
کارگر
Türkiye İsrail'e büyükelçi atadı
Tüm komşularıyla köprüleri atan Türkiye'nin ülke bazında yakınlaştığı tek ülke İsrail. İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi anlaşmasının ardından karşılıklı olarak büyükelçiler atandı.
İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkileri normalleştirme anlaşmasında en kritik adım atıldı. Ankara ve Telaviv'e karşılıklı olarak büyükelçi atandı. Pakistan'a hareketinden önce Ankara Esenboğa Havalimanında açıklama yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Başbakanımızın Dışişleri Danışmanı Kemal Ökem Bey'i büyükelçi olarak atıyoruz. Dün görevine başlamış olması lazım" dedi.
Türkiye Kemal Ökem'i Telaviv'e büyükelçi olarak gönderirken İsrail ise Ankara'ya büyükelçi olarak Eitan Naeh'ı atadı.
Davadan vazgeçmeyene para verilmiyor!
Türkiye ile İsrail arasında yapılan anlaşma Ağustos ayında TBMM tarafından onaylanmıştı. Bu anlaşmaya göre İsrail 31 Mayıs 2010 tarihinde yaşanan Mavi Marmara saldırısında yakınlarını kaybeden ailelere tazminat olarak toplam 20 milyon dolar tazminat ödeyecek ancak mağdur aileler bu parayı alabilmek için İsrailli askerlere açtığı davaları geri çekecekti. İsrail'den gelen 20 milyon doları henüz davaları geri çekmedikleri için ailelere verilmediği ifade ediliyor.
Partisinin TBMM grup toplantısında konuşan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu şu açıklamayı yaptı, "Filistin’e Mavi Marmara gemisini gönderdiler, kaçak gönderdiler, cesaret edip resmî olarak gönderemediler. 9 yurttaşımız uluslararası alanda karasularında hayatını kaybetti. Kıyameti kopardılar, biz de kıyameti kopardık. “Gazze ablukası kalkmadan, bizden özür dilenmeden asla ve asla İsrail’le barışmayacağız” dediler, yeri göğü inlettiler. Aradan bir süre geçti, bu yeri göğü inletenler resmî bir özür mektubu dahi olmadan kabul ettiler. Gazze ablukası kalkacaktı, Gazze ablukası kalkmadı. Uluslararası tanınacaktı Filistin, ona dahi katkı vermediler. 20 milyon dolara Türkiye’nin itibarını sattılar. 20 milyon doları verdiler ama “Biz tazminat olarak vermeyiz, bir dakika, ne tazminatı, vermeyiz” dediler. Bizimkiler, süklüm püklüm, hadi, tamam olsun. 'Bir vakıf gösterin, biz o vakfa göndereceğiz parayı' dediler, parayı vakfa gönderdiler. Şimdi, merak ediyorum, bu 20 milyon dolar para hayatını kaybeden o çocukların ailelerine verildi mi? Verilmedi. Verilmiyor, niye verilmiyor? Diyorlar ki 'Gelin, İsrail’e karşı açtığınız davalardan vazgeçin, altına imza atın, ondan sonra bu parayı size vereceğiz.' Ya siz, neden o ailelere baskı yapıyorsunuz? Paralarını götürün verin."
İsrail ezanı yasaklıyor
İsrail ile anlaşmaya varılırken İsrail'in Gazze'ye ablukayı kaldıracağı da iddia edilmişti. TBMM'den geçen resmi metinde yer almayan abluka fiilen ve üstelik de daha da katılaşarak devam ediyor. Bölgeyi açık hava hapishanesine çeviren İsrail gözünü şimdi de ezanlara dikti.
İsrail'de "gürültü kirliliğine neden olduğu" iddiasıyla camilerden hoparlörle ezan okunmasının yasaklanmasını öngören yasa tasarısı yasama komisyonunda onaylanarak İsrail meclisine sevk edildi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, "gürültü yaparak insanları rahatsız ettiği" iddiasıyla ezanın yasaklanmasını öngören yasayı desteklediğini belirtti.
Başbakanlık yetkilileri, hoparlörlerden gelen yüksek ezan sesinden Hıristiyanlar ve Yahudilerin rahatsız olduğunu açıkladı. Tasarının yasalaşması için Meclis'te 3 oturumda tartışılması gerekiyor. Tasarıyı gündeme getirenler insanların artık günümüzde erken uyanmak için ezan yerine alarm kullandığını savunuyor.
Erbain Merasimine Ehl-i Sünnet Mensuplarının Anlamlı Katılımı
İslam'ın ve Peygamberimiz (s.a.a)'in düşmanları, Erbain merasimine karşıdırlar çünkü bu merasim Müslümanların iktidarının ve Sünni-Şii kardeşliğinin bir sembolüdür.
Irak'ın Necef ve Kerbela kentleri arasında Hz. Hüseyin (a.s) ve 72 yareninin şehit edilmesinin 40. gününe katılmak amacıyla düzenlenen dünyanın en büyük yürüyüşünün başlamasıyla birlikte, yürüyüşe Ehl-i Sünnet mensuplarının geçmiş yıllara oranla daha çok katılım gösterdikleri göze çarpmaktadır ve bazı Ehl-i Sünnet Âlimleri ve liderleri de Şiilerle omuz omuza bu yürüyüşe katılmaktadırlar.
Ehl-i Sünnet mensubu yürüyüşçüler, Necef-Kerbela yolunda bölgenin yerel halkı olan Şiiler tarafından sıcak bir şekilde karşılanmaktadır. Şiiler, Ehl-i Sünnet mensubu kardeşlerini görür görmez onların hizmetine koşuyor ve hatta onların ayakkabılarını boyuyorlar, ayaklarına masaj yapıyorlar.
