کارگر

کارگر

Resmi temaslarda bulunmak üzere Suriye'ye giden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan Filistin direniş grupları yetkilileri ile bir araya geldi. Görüşmede Gazze'deki son gelişmeler ve İsrail'in Filistin'deki cinayetlerinin durdurulması ana madde olarak gündemde yer aldı.

 

Samet Can KocagürEditorBaşkanlığındaki heyetle Suriye'ye giden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan Filistin direniş grupları yetkilileri ile görüştü. 
Görüşmede Gazze'deki son gelişmeler ve İsrail'in Filistin'deki cinayetlerinin durdurulması ele alındı.

Emir Abdullahiyan Beyrut temasları kapsamında Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nahale ve HAMAS'ın Arap ve İslam Dünyasıyla İlişkiler Ofisi Başkanı Halil el-Hayye ile de görüşmüştü.

 

BEŞAR ESAD İLE ÖNEMLİ GÖRÜŞME 
Şam'ı ziyaret eden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir araya geldi. Emir Abdullahiyan-Beşar Esad görüşmesinde, Tahran-Şam ilişkileri ile bölgesel ve uluslararası gelişmeler ele alındı.

Şam ziyareti öncesi Beyrut'ta çeşitli temaslarda bulunan Emir Abdullahiyan, Lübnan Başbakanı Necip Mikati, Meclis Başkanı Nebih Berri ve Dışişleri Bakanı Abdallah Buhabib ile ayrı ayrı görüştü.

Görüşmede iki ülke arasındaki ilişkiler ele alındı.

İran Dışişleri Bakanı Suriye Devlet Başkanı Esad ile görüştü


 HİZBULLAH LİDERİ İLE DE GÖRÜŞMÜŞTÜ

10 Şubat günü Lübnan'ın başkenti Beyrut'u ziyaret eden İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Filistin İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad en-Nahale, Hamas'ın üst düzey yöneticilerinden Usame Hamdan ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Genel Sekreter Yardımcısı Cemil Mazhar ile görüşmüştü.

Görüşmede Filistin ve Gazze'deki son gelişmeler ele alınmıştı.

Hüseyin Emir Abdullahiyan ayrıca, Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah ile Filistin, Lübnan ve bölgedeki gelişmeler hakkında görüşmüştü.

 

İsrail'in bölgedeki gerilimi arttırmaya yönelik saldırıları devam ediyor. İsrail unsurları sabah saatlerinde Mısır'ın Refah Kapısı yakınlarındaki çok sayıda bölgeye hava saldırısı düzenledi. WAFA'ya göre saldırılarda 100'den fazla kişi hayatını kaybetti.

Samet Can KocagürEditorİsrail’in, güvenli bölge olduğunu iddia ederek insanları sürdüğü Gazze’nin Mısır sınırındaki Refah kentine düzenlediği saldırılarında 100’den fazla kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı bildirildi.

 

İSRAİL'DEN MISIR'A SALDIRI 

Filistin resmi ajansı WAFA'nın haberinde, Refah'taki hastane yetkilileri, İsrail’in, Refah kentine düzenlediği saldırılarında 100’den fazla kişinin öldürüldüğünü, yaralanan yüzlerce kişinin hastanelere ulaştığını belirtti.

Filistin Kızılayı da İsrail saldırılarının Refah şehir merkezinde yoğunlaştığını ve saldırılarda sivillerin evlerinin de hedef alındığını duyurdu. 
Kuveyt Hastanesi Müdürü Suhayb el-Hıms ise hastanenin çok tehlikeli durumdaki yaralılarla dolu olduğunu, yeterli ilaç ve serum bulunmadığını ifade etti. 

Yerel kaynaklar, savaş uçaklarının, yoğun topçu atışı ve savaş gemilerinin denizden yoğun ateşiyle eş zamanlı olarak yaklaşık 40 hava saldırısı düzenlediğini, özellikle yerinden edilmiş kişilerin barındığı çok sayıda evi ve camiyi hedef aldığını kaydetti.

İsrail ordusunun açıklamasında, “İsrail ordusu, Gazze Şeridi’nin güneyindeki Aş-Şabura mahallesindeki terör hedeflerine bir dizi saldırı gerçekleştirdi” ifadesine yer verildi.

Lübnan merkezli Al Mayadeen televizyonunun haberinde de, “İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrine şiddetli saldırıları sonucu en az 100 kişi öldü ve 230’dan fazlası yaralandı” ifadesi kullanıldı.

HAMAS'TAN AÇIKLAMA
HAMAS, İsrail'in, güvenli bölge olduğunu iddia ederek insanları sürdüğü Gazze'nin güneyindeki Refah kentinde bu gece gerçekleştirdiği katliamın bölgede yürüttüğü soykırım ve zorla yerinden etme savaşının devamı olduğunu belirtti.

HAMAS Siyasi Büro Üyesi İzzet er-Rişk, İsrail'in Refah kentinde 100'den fazla kişinin ölümüne neden olan saldırılarına ilişkin bir açıklama yaptı.

HAMAS'ın sosyal medya hesabından yayımlanan açıklamasında Rişk, "İşgalci İsrail'in Refah'ta bu gece 100'den fazla kişinin şehit edildiği katliamları, soykırım ve zorla yerinden etme savaşının bir devamıdır." ifadelerini kullandı.

 

BIDEN YÖNETİMİ DE SORUMLU
İsrail'in Refah'a saldırısının, Binyamin Netanyahu hükümetinin, soykırım eylemi olarak kabul edilebilecek her türlü adımı durdurmak için acil tedbirleri onaylayan Uluslararası Adalet Divanı'nın kararlarını görmezden geldiğini doğruladığını vurgulayan Rişk, şunları kaydetti:

"Netanyahu'ya dün yaktıkları yeşil ışık ve soykırım savaşını sürdürmesi için ona sağladıkları açık destek nedeniyle Refah katliamından Netanyahu hükümetiyle birlikte (ABD Başkanı Joe) Biden yönetimi de tümüyle sorumludur."

İsrail'in sivillere yönelik soykırım suçlarının durdurulmasını isteyen Rişk, "Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Birleşimi Milletler Güvenlik Konseyine Siyonist saldırganlığı ve Gazze Şeridi'ndeki savunmasız sivillere karşı devam eden soykırım suçlarını durdurmak için acil ve ciddi eyleme geçme çağrısında bulunuyoruz." ifadelerini kullandı.

Pazartesi, 12 Şubat 2024 07:01

Refah: Soykırımın Final Sahnesi!

  Netanyahu çok iyi biliyor ki alnına yapışan ‘soykırımcı’ damgasından başka elde ettiği hiçbir şey olmayacak. Filistinlilerin yitirdikleri, onun kariyerine ‘zafer’ olarak girmeyecek. “Soykırımcı” lekesi alın derisinin derinliklerine işlenecek.
  

Gazze’deki soykırım savaşının beşinci ayında ateşkes trafiği biraz daha ciddiyet kazanırken İsrail, Filistinlilere yaşattığı cehennem için korkunç bir final sahnesi hazırlıyor. Yeni hedef Mısır sınırındaki Refah. Yerle bir edilen kuzeyden sürülen insanların son sığınağı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu dört koldan gelen “Felaket olur” uyarılarıyla dalga geçiyor; önce sivilleri tahliye edeceklerini söylüyor. Çok insancıl, pek dokunaklı! Tahliye edile edile 1.4 milyon insan 28 bin canını toprağa gömerek, 7 bin ferdini enkazın altında bırakarak, 68 bin yaralıyı sırtlanarak Refah’a sığındı. Açıkta ya da çadırda aç, biilaç İsrail’in kana doymasını bekliyor.
İsrail liderleri, soykırımı önlemek için gerekli bütün önlemleri almasını emreden BM Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) takmıyor; insanlıkla alay ediyor. UAD’nin ihtiyati tedbir kararlarından dördüncüsü, İsrail’den Soykırım Sözleşmesi’nin ikinci maddesine giren tüm eylemlerden kaçınmasını istiyor. Bu maddeye göre ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla insanların öldürülmesi; bunlara ciddi bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; grubu bütünüyle veya kısmen ortadan kaldıracak şekilde yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi soykırım suçunu oluşturur. Refah soykırım suçunun tekâmül ettiği son halka.
***
 

Netanyahu çok iyi biliyor ki alnına yapışan ‘soykırımcı’ damgasından başka elde ettiği hiçbir şey olmayacak. Filistinlilerin yitirdikleri, onun kariyerine ‘zafer’ olarak girmeyecek. Geçen hafta ateşkes önerisini reddederken aylar içinde tam zafer sözü verdi. 7 Ekim’den bu yana beşinci bölge turuna çıkan ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’a, Hamas’ın devrilmesinden sonra Gazze’nin sonsuza kadar silahsızlandırılmasını sağlayacaklarını söylemiş. Soykırımın suç ortağı Biden yönetimi bile Netanyahu’nun deklare ettiği hedeflerin çok uzağında olduğuna ikna olmuş durumda. New York Times’a göre Amerikan istihbarat yetkilileri, Kongre üyelerine İsrail’in savaş yeteneklerini zayıflatsa bile Hamas'ı yenmenin yanına bile yaklaşamadığını söyledi. Netanyahu Hamas'ın üçte ikisini yok ettiklerini öne sürerken Amerikalı yetkililer, 20-25 bin savaşçıdan sadece üçte birinin öldüğünü tahmin ediyor. Yerin altının üstüne getirildiği kuzeyde de direniş hala işgal güçlerini vuruyor.

