
کارگر
Selman-ı Farisi
Selman-ı Farisi (Ebû Abdullâh Selmân el-Fârisî) (Arapça: سلمان الفارسي Salmān al-Fārsi, Farsça: سلمان فارسی Salmān-e Fārsi, d. 568 - ö. 656), İslamiyet'i kabul eden İran asıllı ilk sahabe.
Hayatı
Asıl adı Mâhbe (Mâyeh) b. Bûzehmeşân (Bûzekhân, Bûzihşân, Hûşbûdân) b. Mürselân b. Yehbûzân iken müslüman olduktan sonra kendini Selmân İbnü’l-İslâm diye tanıtmış, Selmân el-Hayr, Selmân-ı Pâk veya Selmân el-Hakîm diye de anılmıştır. Mecusi dinine mensup olan babası köyünün reisi idi. Selmân, Ramhürmüz’de doğdu ve ilk çocukluk yıllarını burada geçirdi. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte buradan ayrılıp İsfahan yakınlarındaki Cey Köyü'ne göç etti.
Oğlu Abdullah’tan torunu olan Abdurrahman dedesinin müslüman oluş hikayesini rivayet etmiştir. Mecusi ateşkedesinde kutsal ateşin sönmemesini sağlamakla görevli iken yeni bir din arayışına giren Selmân ailesinin şiddetli muhalefetine rağmen Hıristiyanlığı benimsedi ve önce Dımaşk’a kaçtı, ardından Musul, Nusaybin ve Ammûriye’ye (Amorion) gitti. Ammûriye’de kendisinden Hıristiyanlık hakkında bilgi aldığı bir papaz, ölüm döşeğinde iken kendisine pek yakında Arap yarımadasında son peygamberin geleceğini haber verdi. Bir Arap tüccarıyla tanışan Selmân, kendisini çölden geçirmesi karşılığında sahip olduğu hayvanları ona verip kervanına katıldı. Ancak kervan Vâdilkurâ’ya ulaştığında tüccar Selmân’ı bir yahudiye köle olarak sattı. Ardından bu yahudi onu Medine’de yaşayan Benî Kurayza’ya mensup bir başka yahudiye (Osman b. Eşhel) sattı. Selmân, Medine’yi görünce Ammûriyeli rahibin tarif ettiği şehre geldiğini anladı. Daha sonraki günlerde Hz Muhammed (saa)'in Medine’ye doğru yola çıktığını ve Kubâ’ya geldiğini duyunca hemen oraya gitti ve rahipten öğrendiği peygamberlik alametlerinin kendisinde bulunduğunu görünce müslüman oldu. Azat edilmesine kadar meydana gelen Bedir ve Uhud savaşlarına katılamadı. Hendek Muharebesi’nden önce Hz Muhammed (saa)’in tavsiyesi üzerine efendisiyle anlaşıp muhtemelen İslâmî dönemin ilk mükâtebe sözleşmesini yaptı. Hz Muhammed (saa) ’in yardımıyla Selmân' ın azat edilmesi sağlandı.
Selmân-ı Fârisî, asıl ününü Hendek Savaşı'nda Mekkeli putperestlerin Medine şehrini kuşatması öncesinde Hz Muhammed (saa)'e, "hendek kazılması" yönünde belirttiği fikir sayesinde savaşın Müslümanlar lehine sonuçlanması ile kazandı. Selmân’ın Taif’in fethi sırasında mancınık ve debbabe kullanılmasını tavsiye ettiği ve bunların yapımını bizzat gerçekleştirdiği belirtilmektedir. Irak bölgesindeki fetihler başlayıncaya kadar Medine’de yaşadı. Ömer bin Hattab’ın halifeliği zamanında İsfahan’a döndü. halife onu Medain’e vali tayin etti. Osman bin Affan’ın hilâfetinin sonlarına kadar valilik görevine devam eden Selmân’ın bu sırada vefat ettiği belirtilmektedir. Buna göre Medâin’de 656 yılı sonu veya 656 yılı başlarında vefat ettiği düşünülmektedir. Onun bu tarihten önce veya daha sonra vefat ettiği de söylenmektedir. Selmân’ın IV. Murad tarafından yeniden yaptırılan türbesi Bağdat yakınlarında onun kabri etrafında oluştuğu belirtilen, bugün Selmânıpâk diye bilinen kasabadadır.
İslam'daki yeri
Selmân, İslam Peygamberi Hz Muhammed (saa)’ in saçlarını tıraş etmesi sebebiyle berberlerin piri sayılmıştır. Selmân’ın Rumca ve İbranice öğrendiği, Farslar’ın, Romalılar’ın, yahudi ve hıristiyanların kutsal kitaplarını okuduğu rivayet edilmektedir. Bu sebeple onun hakkında “sâhibü’l-kitâbeyn” (Kur’an’ı ve Kitâb-ı Mukaddes’i iyi bilen) veya “önceki ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir umman” ifadeleri kullanılmıştır.
Peygamberin Ehli Beyt'inden saydığı Salmân-ı Fârisî, İslâm'a etmiş olduğu hizmetler, Hz Ali ile olan yoldaşlığı ve Hz Muhammed (saa)'in ölümünden sonra Hz Ali'nin safında yer alması gibi nedenlerle Alevîlik ve Şiî İslâm inancında da önemli bir yeri vardır.
Dönemin Anadolu'sunda Ankara'ya egemen olan Âhiler onu pîrleri kabul ederler.Salmân-ı Fârisî diğer Ehli Beyt önderleri ile birlikte Yedi Ulu Ozan'ın deyişlerinde anlatılır ve övülür.
Kaynakça
a b c d İslam Ansiklopedisi, İbrahim Hatiboğlu
• Fuzuli, Hazret-i Ali Divanı.
• Ana Britannica Ansiklopedisi C. 27 sf. 303, 1994
EHL-İ SÜNNET’İN KİTAPLARI VE MEHDİ’NİN ÖZELLİKLERi
Bazı sünni kardeşler şöyle demekteler: "Şii kitaplarında Mehdi’nin varlığı açık ve belli bir şekilde ifade edilmiştir. Ama Ehl-i Sünnet kitaplarında gizli ve kapalı bir şekilde açıklanmıştır.
Örneğin çoğu hadislerinizde görülen ve İmam’ın kesin alametlerinden sayılan gaybet meselesi bizim Ehl-i Sünnet hadislerinde zikredilmemiş ve gereğince önemsenmemiştir.
Vaadedilmiş Mehdi sizin hadislerinizde "Kâim" "Sahib-ul Emr" vb. isimlerle de anılmıştır. Ama bizim hadislerde Mehdi dışında bir isim kullanılmamıştır. Özellikle de "Kâim" tabiri bizim hadislerimizde hiç kullanılmamıştır. Sizlere göre bu durum düşündürücü değil midir?
Bu kardeşlerimizin böyle düşünmelerinin sebebi muhtemelen Mehdi'likkonusunun Ümeyye ve Abbasoğulları zamanında bütünüyle siyasi bir renge bürünmüş olmasıdır.
Va’dedilmiş Mehdi (a.s)’ın özellik ve alametleri ile bilhassa gaybet ve kıyamla ilgili hadisleri kaydetmek ve nakletmek serbest değildi, zamanın halifeleri hadislerin, özellikle de Mehdi’nin gaybet ve kıyamıyla ilgili hadislerin toplatılmasına ve tedvinine özel bir duyarlılık gösteriyordu.
Hatta gaybet kıyam ve huruc kelimelerine bile oldukça hassas idiler.