Ehl-i Sünnet mensubu yürüyüşçülerden olan, Sistan ve Belucistan'da yaşayan Ömer Yasin konuyla ilgili olarak şu ifadeleri kullanıyor: Düşman, Erbain Merasimine "Şiilerin Haccı" gibi ünvanlar vererek ayrılık ve fitne çıkarmaya çalışıyor. Bu yürüyüşe Şiilerin dışında sadece Ehl-i Sünnet mensupları değil hatta diğer ilahi dinlerin mensupları da katılıyor ve bu yürüyüş hiçbir şekilde sadece Şiilere has olmamıştır. Peygamberimiz (s.a.a)'in hiçbir sahabesi veya halifesi hiçbir zaman Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beytin'e sevgi ve muhabbet göstermeyi yasaklamamıştır ve hatta düşman şunu bilmelidir ki; Ehl-i Sünnet de Peygamber (s.a.a)'in torunu Hz. Hüseyin (a.s)’i sevmektedir ve ona karşı muhabbet beslemektedir ve hatta onları talepte bulunurken vasıta kılmaktadırlar.
İslam'ın ve Peygamberimiz (s.a.a)'in düşmanları, Erbain merasimine karşıdırlar çünkü bu merasim Müslümanların iktidarının ve Sünni-Şii kardeşliğinin bir sembolüdür ve bugün Vahabilerin Ehl-i Sünnet ile hiçbir bağı yoktur ve Ehl-i Sünnet mensuplarının bu büyük merasime katılmasından rahatsızlık duyuyorlar ancak bunun bizim için bir önemi yoktur çünkü biz İmam Hüseyin (a.s)'e sevgi beslemenin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)'e sevgi beslemek gibi olduğunun farkındayız.
İmam Hamaney: Clinton -Trump ‘‘Farketmez’’ Tüm İhtimallere Hazırız
Bir kesim ABD seçimlerine üzüldü, bir kesim de sevindi, biz ne seviniyoruz nede üzülüyoruz, zira kimin gelip gelmediği bizim için farketmez çünkü Allah’ın yardımı sayesinde tüm senaryolara karşı hazırlıklıyız.
İran İslam Cumhuriyeti İnkılap Rehberi İmam Hamaney, 35 yıl önce Kutsal Savunma Yıllarının yaşandığı İran-Irak savaşında, Muharrem Operasyonunda verdiği 370 şehidi tarihe destan yazarak, teşyi eden İsfahan halkını kabul etti.
Konuşmasının bir bölümünde Amerika Birleşik Devletleri’nde ki son seçimlere de değinen İnkılap rehberi şunları söyledi: Yeni seçilen ABD cumhurbaşkanı, seçim propagandası sırasında yaptığı bir konuşmada şunları söyledi; savaş giderleri için ayrılan bütçeyi ülkenin içteki problemleri için harcasaydık, 2 kez Amerika’yı yeniden inşa ederdik.
Amerika son yıllarda ülke bütçesinin büyük bir bölümünü Irak, Afganistan, Libya, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde binlerce sivilin ölmesiyle sonuçlanan, onursuz savaşlara ayırdı.
Biz, ABD seçimlerini yargılamıyoruz zira Amerika aynı Amerika’dır. 37 yıl boyunca iktidara gelen her iki partide Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin İran milletine şerrinden başka hiçbir hayrı dokunmadı.
Bir kesim ABD seçimlerine üzüldü, bir kesim de sevindi, biz ne seviniyoruz nede üzülüyoruz, zira kimin gelip gelmediği bizim için farketmez çünkü Allah’ın yardımı sayesinde tüm senaryolara karşı hazırlıklıyız.
İnkılap rehberi, İmam Hüseyin (a.s) ve Kerbela şehitleri için Necef ve Kerbela arasında düzenlenen milyonluk Erbain yürüyüşünün büyük bir sermaye olduğunu ve muhafaza edilmesi gerektiğini söyledi.
İmam Hamaney, Konuşmasının sonunda; İran’ın ve İran milletinin, İslam ve İnkılap sayesinde tüm sorunlara galip geleceğini ve yarının bugünden daha iyi olacağı müjdesini verdi.
Bu film herkese iyi gelecek
Kültür
‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’ adlı film muhteşem görselliği, etkileyici atmosferi ve anlamlı mesajlarıyla İsamofobi’ye güçlü bir itiraza dönüşüyor.
Beklenen geldi, daha yapım aşamasında tartışmalara konu olan Mecid Mecidi'nin yeni filmi 'Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi', vizyona girdi. Konusu itibariyle İslam dünyasının yakından takip ettiği filmi sinema çevreleri de merakla bekliyordu. 40 milyonu bulan devasa prodüksiyonu, Suudi Arabistan ve Mısır'da konan yasaklar, Akkad'ın 'Çağrı'sına yapılan vurgular ve son olarak filmin İran adına Oscar'a aday gösterilmesi ilgiyi doruğa çıkardı. Diyanet İşleri Başkanlığı ve Prof. Dr. Hayrettin Karaman'ın olumlu görüş bildirmesiyle Türkiye'de gösterime giren 'Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi', Hz. Muhammed'in (s.a.v) hayatını konu eden Mecidi üçlemesinin ilk filmi. Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Baran ve Serçelerin Şarkısı gibi unutulmaz filmleriyle tüm dünyada büyük beğeni toplayan yönetmen Mecid Mecidi, Hz. Muhammed'in (s.a.v) hayatını da adeta bu çizgiyi devam ettirircesine çocukluk üzerinden ele almaya başlamış. Usta yönetmen, Fil Vakası, Hz. Muhammed'in (s.a.v) doğumu, çocukluğu ve ilk gençlik yıllarından nübüvvete uzanan olayları, klasik İslam kaynaklarına yaslandırarak 3 saatlik bir görsel yolculuğa dönüştürüyor.
Dünya ölçeğinde bir yapım
Görüntü yönetimindeki başarısı ve Mecidi'nin estetik olgunluğunu yansıtan şık kadraj, geçiş ve planların yanı sıra, ustalıklı görsel efektleriyle dikkat çeken film, günümüz dünya standartlarının üzerine çıkmayı başarıyor. Oscar ödüllü Hintli müzisyen A. R. Rahman'ın müzikleri ve gerçekliğe uygun biçimde oluşturulan etkileyici atmosferi, seyirciyi büyülü bir yolculuğa çıkarıyor. Mecid Mecidi, Fil Hadisesi başta olmak üzere Hz. Peygamber'in doğumu ve kimi mucize sahnelerinde yalnızca minimalist tarzda değil ana akım yapımlarda da büyük bir yönetmen olduğunu kanıtlamış.