***

 Hamas’ı bitirme hedefi Amerikalılara da gerçekçi gelmediğine göre Netanyahu ölüm ve yıkımı Refah’a da taşımaktan neyi umuyor?
Birkaç noktaya işaret edilebilir: 

İsrail mecburen ateşkes masasına giderken kendi kamuoyuna “Yıkılmamış kent, patlatılmadık tünel bırakmadık” diyebileceği bir zafer görüntüsü bekliyor. Tek bir rehinenin canlı olarak kurtarılamaması, iç kamuoyundaki ‘başarısızlık’ yargısını besleyen birincil neden.
Haaretz gazetesi Refah’ı girmenin mantığını şöyle izah ediyor: “Yahya Sinvar, yardımcıları ve Hamas militanları Gazze kentinde ve sonra Han Yunus'ta bulunamadı. Bunun için ordu kara operasyonunu Refah şehrine doğru genişletmeyi düşünüyor. Ordu bunu Sinvar ve yardımcılarının bu güney bölgesindeki tünellerde saklandıklarını ve İsrailli rehineleri burada tuttuklarını düşündüğü için yapıyor.”
 

İkinci nokta; İsrail pazarlık masasında Filistin tarafına geri adım attırmak için baskı yapabileceği bir pozisyonda olmak istiyor. Mossad Şefi David Barnea, CIA Direktörü William Burns, Mısır İstihbarat Direktörü Abbas Kâmil, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed El Sani’nin 28 Ocak’taki Paris buluşmasında müzakereler için bir çerçeve çizilmişti. El Ahbar’ın aktardığı bilgilere bakılırsa bunun ana hatları kabaca şöyle:

 

ABD, İsrail'i ateşkese zorlamama yönündeki tutumunu sürdürüyor. Ama uzun ateşkesle askeri operasyonların tamamen duracağını umuyor.
İsrail anlaşmanın bölgenin nihai statüsüyle ilgili bir boyut içermesini istemiyor. Sahadaki değerlendirmeler dışında ordusunu Gazze'ye yeniden konuşlandırma konusunda taahhüt altına girmiyor.
Mısır, Ariş’te biriken insani yardımın Refah’a sokulması, ayrıca Kerem Ebu Salim Kapısı'nın da açılmasını istiyor. Çerçeve uygulamada esir-tutuklu takası, ceset takası, Gazze sakinlerinin askeri engeller olmaksızın geri dönmesi, acil ihtiyaç tespiti için uluslararası kuruluşların bölgeye girmesi ve insani yardımın ulaştırılmasını içeriyor.
Ateşkes ise altışar haftalık süreçler halinde üç aşamada işleyecek:
Altı haftalık ilk aşamada yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan rehineler bırakılıyor. Sayılarının 40’ın altında olduğu tahmin ediliyor. Buna karşın İsrail hapishanelerinde tuttuğu kadın ve çocukların yanı sıra hasta tutukluları ve 7 Ekim'den sonra tutuklananları bırakıyor. (Burada bir İsrailli sivil rehineye karşı 100 Filistinli tutuklu şeklindeki denklem kesinleşmedi.) Direniş grupları farklı yerlerde tuttukları esirleri bir araya getirirken operasyon yapılmayacak. Ancak İsrail keşif uçuşlarını durdurmayı reddediyor.
 

İkinci aşamada İsrailli kadın askerler bırakılacak. İsrail bu aşamanın askeri tutukluları da kapsamasını istiyor. Buna mukabil belli miktarda Filistinli tutuklu bırakılıyor. (Filistin tarafı bir askere karşı 150 Filistinlinin bırakılması, daha fazla insani yardım, sağlık kuruluşları, fırınlar ve su hizmetlerinin operasyonel hale getirilmesini istiyordu.)

Üçüncü aşamada cesetler teslim edilecek. İsrail de hapishanelerdeki tutukluların çoğunu serbest bırakacak. Ayrıca Batı Şeria'daki operasyonlar ve 7 Ekim Aksa Tufanı sırasında ölen Filistinlilerin cesetleri verilecek.

Bu taslak Kahire’de Hamas’a sunuldu. Hamas da diğer direniş örgütleriyle müzakere edip yanıtını verdi. Toplam 135 günlük ateşkes sürecinde rehinelere karşın en az 1500 tutuklunun bırakılmasını hedefleyen Filistin tarafı anlaşmanın saldırıların tamamen sona erdirilmesi, işgal ordusunun Gazze Şeridi'nden çekilmesi, kuşatmanın kaldırılması ve yeniden inşayı içermesi gerektiğini bildirdi. Operasyonları tamamen durdurma koşuluna yanaşmayan İsrail öneriyi reddetti. Fakat Mısır ve Katar’ın dolaylı arabuluculuğunda ilk ciddi görüşmeler için Hamas heyeti geçen Cuma Kahire’ye gitti. İsrail heyetinin de ulaşması bekleniyordu. Müzakerelerin birkaç haftaya yayılabileceği öngörülüyor. Bu süreçte İsrail de Refah’ı yerle bir ederek baskıyı tırmandırmayı umuyor.

***

- İsrail’in orduyu Refah’a sokma planında üçüncü hedef Mısır’la bağlantılı. Abdulfettah el Sisi yönetimi İsrail’in plan ve niyetlerine karşı caydırıcı olmaya çalışıyor. Mısır, Filistinlileri Sina’ya sürme girişimini savaş nedeni sayacağını ilan edip sınırlara asker yığdı. Daha sonra Netanyahu; Sisi ile telefonla görüşmeye çalıştı, yüz göremedi. Netanyahu’nun derdi sadece Filistinlileri sürmek değil Philadelphia (Selahaddin) Koridoru’nda statükoyu değiştirecek bir planı kabul ettirmekti. Şin-Bet Direktörü Ronen Bar'ın Kahire'de Mısır İstihbarat Direktörü Abbas Kâmil ile görüşmesi de sonuç vermedi. 1979'daki Camp David Anlaşması ile Mısır-Filistin toprakları arasında ağır silahlardan arındırılan 14.5 kilometre uzunluğundaki Philadelphia Koridoru, Akdeniz kıyılarından Kerem Ebu Salim Kapısı’na kadar uzanıyor. İsrail 2005’deki çekilme sırasında Kahire ile anlaşmasını güncelledi ve koridorda kontrolü Filistin yönetimine bıraktı. 2005’te koridorun Mısır tarafında 750 muhafızın yer alması öngörülmüştü. İsrail şimdi Filistinlilerin Mısır’la bağlantısını koparmak için askerlerini koridora sokmak istiyor. İsrailli kaynaklar bu konuda uzlaşmaya varıldığını iddia etmiş, Mısır yalanlamıştı. Sisi’nin görüşmeyi reddetmesi Netanyahu’ya pazarlık kapısını açmayacağı anlamına geliyor. Netanyahu, Mısır’ın Gazzelilerin Refah’tan çıkmasını ve Gazze’ye insani yardımları engellediği suçlamasıyla Sisi’yi zor duruma sokmaya çalıştı ama daha fazla öfkeyle karşılaştı. Son olarak Mısır, Refah işgal edilirse İsrail’le barış anlaşmasını askıya alacağı uyarısını iletti. İsrail Refah’ı işgal ederse koridora yerleşmek için de oldubittiye kalkışabilir.