Eğer sizler de tarihe müracaat eder, Emevi ve Abbasi döneminin siyasi olaylarını ve buhranlı dönemini incelerseniz bunları mutlaka teyid edersiniz. Biz bu kitapta o dönemin olaylarını incelemek istemiyoruz. Ama maksadımızı ispat etmek için iki konuya işaret etmek istiyoruz.
Birincisi; Mehdi'lik konusu derin dini kökleri olan bir inançtı ve bizzat Peygamber (s.a.a) de küfür ve dinsizliğin yayıldığı, zulmün çoğaldığı bir zamanda Mehdi’nin dünyayı ıslah edeceğini bildirmişti.
Bu yüzden müslümanlar daima bu mevzuyu güçlü bir dayanak kılmış, teselli kaynağı ve önemli bir hadise olarak tanımıştı, dolayısıyla da onun zuhurunu bekliyorlardı.
Bilhassa dört bir yandan ümitsizlikle kuşatıldıkları buhranlı ve zulüm dönemlerinde mezkur inanç daha da bir canlanmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bundan dolayı ıslahat yanlıları ve bazen de çıkarcılar bundan istifade etmekteydi.
Dini kökleri olan Mehdi'lik inancından yararlanmak isteyen kimselerden birisi Ebu Müslim-i Horasani idi. Ebu Müslim Horasan’da çok geniş bir hareket başlattı.
Kerbela’da öldürülen İmam Hüseyin (a.s) ve dostlarının, Hişam b. Abdulmelik zamanında feci bir şekilde öldürülen Zeyd b. Ali b. Hüseyin’in (r.a) ve Velid zamanında öldürülen Yahya b. Zeyd’in intikamını almak için Emevilerin zalim düzenine karşı kıyam etti.
Halktan bir grup Ebu Müslim’i va’dedilmiş Mehdi sanıyordu. Bazıları da siyah bayraklarla Horasan tarafından gelen ordu olarak kabul edip Mehdi’nin zuhur alametlerinden biri sayıyorlardı. Bu genel savaşta Aleviler (Hz. Ali’nin soyundan gelenler), Abbasoğulları ve diğer müslümanlar hep bir safta yer almışlardı. Elele vererek Emevileri İslami hilafet makamından uzaklaştırdılar.
Bu köklü hareket gerçi Peygamber ailesinin gasbedilen hakkını almak ve Hz. Ali’nin soyundan gelip te suçsuz yere öldürülenlerin intikamı için başlatılmıştı.
Bu hareketin liderleri arasında gerçekten hilafeti Hz. Ali’nin soyundan gelenlere vermek isteyenlerde vardı, ama Abbasoğulları bu ortamda büyük bir kurnazlıkla hareketi gerçek yolundan saptırdılar ve Alevi hükümetini ele geçirdiler. Kendilerini Peygamber’in Ehl-i Beyt’i olarak göstererek İslami hilafetin başına geçtiler.
Bu büyük harekette halk zafere ulaştı ve Emevilerin zalim halifelerini İslami hilafetten uzaklaştırdılar. İnsanlar buna çok seviniyorlardı.
Üstelik hakkı haklıya vermiş ve İslami hilafeti Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine teslim etmişlerdi. Aleviler de bir yere kadar seviniyorlardı; gerçi kendileri hilafete ulaşamamıştı ama en azından Emevilerin zulmünden kurtulmuşlardı.
Halk bu zafere oldukça sevinmiş, ülkenin durumunu ıslah, İslam’ı ilerletme ve kendi durumlarına çeki düzen verme konusunda altın rüyalar görmeye başlamışlardı ve birbirlerini müjdeliyorlardı.
Ama çok geçmeden bu tatlı uykudan uyandılar. Durumun pek değişmediğini ve Abbasoğulları hükümetinin de Beni Ümeyye hükümetiyle aynı olduğunu gördüler. Hepsi de mevki ve makam düşkünü, ayyaş ve halkın malını zorla elinden alan kimselerdi.
Adalet, ıslahat ve ilahi hükümleri icra gibi bir dertleri yoktu. Yavaş yavaş insanlar uyanıyor, geçmiş hatalarının ve Abbasoğullarının kurnazlığının farkına varıyorlardı.
Aleviler de, Abbasoğullarının kendilerine, İslam’a ve müslümanlara yaptıklarının, Emevilerin yaptıklarıyla fazla farklı olmadığını gördüler. Bu sebeple yeniden savaşmak ve Abbasoğullarının halifeleriyle mücadele etmekten başka çareleri yoktu.
Hareketi en iyi şekilde başlatacak olanlar Ali ve Fatıma’nın (a.s) evlatlarıydı. Ancak bunlar arasında hilafete herkesten daha çok lâyık olan bilgin, fedakâr, iffetli ve layık insanlar vardı; üstelik onlar Hz. Peygamber’in (s.a.a) gerçek evlatlarıydı ve bu yakınlıkları dolayısıyla halk tarafından seviliyorlardı.
Öte yandan, onlar mazlumdular ve meşru hakları çiğnenmişti. Halk kitleleri yavaş yavaş Peygamber ailesine yöneldiler, Abbasî halifelerinin diktatörlüğü arttıkça Ehl-i Beyt’in sevgisi de halkın kalbinde artıyor bu da onları zulümle savaşmaya teşvik ediyordu. Böylece halk hareketi ve Alevilerin kıyamı başladı.
Arada bir onlardan birinin etrafına toplanıyor ve büyük bir kıyam başlatıyorlardı. Bazen de Peygamber zamanından kalan ve müslümanların zihninde yereden Mehdi’lik inancından istifadeyle inkilabın öncüsünü va’dedilmiş Mehdi olarak tanıtıyorlardı. Bu sebeple Abbasoğullarının hilafeti katı, cesur ve bilgin kimselerle karşıkarşıya kalmıştı.
Abbasî halifeleri Alevi seyyidlerini çok iyi tanıyorlardı, onların zâti liyakâtî, fedakarlığı, hürmeti ve şerafetinden haberdar idiler. Öte yandan İslam Peygamber’inin va’dedilmiş Mehdi hakkındaki müjdelerini de duymuşlardı,
Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler esasınca Hz. Mehdi’nin Zehra’nın (a.s) evlatlarından olduğunu, kıyam edeceğini ve zalimlerle savaşarak kesin bir zafere ulaşacaklarını biliyorlardı.
Mehdi’lik olayından ve bunun halkın kalbindeki manevi etkilerinden haberdar idiler. Bu yüzden denilebilir ki Abbasi hilafetine yönelen en büyük tehlike Aleviler tarafından idi.
Halife ve uşaklarının gözünden rahat uykuyu alan ve onların ruhsal dengesini bozanlarda onlardı. Halifeler de gece gündüz halkı Alevilerin etrafından dağıtmaya çalışıyorlardı. Hertürlü toplanma, hareket ve kıyama engel oluyorlardı. Özellikle de tanınmış Alevileri büyük bir dikkatle ve gizlice izliyorlardı.
Yakubi şöyle diyor: "Musa Hadi Alevileri yakalamak için büyük bir çaba gösteriyordu. Onların arasına büyük bir korku salmıştı, bütün şehirlere haber göndererek Ebu Talib’in soyundan olanları yakalamalarını ve kendisine göndermelerini emretmişti."[1]
Ebu-l Ferec şöyle yazıyor: "Mansur hilafete ulaşınca bütün gücüyle Muhammed b. Abdullah b. Hasan yakalamak ve hakkında bir bilgi elde etmek için çalıştı."[2]
[1]- Tarih-i Yakubi, Necef baskısı, H.1384, c.3, s.142.