Ancak bu kadar hassas olunur
Gelelim filmin tartışma konusu olan Hz. Peygamber'in temsili ve olayların tarihsel gerçekliği meselelerine. Şunu kesin bir dille ifade edelim ki, Mecid Mecidi bir sinemacının gösterebileceği en yüksek hassasiyeti göstererek İslam inancının 'tüm anlayışlarını' gözeterek ortak bir dil yakalamayı başarmış. İslam'ın sahih kaynaklarına aykırı tek bir bilgi barındırmayan film, sahneleriyle de bu bilgilere sadık kalmış. Hz. Muhammed'in (s.a.v) gösterilmesi mevzusunda aynı itidalli tavrı sürdüren yönetmen çocukluk ve gençlik yıllarını yüzünü göstermeden, sesi duyurmadan temsil sorununu büyük ölçüde çözüyor. Temsili karakterin yüzü gösterilmiyor, sözleri altyazı ile veriliyor. Filmin jeneriğinde temsili canlandıran oyuncuların isimlerine dahi yer verilmiyor. Hal böyle iken temsil mevzusundan yola çıkarak filme ve yönetmene ağır suçlamalarda bulunmak izahı mümkün bir durum değil. Aynı çevrelerin her yıl Ramazan ayında ekranlarda boy gösteren ve diğer peygamberlerin konu edildiği film ve dizilere bu tarzdan bir temsil itirazı yapmaması da ayrı bir tartışma konusu.
Eleştiriler hakkaniyetsiz
Yönetmen filmde hemen her sahnesini klasik siyer kitaplarına yaslamış. Filmde amcası Ebu Talip'in öne çıkarılarak Şii anlayışın vurgulandığı, Ebu Talip'in Hz. Peygamber'e olan desteğinin abartıldığı yönündeki yorumlar siyer okuma noktasındaki eksikliği gösteriyor. Zira ilk siyer kaynağı olarak anılan İbn-i İshak'ın meşhur Siyer'i ile İbn-i Kesir, Taberi, İbn-i Sad gibi Ehli Sünnet'in başucu kaynakları Ebu Talip'in Hz. Peygamber'i cansiperane biçimde koruduğu ve yeğeni için hayatını defalarca tehlikeye attığı olaylarla doludur. Öte yandan mucize sahneleri noktasında lirik bir üslubun tercih edildiği doğrudur ve bunun isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır. Ancak İslam tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber'e atfedilen sayısız mucizevi olay kayıtlı iken Mecidi'nin bunların yalnızca bir kısmını filme konu etmesi neden sorun teşkil ediyor, anlamak mümkün değil. Bununla birlikte filmi İslamofobi'ye bir cevap olarak planladığını söyleyen yönetmen Hz. Peygamber'in kölelik, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, kadın hakları, inanç ve fikir hürriyeti, hayvan hakları, sosyal adalet ve merhamet gibi çağımızın en önemli sorunlarını çarpıcı sahne ve diyaloglarla aktarmayı başarmış ve bu yönüyle vaadini yerine getirmiş. Dolayısıyla filmi Şii propagandası olarak yorumlamak ya da temsil meselesi nedeniyle ağır ithamlarda bulunmak hakkaniyetle uyuşmaz. Hz. Peygamber'e duyduğu muhabbeti herkesçe bilinen, nebevi mesajları tüm sinemasına incelikli biçimde işleyen, her konuşması, her açıklaması Hz. Peygamber'e duyduğu sevgi ve bağlılığı yansıtan bir yönetmeni peygambere saygısızlık ya da düşmanlıkla suçlamak zulümdür.
Yeni Şafak
ABD İran Aleyhindeki Yaptırımları 10 Yıl Daha Uzattı
Amerikan Temsilciler Meclisi, İran’a yönelik düşmanlığını, İran aleyhindeki yaptırımları 10 yıl uzatarak yeniden gösterdi.
AP’nin verdiği habere göre, ABD temsilciler meclisinde dün yapılan oylamada İran aleyhindeki yaptırımların 10 yıl uzatılmasını içeren yasa tasarısı hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler’in ortak desteğiyle kabul edildi.
1 olumsuz oya karşı 419 kabul oyuyla meclisten geçen İran aleyhindeki yasa tasarısının Amerika’da Trump’ın seçimleri kazanması sonrasına denk gelmesi, mevcut Amerikan hükümetinin İran karşısındaki siyasetlerinin eleştirilmesine yol açtı.
Sözkonusu kanunun Amerikan senatosunda da onaylanması ve daha sonra imza için Amerikan başkanına gitmesi gerekiyor.
Sözkonusu 10 yıllık geçerli olan kanuna göre, eğer İran, nükleer anlaşmaya bağlı kalmazsa bazı cezalara tabi tutulacak.
Amerika’nın İran aleyhindeki ilk yaptırım kanunu 1996 yılında Damato kanunları olarak biliniyordu ve sözkonusu kanun Amerikan kongresinde kabul edilmiş ve o zamandan bu yana üç kez uzatılmıştır. Sözkonusu kanunun süresi 2016 yılı sonunda bitiyordu.
Nükleer Anlaşma Sonrası Yaptırımların Temdit Edilmesi Anlaşma'nın İhlalidir
İran Milli Güvenlik Yüksek konseyi Sekreteri Ali Şemhani dün İran'ın kuzeyinde yer alan Gülistan eyaletinde yaptığı konuşmada, uluslararası denetleyicilerin ve ülkelerin nükleer anlaşma'nın İran tarafından icra edildiğinin teyit edildiğini ve karşı tarafın nükleer anlaşma'yı ihlal etmesi durumunda önceden öngörülen teknik paketlerin acil misilleme olarak hayata geçirileceğini bildirdi.