***

 Refah’a askeri harekât yaşanan felâketleri korkunç boyutlara taşıyabilir. İnsanların sığındığı BM okulları, camiler, kiliseler ve hastaneler bile bombalanırken Refah için güvenli tahliye sözü arsız bir yalandan öteye geçemez. Gazze’de güvenli denilebilecek bir metrekarelik alan bile bırakılmadı. Çoğunluğunu 1948’de Yafa gibi yerlerden sürülen mültecilerin oluşturduğu Gazze Şeridi insanların tutunduğu son Filistin toprağı. Su yok, çocuklar sokaktaki birikintileri içiyor; yiyecek yok, insanlar açlıkla cebelleşiyor; ilaç yok, hastalar ve yaralılar can çekişiyor; çalışan sağlık kuruluşu yok, işgalciler hastanelerde terör estiriyor; elektrik yok, en hayati gereçler çalışmıyor. UAD insani yardımın ulaşması için gereken tüm önlemlerin alınmasını emrederken İsrail, Filistinlilerin nefes borusu UNRWA’yı (Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) bitirmeye çalışıyor. 74 yıllık BM kurumunun tesislerini bombalamakla kalmayıp yalan ve kara propagandayla fişini çekmeyi hedefliyor. Yalan makinesi Şifa ve diğer hastanelerde estirdikleri terörde olduğu gibi UNRWA merkezinin altında da tünel olduğu iddiasını döndürüyor. Soykırım koalisyonunda buna pirim verecek ülkeler çıkabilir ama UNRWA’yı öldürmek BM Güvenlik Konseyi kararını gerektirir. Ki dillerindeki yalanlar o yolu açmaya yetmez.
Haaretz gazetesi Refah’taki durumu dürüstçe aktarıyor:
“Savaştan önce Refah’ta yaklaşık 270 bin Filistinli yaşıyordu. Şu anda orada kalan 1,5 milyon kişi açlık ve yetersiz beslenmeden mustarip; susuzluktan, soğuktan, hastalıklardan ve yayılan enfeksiyonlardan, saçlarındaki bitlerden ve deri döküntülerinden mustaripler; fiziksel ve zihinsel yorgunluktan ve kronik uykusuzluktan mustarip. Okullar, hastaneler ve camiler, çadır mahalleleri ve düzinelerce yerinden edilmiş aileyi barındıran apartmanlara doluşmuş durumdalar. Aralarında ordunun saldırıları ya da sonrasında ameliyatlarda uzuvları kesilenler dahil on binlerce yaralı var. Her birinin kaybettiği yakınları, arkadaşları var. Çoğunun evi yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Bütün eşyaları kayboldu. Paraları tükendi. Birçoğu ölümden şans eseri kurtuldu ve cesetlerin korkunç görüntülerine tanık oldu. Henüz ölenlerin yasını tutmuyorlar çünkü travma devam ediyor. Bazıları tüm bu acılar yüzünden hafızalarını ve akıl sağlıklarını kaybediyor… Gazze Şeridi’ndeki diğer bölgelerde yaptığı gibi İsrail ordusu, Refah'a kara harekâtından yaklaşık iki saat önce bir uyarı yayınlayacak… Kitlesel paniği hayal edin. Eşek arabaları ya da derme çatma el arabaları ve yemeklik yağla çalışan arabalarla taşınacak şanslı yaşlıları, hastaları, engellileri ve yaralıları düşünün… Savaş başladığından bu yana ordu, ‘güvenli’ olarak tanımladığı her yerde konutları, açık alanları ve araçları bombaladı… Bombalamalar Refah'ta da durmadı… İsrail, UAD'nin yüz binlerce ya da bir milyon Filistinlinin küçük bir toprak parçasına sıkıştırılmasını soykırımı önleyen uygun bir tedbir olarak değerlendireceğine inanıyor mu?”
  

Ölümden kaçan, kaçarken de kayıplar veren, şimdi yeniden ölüm yolculuğuna çıkarılan insanlar için güvenli koridor!
Netanyahu “Refah’a hiçbir koşulda girmememiz gerektiğini söyleyenler, aslında ‘savaşı kaybedin ve Hamas’ı orada tutun' diyorlar” diyor. Refah’ı cehenneme çevirmek de Netanyahu’ya aradığı zaferi getirmeyecek! “Soykırımcı” lekesi alın derisinin derinliklerine işlenecek.
 

 Fehim Taştekin-Duvar

Pazartesi, 12 Şubat 2024 05:59

İslâm Devrimi Ve Düşündürdükleri

45 yıl önce İran coğrafyasında emperyalistlerin kuklası olan bir yönetim ve bu yönetimin başında Şah Muhammed Rıza isminde bir piyon vardı. Bu piyondan kurtulmak için İran halkı İmâm Humeynî'nin çağrısına "lebbeyk" diyerek kıyam etti. Sonunda tüfek ve silaha sarılmadan, terör ve anarşiye bulaşmadan milyonlarca halk kitlesi (sivil inisiyatif haklarını kullanarak) aylarca sürdürdüğü nümayiş ve protesto mitingleri sonucunda 11 Şubat 1979 tarihinde bi iznillah zafere ulaşmış oldu.

Aslında bu devrim yıllarca sürdürülen irşad ve tebliğ çalışmalarının bir sonucuydu. İrşad ve tebliğden kastımız, uzun yıllardan beri Şah rejiminin dejenerasyonuna maruz kalmış Müslüman halkın tekrar öz değerlerine yönelmesini sağlamak ve kuşanılacak tevhidî bilinçle halkın Şah rejiminin zalimane uygulamalarına karşı kin ve düşmanlığa tahrik edilmesi ameliyesiydi.

İmâm Humeynî'nin önderliğinde, İslâm hukuku ile mütenasip, adalet temeline dayalı yeni bir anayasal düzenin tesisi adına bu devrim gerçekleşmiş oldu.

Diğer Müslüman ülkeler için bu devrim bir "sürpriz" olmuştu. Açıkçası biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu biliyorduk. Yanı başımızdaki İran'dan haberimiz yoktu. Zira biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu biliyorduk. Pakistan'da Merhum Ebu'l Â'lâ Mevdudî'nin liderliğini yaptığı "Cemaat-i İslâmî" bu işin öncülüğünü yapıyordu. Türkiyeli Müslümanlar olarak başta "Tefhim'ul Kûr'ân" isimli tefsiri ve "Kûr'ân'da Dört Terim" olmak üzere Mevdudî'nin birçok eserinden faydalanmıştık. Öte yandan Mısır ve diğer birçok Arap ülkesinde irşad ve tebliğ çalışmalarında bulunan ve temellerini Şehid Hasan El-Benna'nın attığı "İhvan-ı Müslimin" örgütü ile gönül bağımız vardı. Şehid Hasan El-Benna'nın "İslâm'ın manifestosu" niteliğindeki beyanatlarını Türkiye gençleri olarak adeta ezbere biliyorduk. Yine Şehid Seyyid Kutub'un Fi-Zilâlî Kûr'ân tefsiri kütüphanelerimizin baş köşesini süslüyordu. "Yoldaki İşaretler" isimli eseri ise elimizden düşmezdi ve arkadaşlarımıza da okuturduk...

Diğer taraftan Cezayir'de liderliğini Abbas Medenî ve Ali Bel Hac'ın "Selamet Cephesi" diye bir parti faaliyet gösteriyordu. Gençler olarak onların faaliyetlerini heyecanla izlerdik. Aynı şekilde Tunus'ta Gannuşi'nin liderliğini yaptığı "Nahda Hareketi" vardı. Gannuşi bizim için adeta idol olmuştu. Onu da ilgi ile takip ediyorduk...

Türkiye’de ise, birçok cemaat ve tarikat olmakla birlikte İslâm'ın müesses nizam hâline gelmesi için Merhum Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki "Milli Görüş" hareketi siyasî arenada etkin bir şekilde mücadele veriyordu. Şahsım adına ifade edecek olursam, Merhum Erbakan Hocamız 1969 yılında Odalar Birliği'nden ayrılıp 25 Ocak 1970 tarihinde Milli Nizam Partisi'ni kurduğu günden itibaren biz bu hareketin içerisindeydik. 33 yıllık Avrupa hayatımızda aynı şekilde Milli Görüş hareketi içerisinde çeşitli kademelerde hizmette bulunduk. Kısaca ifade edecek olursak biz Müslüman gençlik olarak İslâm'ın "devlet" aygıtına kavuşturulmasını bu hareketlerden bekliyorduk. Açıkçası Ehl-i Sünnet dünyası olarak beklentimiz bu minvâl üzereydi. Oysa hiç beklemediğimiz bir anda baktık ki, hemen yanı başımızdaki İran coğrafyasında İslâm adına bir devrim gerçekleşmiş oldu. Başta Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve Prof. Dr. Süleyman Uludağ olmak üzere mezhep taassubu gütmeyen, ufku geniş ilahiyatçı hocalarımızdan bir grup İran'ı ziyaret edip, yeni kurulan bu İslâm nizamının ("anayasal düzen" ve "hukukun üstünlüğü" prensibi ile "velâyet-i fakih" ilkesi kapsamındaki) işleyiş şeklini yerinde araştırdılar. Türkiye’ye döndüklerinde ortak bir deklarasyon yayınlayarak İran İslâm Cumhuriyeti'nin "Şer'i" yasalara uygunluğunu kamuoyu ile paylaşmış oldular. Bu ortak deklarasyon o dönemde kamuoyumuzda müspet anlamda büyük yankı bulmuştu. (Tevhid Dergisi'nde bu metin arşiv olarak bulunmaktadır. İlgi duyanlar ulaşabilir.) Evet, birtakım ilahiyatçılarımız tarafında devrime müspet bakıldı ve takdirle karşılandı. Ancak mezhep taassubu güden birçok cemaat ve tarikat liderleri araştırma ihtiyacı hissetmeden devrime karşı düşmanca bir tavır takınarak ötekileştirici bir tutuma girdiler. İşi o raddeye vardıranlar oldu ki, Fethullah Gülen ve muadilleri "Rafizîlik" suçlamasıyla devrim liderlerini tekfir etmeye başladılar. Mezhebî farklılıklardan yola çıkarak müntesiplerine öylesine tezvirat ve iftira içerikli hikayeler anlattılar ki, kısa sürede iş mezhep düşmanlığı üzerinden İran ve İslâm Cumhuriyeti düşmanlığına evrilmiş oldu. "Yok efendim, onlar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i eleştiriyorlarmış, yok efendim onlar Aişe validemize dil uzatıyorlarmış." Bu ve benzeri tezviratlarla müntesiplerine İslâm Cumhuriyeti'ne karşı kin ve düşmanlık aşısı yapmaya başladılar. Maatteessüf ki aradan 45 yıl geçmesine rağmen bugün de aynı klişe sözlerle tezvirat ve iftiralar yoğun bir şekilde devam etmektedir. Oysa İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası'nda Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin değerlerine hakaret etmek kanunen yasak. Düşmanlık, meseleye vakıf olmamaktan ve cehaletten kaynaklanmaktadır. Bu durum aslında İslâm düşmanı küresel emperyalist güçlerin işine gelmektedir. Onların tek isteği Müslümanlar birleşmesin, İslâm Birliği tesis edilmesin! Buna en çok çanak tutan ise cemaat ve tarikat liderleri olmaktadır. Bu çirkin bariyer ve blokajlardan dolayıdır ki, ülkemizde İran İslâm Cumhuriyeti gereği gibi tanınmamış ve anlaşılmamıştır. Gölgeleme ve perdeleme çabaları bir taraftan, diğer taraftan iftira ve tezviratlar yoğun bir şekilde devam ediyor. Özellikle "Direniş Cephesi"nin alandaki kazanımları, ABD ve Siyonist çeteye vurulan darbeler bizzat mezhep taassubu güden cenah tarafından görmezden geliniyor/gölgeleniyor ve yok sayılıyor. "Direniş Cephesi"nin kendi müntesipleri nezdinde ve kamuoyu tarafından takdir edilmesi ve itibar kazanması istenmiyor. Rabbimiz buyuruyor ki, "Bile bile hakkı ketmetmeyin." (Bakara: 42)