[2]- Mekatil-ul Talibiyyin, s.143.
İsrail Yine sıkışan sözde cihatçıların yardımına koştu: İsrail Suriye Ordusuna Ait Askeri Üsse Saldırdı
Suriye Silahlı Kuvvetleri tarafından çarşamba günü bir bildiri yayımlanarak İsrail’in Suriye ordusuna ait askeri üsse saldırı gerçekleştirdiğine ilişkin şu açıklama yapıldı:
“Düşman İsrail’e ait savaş uçakları, dün öğle saatlerinde Kuneytire dolaylarında bulunan askeri üsse açık bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırıda orduya ait bir tophane zarar görmüştür. Söz konusu saldırı silahlı kuvvetlerimize ait birliklerin ve halk savunma güçlerinin El- Nusra terör örgütünün çarşamba sabahı Kuneytire dolaylarında bulunan Hazar ilçesine yapacağı büyük bir saldırıyı önleyerek gösterdikleri başarının ardından gerçekleşmiştir.”
Bildiride yer alan ifadelere göre; dün Suriye Ordusu ile El-Nusra teröristleri arasında Hazar ilçesinde meydana gelen çatışmada onlarca terörist öldürülürken terör örgüt büyük maddi kayıplara uğratıldı.
Suriye Ordusu tarafından yayımlanan bildiride ayrıca şu ifadelere yer verildi: “İsrail’e hizmet eden IŞİD ve El-Nusra gibi terör örgütleri ile onlarla bağlantısı olan diğer örgütlere karşı savaşımız devam edecektir. Siyonist rejim, topraklarımıza yaptığı saldırılara verilecek cevap konusunda dikkatli olmalıdır.”
İslam âlemi ve beşeri toplumun iki büyük tehdit kaynağı, Siyonist rejim ve Vahhabi tekfirci terörizm
İran İslam cumhuriyeti dış işleri bakanı Muhammed Cevad zarif Lübnan ziyaretinde Siyonist rejimin işgaline son veren ve tekfirci terörizmle amansız bir savaşı sürdüren Lübnan Hizbullah'ı genel sekreteri Seyid Hasan Nasrullah ve Lübnan'ın yeni cumhurbaşkanı General Michel Aoun, yeni başbakanı Saad Hariri ile görüşmelerinde İran'ın Lübnan halkı ve hükümetini çok boyutlu bir şekilde desteklemeyi sürdüreceğini söyledi.
Zarif Ayrıca Lübnan'daki Filistin kurtuluş teşkilatlarının temsilcileriyle bir araya gelip, bölgesel gelişmeleri değerlendirdi.
İran dış işleri bakanı Zarif, Siyonist İsrail rejiminin İslam ve Arap dünyasına karşı en büyük tehdit kaynağı olduğunu, ancak İslam ve beşeri toplumun hayatını ve güvenliğini tehdit eden İsrail rejiminin tehdit ve yarattığı tehlikeleri düşük gösteren ve göz ardı ettirmeye çalışan, bu amaçla başka hedef saptırmak için yapay gündemler oluşturanların bulunduğunu, ancak İran İslam cumhuriyetinin Filistin halk kurtuluş mücadelesini kararlılıkla sürdüreceğini vurguladı. İran halkı İslam inkılabı zaferi öncesi ve sonrası Filistin topraklarını işgal eden Siyonist rejime karşı Filistin halkını kararlılıkla destekledi.
Muhammed Cevad Zarif, Filistin davasının İslam dünyasıyla İnsanlığın ayrılmaz bir parçası olduğunu, İran ve dünya Müslümanlarıyla beşeri toplumun asla Filistin halkının çilesini unutmayacaklarını vurguladı.
Terörist İsrail rejimi Balfour ihanet ve sömürgecilik bildirgesi üzerine Filistin topraklarının işgali ve Filistin halkının katliamı ve sürgünü sonucu kuruldu. Gayri meşru İsrail rejimi şirret varlığını sürdürebilmek için nükleer ve atomik silahlar ile donatılmıştır. Siyonist rejim Amerika ve Avrupalı ülkelerin desteğinde 5700 Km menzilli ve nükleer başlık taşıyan füzeler, Almanya destekli nükleer füzeler taşıyacak deniz altılarıyla donatılmıştır. İran dış işleri bakanı Muhammed Cevad Zarif'in vurguladı gibi, Katil İsrail rejimi en tehlikeli ve insanlık düşmanı rejim olarak, en az 200 nükleer başlık geliştirmiştir.
İslam ve bölge ile dünya toplumunun güvenliğini tehdit eden diğer tehlike kaynağı, Vahhabi sapık fırka ve ideoloji olarak türettiği tekfirci terörizmdir. Nitekim dış işleri bakanı Zarif, Filistinli direniş teşkilatlarının temsilcileriyle görüşmesinde tekfirci teröristlerin İslam ülkelerinde Müslüman halkları katliamdan geçirdiğini, günümüze kadar Siyonist İsrail rejimine hiçbir saldırıda bulunmadığını, tekfirci terörizmin İslam ümmetini tehdit ettiğini söyledi.
Siyonist İsrail rejimi Suriye ve Irak'ta selefi Vahhabi tekfirci terörizmi desteklemektedir. Çünkü bu iki Müslüman ve Arap ülkesinin enkaza çevrilmesini, medeniyetinin yok edilmesini ve parçalanmasını istemektedir. Buna ilaveten tekfirci terörizmin amacı, İslam ve Müslümanların barışçı, insancıl ve rahmani çehresini karalamaya, diğer milletleri İslam ve Müslümanlardan korkutup tiksindirmeye çalışıyor. Suudi krallık rejimi de Siyonist rejim ile yakın işbirliğini sürdürüp, Irak ve Suriye'yi kan gölüne çevirmek için tekfirci terör örgütlerini besleyip silahlandırmaktadır.
Dış işleri bakanımız Zarif'in vurguladığı gibi Suriye ve Yemen'de büyük bir insani facia yaşanmaktadır. Suriye ve Yemen'de hemen ateşkes ilan edilmeli ve bu iki mazlum millete insani yardımlar ulaştırılmalıdır. İran'ın inancına göre, Suudi krallık rejiminin Yemen halkına karşı dayattığı katliam ve yıkım durdurulmalı, Suriye'de terörizmin kökü kazınarak güvenlik ve barış sağlanmalı, Yemen ve Suriye halkının kendi kaderini belirleme hakkı garanti edilmeli, güvenli serbest seçimler yapılmalı, Yemen ve Suriye milli birliği ve toprak bütünlüğü korunmalıdır. Bu iki Müslüman ve Arap ülkelerindeki işgal ve askeri krizin tek çözüm yolu, doğrudan ya da dolaylı olarak yabancı güçlerin müdahalesinin bertaraf edilmesiyle birlikte siyasi ve barışçı görüşmelerin yapılmasıdır./
Tümgeneral Bakıri: İran'ın füze gücü artmaktadır
İran Genelkurmay Başkanı, İran İslam Cumhuriyeti'nin füze gücünün her geçen yıl geliştiğini belirtti.
İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral "Muhammed Bakıri" bugün Tahran'da şehit "Hasan Tahrani Mukaddem" ve İslam İnkılabı Muhafızları füze gücünden bir grubun şehadet yıldönümü dolaysıyla düzenlenen anma merasiminde yaptığı konuşmada, İran'ın savunma alanındaki ilerlemelerinin anti füze sistemleri tasarlayan bütün küffar yöneticilerin İran füzelerinin süratı, gücü ve kapsama alanına galip gelemeyeceği hızda olduğunu kaydetti.