Amerikalı bir yetkilinin, Amerika'nın yurt dışındaki askeri müdahalelelerinin getirdiği ağır harcamalar nedeniyle Amerika'nın yeniden onarımının imkansız olduğunu itiraf etmesinin, İran'ın 30 yıldır üzerinde durduğu ve vurguladığı siyasetlerin haklılığını gösterdiğini belirten Şemhani, İslam inkılabının ilerlemesi ve başarılarının en önemli delilinin, düşmanlarının mahiyetini çok iyi ve doğru tanıması ve de düşmanların girişimlerine ve tehditlerine karşı yerli potansiyellerden istifada edilmesi olduğunu söyledi.
İran’dan Nijerya’ya sert tepki
İran Dışişleri Bakanlığı, Nijerya’da bir matem merasimine katılan müslümanlara düzenlenen saldırıya tepki gösterdi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi, Nijeryalı müslümanların matem merasinine düzenlenen saldırıya ilişkin yaptığı açıklamada, “Herhangi bir tehdit, şiddet ve tehlikeli yönü olmayan barışçıl dini bir törende müslümanların katledilmesi kabul edilebilir değildir” dedi.
Dün Nijerya’da bir matem merasimine düzenlenen saldırıda çok sayıda kişi hayatını kaybetti.
Nijerya Ordusu Erbain Merasimine Saldırdı: 50 Şehit
Nijerya’nın Kaduna eyaletinin Zaria şehrinde, bugün İmam Hüseyin’in şehadetinin 40.gününün yıldönümü münasebetiyle Nijerya İslam Hareketi önderliğinde binlerce Ehlibeyt aşığının katılımıyla düzenlenen Erbain merasimine Nijerya ordusu tarafından saldırı düzenlendi.
Nijerya ordusu Erbain merasimi kapsamında yürüyüş gerçekleştiren aralarında yaşlıların, çocukların ve kadınların da bulunduğu topluluğa 3 ayrı noktadan saldırarak uzun namlulu silahlarla rastgele ateş açtı.
Nijerya ordusu törene katılanların Erbain yürüyüşünü engellemek için defalarca kez biber gazı kullandı.
İslami İnsan Hakları Komisyonu Erbain töreni öncesinde Nijerya Devlet Başkanı Muhammadu Buhari’ye mektup yazarak Erbain merasimine katılacak Müslümanların can güvenliğinin sağlanması isteğinde bulunmuştu.
Ancak İslami İnsan Hakları Komisyonu ve Nijerya İslam Hareketi’nin tüm çabalarına rağmen Nijerya ordusu Erbain merasimine katılan sivillere saldırarak 50 kişiyi vahşice katletti ve yüzlerce kişiyi de yaraladı.
Haber kaynaklarının verdiği bilgilere göre; Nijerya ordusu Erbain merasimi hazırlıkları başladığı andan itibaren söz konusu töreni sabote etmeyi planlıyordu. Nijerya ordusunun saldırı planı yetkililerin bilgisi dâhilinde gerçekleşti.
Öte yandan; Nijerya devleti Nijerya İslam Hareketi’nin ülkedeki nüfuzunu azaltmak ve hareketin üyelerini fişlemek amacıyla kanlı bir baskı dönemi başlattı.
Hatırlanacağı üzere; Nijerya ordusu, 12 Aralık 2015 tarihinde Zaria’da Nijerya İslam Hareketi’ne ait bir mescide saldırmış ardından hareketin lideri Şeyh İbrahim Zakzaki’nin Zaria şehrindeki evine baskın düzenleyerek binlerce Müslüman’ı katletmişti. Olayın ardından ağır yaralan Şeyh Zakzaki ve eşi insan haklarına aykırı bir biçimde tutuklanmıştı.
Mezhepçiliği Kim, Niçin Yükseltiyor?
Allah’ın adıyla
Dünyada ki hiçbir devlet ya da hükümet başkanının ismini zikrederken bırakın mezhebini dinini bile vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, söz sırası Irak’a gelince “Irak’ın Şii Başbakanı İbadi” diyerek lafa başlıyor ve İbadi’yi mezhepçilikle suçluyorlar.
Türkiye’nin hatta dünyanın başına musallat olmuş PKK, FETÖ, El-Kaide, Taliban, IŞİD, Nusra, Boko Haram, Şebab gibi terör örgütlerini tanımlarken hiçbir zaman bu örgütlerin “Sünni” olduğunu vurgulama ihtiyacı hissetmeyenler, Lübnan Hükümeti’nin meşru koalisyon ortağını tanımlarken “Şii Hizbullah Hareketi” diyerek girizgah yapıp Hizbullah’ı mezhepçilikle suçluyorlar.
IŞİD ve diğer tekfirci örgütler her türlü kutsalı çiğneyip her ilkeyi ayaklar altına alarak Irak’ta yüz binlerce insanı katledilip milyonlarcasını mülteci durumuna düşürdüğünde, ne mazlumların ne de zalimlerin “din ve mezhepleri” ile ilgilenmeyenler, IŞİD’in Musul’dan doğal olarak Irak’tan temizlenmesi aşamasında birden “mezhep” damarları harekete geçirdiler. Bu güruh olmamış ve olmayacak “mezhep” çatışması üzerinden tehditler yağdırıyor.
IŞİD, Bağdat kapılarına dayanıp Sünni, Şii, Ezidi ve Hıristiyan tüm halkların hayatına ve kutsallarına kastettiğinde bırakın kıllarını kıpırdatmayı “IŞİD, bir terör örgütü değildir, IŞİD, öfkeli Sünni gençlerin oluşturduğu bir patlamadır” mealinde açıklama yapanlar, Irak’ın tamamen terörün kucağına terk edildiği bir anda sorumluluk alarak vatanlarını savunan Irak Kuvay-i Milliye’si olarak tanımlanabilecek Haşd-i Şabi’nin “tekfirci terörü” bitirme aşamasına gelmiş olması dolayısıyla bir anda Haşd-i Şabi’nin “Şii”liğini hatırladılar. Irak’ın öz be öz kendi insanından müteşekkil bu yapının nereye girip giremeyeceğini belirlemeye kalktılar
Amerika’nın BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla bölgeye şekil vermesine “Bu bir emperyalist projedir. Bu bir Siyonist harekettir” demeyenler, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla Büyük İsrail’i inşa etme projesine karşı koyanları “Şii yayılmacılığı” ile suçlama da hiçbir beis görmüyorlar.
