
کارگر
Lübnan'da ki İran Büyükelçiliğine saldırı
Lübnan'ın başkenti Beyrut'taki İran Büyükelçiliği binası karşısında bombalı saldırı yaşandı.
Beyrut'un El Cenah Bölgesi'nin Be'r El Hasan Semtinde bombalı saldırı gerçekleştirildi. İran Büyükelçiliğinin karşısında yaşanan bu şiddetli patlama sonrasında, büyükelçilik binasında büyük maddi hasar meydana geldi.
Bazı kaynaklar elçilik binasına roketli saldırı gerçekleştirildiğini iddia ederken, yetkililer saldırının bir arabaya yerleştirilen 2 bombanın patlaması sonucu gerçekleştirildiğini bildirdi.
İlk belirlemelere göre saldırı sonucunda 23 kişi hayatını kaybetti. Saldırıda çok sayıda kişinin de yaralandığı belirtildi. Saldırı sırasında İran'ın Beyrut Kültürel ateşesi İbrahim Ensari ve Büyükelçilik bekçisi de hayatını kaybetti.
Elçilik saldırısını El Kaide üstlendi
El Menar'a konuşan görgü tanıkları, bombaların kalabalık bir mahalle olan Bir Hassan'da birer dakika arayla patladığını söylediler. Haaretz ise, ölü sayısının 23, yaralı sayısının ise 146 olduğunu duyurdu. Bir güvenlik görevlisinin AP'ye aktardığına göre, ilk bombayı motorsiklet kullanan bir intihar bombacısı patlattı. Daha güçlü olan ikinci patlama ise bomba yüklü bir araçta meydana geldi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marziye Akfam resmi IRNA Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada, Kültür Ataşesi İbrahim Ensari'nin durumunun 'ağır' olduğunu, ama hala 'yaşam belirtileri' gösterdiğini söyledi.
Jane's savunma danışmanlığı şirketinden terör uzmanı Charles Lister, Beyrut'taki bombalı saldırıları, El Kaide bağlantılı Abdullah Azzam Tugayları'nın üstlendiğini duyurdu. Şeyh Siraceddin Zureykat'ın açıklamasına dayandırılan bilgide, patlamalara çifte intihar saldırısının yol açtığı belirtiliyor.
gerçekgündem
"Aşura tam anlamıyla bir terör örneğidir.."Ayetullah Hadevi Tahrani İle İlginç Bir Söyleşi (1)
İslam’daki “Kısas” hükmünün anlamı nedir? Acaba Kısas şiddet ve vahşet midir? İslam’da din değiştirenlerin hükmü nedir? Mürtet hükmünün felsefesi nedir? İslam’daki “cihat” mefhumunun anlamı nedir? İslam’daki Cihat ile Hıristiyanlıktaki mukaddes savaşlar arasındaki farklar nelerdir? Kölelik İslam’ın kabul ettiği bir şey midir? İslam kölelik hakkında ne düşünmektedir? Terörizmden ne anlıyoruz?...
Aşura vakıası ve İmam Hüseyin ve yaranlarının kıyamı, çeşitli yönlerden incelenmesi gereken boyutlara sahiptir. Bu meyanda, öyle anlaşılıyor ki Kerbela’nın hamasi ve duygu yönü ağır bastığından hadisenin insan hakları boyutuna bakılmamıştır.
“İnsan Hakları” ve “İnsancıl Hukuk” alanında geniş araştırmaları bulunan Kum Havza İlimleri Hariç ders üstadı ve Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı Yüksek Konsey üyelerinden “Ayetullah Doktor Mehdi Hadevi Tahrani” ile ABNA Haber Ajansı ve aylık “Gencine-i Mecme” dergisine özel bir röportaj gerçekleştirdik. Röportajda “İslam, Aşura kıyamı, cihat, mürtetlik hükmü ve terörizmle olan irtibatı ve İslam düşmanlarının tebliğ ve propaganda çalışmaları ele alındı.
ABNA: Son yıllarda İslam karşıtı yeni bir dalga ile karşı karşıyayız. Genelde din ve terörizm, özelde ise İslam dini ile terörizm arasında dünya kamuoyuna bu iki argüman arasında bir irtibatın olduğu izlenimi verilmeye çalışılmaktadır. Sizce bu iki argüman arasında bir ilinti ve irtibat var mıdır?
— Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. Elhamdulillahi rabbi’l alemin ve salallahu ale Muhammed’in ve Alih-i tahirine’t tayyibin el Hudatu’l Mehdiyyin siyyema Bekiyyetellahi fi’l Arazin.
İmam Hüseyin aleyhi selam ve yürek parçalayıcı Kerbela hadisesinden dolayı taziyelerimi sunuyorum.
Eğer genel olarak mevcut semavi dinlerin kavram ve konseptine bakacak olursak dinlerin, günümüzde gündeme getirilen anlamda ve terörizmin bir ölçütü olan şiddet ve huşuneti tasvip etmediğini görürüz. Bu konu, birkaç ay önce benim “Dinler Açısından Terörizm” bölümünün başkanlığını yaptığım “Uluslararası Terörizmle Mücadele” Zirvesinde bizimle Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında gündeme gelen bir konuydu. Orada dinlerin kavram açısından, dinlerin gündemde olan anlamıyla, yani çeşitli konulara mantıksız ve yasal olmayan davranış tarzına muhalefet ettiği ifade edildi. Eğer özel anlamda İslam dinini nazarda alırsak İslam, kanun ve yasamayı ön planda tutan bir dindir. Müslümanların İslam’daki davranış mecmuası ister birbirleriyle olan ilişkilerinde olsun ve ister Müslüman olmayan başkaları ile olan ilişkilerinde olsun ve hatta isterse çevre ile olan ilişkilerinde olsun yasal ve mevzuata uygundur. Gerçekte bu çerçeveye aykırı davranışlar İslam açısından, yasal ve başka bir ifadeyle şeri bir davranış sayılmamaktadır. Anlatılan o yasal çerçeveye baktığımız zaman, tüm davranışların tamamı bir taraftan mantıklı ve bir taraftan umumi çıkarların korunması için maslahat noktalarına bağılı olduğu görülecektir. Bu iki özellik göz önünde bulundurulduğunda, terörizm ve delilsiz ve yasal olmayan bir şekilde birisinin sahneden silinmesi (öldürülmesi) asla İslami kavramlar metninde anlamlı olmayacaktır. İslam’ın davranışları hatta gayri Müslimlere bile insaf ve adalete riayet edilecek tarzda olmuş ve yasaların dışına çıkılmaması için son derece dikkat gösterilmiştir. Nitekim savaşlarda Peygamber efendimiz –Allah’ın salat ve selamı ona ve ehlibeytine olsun- İslam savaşçılarına tavsiyelerde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: Savaşa girdiğiniz zaman sivillere, kadınlara, yaşlılara, hastalara ve çevreye dikkat ediniz. Çevrenin kirletilmesi, sulara zehir katılması ve ağaçların kesilmesini yasaklayan bizleri uyaran bir çok hadis vardır. Yani İslam dini savaş durumunda bile tam anlamıyla yasal ve kanunlara riayet eder. Kanun ise hikmet üzerine kurulu, insaf ve adalete riayet esasına göredir. Tüm bunlara rağmen savaş doğal olarak şiddet ve huşuneti içinde barındırmaktadır. Böyle bir savaş sahnesinde bile İslam’ın sevgi ve şefkatin doruğunda hareket ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla İslam, bugün uluslararası siyasi toplumda bilinen anlamıyla terörizme muhaliftir. Bu muhalefetlik ise İslam’ın düşünce ve inançsal köklerinden kaynaklanmaktadır.
ABNA: İslam açısından, terör ve terörizm nasıl tarif edilir? Cihat, kısas, mürtetlik ve diğer şeylerle arasında ne gibi farklar vardır?