İran Genelkurmay Başkanı, Siyonist rejimin İran'a karşı tehditlerine temasla, İran İslam Cumhuriyeti'yle savaşın sonucunun belli olmadığını ve düşmanın zillet içinde yenilgiyi kabul etmek zorunda kalacağını vurguladı.
Tümgeneral Barkıri, direniş cephesinin her geçen gün güç kazandığına işaretle, İran'ın hiçbir komşusu ve bölge ülkesinin topraklarında gözü olmadığını, kendi ve İslam dünyasının çıkarlarını takip edeceğini belirtti.
Genelkurmay Başkanı, İran Savunma Bakanlığı füze sanayiinin çabalarından dolayı teşekkür ederek, İran İslam Cumhuriyeti'nin Hürmüz Boğazı ve Fars Körfezi'nde tehdit edilmesinin daha çok şakaya benzediğini ifade etti.
Hz. Rugayye’nin (İmam Hüseyin’in Kızı) Şehadet Yıldönümü
Nakledildiğine göre Kerbela esirleri arasında üç veya dört yaşlarında bir kız çocuğu da bulunmaktaymış. Gece yarısı babasını rüyasında görür ve durmadan ağlayarak babasını isteyerek bitap düşer. Yezid, onun ağlama sesini duyar ve İmam Hüseyin’in (a.s) kesik başını ona götürmelerini emreder. Rukayye, babasının kesik başını görünce daha çok rahatsız olur ve sonunda üzüntüsünden ölür.
Rugayye bint Hüseyin bin Ali bin Ebu Talib (Arapça: رُقَیة بِنت الحسین بن علی بن ابیطالب) İmam Hüseyin’e atfedilen bir kız çocuğudur. Bazı tarihi kaynaklara göre Kerbela vakıasında bulunmuş ve daha sonra Kerbela esirleri ile birlikte Şam’a götürülmüş ve orada üç veya dört yaşında iken vefat etmiştir. Şam’da onun adına bir türbe bulunmaktadır.
İsmi, vefatının niteliği, mezarı ve İmam Hüseyin’e olan nispeti konusunda kuşkular ve ihtilaflar bulunmaktadır.
İsmi ve Nesebi
İbn Fenduk, “Lübabu’l-Ensab” kitabında İmam Hüseyin’in (a.s) Fatıma ve Sukeyne’nin (Sakine) yanı sıra Rugayye adlı bir kızının daha olduğunu yazmaktadır.[1] Elbette İbn Fenduk, başka bir yerde Sukeyne, Zeynep ve Ümmü Gülsüm’ün İmam Hüseyin’in kızları olduğunu yazmış ve Zeynep ve Ümmü Gülsüm’ün küçük yaşta vefat ettiklerini de eklemiştir.[2] Muhammed bin Talha Şafii, İmam Hüseyin’in dört kızının olduğunu ve yalnızca Zeynep, Sukeyne ve Fatıma’nın adlarını zikretmekte ve dördüncü kızının adını zikretmemektedir.[3] Necmettin Tabesi, İbn Fenduk ve Metalibu’s-Suul’dan naklederek İmam Hüseyin’in dördüncü kızının Rugayye olduğunu, künyesinin ise Ümmü Gülsüm olduğunu belirtmektedir.[4] Buna rağmen eski tarihi kaynakların çoğu İmam Hüseyin’in Rugayye adlı bir kızından bahsetmemiştir; Şeyh Müfid, yalnızca Sukeyne ve Fatıma’nın adlarını İmam Hüseyin’in çocukları listesinde getirmiştir.[5]
Kerbela’da Hazır Bulunması
Kaynaklarda Hz. Rukayye’nin (s.a) Kerbela’da bulunduğu tasrih edilmemiştir. El-Melhuf kitabının bazı nüshalarında İmam Hüseyin’den geride kalanlar için söylediği bazı sözler nakledilmiştir. Orada Rugayye’nin adı geçmiştir, ancak İmam Hüseyin’in kızı olduğuna dair bir işarette bulunulmamıştır.[6][notlar 1] Yenabiu’l-Meveddet kitabında biraz farklılıkla aynı ifadeler zikredilmiş ve İmam Hüseyin’in diğer kızlarının yanında Rugayye de adı zikredilmiştir.[7]
Şu ihtimal de bulunmaktadır ki nakledilen bu nakillerdeki Rukayye’den maksat, İmam Ali’nin (a.s) kızı Rukayye de olmuş olabilir.[8] Bilhassa Rukayye ismi, İmam Hüseyin’in Ümmü Gülsüm ve Zeynep kızkardeşlerinin yanında zikredilmiş ve Luhuf kitabının bazı nüshalarında da bu ifadeler bulunmamaktadır.[9]
Vefat Olayı
Nakledildiğine göre Kerbela esirleri arasında üç veya dört yaşlarında bir kız çocuğu da bulunmaktaymış. Gece yarısı babasını rüyasında görür ve durmadan ağlayarak babasını isteyerek bitap düşer. Yezid, onun ağlama sesini duyar ve İmam Hüseyin’in (a.s) kesik başını ona götürmelerini emreder. Rukayye, babasının kesik başını görünce daha çok rahatsız olur ve sonunda üzüntüsünden ölür.[10]
İmam Hüseyin’e Atfedilen Bir Kızın Şam’da Öldüğüne Dair Rivayetler
Hz. Rugayye’nin Türbesinden Bir Görüntü
Tarihi kaynaklarda İmam Hüseyin’e nispet verilen bir kızın Şam’da vefat ettiğine dair rivayetler bulunmaktadır, ancak rivayetlerde bir uyum yoktur.
