'nin (a.s.) doğumundan yaklaşık iki buçuk asır önce Hz. Peygamber Beklenen İmam'ın özelliklerini açıklıyor ve ümmetini O'nu beklemeye çağırıyor. Bu dönem halkının, 12. İmam'ın imamet döneminde yaşayan ve O'nun tabileri sayılan insanların bekleyiş bağlamındaki vazifesi ne de ağırdır!
Bugün için Gadir'e bağlı kalmak zuhuru beklemektir; aksi halde Vakıfe'nin başına gelen bizim de başımıza gelir. Vakıfe, İmam Musa Kazım'ın (a.s.) şehadetinden sonra O'nun şehid olduğu gerçeğini kabul etmeyen, O'nu son imam kabul edip zamanın imamının, yani İmam Ali Rıza'nın (a.s.) imametini kabul etmeyenlerdir. Hadislerde onlar hakkında “şaşkın, zındık” gibi tabirler kullanılmıştır.
Bu konuda söylenecek söz, İmam Cafer Sadık'ın (a.s.) vefakâr sahabîsi Eban b. Tağlib'in imam hayattayken söylediği şu sözdür: “Şia, Hz. Peygamber'den sonra ihtilaflı konularda Ali'ye, Ali'den sonra İmam Sadık'a başvuranlardır.”
Onlarca ayete, sahih hadise ve aklıselime dayanan bu söz bizim ödevimizi de açıklamaktadır. Tabii biz inkârdan söz etmiyoruz burada, gaflet hiçbir zaman inkâr anlamına gelmemekle birlikte Allah'ın hüccetinden gaflet etmek büyük günahtır. Gaflet devamlılık kazanırsa inkârla sonuçlanabilir.
Çev: İbrahim Erkin