Bütün bu tutum ve davranışlara rağmen bir de bunun üzerine işin içine Suriye meselesi girince bazıları için husumet ve düşmanlık ayyuka çıkmış oldu. Oysa Suriye meselesi Ehl-i Sünnet fıkhına göre tahlil edilse İran İslâm Cumhuriyeti'ne hak verilecektir. Ancak bazı cemaat liderleri Suriye meselesine IŞİD fıkhına göre baktığı için Müslüman ahalinin yaşadığı coğrafyada cinayet işlemeye ve kardeş katline cevaz veriyorlar. Suçsuz insanların öldürülmelerini meşru bir hak olarak görüyorlar. Oysa bütün mezheplerde fıkhî bir kural vardır: "Ahalisi Müslüman olan bir ülkede yönetimi değiştirmek için silahlı kalkışmada bulunulamaz. Çünkü asker, polis, memur ve emniyet güçleri Müslüman halkın evlâtlarıdır. Bunlara kurşun sıkılmaz. IŞİD ve muadillerinin Irak ve Suriye'de yaptığı bundan ibaret. Muvaffak olamayacakları bir işe giriştiler ve on binlerce, hatta yüzbinlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiler. İslâm hukukuna göre bunun adına asla cihad diyemeyiz. Cihad müstevlilere karşı, dış düşmana karşı, yani işgalcilere karşı yapılır. Bakınız, beğenelim veya beğenmeyelim 22 Arap ülkesi içerisinde sadece Suriye Filistinli silahlı örgütlere kapısını açmış. Onlara her türlü faaliyet imkânı sunmuş bulunmaktadır. Başta Hamas ve İslâmî Cihad olmak üzere her birine ofisler açıp faaliyet imkânı sunmuş. Suriye yıllardan beri İran'dan gelen silahların Hizbullah ve Filistinli örgütlere ulaştırılmasında lojistik destek sağlamaktadır. Öte yandan, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap ülkesinde Hamas ve İslâmî Cihad gibi özgürlük savaşçısı örgütler terör listesine alınmış. Yüzlerce Hamas ve İslâmî Cihad üyesi genç Suudi zindanlarında çile çekiyor. Hâl böyle iken Suriye kötü, İran kötü, öyle mi? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır böyle? Mezhep taassubu birilerinin kalplerini de gözlerini de vicdanlarını da kör etmiş. Onlar Allah Teâlâ'nın, "Birlik olun." çağrısına karşı kör ve sağırdırlar. Bu tutum Allah Teâlâ'nın zikrinden/buyruğundan yüz çevirmektir. "Benim zikrimizden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir geçim vardır. Onlar mahşer günü kör olarak haşrolacaklardır." (Tâ Hâ: 124) İslâm Devleti lokal anlamda da olsa bir nimettir. Onur ve izzet vesilesidir. Bölgesel de olsa ümmet için domino etkisi potansiyelini taşıyan bir nimettir. "Sizi her nimetten hesaba çekeceğim." (Tekâsür: 8)

Şunu bilmiş olalım ki, İslâm Devrimi sadece İran halkına değil, bütün dünya Müslümanlarına onur ve izzet kazandırdı. Hatırlayın, mazlum Filistin halkının elinde mukavemet adına sadece taş ve sapan vardı. Peki uzun yıllardan beri işgal altında bulunan Gazze 2005 yılında hangi imkân ve silahlarla Siyonist çeteye yenilgi tattırdı. Siyonist çete belirli aralıklarla Gazze'yi tekrar tekrar işgal girişiminde bulundu. Ama her seferinde "Direniş Cephesi"nin yılmak bilmeyen çelik bilekli mukavemeti ile karşılaştı. Bildiğiniz üzere, Siyonist çete en son 7 Ekim'de büyük bir saldırı ile mazlum Gazze halkına yönelik bir soykırım başlattı. Savaş hukukunu hiçe sayarak hastaneleri, okulları, mabedleri ve sığınma alanlarını canavarca vurmaya başladılar. Aradan 4 ay geçmesine rağmen Gazze'yi işgal edemediler. Bu süreçte Siyonist çeteye ait yüzlerce zırhlı araç ve tank Hamas, İslâmî Cihad ve diğer bileşenler tarafından imha edildi. Tekrar sormuş olalım, sahi Filistinli örgütlere silah ve füzeleri hangi ülke veriyor? İnsanda hiç mi insaf olmaz? İran'ın silah yardımı ve Suriye'nin lojistik desteği nasıl görmezden gelinir? Yine İran'ın eğitip donattığı Hizbullah 7 Ekim'den itibaren savaşa müdahil olup işgal altındaki Kuzey Filistin topraklarında düşmanın 10 km dolayında yerleşim birimlerini boşaltıp geri çekilmesini sağlamış ve Siyonist çete tarihinde ilk defa mülteci kampı kurmak zorunda kalmıştır. İran'ın katkılarıyla elde edilen bu başarı neden görmezden geliniyor? Bütün bunlar bi iznillah İslâm Devleti'nin bereketleridir. Biz dünya Müslümanları olarak bu devrimin kadrini kıymetini bilmeliyiz. Nankör olmamalıyız. Hiç kuşkusuz nankör olmak, küfran-ı nimettir. Hakkı ketmetmektir. Bu devrim bugünlere kolay gelmedi. Ne badirelerden geçti. Ne hengâmeler yaşadı ne tür entrikalara maruz kaldı? Bunları bilmek durumundayız. Büyük şeytan ABD 45 yıldan beri bu devrimi çökertmek için çabalıyor. Çeşit çeşit desiselerle içerideki münafıkları fonlayıp kışkırtıyor.