İmam Hüseyin’in küçük yaştaki bir kızının Şam’da şehit olduğu hadisesini ilk yazan kaynak, İmaduddin Taberi’nin (k. 700) “Kamil Behai” kitabıdır. Bu yazar, kızın adını zikretmemiştir. Dört yaşında olduğunu ve vefatının babasının kesik başını Yezid’in sarayında gördükten birkaç gün sonra gerçekleştiğini yazmıştır.[11]
Molla Hüseyin Vaiz Kâşifi Sebzevari (k. 910) olayın Yezid’in sarayında yaşandığını ve ölümün kesik başı gördükten sonra gerçekleştiğini ifade etmiştir.[12]
Fahrettin Tureyhi (k. 1085) çocuğun üç yaşında olduğunu ve babasına (İmam Hüseyin’in kesik başına doğru) hitabını ilk kez yazan tarihçidir.[13]
Muhammed Hüseyin Ercistani onüçüncü yüzyılın sonlarında, çocuğun isminin Zübeyde, yaşının üç ve hadisenin Şam harabelerinde gerçekleştiğini yazmıştır.[14] Yazar, bir önceki sayfada İmam Hüseyin’in (a.s) Rugayye adlı bir kızının Şam’da olduğunu yazmıştır.[15]
Şeyh Muhammed Cevad Yezdi, ondördüncü yüzyılın başlarında, olayın Şam harabelerinde yaşandığını belirtmiş ancak isminin Zübeyde, Rugayye, Zeynep, Sakine veya Fatıma olduğunu yazmıştır.[16]
Seyyid Muhammed Ali Şah Abdulazimi (k. 1334) ilk kez, çocuğun isminin Rukayye ve yaşının üç olduğunu belirtmiştir.[17][notlar 2]
Atfedilen Kabri Şerifleri
Ana Madde: Hz. Rukayye’nin Türbesi
Suriye’nin başkenti Şam’da Hz. Rukayye’ye mensup bir türbe bulunmaktadır. Bu türbe Şam’da bulunan Şialara ait ikinci önemli türbedir. Denildiğine göre bu yer İmam Hüseyin’in kızı, Hz. Rukayye’nin şehit olduğu Babu’l-Feradis denen yerde bina edilmiştir. Hz. Rukayye’nin (s.a) türbesi büyük bir binaya ve İslami ve İrani mimariye sahiptir.[notlar 3]
Kuşkular
İmam Hüseyin’e (a.s) atfedilen kız çocuğunun Şam’da vefatıyla ilgili nakillerde uyumsuzluk ve anlaşmazlıklar görülmektedir. Bu nakiller ismi, vefatın zaman ve mekânı ve yine yaşı hakkındadır. Bu rivayetlerin uyumsuzluğu ve yine isminin eski tarihi kaynaklarda sarih bir şekilde zikredilmemiş olması, araştırmacılar arasında İmam Hüseyin’e nispeti konusunda ciddi kuşkular doğmasına neden olmuştur. Şehit Mutahhari (r.a) bu kızın Şam’da vefatı konusunu Aşura vakıasının lafzi tahriflerinden saymaktadır.[18]
Tahran’da minbere çıkan vaizcilerden birisinin bu kızın Hz. İmam Hüseyin’e atfedilmesi[19] konusunda kuşkular belirtmesiyle İran’da itirazlar ve tepkiler dalgalar halinde yayılmıştır.[20]
Yas ve Matem
Şialar, Muharrem ayının üçüncü gecesini Hz. Rugayye’ye mahsus bilmekte ve onun adına mersiyeler okumaktadır. Şii takvimlerde Safer ayının 5’i Hz. Rukayye’nin ölüm yıldönümüdür. Şialara ait bazı camive matem heyetlerine Hz. Rukayye adı verilmektedir. Onun için mersiye ve şiirler okunarak ağıtlar yakılmaktadır. Bazı mersiye ve ağıtlarda Hz. Rukayye’nin (s.a) varlığını inkâr edenlere dokundurulur ve serzeniş edilir.
Büyük Şii Âlimlerin Görüşleri
Ayetullah Mirza Cevad Tebrizi: “İmam Hüseyin’in (a.s) kızı Hz. Rukayye’nin (s.a) Şam’daki mevcut mezarı eskiden beri meşhurdur. Sanki İmam Hüseyin (a.s), o pak hanedanın esaretini ve yaşanan o mezalimi inkâr edecek kimselerin ortaya çıkmasını engellemek için Şam’da onu kendinden bir nişane olarak bırakmıştı. Bu küçük kız, esirlerin içinde hatta küçük kız çocuklarının da olduğunun büyük kanıtıdır. Biz Hz. Rukayye’nin (s.a) bu mekânda can verip defnedildiğinin meşhur oluşuna inanıyoruz.
Ayetullah Mekarim Şirazi: “Şüphe yok ki İmam Hüseyin’in (a.s) bir küçük kızı Şam’da vefat etti ve orada defnedildi. Şu anki harem de kendisine aittir. Fakat meşhur görüşe göre Rukayye olsa da ismi Rukayye (s.a) miydi yoksa başka bir ismi mi vardı, bu konuda ulema arasında ihtilaf var.
Ayetullah Nuri Hemedani: “Kamil Behai, Nefesu’l-Mehmum ve diğer muteber kitaplarda, bazılarının adını Rukayye (s.a) olarak zikrettiği ve Şam’da şehit olan küçük bir kızın İmam Hüseyin’in (a.s) kızı olduğunu belirtmişlerdir. Şam’da bulunan Kabri de kendisine aittir.”
Ayetullah Mezahiri: “Hz. Rukayye’nin (s.a) türbesi diye meşhur olan o yer (Şam’daki türbe), onun türbesidir ve onda şüphe etmek zulümdür; hem de mazlum Hüseyin’in çocuğuna. Bu şöhret, Hz. Zeyneb‘in (s.a) türbesi konusunda da geçerlidir ve bunda şüphe etmek Hz. Zeyneb’e (s.a) zulüm olur. Hz. Zeyneb’e (s.a) zulüm büyük bir günah olur. Kişilerin seyyid oluşu ve büyük insanların kabirleri gibi konularda elimizde meşhur olmanın dışında bir delil yoktur ve bu şöhret bütün fakihlerin nazarında hüccettir.”
Ayetullah Alevi Gorgani: “Hz. Rukayye’nin (s.a) varlığı tarihi gerçeklerdendir. Şüphe onun varlığında değil, ismindedir. İmam Hüseyin’in bir kızının Şam’da defnedildiği konusu, şüphe götürmez bir gerçektir. Bu konuda insanların inançlarında şüphe icat etmek isteyenlere tavsiyemiz, hiçbir fayda elde edemeyecekleri, ahretlerini tehlikeye atacakları ve İmam Hüseyin’in (a.s) gazabına duçar olacakları, dolayısıyla bu tür konularla kendilerini meşgul etmemeleri olacaktır.”
Ayetullah Mubeşşir Kaşani: “Allah’ın nurunu, ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler, oysa Allah nurunu tamamlayacak, kuvvetlendirecektir. İsterse kâfirlerin zoruna gitsin ve istemesinler. İmam Hüseyin’in (a.s) kızı Hz. Rukayye’nin (s.a) varlığı konusunda hiç bir şüphe yoktur. Tarihi şahitler göstermektedir ki, o mazlum kız, Şam yolunda ve harabesinde yaşadığı onca zorluk ve musibetler karşısında küçücük yaşta dünyadan ayrıldı ve Şam’da defnedildi. Tartışılan konu sadece mübarek isminin Rukayye mi, Zeynep mi, yoksa başka bir isimi mi olduğudur. Sonralardan Rukayye ismiyle meşhur oldu.”
Notlar
Yukarı git↑ یا اُختاه! یا اُمّ کلثوم! وأنتِ یا زینب! وأنتِ یا رقیة! وأنتِ یا فاطمة! وأنتِ یا رَباب! انظرن إذا أنا قُتِلتُ فلاتشققنَ عَلَی جَیباً، و لاتُخمِشنَ عَلَی وَجهاً، و لاتَقُلنَ عَلَی هَجراً؛ “Ey bacım! Ey Ümmü Gülsüm! Sen ey Zeynep! Sen ey Rukayye! Sen ey Fatıma ve sen ey Rubab! Sözümü hatırlayın, her ne vakit öldürülürsem benim için yaka paça yırtmayın, yüzünüzü tırmalamayın ve uygunsuz sözler söylemeyin.”
Yukarı git↑ Makalenin bu bölümü, İmam Hüseyin ansiklopedisinden telhis edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için Bkz. Ayetullah Rey Şehri, Danışname-i İmam Hüseyin, c. 1, s. 389.
Yukarı git↑ Bu konuda nakiller farklıdır. Bkz. Hz. Rukayye türbesi veya Danışname-i İmam Hüseyin, c. 1, s. 389, 393.
Kaynakça
Yukarı git↑ İbn Fenduk, Lubabu’l-Ensan, s. 355.
Yukarı git↑ İbn Fenduk, Lubabu’l-Ensan, s. 350.
Yukarı git↑ Şafii, Metalibu’s-Suul, s. 257.