— İslam Devrimi Lideri İmam Hamaney, terörizmle mücadele zirvesine bir mesaj gönderdi. Mesajında bizim terörizm hakkındaki tanımımızın somut ve müşahhas olması gerektiğini vurguladı. İhlallere karşı yasalar çerçevesinde yasal bir girişimde bulunmak terörizm değildir. Amerika’da bir yasa çerçevesinde bir adamın idam cezasına veya başka bir ağır cezaya çarptırıldığını farz edin, eğer o kişiye karşı girişilen tutum yasalara riayet edilerek gerçekleştirilmişse, bu durumda bizler bu işin terörizm olduğunu söyleyemeyiz, ancak yasal olmayan bir şekilde eğer bir girişimde bulunmuşlarsa o vakit bu işin terörizm olduğuna veya olmadığına dair konuşma ortamı doğar. Ancak sizin sorduğunuz sorudaki örneklerin hepsinin yasalar çerçevesinde bir yeri vardır. Yani “kısas” kişisel bir haktır. Eğer bir adam zarar görmüşse, zarar görmüş adamın kendisi veya geride kalanlarının (velilerinin) görülen zararın bir benzerinin karşı tarafta oluşmasını istemeye hakkı vardır. Elbette eğer o şahıs bilerek bu zararı gerçekleştirmiş, tüm yasal koşullar oluşmuş ve adil bir yargıç tarafından suçu ispat edilmişse bu böyledir. Bu durumda onların kısas istemeye hakkı vardır. İslam, “kısas” hükmünü koyarak zarara uğramış aile ile zarara uğratan aile arasında kan dökülmesine (kan davalarına) neden olabilecek zarara uğrayan ailenin içsel rahatsızlığını bu şekilde (kısasla) bertaraf etmiştir. “Kısasta hayat vardır.” Sözünün anlamı da bu açıdandır. Siz kısas ettiğiniz zaman, zarara uğramış kişinin acı ve derdinin teskin olma ortamı hazırlanmış olur ve neticede geçmişte ve İslam’dan önce yaşanan çatışmalar (şu anda bazı ülkelerde halen yaşanan kan davaları) bertaraf edilmiş olur. Dolayısıyla “kısas” bir taraftan güvenlik ve emniyet oluşturmaktadır. Bu anlamda ki birileri bir suç işlemeye yeltendikleri vakit, bu cezaların varlığından dolayı bu suçu işlememek için dikkat etmektedirler. Gerçekte İslam’daki cezaların aslı, önlem içindir. Suç işledikleri zaman ise cezalarını çekeceklerdir. Bu cezalarda gerçekte hem başkaları da bu suçları işlemesinler diye ibret mahiyetinde hem de zarar ve ziyana uğramış aile için bir teskinliktir. Tüm bunlar toplumda bir çeşit güvenlik ve emniyetin oluşmasına neden olmaktadır.
irtidat (mürtet) konusu ise gerçekte toplumun inanç ve itikat güvenliğinin temin edilmesi içindir. Elbette bu konuda ulemalar arasında çeşitli tartışmalar bulunmaktadır, ancak hadislerden elde edilen şey şudur ki evet insanlar itikat ve inançları konusunda özgürdürler, ancak eğer inancını değiştirmek gibi bir düşüncesi varsa ve inancını değiştirdiğini izhar eder ve bunu duyurursa gerçekte bu inancın izhar edilmesi toplumda inançsal bir emniyetsizlik ve güvensizliği peşi sıra getirir. Bu nedenle o şahsa müdahale edilmektedir. Bu müdahale de yasalar çerçevesinde yasal bir müdahaledir. Elbette şunu da söylememiz gerekir ki bu tür konuların İslami yargılama koşullarında ispatı çok çetindir ve bu cezalar çok rahat bir şekilde icra edilmemektedir.
Cihat konusunda ise şunu söylememiz gerekir ki cihat konusunda İslam’daki anlamıyla Hristiyanlık tarihinde bulunan mukaddes savaş arasında bir mugalata yapılmaktadır. Hıristiyanlık tarihi –elbette Hz. Mesih İsa’nın (a.s) gerçek dini değil- kanlı savaşlarla doludur. Bunların önemli bir bölümü Hristiyanların kendi aralarındaki savaşlardır. Farklı Hıristiyan mezhepleri arasında yüzyıllar boyunca yaşanan savaşlarda birbirlerinden milyonlarcası ölmüştür. Özellikle Avrupa’nın çeşitli dönemlerinde Katoliklerle Protestanlar arasında yaşanan savaşlarda milyonlarca insan ölmüştür. Mukaddes savaş olarak lanse ettirilen şey, karşı tarafı bir mezhebe geçmeye zorlamaktı. Yani gerçekte Katolikler Protestanları, Katolik yapmak için onlarla savaştılar. Protestanlar da Katoliklerle onları Protestan etmek için savaştılar. Bu sebeple ben bir hatırayı hiç aklımdan çıkarmam. Lübnan’da Ermenilerle bir konferansımız vardı. Orada birisi İran diğeri Suriye’den katılan iki ermeni uzman bir nokta üzerine vurgu yapmakta ve şöyle demekteydiler: Ermenilerin tarihinde, (farklı mezhepteki) Hıristiyanların Ermenilere musallat olduklarına şahidiz. Ayrıca Müslümanların da onlara musallat olduklarını biliyoruz. Onların ifadeleri şu şekilde idi: Müslümanların Ermenilere hakim oldukları dönemlerde, Ermeniler inanç ve ibadetlerinde özgürdüler ve dini merkezleri bulunmaktaydı. Bu konularda hiçbir sıkıntıları yoktu. Halbuki farklı mezheplerden Hıristiyanların Ermenilere hakim oldukları dönemlerde onları öldürmekte ve ibadet merkezlerini tahrip etmekteydiler. Onlardan mezheplerini değiştirmelerini ve onların mezheplerine geçmeleri için baskı yapıyorlardı.