Bakınız biraz başa giderek hatırlayalım, 11 Şubat 1979 tarihinde devrimin gerçekleşmesiyle birlikte, başta ABD ve Siyonist çete olmak üzere İran coğrafyasında emperyalistlerin vantuzları da kesilmiş oldu. Buna tahammül edemeyen Amerika Batılı hempalarını da yanına alarak yeni kurulmuş İslâm Cumhuriyeti'ne ambargo uygulamaya başladı. İran halkı bu konuda birçok zorluk ve sıkıntılara maruz kaldı. (Ambargolar bugün de devam etmektedir.) Büyük şeytan ABD ambargo ile yetinmeyerek bu yeni kurulmuş İslâm Devleti'ni yıkmak için Saddam zalimini maşa olarak kullanıp İran'a savaş açtırdı. Bu tahmilî saldırı savaşı tam 8 yıl sürdü. Sonuçta ABD emeline ulaşamadı, fakat buna rağmen İran İslâm Cumhuriyeti'ne yönelik entrikalarından hiç vazgeçmedi. İçeriden münafıkları kullandı, yine amacına ulaşamadı. İran bu süreçte muharebe sanayisine ağırlık vererek her türlü konvansiyonel silahı ve uzun menzilli füzeleri askerî envanterine kazandırmayı başardı. İlerleyen süreç içerisinde İran İslâm Cumhuriyeti bölgesel güç hâline geldi. Filistin davası uğruna kurulmuş olan Devrim Muhafızları bünyesindeki "Kudüs Gücü" vasıtasıyla Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülke ve halklarıyla ilişkiler geliştirdi. Dayanışma ruhunu canlandırarak "Direniş Cephesi"ni oluşturdu. Afganistan ile her ne kadar mezhebi taassuplarından dolayı mesafeli olunsa da ABD'nin kovulmasında "Kudüs Gücü" etkin bir rol aldı. İslâm Cumhuriyeti mesulleri mezhep taassubu gütmeden ve geçmişte yapılan hataları husumet konusu yapmadan Afganistan'a yardım elini uzattı. Aynı şekilde bu yardım elini Saddam sonrası Irak'ta da görüyoruz. "Kudüs Gücü" komutanı General Kasım Süleymanî bizzat Iraklı General Mehdi Mühendisî ile işbirliği yaparak ABD işgaline karşı Irak topraklarında milis güçler oluşturdu. Bu güçler gerilla taktikleriyle ABD üs ve karargâhlarına darbe üzerine darbe vurup, eski Başkan Donald Trump'ın ifadesiyle binlerce ABD askerini itlaf ettiler. Büyük şeytan ABD, Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'ye suikast yapmakla "Direniş Cephesi"ni akamete uğratacağını sandı. Fakat büyük bir yanılgıya maruz kaldı. İslâm ve insanlık düşmanı küresel güçlerin bütün engelleme çabalarına rağmen "Direniş Cephesi" 45 yıldan beri istikrarlı bir şekilde yoluna devam etmektedir. Üzücü olan husus ise İslâm Devleti'nin taassup ehli bazı dindar kesimler tarafından anlaşılmamış olmasıdır. İnsan hakikate kör olmamalıdır. Rabbimiz, Enbiya Sûresi'nin 92'nci ayetinde, "Sizin ümmettiniz bir tek ümmetir ben de sizin Rabbinizim o hâlde bana kulluk edin." diye buyurmaktadır. Fakat bir başka ayette belirtildiği üzere, "İnsanların çoğu haktan hoşlanmaz." (Zuhruf: 78) Kelime-i Tevhid lafzını söylemekle ve anlamını özümsemekle Müslüman olunuyor, öyle değil mi? Peki Tevhid kelimesi sadece Allah Teâlâ'yı birlemek midir, yoksa Allah Teâlâ'nın "bir" dediğini de mi birlemek durumundayız? Elbette Allah Teâlâ'nın "bir" dediğine biz de "bir" demek zorundayız. Zira akidemiz bunu zorunlu kılmaktadır. Şu hâlde Allah Teâlâ'nın "Bir tek ümmet" olarak bizi tanımlarken biz kalkar da bu ümmeti başka isimler altında ayrıştırıcı tanımlarda bulunursak Tevhid akidesini bozup Allah Teâlâ'ya şirk koşmuş olmaz mıyız? Bu nedenledir ki, hocaefendi diye neşvünema bulmuş bazı kişiler kalkıp bu ayetin hilâfına ümmeti değişik mezhep ve gruplar adına bölmeye kalkarsa en büyük nifak ehli olmaktadırlar. "Dikkat edin o aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın." (Fatır: 5) Ne yazık ki, bu nifak ehli taife bunun farkında değil. Evet, bu bozguncu ve nifak ehli zevat Merhum Erbakan Hocamız'dan da ders almadılar. Merhum Erbakan Hocamız iktidara gelip başbakan olduğunda "İslâm Birliği"ni tesis etmek adına oluşturmayı planladığı D-8 projesi için ilk ziyaretini İran'a yapmıştı. Çünkü o inanıyordu ki, mezhebî farklılık birlik olmaya mani değildir. O biliyordu ki birlik olmak imânî bir vecibedir. Erbakan bu ziyareti esnasında İslâm Cumhuriyeti’ne olan aidiyet duygularını şöyle dile getirmişti: "Biz Milli Görüş olarak Türkiye'de muhalefetteyiz İran'da ise iktidardayız." Anlayanlar için bu sözler büyük bir anlam ifade etmektedir.

Sayesinde "İslâm Devleti"ne kavuşulan bu devrimin nasıl bir azamete sahip olduğu bu sözlerle anlaşılmıştır sanırız. Vesselâm...
Hazım Koral

Pazartesi, 12 Şubat 2024 05:45

Kırkbeşinci Yıl...

Dün (11 şubat) ümmetin yüz akı İslam inkılabının 45. Yıl dönümünü idrak ettik. Başını İngilizlerin çektiği Batı sömürgeciliğinin zirveye ulaştığı, Türkü, Kürdü, Arabı, Farsı Şii’si, Sünni’si ile bütün Müslümanların esaret altına alındığı, zillete düşürüldüğü makûs talihini tersine döndüren inkılabın 45. Yılındayız. Şubat 1979’da ümmet coğrafyamızın hatırı sayılır bir parçası ağır bedeller ödeyerek esaret zincirlerini kırmış izzetin lezzetini tatmaya başlamıştır. Bu vesile ile inkılabın banisi İmam Humeyni’yi rahmetle ve minnetle anıyor, bu eşsiz inkılabı bizlere ikram eden rabbimize hamd ediyoruz.

Bu inkılap ile neden iftihar ettiğimiz her geçen gün çok daha iyi anlaşılıyor. Adeta 2. Çanakkale savaşını yaşadığımız Şairin: “Şu Boğaz/GAZZE Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi….Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"….. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...” dediği, dünyanın en canavarca katliamının yapıldığı bu günlerde ümmet adeta ikiye bölünmüş durumda. Katillere boyun eğenler hatta destek olanlar ile direnenler ve yaşadıkları acının bir benzerini katillere tattıranlar. Direniş cephesine ve hassaten cephenin lokomotifi hükmündeki Kudüs Gücüne bin selam!

Gazze direnişi, adeta gökyüzü ve yeraltının savaşı gibi. Gazze’nin semaları Müslümanların topraklarından havalanan, yakıtı ile uçan, vahşi Batı yapımı uçaklarla bombalanırken, Gazze’nin yer altı İnkılabın eğitip donattığı mücahitlerle dolu ve her gün onlarca katili cehenneme gönderiyor.   

Bu öyle bir inkılap ki kendisini öldürmeye gelenler onda hayat buluyor. Kızılderililere karşı başlattığı soykırımı meslek haline getiren Amerika, önce inkılabı komşusu zalim Saddam eliyle boğmaya, akabinde acımasız ambargolarla soykırıma maruz bırakmaya çalıştı. Ancak Üstadın: "Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat." Dediği gibi şimdilerde Irak adım adım Amerikan tasallutundan kurtulup özgürlüğüne kavuşuyor. Her gün bu topraklardan büyük şeytan taşlanır gibi Amerika üsleri roket ve füze yağmuruna tutuluyor.

Hele bir Yemen var ki, aman Allahım!!! Her bir askeri Hendek ve Hayber’deki Haydar-ı Kerrar gibi cesaret abidesi. İşte dünyaya insanlık dersi veren bu ordu yine İslam Cumhuriyetinin eğitip donatması ile adeta destanlar yazıyor. Kimsenin yanından geçmeye cesaret edemediği Amerikan savaş gemilerini vuruyor. Gazze’yi ablukaya alan İsrail’e abluka uyguluyor.

Katil Siyonist’in arz-ı mev’ud safsatasıyla genişlemeye Lübnan’dan başlamak istemesi üzerine Hizbullah’ı kale gibi oraya dikerek onunla Beyrut’u, Şam’ı, Halep’i Urfa’yı ve diğer İslam beldelerini korumaya alan İnkılaba minnettarız.

İslam İnkılabının başta kendi toprakları olmak üzere komşu toprakları gücü nispetinde Amerikan istilasından kurtarması, sırtını Amerika’ya dayayan, gücünü ondan alan Amerikan beslemesi ırkçı ve mezhepçi taifeyi ziyadesi ile rahatsız etmiştir. Müstemleke toprakların kendilerine ait olduğu zehabı ile inkılabın özgürleştirme faaliyetlerini kendilerine dönük işgal gibi yansıtıyorlar. Oysa inkılabın yapmış olduğu şey sadece beldelerini Amerikan istilasından kurtarmaya çalışan hürriyet sevdalılarına destekten ibarettir. Asıl kavga her bir ülkenin özgürlük yanlısı antiemperyalist halkı ile işbirlikçi hainleri arasındadır. Amerika kendi işbirlikçilerinin yanında dururken İslam Cumhuriyeti de özgürlük âşıklarının yanında durmaktadır. Her iki taraf için de mesele din, ırk ve mezhep değil esaret ve hürriyet meselesidir.

Amerika’yı yeryüzünün maliki gibi görenler her bir toprak parçası özgürleştikçe özgürleşen toprakları ‘Amerika’nın inkılaba ikramı’ gibi algı oluşturuyorlar. Diyelim ki öyle! 45 yıl da Bağdat’ı Şam’ı Beyrut’u, Sana’yı İslam Cumhuriyetine ikram eden Amerika’dan yakında Tel Aviv’i ikram(!) etmesini bekliyor ve umuyoruz. O da 50. Yıl ikramı olsun inşallah.

Halkının kahir ekseriyetinin Müslüman olduğu her devlette İslam Hukukunun uygulanmasını istemek her bir Müslümanın hem hakkı hem de görevidir. Dünyanın neresinde olursa olsun İslam Hukukunun uygulandığı emperyalizme karşı dik duran dünyanın mazlumlarına yardım ve desteği vazife kabul eden devleti desteklemek de Müslümanlara vaciptir. Çünkü o devlet sadece o sınırlar içinde yaşayanların değil bütün ümmetindir.