Musul’u IŞİD’e teslim eden (Sünni) Vali Esil Nuceyfi’ye Türkiye’de lüks otellerde gününü gün etmesi için ortam hazırlayanlar, Irak ordusunu Musul’u Sünni olduğu gerekçesiyle savunmamakla suçluyorlar.
Her ağızlarını açtıklarında her kalem oynattıklarında Suriye’de azınlık Nusayri Esad Hükümeti’nin çoğunluğu Sünni olan Suriye halkını yönetemeyeceği ve devrilmesi gerektiğini savunanlar, söz sırası halkın Şii, yönetimin tamamının Sünni olduğu Bahreyn’e gelince dut yemiş bülbüle dönüyorlar.
“Ey İbadi!” diye başlayan cümlelerle “Irak’ta siyaset ve bürokratik makamları nüfus/mezhep dağılımlarına göre yapmalısın” diye üst perdeden racon kesenler, aynı mantık ve mantaliteyi Türkiye’de işletelim dediğinizde “efendim seçimi kazanan yönetir, onun dediği olur” ayağına yatıyorlar.
Bu zamana kadar siyasi, sosyal, dini ve kültürel asimilasyonun ana öğeleri olan hiçbir Amerikan (daha genel ifade ile Batı) filmi için kıllarını kıpırdatmamış yapılar, cemaatler, şeyhler, şıhlar, Hz. Peygamber (s.a.a)’in çocukluğunu konu alan “ Allah’ın elçisi Muhammed Resulullah” filminin seyredilmemesi için topyekûn harekete geçtiler. Tek karşı koyuş argümanları ise: “Bu film “Şii”ler tarafından yapıldı!” savunusu…
Akıl ve mantık çerçevesinde izahı mümkün olmayan bu paradoksal örnekleri sayfalar dolusu uzatmak mümkün. Ancak akıl ve basiret sahipleri için konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir.
Peki, bu örnekleri niçin sıraladık? Hep beraber müşahede ediyoruz ki, bir el Türkiye’de “mezhepçilik”i tırmandırmakta. Bu akli ve ruhsal rahatsızlık maalesef öyle bir noktaya vardı ki, toplumun etkin ve yetkin tüm şahsiyetleri “şizofrenik bir vaka” olarak her olayı “mezhep” temelli izah etmeye başladılar. İşte bu noktada şu soruya cevap aramak gerekiyor: “Mezhepçiliği kim, niçin yükseltiyor?”
1- Cehalet, taassup ve basiretsizlik: Bir tespit olarak şunu söyleyelim ki, “mezhepçilik”in esas kaynağı “cehalet ve taassup”tur. Türkiye’de özellikle dini cemaatlerde yaygın bir hastalıktır. Zira Türkiye’de cemaatler “bilgi ve akla” değil “itaat ve biat”e davet ederler. Ve yine cemaatler açısından esas olan “değerler ve ilkeler” değil “ritüeller”dir. Kendi “ritüel”ini “din” zanneden kitleler, farklı “ritüel” sahibi mezheplerin “değer ve ilkeler”ine hiç değer vermeksizin onları “öteki” olarak görmekte ve mücadeleye yönelmekte.
2- Gerçek düşmanı tanıyamama: Türkiye İslamcılığı dünyayı bir bütün olarak görememekte. Dünyayı bir bütün olarak görememe basiretsizliği de “hak-batıl” savaşı ve taraflarını doğru tanımlayamama hatasını beraberinde getirmede. Bugün sadece İslam ve Müslümanların değil tüm dünya mazlum ve mustazaflarının esas düşmanı ve yeryüzündeki zulmün esas kaynağı “Emperyalizm ve Siyonizm”dir. Ve bu iki akımın müşahhas karşılığı da “Büyük Şeytan Amerika ve Gasıp Siyonist İsrail Rejimi”dir. Tam bağımsız bir ülke ve “adalet-hürriyet-eşitlik” temelli bir yönetim inşa etmenin yegane yolu emperyalizm, siyonizm ve onların uzantıları ile mücadele etmekten geçmektedir. Bu mücadeleye fikirsel, ideolojik ve pratik olarak yeti ve cesareti olmayanlar, farkında olmadan “emperyalizm ve siyonizm”in kuklasına en iyi ihtimalle yandaşına dönüşmekte ve enerjisini onun işaret ettiği bir yönde tüketmekte.
3- İlke ve değer üretememe: Bölgesel lider küresel oyun kurucu olma arzusu her daim telaffuz edilmekte. Ancak böyle bir rol üstlenebilmek için bölgesel ve küresel değerler ve ilkeler üretmeniz gerekmekte. Halkları ve yönetimleri yanınıza çekmenin yegane yolu budur. Hoşumuza gider ya da gitmez Batı, “demokrasi” ilke ve değerleri ile dünyaya şekil vermekte. Siz en fazlasından onu taklit edebilir bir pozisyondasınız. Taklit işe yaramayıp yeni değer ve ilke de üretemeyince etrafta her biri bizden farklı etnik kökene sahip topluluk ve ülkelere mesaj vermek için geriye tek bir yol kalıyor:”Mezhepçilik!”
4- Başarısızlık ve basiretsizlikleri örtme aracı: Yukarıda işaret ettiğimiz maddelerin neticesi olarak gerek içsel ve gerekse bölgesel bir başarısızlık ve batağa saplanmışlık hali artık kimse için sır değil. Böyle bir durumda birinci olarak; “hakim kitleyi bir ve diri tutmanın en kolay yolu olarak mezhebi hassasiyetleri kaşımak ve bölgesel meselelerde alınan başarısızlığı “öteki”lerin üzerine yıkma girişimi en kolay ve basit yöntem olarak görülmekte.” İkincisi: “15 Temmuz sonrası göreceli de olsa “Batı” ile iplerin gerilmesi Türkiye için başta “ekonomik” olmak üzere pek çok riskli alan yarattı. Böyle bir durumda “Arap ülkeleri”nin destekleri ni sürekli arkada hissetme ihtiyacı var ki, onlara mesaj vermenin en etkin yolu olarak onların en hassas olduğu alan seçiliyor.!”