Yukarı git↑ Tabesi, Rukeyye Bint Hüseyin, s. 8, 9.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, c. 2, s. 135.
Yukarı git↑ Seyyid İbn Tavus, el-Melhuf, s. 141.
Yukarı git↑ Kunduzi, Yenabiu’l-Meveddet, c. 3, s. 79.
Yukarı git↑ Tabesi, Rukeyye Bint Hüseyin, s. 25.
Yukarı git↑ Seyyid İbn Tavus, Luhuf.
Yukarı git↑ Taberi, Kamil Behai, s. 523.
Yukarı git↑ Taberi, Kamil Behai, s. 523.
Yukarı git↑ Vaiz Kaşifi, Ravzatu’ş-Şüheda, s. 484.
Yukarı git↑ Tureyhi, el-Muntehab fi Cemu’l-Merasi ve’l-Huteb, yüz otuz altı.
Yukarı git↑ Muhammed Hüseyin Ercistani, Envaru’l-Mecalis, s. 161.
Yukarı git↑ Muhammed Hüseyin Ercistani, Envaru’l-Mecalis, s. 160.
Yukarı git↑ Şeyh Muhammed Cevad Yezdi, Şa’şa’tu’l-Hüseyni, c. 2, s. 171, 173.
Yukarı git↑ Şah Abdulazimi, el-İkad, s. 179.
Yukarı git↑ Muhahhari, Mecmua Asar, c. 17, s. 586.
Yukarı git↑ İzharat Mütefavit Ayetullah Hoşvekt Derbare Hz. Rukayye (s.a)
Yukarı git↑ Dört taklit mercinin Hz. Rukayye hakkındaki şüphelere cevapları.
http://tr.wikishia.net/view/Rugayye_bint_H%C3%BCseyin
WİKİSHİA.NET
Nasrallah’tan Lübnan’ın Yeni Cumhurbaşkanına İlişkin Önemli Açıklamalar
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah, dün Beyrut’taki Ehlibeyt Kültür Kompleksi’nde Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından Şehit Hacı Mustafa Şehhede’yi anmak için düzenlenen törende; Lübnan’da gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve seçilen yeni cumhurbaşkanına ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Nasrallah, Lübnan’ın 13.cumhurbaşkanı seçilen Mişel Avn hakkında şunları söyledi:
“Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Lübnan’da yeni bir dönemin başlangıcı olarak bilinmelidir. Biz Mişel Avn’a güveniyoruz. Zira o sadık, şeffaf ve vatanseverdir. Biz, dağ gibi sağlam, cesur bir komutanın cumhurbaşkanlığı sarayında oturacağından eminiz. Mişel Avn, cumhurbaşkanı olabilmesi için bizim verdiğimiz destek karşısında neler istediğimizi sordu ve biz ona dedik ki; biz seni destekleyeceğiz zira biz senin sadakat, bağımsızlık inancına ve vatanseverliğine güveniyoruz.
Bazıları İran’ın nükleer dosyasından ötürü Hizbullah’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerine muhalif olduğunu iddia ediyordu. Hâlbuki biz nükleer müzakerelerde nükleer meselelerden başka bir konunun olmadığını söylüyorduk. Şimdi bizim doğru söylediğimiz ortaya çıkmış oldu.”
Nasrallah sözlerinin devamında Hizbullah Hareketi’nin başbakanlık için Saad Hariri’yi desteklemediğini ancak Hizbullah Hareketi’nin yeni hükümetin kurulması için her türlü desteği vereceğini söyledi.
Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesini Lübnan halkının birlik ve beraberliğinin bir göstergesi olarak niteleyen Nasrallah, Lübnan halkından ve siyasi partilerden her zaman ülkenin geleceği için birlik ve beraberlik içinde olmalarını istedi.
Nasrallah sözlerinin sonunda; bölgedeki her tülü çatışmanın Siyonist İsrail’e yarar sağladığını belirterek bu tür buhranlar karşısındaki iyi yolun sabır olduğunu ifade etti.
Ortadoğu‘da Mezhep Savaşı Olduğu Söyleniyor
Berlin İmam Rıza İslam Merkezi Hocası Şeyh Sabahattin Türkyılmaz son Cuma hutbesinde Ortadoğu’da mezhep savaşı çıkarmak isteyenlerin planlarına değinerek şu hususlara dikkat çekti:
Bismillahirrahmanirrahim
Ortadoğu‘da mezhep savaşı olduğu söyleniyor, mezhep savaşının başlamasından korkuluyor.
Mezhep savaşı kimin arasında çıkacak? Hangi mezhepler arasında mezhep savaşı çıkma tehlikesi var?
Şii-Sünni arasında mı? Şiilerden maksadınız İran ve Irak ise Sünnilerden maksadınız kim?
Diyelim bir tarafta Şii İran, Irak, Yemen, Suriye ve Lübnan var diğer tarafta kim var? Karşılarında IŞİD, el-Nusra, Ahrar-uş Şam, Fetih ordusu ve diğer örgütler var, bunlar Sünni mi? Ve bunların yanısıra bunları doğuran, besleyen ve acıkça destekleyen Amerika ve koalisyon var,
Amerika ne zamandan beri Sünnileri temsil ediyor? Yoksa Siyonistlerin elinde oyuncak olan Suudiler mi Sünni?
Bölgede başka hangi mezhepler var? Mezhep savaşı çığırtkanlığı yapanlar kendilerini hangi mezhepten sayıyorlar? Mezhep dertleri var mı?
İslam/din derdi var mı bunların?
Mezhep savaşı tehlikesi propagandası yapanların hiçbirisi ne Şiileri temsil ediyorlar, ne de Sünnileri. Bunlar Amerika‘nın emperyal oyununa gelmiş zavallılardır.
Tarih boyunca asla Şiiler-Sünnilere savaş açmamışlar, Sünniler de Şiilerle savaşmamışlardır. Tarihin sayfalarını iyi okursanız din derdi olan Sünni ve Şiiler, dini ve mezhebi maske edinip arakasına saklananlara karşı mücadele vermişlerdir.
Günümüzde de aynısı yapılmaktadır. Siyonist odaklar Sünnileri savunuyor gibi görünüp onların arkasına saklanarak şeytani hedeflerine ulaşmak istiyorlar.
Amerika ve siyonistlerin propagandasıyla Irak’ta ve Suriye’de Sünni katliamı yapıldığını iddia edenler siyonistlerin oyununa gelmektedirler.
Amerika sıkışmış durumdadır; her alanda kaybedince, direniş cephesi karşısında aldığı yenilgileri hazm edemiyor ve müslümanları mezhep savaşı çıkabilir yalanıyla aldatıyor.
Madem Sünnileri düşünüyorsunuz 60 yıldır siyonist zulmünde inleyen Filistin’in mazlum halkının yanında neden yer almıyorsunuz?
Batı Asya’da ( Ortadoğuda) devam eden bir savaş var, bir mücadele var, bir direniş var ama bu savaş mustazaf- müstekbir savaşıdır, ezilenlerin haklarını sömürücülerden alma mücadelesidir, zulüm, işgal ve zorbaya karşı bir direnişdir.
Amerika‘nın ve bölgedeki uşaklarının yenilgisini, IŞİD, el Nusra…. gibi teröristlerin yok edilmesini katliam ve mezhep savaşı olarak algılıyorsanız safınız bellidir demek ki.
Sünnisi-Şiisi bütün müslümanların yakasından düşün artık, onların dini ve mezhebi duygularını sömürüp emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmeyin!