Dünyada bir tek biricik olan İslam Cumhuriyetine yeni kardeşler ikram etmesini rabbimden diliyor, bu kıyamın yüzyıllar boyu sürmesini temenni ediyorum. (Emin Güneş - Hürseda Haber)

  Arap dünyasının önde gelen analistlerinden Abdel Bari Atvan, Siyonist rejimi ablukadan kurtarmak için Dubai-Hayfa koridorunun üç Arap ülkesi tarafından açılmasına değindi ve bu konuyu sert bir dille eleştirdi.
 

Arap Dünyasının önde gelen analistlerinden ve Rey el-Yevm Gazetesi Baş editörü olan Abdel Bari Atvan, bu gazetede yer alan makalesinde, üç Arap ülkesinin, Yemen ordusunun uyguladığı deniz ablukasıyla mücadele için Siyonist rejime yardım etme eylemine değinerek şunları söyledi: ‘Yemenli kardeşlerimizin Kızıldeniz ve Babülmendep Boğazı’nın İsrail gemilerine kapatılması nedeniyle ağır bir mali ve insani bedel ödediği ve ABD ve İngiltere’nin hava saldırılarının hedefi olduğu bir durumda, BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi bazı Arap ülkeleri, Dubai-Hayfa kara koridorunu açarak işgalci rejime ihtiyaç duyduğu tüm mal ve taze gıdaları daha düşük fiyata sağlıyor.

Bu kara koridorunun geçtiği ülkeler mutlak bir sessizliğe bürünmüş bir durumdayken ve Gazze'deki soykırım ve etnik temizlik savaşıyla aynı doğrultuda olan bu tehlikeli ve utanç verici normalleşme eylemini meşrulaştırmaya ve bahaneler üretmeye çalışırken, Siyonist rejimin medyası yüzlerce kamyonun bu koridordan geçişine ilişkin video haberleri yayınladı ve bu ülkelerin milletlerinden neyi sakladıklarını ve gizlediklerini ortaya çıkardı.

Birkaç gün önce Siyonist rejim TV Kanallarından Kanal 13, mal ve taze gıda taşıyan yüzlerce kamyonun videosunu yayınlandı. Üç Arap ülkesinin bu eylemi, Gazze'deki toplu katliam ve kan dökme savaşına doğrudan veya dolaylı katılımdır.’

Bu analist ayrıca Ürdün hükümetinin bu konudaki mazeretlerine değindi.

Abdel Bari Atvan bu koridoru, işgal altındaki Kudüs'te İslam milletinin onurunu ve Arap ve İslam kimliğini koruyan Gazze'deki şehitlerin, çocukların, kadınların ve yaşlıların dökülen kanlarını ayaklar altına almak olarak nitelendirdi.

Abdel Bari Atvan şu ifadelerde bulundu: ‘Siyonistlere mal ve yiyecek ulaştırmaya yönelik acelece gerçekleştirilen bu eylem, tıpkı Mısırlı yetkililerin Refah sınır kapısını açmayarak, Gazze'ye insani yardım geçişine izin vermeyip, geçiş başına 5 bin dolar geçiş ücreti uyguladığı gibi, Gazze ve Batı Şeria sakinlerini öldürme ve aç bırakma savaşına doğrudan katılımdır. El-Ariş’ten Refah geçişine kadar 2 bin 500’den fazla kamyonun uzun bir kuyruk oluşturduğuna dair haberler var.’

Atvan, bu üç ülkeden beklentilerin yanlış olduğuna değinerek şu ifadelerde bulundu: ‘Gazze'de çoğu hâlâ enkaz altında olan 30 binden fazla insanın şehit olması, 70 bin kişinin yaralanması, evlerin yüzde 86'sının yıkılması bu ülkeleri harekete geçirmiyorsa daha ne harekete geçirebilir ki?

Ürdün, BAE ve Suudi Arabistan'ın Yemenliler gibi davranarak İsrail'in deniz ablukasını kırmaya çalışan Amerikan ve İngiliz gemileriyle savaşmasını beklemiyoruz ve onlardan bunu beklemememizin nedeni, onların bunu duyacak kulaklarının olmamasıdır ama bizim isteğimiz, çalkantı halinde olan halklarının çığlıklarına kulak vermeleridir.

Ürdün bu günlerde Gazze ve Batı Şeria sakinlerinin öldürülmesi nedeniyle benzeri görülmemiş bir çalkantı yaşıyor ve ayrıca bu ülkenin savaş uçaklarının Ürdün'ün kuzeyindeki ABD üssüne saldıran Irak İslami direnişinden intikam almak için ABD savaş uçaklarıyla birlikte Irak'ın derinliklerindeki hedeflere karşı düzenlenen saldırılara katıldığına dair haberler çıktı.’

Abdel Bari Atvan makalesinin sonunda, Arap ülkelerinden Siyonist rejime yönelmek yerine direnişe dayanmalarını ve güvenmelerini istedi.

  Adil olan Allah’ın adıylaİran‘ın dünyada özellikle Batı Asya‘da hedefi nedir? Gerçekten de İran neyin peşinde? Ne yapmak istiyor? Nereye varmak istiyor?

İran’ın mezhepçilik yaptığı, Pers İmparatorluğu yayılmacılığı peşinde olduğu her fırsatta medyada gündeme getiriliyor. İran‘da Pers imparatorluğunun peşinde olanlar elbette vardır. Bu hedef peşinde olanlar, İslam inkılabını kendi lehlerine çevirmenın gayreti içindeler. Sayıları kaale alınacak miktarda olmasa da bu duygu ile yaşayanlar vardır; geçmiş imparatorluklarıyla övünürler, dedelerinin gücüyle avunurlar. İran’da İrancılık yapan, hakimiyeti ele geçirme peşinde olan azımsanmayacak sayıda olan milliyetçi bir gruplar da var. Hedefleri inkılabın kazanımlarını kendi adlarına yazdırıp, yeni bir dönemin başladığını vurgulayarak Batı ile uyum içinde yaşamaktır. Batı‘ya şirin görünmek, ne pahasına olursa olsun onlarla diyalog ve uyum içinde bulunma peşindeler.

İran‘da mezhepçilik yapanlar da vardır şüphesiz. Hüccetiye, Ahbariler, Gulat gibi akımlar tarihte olduğu gibi günümüzde de Şia içinde kendilerini saklamasını başarmışlardır; güç elde ettiklerinde sesleri çıkan, tehlikede görünce kendilerini kamupfle edebilen bir zümredir bunlar, kendilerinden başkasını görmez, kendilerini hak mihveri görürler. İran’da ayrı bir kesim daha vardır ki, inkılabçı/velayetçi çizgide olanlar olarak tanınırlar. Bunlar İnkılabın gerçek sahibi ve koruyucularıdır. İslam inkılabıyla birlikte asıl hedeflerini ilan ederek, üstelendikleri misyonu hiç kimseden gizlemeyerek dünyaya karşı durmaktan çekinmezler. Hedefleri Peygamberlerin mirası olan din medeniyetini dünya üzerinde hakim kılmaktır. İstikbara/emperyalizme karşı mustazafların mücadelesini savunan bu zümre Muhammedi İslami duruşlarıyla dünyanın tüm ezilmiş müslüman ve mustaz‘aflarının uyanışını istemekte, beklemekte ve buna ortam hazırlamaya çalışmaktadırlar.

Başta İmam Humeyni olmak üzere İnkılabın gerçek sahipleri mezhepçilik ve milliyetçiliği kabul etmediklerinden ne pers imparatorluğunun peşindeler, ne İran milliyetciliğini savunurlar, ne de mürteci, kuru ve münzevi bir Şiiliği benimserler.

İmam Humeyni, “2500 yıllık imparatorluğu yıktık“ derken İran coğrafyasında kurulmuş tüm imparatorlukların batıllığını ilan ediyor ve “bazıları İslam’ı İran için istiyorlar ama ben İran‘ı İslam için istiyorum“ derken de milliyeçi ve mezhepçilere gereken cevabı veriyordu. Bu son gruptakiler kendilerini peygamberlerin varisi gördüklerinden Şii-Sünni, Arap-Acem, Afrikalı-Asyalı arasında fark gözetmeden “Muhammedi İslam’ın“ peşindedirler.

Sünni-Şii kardeşliğine vurgu yapıp İslami vahdeti savunmalarının arkasındaki espiri de budur. Bunlar fedakarlıklarıyla, şehadetleriyle, direnişleriyle bugün istikbara, tağuutlara karşı direniş cephesini oluşturmayı başaranlardır.Müstekbirlerin müslümanlar arasındaki mezhepçi tefrika ve fitne planlarını deşifre ettiler. Muhammedi İslam‘ın karşısına önce liberal müslümanlar, daha sonra da tekfirciler aracılığıyla çıkarılan Amerikancı İslamı dünyaya tanıttılar.Bütün bunların bir bedeli olduğunun bilincindeydiler, istikbarın karşısında dimdik durdular; Filistin’de, Irak’ta, Lübnan’da, Suriye’de, Yemen’de halkları uyandırdılar.