“Mezhepçilik”i yükseltmek, tüm evlerin ahşap ve bitişik olduğu bir mahallenin ortasına ateş yakmak gibi bir şeydir. Göreceli ve geçici kazanımlar için tüm mahalleyi ateşe verecek akılsızlık ve basiretsizlikten başta etki ve yetki sahipleri olmak üzere herkes kaçınmalı, akli ve vicdani sorumluluğunu kuşanmalıdır. Emperyalizm ve siyonizmin yüz yıldır hayalini kurduğu “Büyük İsrail Projesi”ne hizmet edecek her türden fikir ve amelden Allah’a sığınmalı ve uzak durmalıyız.
Muntazar Musavi / Rasthaber
Dr. İsam el-İmad: Selefiliğe 100 soru (2)
1968'de Yemen'de dünyaya gelen İsam el-İmad, Suudi Arabistan üniversitelerinde tahsil görmüş ve Bin Baz gibi önde gelen Selefi ulemasından ders almış bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. 1989 yılından beri Kum'da tahsilini sürdüren Dr. İsam el-İmad pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.
Medya Şafak olarak, Nasr TV'de yayınlanmış olan "Selefiliğe 100 Soru" programlarının tam çevirisini sırayla sunuyoruz.
Soru 5: Selefiler usul-i fıkıh ve usul-i din ile niçin çatışıyorlar?
Muasır fıkıhçılar tarafından çağın Fahreddin er-Râzi'si olarak adlandırılan büyük İslam âlimi Said Fude, fıkıh usulü ve din usulünü, iki ana kanal olarak tanımlar. Bu konuda önemli bir sözü vardır, "Selefi kardeşlerimden Ehl-i Sünnet hakkında derin ve etraflıca düşünmelerini istiyorum." Sonra diyor ki, "Çünkü Selefilerin evrensel problemi, fıkıh usulü ve din usulü (yani kelam ilmi) ile savaşmalarıdır. Bugün Selefi kardeşlerimizin genel problemi, tevhid alanında hataya düşmeleridir. Kelam ilminde, din usulünde ve tevhid ayetlerini anlamak konusunda hata ediyorlar." Çünkü, din usulü ve fıkıh usulü ile mücadele ediyorlar. Bizler, fıkıh usulü yoluyla tevhid ayetlerini anlamaya çalışıyorken, bu ilim ve bu metotlar ile savaşan kimseler tevhid ayetlerini nasıl idrak edebilirler? Bundan dolayı merhum âlim Said Havva, bu konuya dikkat çekerek "Selefiliğin ve Şeyh Muhammed Abdulvehhab'ın evrensel problemi, Kur'an-ı Kerim'i anlama usulüne önem vermiyor olmalarıdır" der. İşte bu fıkıh usulüdür. Kim fıkıh usulü okumazsa, Şeyh Muhammed Abdulvehhab'ın hatasına düşecek ve Müslümanları tekfir edecektir.
Soru 6: Selefilik ve İmam Şafii ile İmam Malik'i öldürme çağrısı
Merhum büyük İslam âlimi ve Ehl-i Sünnet imamı Said Havva'nın -ki Suudi Arabistan'da ders veriyordu- "La Nemdi Baiden" kitabında yer alan önemli bir sözü vardır: "Selefi düşüncesi iki cenahtan oluşuyor. Birinci cenaha göre, Rasulullah'a (s.a.a) tevessül eden kişi, müşrik ve kafirdir. Diğer cenaha göre ise, Yüce Allah'ın semanın üzerinde cismiyle, hissi olarak arşa oturduğu (Allah'a sığınırım) düşüncesini reddeden kişi müşrik ve kafirdir." Ardından İmam Havva buna cevaben şu sözleri zikrediyor: "Bu düşüncelere dayanırsak İmam Buhari'yi, İmam Müslim en-Nişaburi'yi, İmam Fahreddin er-Razi'yi ve daha nice İslam âlimini öldürmemiz, hatta cesetlerini yakmamız gerekiyor. Çünkü bu imamlar, Allah'ın hissi ve cismi anlamda arşa oturmadığını söylüyor. Aynı şekilde, Allah'ın Rasulullah'a (s.a.a) tevessül etmeye izin verdiğini belirtiyorlar. Öyleyse, Selefi üniversitelerine göre İmam Buhari, İmam Müslim, Kutub-i Sitte'yi yazan âlimler ve hatta tüm Ehl-i Sünnet; Şâfii, Mâliki âlimleri, Selefi mezhebinin dışındadır ve hepsinin öldürülmeleri gerekir." Bunlar, gerçekten tuhaf sözlerdir. Ben Selefi kardeşlerimden, benim sözlerimi değil, Said Havva'nın "La Nemdi Baiden" kitabında yer alan sözlerini gözden geçirmelerini istiyorum.
7. mesele: İbadetin tanımında hata ettiler ve Müslümanların kanını mubah saydılar
Ezher Şeyhi İmam Kudâi, yaklaşık yüz yıl önce Selefilik hakkında önemli bir görüş beyan etmiştir. İmam, "Bûrhan" isimli kitabında Vehhabi mezhebini okumanın haram olduğunu yazdı. Selefi kardeşlerime, bu konu hakkında düşünmelerini tavsiye ediyorum. İmam Kûdai bu mezhebi okumayı niçin yasaklıyor? Mısırlı Ezher Şeyhi Kudâi, konu hakkında son derece önemli bir noktaya değiniyor: "Vehhabi mezhebinin okunmaması gerekiyor, çünkü Muhammed Abdulvehhab'ın takipçileri Müslümanların kanını akıtıyor, başlarını kesiyor, kadınların rahimlerini parçalıyor ve Müslümanları tekfir ediyorlar."