Din derdi olan müslümanları kendi başlarına bırakırsanız onlar kiminle mücadele edeceklerini çok iyi biliyorlar. Mezhep savaşını bahane edip müslümanların ve mustazafların kanlarının akmasına sebep olmayın.
Allah’ın vaadının gerçekleşmesi yakındır. Allah’ın partisinden olanlar kazanacaktır.
Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve beraketuh
Dr. İsam el-İmad: Selefiliğe 100 soru (1)
1968’de Yemen’de dünyaya gelen İsam el-İmad, Suudi Arabistan üniversitelerinde tahsil görmüş ve Bin Baz gibi önde gelen Selefi ulemasından ders almış bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. 1989 yılından beri Kum’da tahsilini sürdüren Dr. İsam el-İmad pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.
Soru – 1: Selefilik bidat mıdır Sünnet mi?
Bu mesele, uzun süredir meşgul olduğumuz ve hakkında yazılar yazdığımız bir konudur. Merhum hocamız Vahhabi imamı Şeyh Abdullah el-Abbas, aynı şekilde Şeyh Huzeymi ve diğer Vahhabi alimlerinin yanında şunu öğrendim, evet bid’at ile mücadele etmemiz gerekiyor. Benim onlara bir sorum var, “Biz Selefiler olarak bid’at ehlinden miyiz?” Bid’at ne demektir? Sünni âlimleri bu meseleye işaret ediyor ve diyorlar ki, “Selefilik bid’attır, mezhep değildir.” Bu gerçekten büyük bir görüş. Biz gelip İslam ümmetinin önüne, Selefilik adını verdiğimiz yeni bir mezhep kuruyoruz. Sonra, Ehl-i Sünnet’i ve tüm Müslümanları, Şeyh Muhammed Abdulvehhab’a tabi olanlar hariç Selefilik dışı kabul ediyoruz. Bu bid’at değil midir peki? Milyonlarca Müslüman camisini İslam dışı kabul edelim. Şafii, Hanbeli, Maliki camilerini, Ehl-i Sünnet ya da diğer fırkalara ait tüm mescitleri İslam dışı ilan edip, yeni camiler inşa edelim. Kendimizi diğer Müslümanlardan soyutlayıp, İslam ümmeti içinde yeni bir ümmet kurmuş olmaz mıyız? Öyleyse bu bid’at değil midir? Biz bid’at ile savaştığımızı zannedelim, ama bid’ata dayalı bir mezhep kuralım! Kendimizi Müslümanlardan izole ettik. Bunların hepsi benim bizzat yaşadığım durumlar. Biz asla Şafii camilerinde namaz kılamazdık. Maliki, Hanbeli, Eş’ari, Maturidi, Nakşibendi ya da Ticani mescitlerinde namaz kılamazdık. Öyleyse biz yeni bir mezhep kurduk ve bu mezhep selef-i salihin zamanına uygun mu diye soruyoruz. Selef-i salih zamanında Selefilere has camiler mi vardı? Hanefi ve Şafiilerin bulunmadığı mescitler var mıydı, yok muydu? Bu ayrım aynı şekilde dört mezhepten önce de, fukaha-i seb’a (7 fakih) döneminde de yoktu. Üçüncü asırda ve öncesinde de Selefilere özel mescitler yoktu. Öyleyse yaptığımız şey bid’attır. Bid’at üzerine bir mezhep kurarken nasıl bid’at ile savaşabiliriz?
Soru – 2: Vahhabiliğin kurucusu da müşrik mi?
Selef-i salih’e (r.a) bağlı olduklarını ve Selefi olduklarını iddia edenler ile karşılıklı konuşmalarımda, onlara çok önemli bir meseleyi vurguladım daima. Bu mesele Selefilerin, Ehl-i Sünnet ve tasavvuf yolunun müşriklerin yolu olduğunu ortaya atmaları idi. Onlara şunu söyledim: “Sizler, Şeyh Muhammed Abdulvehhab’ın yolundan gitmenin şirk olduğunu bir gün bile olsun hiç düşündünüz mü? Bu yol, gizli şirk yoludur.” Bana “Nasıl?” diye sorduklarında onlara şu cevabı verdim: “Şirk geniş manada ne demektir? Şirk, Allah’ın işlerine (şuunatına) müdahale etmektir. Peki, Muhammed Abdulvehhab, ‘Allah’ın (işleri) şöyledir ve Muhammed’in (s.a.a) (işleri) şöyledir’ dememiş midir? Bu Yüce Allah ve Muhammed (s.a.a) arasında bir taksim değil midir? Ve bu Allahın zati işlerine müdahalenin bir çeşididir. Buna gizli şirk adı verilir.” Öyleyse siz şirkten kaçmak istiyorsunuz, ama şirke düşüyorsunuz. Çünkü Allah’ın işlerine karışıyorsunuz. Allah ve Rasulü (s.a.a) arasındaki konumu paylaştırıyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Bu Allah için, bu Rasulullah (s.a.a) için.” Bilmediğiniz yerden şirke düşüyorsunuz. Bu gerçekten çok önemli bir mesele. Ben bir mücadele veya çatışma derdinde değilim, ancak selef-i salihi takip ettiklerini iddia edenlere söylemek istediğim bir şey var. Siz kendiniz dışındaki Müslümanları şirk ile itham ediyorsunuz, ancak bu kelimeyi zikretmek istemiyorum ama siz müşriksiniz. Bir kez olsun kendinize Abdulvehhab’ın zikrettiğim sözünün şirkin bir çeşidi olup olmadığını sordunuz mu? “Bu Allah’ındır, bu Muhammed’in (s.a.a)” diyerek Allah’ın yasaklarını çiğniyorsunuz. Bu da Zat-ı İlahi’ye hakim olmaya çalışmaktır bir çeşit. “Allah’ın elleri bağlıdır” diyerek bunu yaptıkları için tevhid ehli olmalarına rağmen Allah (celle celâluh) Yahudileri lanetlemiştir. Ne demektir bu? Allah yarattığı kullardan birine bir makam vermek istedi, ancak Yahudiler bunu reddetti. Böylece kudreti kısıtladılar. Siz, “Allah Muhammed’e (s.a.a) bu makamı vermedi” dediğinizde, Yüce Allah’ın kudretini kısıtlamış oluyorsunuz. Bu bir çeşit şirktir!
Soru – 3: Selefiler Ehl-i Sünnet’in lugat alimlerine niçin saldırıyorlar?