Velayet çizgisindeki inkılabçılar bu bölgelerde üst rütbeli komutanlarını dahi şehid vermekten çekinmedi ve kimseden korkmadılar. Bunu idrak edemeyenler veya hazmedemeyenler İran’ı milliyetçilik ve Şiicilik ile suçluyorlar.Unutulmamalıdır ki mezhepçilik ve milliyetçilik yaptığı anda İran’ın müstekbirlerle hiçbir farkı kalmaz ve ilahi takdir gereği kaybetmeye mahkum olur. Zaten kimsenin anlatmasına, tanıtmasına gerek kalmadan halklar bu durumda İran’dan nefret duyarlar. Aynen diğer mezhepçilere, milliyetçilere ve Batı emperyalizminin güdümündeki işbirlikçilere ve kuklalara nefret duydukları gibi.İslam İnkılabını şu şekilde okumanın en doğru yorum olacağını düşünüyoruz:1-İran’da İslami inkılabını gerçekleştirmek atılmış ilk adımdı; İran’a musallat olmuş tağuutu devirerek zalimlerin zülmüne son vermek, sömürünün karşısında durmak, korku imparatorluğunu yıkmak, emperyal gücün yenilebilirliğini ortaya koymak ilk hedefti. Bundan sonra inkılab ruhu yaşatılmalıdır ki, inkılabı başka bölgelere ihraç etmek mümkün olsun, müstazafların ümit kaynağı olmaya devam etsin, bölgesel inkılablar gerçekleşsin, müslüman ve mustaz‘af halklar uyansın. Günümüzde “İnkılab bitti veya İmam Humeyni‘nin hattından ayrıldılar“ diye düşünenler inkılabı tanıyamadıklarından böyle bir yanılgı içine düşmekteler.

İnkılap canlı tutulmalı, inkılap ruhu diri tutulmalıdır; tağutlara karşı dik duruş, şehadet, kıyam ruhu korunmalıdır. İmam Humeyni’nin(r.a) “İslam inkılabını bütün dünyaya ihraç edeceğiz“ sözü bu hakikati beyan ediyordu.2- „İslam hükümeti/devleti kurmak“ ikinci adımdı; İnkılab yapıp tağuutu devirdikten sonra ikinci merhale başlıyordu; İslam cumhuriyeti kurmak; ilahi hükümleri icra etmek, ahkamı toplum hayatında pratize etmek, sosyal adaleti sağlamak, İslam devlet modelini sunmak, siyasal İslam doktrinini pratize ederek dini yönetimi hakim kılmak, İslam hukukuna dayalı İslam devlet modelini İslam ümmetine tanıtmak için bir model sunmak. Müslüman ve mustazaflara haklarını geri alacakları adalet eksenli bir devlet modeli var olduğunu, Batı sömürü sistemlerine mahkum olmadıklarını bildirmek.3- “İslami toplumu oluşturmak“ asıl hedefe götürecek son adımdır; İslam hukukunu icra edecek İslam devletini kurduktan sonra din medeniyetini hakim kılmak, örnek toplum oluşturmak, örnek insan yetiştirmek, evrensel adalet devletinin zeminin oluşturmak asıl hedefe ulaşatıracak son adım olacaktır.

İmam Humeyni, “Bizim inkılabımızın hedefi evrensel adalet devletini kuracak hz. Mehdi (af) inkılabına ortam hazırlamaktır“, derken tam olarak bunu buyurmaktaydı. İmam Hamenei son vahdet haftası konferansında “Yeni İslam medeniyeti oluşturulmalıdır“, derken tam da bu noktaya işaret ediyordu.İslam inkılabı bu üç aşamada incelendikten sonra İslami İran’ın hedefi daha iyi anlaşılacaktır. Sadece İslam Cumhuriyetini korumak nihai hedef olmamalıdır; hükümeti/iktidarı korumak için istikbar karşısında taviz vermek, onlarla uzlaşma yoluna girmek şeytanla masaya oturmaktır. Statükoculuk, mevcut durumu korumak pasifleşmeyi getirir, nihayi hedeften uzaklaşmay neden olur. İmam‘ın hattından sapma inkılabi ruhtan ayrılmakla başlar.

İran’ın dünyada ve bölgede başarısının sırrı aşağıdaki hedeflerinde yatmaktadır:-İslam‘ın evrensel değerlerini coğrafya, ırk, milliyet ayrımı yapmadan bütün milletler için istemesi,-İnkılabın başlangıcından günümüze kadar istikbara karşı tavizsiz bir dik duruş sergilemesi,-Müslüman ve mustazafların dertleriyle dertlenerek dünya halklarına el uzatması,-Batı sömürü sistemlerinin karşısında İslam siyasi doktrinini ortaya koyması,-Hedefinin İran için değil müslüman ve mustazafların uyanıp haklarını talep etmelerini sağlamak olması, İranın dünyada müslüman ve mustazaf halkaların kalbinde yer etmesini sağlamıştır.Kısacası İran’ın yaptığı, mustazafların müstekbirlere başkaldırısına ortam hazırlamak ve küresel çapta adaletin talep edilmesidir.

Sabahattin Türkyılmaz

Pazartesi, 12 Şubat 2024 05:25

ABD Günah mı Çıkarıyor?

  ABD yönetiminin, işgal altındaki Batı Şeria'da görev yapan İsrail askerlerine yaptırım uygulamaya hazırlandığı belirtildi.
 

Siyonist İsrail rejiminin Filistin topraklarındaki katliam ve soykırımı sürerken, Amerika’dan “neler oluyor” dedirten haber geldi. İsrail basını, Siyonist rejimin en büyük destekçisi olan ABD’nin Batı Şeria’daki İsrail askerlerine yaptırım uygulamaya hazırlandığını yazdı.

İsrail’in Orta Doğu’daki soykırım ve katliamlarının en büyük destekçisi konumundaki ABD yönetiminin, işgal altındaki Batı Şeria’da görev yapan İsrail askerlerine yaptırım uygulamaya hazırlandığı iddia edildi. İsrail devlet televizyonu KAN, ABD yönetiminin, İsrail’i, Filistinlilere yönelik yerleşimci şiddetine karşı defalarca uyardığı ancak Tel Aviv yönetiminin cevabının tatmin edici olmadığını belirtti.

Haberde, ABD’nin, Batı Şeria’daki Yahudi işgalcilerin şiddetiyle ilgili yönelttiği soru ve taleplere 60 gün içinde İsrail’den bir cevap alamaması durumunda askerler ve komutanlar da dâhil olmak üzere İsrail ordusu mensuplarına yaptırım uygulayacağı kaydedildi.

İsrail’in, Biden yönetiminin tehditlerini ciddiye aldığı ve yaptırımların ordu yetkilileri, meclis üyeleri ve bakanları da kapsayacak şekilde genişletilmesi olasılığına hazırlandığı aktarıldı. ABD Dışişleri Bakanlığından 1 Şubat’ta yapılan açıklamada, işgal altındaki Batı Şeria’daki 4 Yahudi işgalcinin “şiddet eylemlerine dâhil olmak” ve “Filistinlileri öldürmek” gerekçeleriyle yaptırım listesine alındığı duyurulmuştu. Söz konusu hamle, ikiyüzlü ABD’nin İsrail’in suç ortağı olduğuna dair yükselen tepkiler karşısında kamuoyunun adeta gazını alma ve günah çıkarma operasyonu olarak değerlendiriliyor/milligazete

 Arap dünyasının ünlü yazarlardan Abdulbari Atvan, Londra'da yayınlanan Ray el Yevm gazetesindeki köşe yazısında, Paris'teki Gazze toplantısında varılan anlaşmanın ABD'nin kurduğu bir tuzak olduğunu belirterek, "550 bin Siyonist asker Gazze'yi kontrol etmekte başarısız oldu." dedi.
 

Son günlerde Fransa'nın başkenti Paris'te İsrail, ABD, Katar ve Mısır arasında esir takası konulu bir toplantı yapıldı. İsrail tarafının yeni bir esir takası anlaşması için sunulan taslağı kabul ettiği öne sürüldü.

Anlaşma, kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere Gazze'deki tüm Siyonist esirlerin serbest bırakılması ve İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarının aşamalı olarak duraklatılmasını içeriyor. Anlaşma kapsamında ayrıca İsrail, Gazze'ye daha fazla yardım girişine izin verecek ve daha fazla Filistinli mahkumu serbest bırakacak.

Arap Dünyasının önde gelen analistlerinden olan ve aynı zamanda Rey el-Yevm Gazetesi Baş Editörü Abdulbari Atvan, yeni yazısında, Paris'teki Gazze toplantısında varılan anlaşmanın ABD'nin kurduğu bir tuzak olduğunu söyledi.

Atvan, Paris toplantısı ile ilgili kaleme aldığı yazısında şu ifadelerde bulundu:

"Gazze'deki Hamas hareketinin liderliği şu ana kadar Katar, Mısır, Siyonist İsrail ve ABD'nin Paris'te yaptığı dörtlü toplantı sonucunda ortaya çıkan ateşkes teklifine yanıt vermedi.