İmam bunu 70 küsur sene önce haber veriyor. İmama göre onlar, "ibadet" kavramının yanlış tanımlıyorlar. Bunu ben söylemiyorum, İmam Kudâi bizzat konu hakkında şu ifadeleri kullanıyor: "Siz (Vehhabiler) ibadet kavramını anlamak konusunda hataya düşüyorsunuz. İbadetin Kur'anî ve Şer'î anlamı ile sözlük (lugat) anlamı arasındaki farkını doğru şekilde ayıramıyorsunuz. Niçin 'hac' kelimesinin Arap dilinde farklı bir anlamı olduğunu ve Kur'an dilinde şer'i bir başka anlama geldiğini söylüyorsunuz öyleyse? Aynı şekilde oruç ve zekatın sözlük manası ile Şer'î anlamlarının ayrı olduğunu ikrar ediyorsunuz. Öyleyse niçin haccın, zekatın ve orucun sözlük ve Şer'î manalarının farklı olduğunu kabul edip, 'ibadet' kelimesinin sözlük ve Şer'î anlamları olduğunu reddediyorsunuz?"
İbadet kavramın anlamı mühimdir, çünkü eğer Vehhabilerdeki gibi ibadetin dilsel anlamı ile Şer'î anlamlarının aynı olduğu şeklinde bir yanlış anlama ortaya çıkarsa, bu milyonlarca Müslüman'ın öldürülmesine sebep oluyor. İmam Kudâi'nin ortaya attığı görüşü hakkındaki bakış açımızı yenilememiz gerekiyor. Çünkü Vehhabiler'in düştüğü bu hata, kabul görebilecek sıradan bir hata değildir. Bir milyondan fazla Müslüman'ın öldürülmesine yol açmıştır.
8. mesele: Selefiler Hz. Rasulullah'ın (s.a.a) sevgisinin tadından habersizdirler
Değinmek istediğim bir diğer konu da, yolundan gittiğimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a) karşı muhabbet beslemektir. Eski bir Selefi olarak akidem hakkında şunu söyleyebilirim, biz Nebi'yi elbette seviyorduk. Ancak burada önemli bir ayrılma noktası bulunuyor. Sünni dünyanın takip ettiği Muhammed Said Ramazan el-Bûti, "Merhile Zemeniyye la Mezheb İslamî" adlı kitabında Selefilere bir soru yöneltiyor; "Selefiler niçin (Rasulullah'a) tevessül etmiyorlar?" Ardından soruya muhteşem bir cevap veriyor Bûti. Nebi'yi sevmiyorlar demiyor, ancak konuyu şu cümle ile ifade ediyor: "Onlar Nebiyi (s.a.a) sevmenin lezzetini tatmıyorlar."
Hz. Rasulullah'a sevginin lezzetine varmak, inanarak O'nun kutlu doğum gününü anmayı sağlar. Siz ise bunun aksine mevliti yasakladınız! Rasûl-ü Azam için şiirler, kasideler okunmasını ve uzaktan ziyaret edilmesini yüzyıllar boyu haram saydınız! İmam Bûti'nin de vurguladığı gibi, düşmanlarına dayanarak Selefilerin Rasulullah'ı (s.a.a) sevmediğini söylemek mümkün değildir. Hayır! Ben Selefiydim ve elbette Rasulullah'ı seviyordum. Ancak O'na duyduğum sevgi ile muhabbetin lezzetini tadamıyordum.
Kendisinden başka ilah olmayan Yüce Allah'a yemin olsun, eğer siz Nebi'ye muhabbetten İmam el-Bûti gibi lezzet alıyor olsaydınız, O'nun doğum yıldönümünü kutlamayı yasaklamazdınız! Ben onlara, sevmek ile sevgiden lezzet almak arasındaki fark üzerinde uzun uzadıya düşünmelerini tavsiye ediyorum. Bu iki olguyu birbirinden ayırabilen, problemi de çözmeyi başarır. Bu, iki annenin evlatlarına olan sevgisine benzer. Bu annelerden ilki, evlendiği vakit beklemeden hamile kalır ve çocuğunu kucağına alır. Diğer anne ise, kırk yıl boyunca bekledikten sonra çocuğunu kucağına alabilmiştir ancak. Şüphesiz iki anne de çocuğunu seviyordur, ne var ki uzun yıllar bekleyen anne, sıradan bir sevgiden çok daha büyük bir lezzet ile çocuğuna muhabbet duyacaktır! Ona şiirler okur, tevessül eder. Diğer taraftan on tane çocuğu olan kadın ise, kocasından ve çocuklarından ayrılmaya bile hazırdır. Rasulullah'ın (s.a.a) sevgisinden lezzet alma meselesi de kırk yıl bekledikten sonra doğan yavrusuna gözünün bebeği gibi bakan kadına benzer. Diğerleri ise, on tane çocuğunu sevdiği gibi Nebi'yi seviyorlar. İki durum arasında azımsanmayacak derecede fark vardır.
Soru: 9: Muhammed Abdülvehhab dışında binlerce âlim tevhidi anlayamadı mı?
Çeyrek asırdan fazla zaman önce, Suudi Arabistan'da bulunduğumuz yıllarda, resmi müfredatımızda tevhid hakkında iki ayrı kitap okutuluyordu. Bunlardan ilki, Muhammed Kutup'un derlediği kitabı idi. Bu kitap, Kur'an şehidi Seyyid Kutub'un "Fizilal´il Kur`an" tefsirinin özeti idi. Diğer eğitim gördüğümüz tevhid kitabı ise, Muhammed Abdulvehhab'ın eseriydi. Bir gün, Şeyh Rebii el-Medhali geldi ve "Krallığın eğitim sisteminde büyük bir hata var. Muhammed Kutub ile Muhammed Abdulvehhab'ın tevhid kitapları birbiri ile çelişiyor" dedi.