Suudi Arabistan’da bulunduğum yıllarda, hala cevabını bulamadığım önemli bir problem dikkatimi çekmişti. 10 ya da 15 yıl önce arkadaşım Şeyh Osman Hamis ile belki bir yıldan fazla süre boyunca sürdürdüğümüz münazaralarımızda, Selefilerin dilbilimcilere saldırısı konusunu tartıştık. Selefi metodunun benimsendiği Ümmül Kur’a Üniversitesinde ve diğer Suudi üniversitelerinde, dilbilimcilere karşı akıl almaz bir saldırı söz konusu. Burada, “Müfredat”ın yazarı Ragıb el-İsfahani’ye, Lugat yazan İmam Zemahşeri’ye, “Lisanül Arab”ı kaleme alan İbn-i Manzur’a, İmam Firuzabadi’ye ve daha bir çok lugat âlimine karşı şiddetli saldırılar yapılıyor. Hatta ne yazık ki, modern çağın Selefi âlimleri bile dilbiliminin tevhidi bozduğunu iddia ediyorlar! Allah aşkına! Kur’an-ı Kerim’in dilini en iyi şekilde kim biliyor? Dilbilimciler, sözlük (lugat) yazarları değil mi? Sibeveyh’ten İbn Akil’e hatta çağımıza kadar tüm dilbilimciler böyle değil mi? İmam Muhammed Abduh, onlara meydan okuyor ve diyor ki “İmam Cürcani’nin ‘Esrar el-İ’caz’ kitabını okutmak benim işim değildir, ben daha büyüğüm!” Onlara diyorum ki eğer geçmişte ve günümüzde dilbilimcilerin tevhid anlayışında hata edip, hepimizi hataya düşürdüklerini düşünüyorsak, bizim önce dönüp kendi tevhid anlayışımızı gözden geçirmemiz daha evla değil midir? Lugat âlimleri değil de, biz hata ediyor olamaz mıyız? Önce tefsir âlimlerine saldırdık, çünkü tevhid konusunda hata ediyorlardı. Ardından sıra dilbilimcilere geldi! Şeyh Muhammed Abdulvehhab’ın Arap diline dair hatalı teorilerine dayanarak, kendimiz ile dilbilimciler arasına kalın çizgiler çektik.
Soru – 4: Adam kıtlığı mı var ki İbn Teymiyye’yi önder kılıyorsunuz?
Suudi Arabistan Krallığı müftüsü olan hocamız Şeyh Binbaz gibi birçok Selefi şeyhten öğrendiğimiz önemli bir mesele, dini üzerinde şüpheye düşülmeyen bir kişiden almamız gerektiği mevzusu idi. Benim bu konuda söylemek istediklerim var, öyle ki Selefi mezhebini terk etme sebeplerimden biri de bu konudur. Selefi olduğum günlerde gördüm ki, İbn Teymiyye ile muasır olan büyük âlimler, büyük Ezher ve Şam âlimleri ve Ehl-i Sünnet ulemasından yüzlerce diğer kişi İbn-i Teymiyye’yi bid’at sahibi olmakla suçluyor. Madem yüzlerce Ehl-i Sünnet âlimi İbn Teymiyye’yi bid’at ile suçluyor, öyleyse Vahhabi ve Selefi okullarında bunları öğrenmeye neden karşı çıkıyoruz? Bu dinin, üzerinde şüpheye düşülen kişiden alınmaması gerekiyor. Bu bir şüphedir, öyleyse niçin şüphe edilmeyen birinden almıyoruz bu dini? Gördük ki bu kişi hakkında birçok Ehl-i Sünnet âlimi farklı düşüncelere sahip. En azından biz Suudi Arabistan’da İbn-i Teymiyye’nin Nasıbi (Ehl-i Beyt düşmanı) olmadığı hakkında kitaplar yazıyor, onun Nasıbi olmadığını iddia ediyorduk. Onu bununla suçlayan ise, Ehl-i Sünnet imamı Askalani’dir. Ben de diyorum ki böylesine büyük bir itham ile suçlanan kişiyi niçin terk etmiyoruz? Nasıbilik bu suçlamaların en hafifi. Allah’ı cisim kabul etmek (tecsim) ile de suçlanıyor. Fakat liderlik yine de İbn Teymiyye’den başka kişiye geçmiyor. Selefiliğin metodu bu mu? Resulullah (s.a.a), “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene yönel” buyurmadı mı? Eğer bizim içimize İbn Teymiyye hakkında bir şüphe düştüyse, niçin bu dini onun dışında, şüphe etmediğimiz, üzerinde icma edilmiş başka birisinden almıyoruz? İslam ulemasında kıtlık mı var ki, hakkında şüphe edilen bir adama sığınalım?
Devam edecek…
Medyasafak Nasr TV’de yayınlanmış olan “Selefiliğe 100 Soru” programından çevirmiştir.
Bin Ladin’i Bulanlar Ebubekir Bağdadi’yi Neden Bulamıyor?
İmam Hamanei’nin Askeri Danışmanı ve Özel Yardımcısı Tümgeneral Seyyid Yahya Rahim Safevi, İmam Hüseyin Üniversitesi’nde İran İslam Cumhuriyeti’nden ilk danışmak olarak Suriye hükümetinin daveti üzerine Suriye’ye giden Şehit Hemedani’nin komuta ve yönetim modeli hakkında düzenlenen konferansta konuştu.
Safevi, savaş komutanlarının stratejik, operasyon ve taktik olmak üzere kısımlara ayrıldığını belirtip, Şehit Hemedani’yi stratejik bir komutan olarak nitelendirerek şunları söyledi:
“Stratejik bir komutan düşmanı ve düşmanın hedeflerini tanımalı ve düşmanın hedefinin ne olduğunu bilmelidir. Şehit Hemedani stratejik bir komutan olarak, Amerika, Suudi Arabistan ve bazı Arap ülkelerinden oluşan koalisyonunun hangi hedef doğrultusunda ilerlediğini ve direniş ekseninden Beşar Esad’ın silinmesinin ne gibi sonuçları olacağını biliyordu.
Kültür savaşı planlayanlar, bu savaşı İslam kültürünün içerisine getirdiler. Bugün Müslümanların parasıyla, savaş Müslümanların arasına çekildi. İslam’ın dört bin yıllık medeniyet tarihi vardır. Irak ve Suriye’nin de aynı şekilde ama düşman İslam medeniyeti arasında savaş çıkararak İslam ülkelerinin alt yapısında kendi lehlerine olacak şekilde etki bırakıyorlar. Biz bugün alt yapıların Siyonistlerin lehine yok olduğuna şahit olmaktayız.
Sadece Barack Obama’nın başkanlığı döneminde Suudi Arabistan’a yüz milyar dolar silah satıldı. Aynı dönemde Birleşik Arap Emirlikleri’ne ’de 12 milyar silah satıldı. Bu silahların bugün nerelerde kullanıldığını görmemiz gerekir.
Asıl soru teröristlerin askeri teçhizatlarını kimin sağladığıdır. Bin Ladin’i bulanlar, neden Ebu Bekir Bağdadi’yi bulamıyorlar? Ve neden bugün Suriye’deki çatışmalardan 66 aydan sonra, teröristlere hala mali destek sağlanıyor ve teröristlerin irtibat kanalları kesilmiyor?
Ben 7’den fazla defa Halep’e gittim. Halep’in resmini çekiyorlar. Bu şehirde hiçbir şeyden eser kalmamış. Bugün savaş sona erse bile, bu şehrin yeniden yapılandırılması yıllar sürecek. 9 milyon Suriyeli mülteci ne yapacağını bilmiyor. Bu durum Suriye savaşının gerçeğidir.
Suriye ve Irak savaşları halk kuvvetlerini teröristlerle mücadele konusunda seferber etti. Kasım Süleymani Haydar El-İbadi’ye, “Klasik bir orduyla IŞİD ile savaşamazsınız” dedi. Bu yüzden Haşd-i Şaabi oluşturuldu. Suriye’de de Şehit Hemedani tarafından halk kuvvetleri oluşturuldu. Bu literatüre dayalı olarak bugün Irak’ta 20 Haşd-i Şaabi birliğinin oluşturulduğunu görmekteyiz.
Şehit Hemedani Suriye’de teröristlerle mücadele için 20 bin kara kuvveti sağladı. Çünkü Suriye ordusu, daha doğrusu ordular halk savaşlarına inanmıyorlar.”
General Hemedani 8 Ekim 2015’te operasyon bölgelerini belirlediği sırada Halep yakınlarında şehit oldu.