Paris Toplantısının Amacı İsrail'i Kurtarmak

Büyük ihtimalle direnişin söz konusu plana cevabındaki gecikme kasıtlıdır. Eğer direniş önerilen planı kabul edecekse, herhangi bir anlaşma işgalci ordunun Gazze Şeridi'nden tamamen çekilmesi ve saldırılarının kalıcı olarak durdurulması şartına bağlı olacaktır.

Paris Anlaşması taslağının işgalci rejimi kurtarmayı ve bölgede kaybolan Amerikan nüfuzunu yeniden tesis etmeyi hedeflediği açıktır. Anlaşma taslağı Hamas'ı yok etme hedefinin imkânsız olduğu ve yaklaşık 4 ay süren savaşın ardından Filistin direnişinin savunma güçlerinin ve tünellerinin yüzde 80'inden fazlasını elinde tuttuğu için sunuldu.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun bugünlerde planladığı tek şey, en fazla sayıda Siyonist esiri serbest bırakmaktır. Böylece hiçbir iç ve dış baskıya maruz kalmadan Gazze halkını yerinden etme, bölgeyi kontrol altına alma, Gazze'nin devasa gaz ve petrol zenginliklerini yağmalama ve bu Gazze konutları projesini hayata geçirmeye çalışıyor; Uluslararası Siyonist projenin yanı sıra, ABD askerden arındırılmış Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde bağımsız Filistin devletinin tanınmasına yönelik iddia edilen planı gündeme getirdi.

ABD'nin Yeni Tuzağı: Bağımsız Filistin Devletine Destek İddiası

Son günlerde ABD Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Dışişleri Bakanı Anthony Blinken'in bağımsız bir Filistin devletini tanımayı düşündüğü belirtildi. Açıklamada Blinken'ın danışmanlarından böyle bir devletin oluşumunda model oluşturabilmek için silahsızlandırılmış ülkelerden örnekler vermelerini talep ettiği kaydedildi.

Bu konuda yaygın bir atasözü vardır: "Bir yalanı büyüklüğünden anlayabilirsin." Bu atasözü ABD'liler ve İngilizlerin bağımsız bir Filistin devletinin oluşumunu destekleme konusundaki iddiaları için de geçerlidir.

Ortadoğu'daki yıkıcı savaşlarda her zaman bir arada olan Amerikalılar ve İngilizler, bu kez direnişe ve Filistin halkına yeni bir tuzak kurup Filistinlilerin 7 Ekim 2023'te (Aksa Tufanı operasyonu) elde ettiği büyük zaferi yok etmeye ve Siyonistlerin kayıplarını azaltmaya etmeye çalışıyor.

Bu arada ifade ettiklerimizin doğruluğunu ispatlayan birkaç gerçek var:

-Birinci konu, ABD Kongresinin alt kanadı Temsilciler Meclisinde "Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve diğer Filistinli grupların üyelerinin ülkeye girişini yasaklayan" tasarının, 2 "hayır" oyuna karşı, 422 "evet"le kabul edilmesidir.

Amerika, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını iddia ederken, "Oslo" anlaşmasını imzalayan, İsrail'i tanıyan, tarihi Filistin topraklarının yüzde 80'ini rejime devreden ve 60 bin askerini Siyonist yerleşimcileri korumak için kullanan Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) tüm üyelerinin ABD'ye girişini yasaklayan tasarıyı nasıl destekliyor? 

-30 yıl önce Beyaz Saray'ın bahçesinde imzalanan Oslo Anlaşmasının sponsoru olan ABD, son 20 yılda BM Güvenlik Konseyi'ndeki veto yetkisini kullanarak Filistin'in Birleşmiş Milletlere üye olma hakkı engelledi. Dolayısıyla ABD'nin, Filistin devleti kurma planını pratikte gerçekleşemez ve rafa kaldırılır.

-Washington hükümeti her zaman, herhangi bir Filistin devletinin kurulmasının İsrail-Filistin tarafından kabul edilmesi gerektiği konusunda ısrar ediyor ve bunun sivil bir devlet (silahtan arındırılmış bir devlet) olacağını söylüyor. Askeri gücü olmayan bir Filistin devletinin silahla donatılan düşmanla bir arada olabilir mi? Filistin halkına karşı her türlü suçtan çekinmeyen bir düşman saldırılarını tekrarlamak isterse Filistinlilerin kendilerini savunacak silahları olmayacak.

-Bugünlerde ABD'nin gerçek hükümdarı Joe Biden değil, Netanyahu'dur. İsrail'in ABD'nin Gazze savaşıyla ilgili tüm taleplerini reddetmesinde de bu açıkça görülüyor. ABD daha önce Gazze'de ateşkes ve bölgenin yeniden inşasına ilişkin 2013'teki "Şarm El-Şeyh Anlaşması" da dahil olmak üzere tüm anlaşmaları uygulamayı taahhüt etmişti ancak taahhütlerinin hiçbirine uymadı.

550 Bin Siyonist Asker Gazze'yi Kontrol Etmekte Başarısız Oldu

-Son 75 yılda Siyonist rejime en büyük tarihi yenilgiyi yaşatan Gazze Şeridi'ndeki direniş liderlerinden, ateşkes için belirlediği şartlarından vazgeçmemelerini ve ABD'nin kurduğu tuzağa düşmemelerini istiyoruz; Çünkü Paris toplantısı sonucunda ortaya çıkan anlaşmanın en belirgin hedefleri İsrail'i yenilgiden kurtarmak ve rejimin şartlarını direnişe dayatmaya çalışmaktır. Bu anlaşmanın destekçisi olan ABD'nin, Batılı müttefikleriyle birlikte İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarını savunan, aynı zamanda Gazze'de 2 milyonu aşkın insana karşı açlık savaşı başlatan taraf olduğunu da hatırlatmalıyız. Onlar ekmeğin ve süt tozunun Gazzeli çocuklara ulaşmasını bile engelliyor."

Direnişin zafere yaklaştığına inandıklarını belirterek Arap yorumcu Atvan, "550 bin Siyonist asker bile Gazze Şeridi'ni kontrol altına alıp direnişi yok edemedi. Bütün bunlar bizim söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlıyor.

Atvan, ABD Kongresinin alt kanadı Temsilciler Meclisinde onaylanan Hamas, "Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve diğer Filistinli grupların üyelerinin ülkeye girişini yasaklayan" tasarıyı değerlendirerek, "Yahya el-Sinvar (Gazze Şeridi'ndeki Hamas'ın lideri) ve İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Ziyad el-Nihale ile Gazze ve Batı Şeria'daki tüm direniş savaşçıları, Washington'un bu tür eylemlerini önemsemiyor ve Amerika Birleşik Devletleri'ne girmeyi düşünmüyor; Çünkü onlar ebedi cennete şehit olarak girmek istiyorlar ve Amerika'nın bu kararı onlar için değersiz." diye konuştu.

 

 İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Muhsin Mensuri, ABD'nin ekonomik yaptırımlarına rağmen ülkesinin petrol gelirinin yüzde 20 arttığını söyledi.
 

Mensuri, "İran'da ekonomik büyüme oranı yüzde 6'yı geçerken, petrol geliri de yüzde 20 arttı" dedi.

İranlı yetkili, petrol satışı için müşteri bulabildiklerini ve üretildiği kadarını satışa sunduklarını kaydetti.

ABD, 2018'de Başkan Donald Trump'ın nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından İran'a yönelik ekonomik yaptırımları artırmış, petrol satışını da sınırlandırmıştı.

İran Petrol Bakanlığının istatistiklerine göre, ABD nükleer anlaşmadan ayrılmadan önce Nisan 2018'de günlük 3.8 milyon varil ham petrol ve kondensat üretimi yapan Tahran, bu miktarın 2.8 milyon varilini ihraç ediyordu.

Bütçe ve Planlama Kurumu Başkanı Davud Menzur, 13 Ağustos 2023'te yaptığı açıklamada, ülkesinin günlük petrol ihracatının 1 milyon 400 bin varili aştığını kaydetmişti.

Petrol Bakanı Cevad Ovci, 1 Kasım 2023'te yaptığı açıklamada, "Hükümete geldiğimiz dönemde petrol üretimimiz günde 2 milyon 200 bin varildi. Bakanlığımızın 24 ay içindeki çalışmalarıyla bu rakam 3 milyon 400 bin varile yükseldi" ifadelerini kullanmıştı.

Petrol Bakan Yardımcısı Muhsin Hucestemehr de 19 Aralık 2023'teki konuşmasında, ülkesinde petrol üretiminin son 2 yılda yüzde 60 arttığını söylemişti.

İran, 2023'ün 5 aylık döneminde petrol geliri açısından OPEC üyeleri arasında beşinci sırada yer almıştı.

İran'ın 2022'de toplam petrol gelirinin 54 milyar dolar olduğu tahmin edilirken, petrol satışının yüzde 24'ünü Çin'e, yüzde 18'ini Hindistan'a gerçekleştiriyor.