Şimdi, Selefiliği terk etmeme sebep olan sorulardan birini arz edeceğim. Muhammed Abdulvehhab bir tevhid kitabı yazdı (bizi darboğaza düşüren bir kitap) ve biz bunu sorgusuz kabul ettik. Diğer yandan da Mısırlı Ehl-i Sünnet müftüsü ve Ezher Şeyhi İmam Muhammed Abduh, Şafii İmam Fahreddin er-Razi, Sünni İmam Zemahşeri, müfessir İmam Taberi, "İhyau Ulumuddin"in yazarı İmam Gazali ve Seyyid Kutub'un tevhid hakkındaki kitaplarının şirk içerikli olduklarını öne sürdük. Bu şekilde binlerce tefsir damıtılarak derlenen tevhid kitaplarının şirk içerdiğini dayattılar bize. Akıl ve mantıkta bunun yeri var mıdır? Binden fazla müfessir, tevhid ayetlerini anlayamadı da sadece Şeyh Muhammed Abdulvehhab -üstelik Hz. Peygamber'den bin küsur sene sonra- anlayabildi öyle mi? Selefi kardeşlerime sormak istiyorum, binlerce tefsir âliminin hepsinin hata etme olasılığı var da, Şeyh Abdulvehhab'ın neden yok?
Soru 10: Arap değil misiniz? Arapça bilmiyor musunuz?
Selefi kardeşlerimden, Mekke-i Mükerreme müftüsü merhum Bin Alevi'nin "Tashih el-Mefahim" kitabını okuyup, üzerinde düşünmelerini rica ediyorum. Bahsi geçen kitapta "Arap dili kısa ve özlülük (icaz) dilidir" ifadesi geçiyor. Bu ifadeyi bir örnek ile açıklayacak olursak, Kur'an-ı Kerîm'de "O köye sor" (Yusuf-82) ifadesi yer alıyor. Tüm İslam mezheplerinin müfessirleri, bu ayette bir kısaltma olduğunu beyan ediyor. Öyle ki, ayeti kerimede belirtilmek istenen köy halkına sorulmasıdır.
Bir insanın dua ederken, "Ya Muhammed" veya "Allah'ım senden Muhammed (s.a.a) hürmetine istiyorum" demesi de aynı şekildedir. "Ya Muhammed" dendiği vakit, Selefiler hemen Muhammed'den (s.a.a) yardım istemenin (istiğase) küfür ve şirk olduğunu söyler. Bin Alevi bu konuda şöyle söylüyor. "Siz Arap değil misiniz? Arapça özet dilidir. 'Ya Muhammed' diyen kişi, özetle 'Allah'ım senden Muhammed (s.a.a) hürmetine istiyorum' demiş olur." Buna göre yardım istemek, tevessülün kısaltılmış halidir.
Öyleyse neden bu söz hakkında etraflıca düşünmüyoruz da, en ufak bir şey için insanları tekfir ediyoruz? Namaz kılanlar, farz ya da müstehap her namazda "Allahû ekber" lafzını tekrarlamıyorlar mı? "Allah'tan başka ilah yoktur" demiyorlar mı? Bu kişiler "Ya Muhammed şifa ver" dediğinde, hemen tekfir etmek yerine oturup düşünmek daha evla değil midir? Bu sözle "Allah'ım Muhammed'in hürmetine bana şifa ver" denmek isteniyor. Merhum Mekke müftüsünün dediği gibi, bir yerde kısaltıyor başka bir yerde açıklıyoruz. Tevessül, yardım istemenin (istiğase) ayrıntılandırılmış halidir. Yardım istemek de kısaltılmış tevessüldür.
BM Suriye Özel Temsilcisi: Nusra Cephesi Halep’i terk etmeli
BM Suriye Özel Temsilcisi Tahran'da
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Cabiri Ensari’nin resmi daveti üzerine, Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura bugün Tahran’a geldi.Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın bir istişare görüşme kapsamında bugün Tahran’da İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Cabiri Ensari ile bir araya geleceği belirtildi.
Alınan bilgiye göre, söz konusu görüşmede, Suriye krizi başta olmak üzere Irak, Yemen ve Afganistan’daki gelişmeler ve terörle mücadele gibi konuların ele alınacağı öngörülüyor.
İran ziyatetinde Staffan de Mistura’nın ülkenin diğer üst düzey yetkilileriyle de görüşeceği bekleniyor.
Geçen hafta Cabiri Ensari, Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisini yakında Tahran’a geleceğini duyurmuştu.
BM Suriye Özel Temsilcisi:Nusra Cephesi Halep’i terk etmeli
Tahran’da bulunan Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, Nusra Cephesi’nin bir terör örgütü olduğunu ve Halep’i terk etmesi gerektiğini vurguladı.Birleşmiş Milletler'in Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, İran Dışişleri Bakanı'nın Afrika ve Arap Ülkeleri İşlerinden Sorumlu Yardımcısı Cabiri Ensari ile bir araya geldi.
Gerçekleşen görüşmenin ardından basın mensuplarına açıklamada bulunan Staffan de Mistura, teröristlerin sivilleri kalkan olarak kullandıklarına karşı çıkmak için BM’nin devreye girdiğini belirterek, “Halihazırda Biz ve BM Genel Sekreterliği sivillerin tahliyesi için büyük çaba sarfediyoruz” ifadesini kullandı.
“Helep’in doğu ve batı bölgelerinde her türlü katliam ve cinayeti kınıyor, teröristlerin bu kenti terk etmelerini de istiyoruz” diyen BM Özel Suriye Temsilcisi, Halep’in adı geçen bölgelerinde bütün askeri faaliyetlerin durdurulması ve Nusra Cephesi terör örgütünün söz konusu kentin doğusunu terk etmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Staffan de Mistura, sözlerinin bir bölümünde de “Bu bölgede yönetim şekli için kentin doğu ve batı bölgelerinde yaşayan halkla irtibata geçmemiz gerekir. Dolayısıyla da adı geçen bölgelerde her tür çatışmanın durdurulması gerekir" şeklinde konuştu.