Bu tür müdahaleler, yani karşı tarafa bir inancın tahmil edilmesi, İslam kültüründe yoktu ve olmaz. Bizler Peygamber efendimizin (s.a.a) döneminde savaşlara şahidiz. Bu savaşlar tahmil edilmiş ve savunma savaşlarıydı. Peygamber efendimizden sonra da bazı savaşlar yaşanmıştır. Bunlarda İslam hükümetinin genişletilme savaşları idi. Elbette bu savaşlar Hz. Ali bin Ebu Talip (a.s) gibi şahsiyetlerin karşı çıktığı savaşlardı. Hz. Ali (a.s) bu tür savaşlara muvafık değildi, ancak tarihi olarak gerçekleşmiş savaşlardır. Yine de bu savaşlarda başkalarına karşı davranışlarda İslam hükümlerine dikkat edilmiştir. Örnek olarak Müslümanlar gayri Müslimlerle savaşmaya başladıkları zaman gayri Müslimler son ana kadar direnmekte ve sonuçta Müslümanlar onlara galip gelmekteydi. Bu savaşlarda İslami kurallar dikkate alınmış ve ona göre davranılmıştır. Bu savaşlarda Müslümanlar kayıplar ve yaralılar vermekteydiler. Bu durumda Müslümanların birkaç seçenek hakları vardı. Ya onların hepsi öldürülecek ve bir kişi bunları yok edecekti ki genellikle böyle olmazdı. Ya onları köle ve cariyelere çevireceklerdi. Yani gerçekte onların gururlarını kıracaklardı. Üçüncü yol ise onlarla anlaşma yaparak Müslümanların himayesi altına girerek fıkıh açısından zimmi olmayı kabul edeceklerdi. Ancak savaşlarda ve hatta halifeler döneminde bile önerilen seçenek şuydu: Gayri Müslimler eğer istiyorlarsa onlarla zimmi anlaşma yapılıyordu. Onlardan zorla dinlerini değiştirmeleri veya öldürülmeleri yahut köle olmaları istenmiyordu.
Elbette kölelik İslam’dan önce vardı ve İslam öncelikle köleliğin ortaya çıkış noktalarını ciddi anlamda azaltmış ve onu yalnızca koşullarıyla cihat savaşlarında mümkün kılmıştır. İkinci olarak çeşitli faktörlerle kölelerin azat edilmesi için ortamlar yaratmıştır. Halbuki Hıristiyanlık tarihinde (son dönemlerinde bile) kölelik şiddetli bir biçimde yaygındı. Örneğin Kristof Kolomb, deniz yoluyla Afrika’ya yol bulduğunda, milyonlarca insanı Afrika’dan Avrupa’ya ve sonradan Amerika’ya köle olarak götürmüştür. Şu anda bile Amerikalılar aynı yolu sürdürmektedirler. Yani kölelik İslam’ın zuhurundan yüzyıllar sonra Batı kültüründe bulunmaktaydı ve maalesef şu anda bile vardır. Bazı Amerikalı dostlarım bana şöyle diyorlar: “Günümüz dünyasında köleliğin olmadığı sözü doğru değildir. Zira Amerika’nın bazı eyaletlerinde henüz bile kölelik yasal olarak vardır. Şu anda Kum’da yaşayan Amerikalı düşünür “Legenhausen” 15 yıl kadar önce benimle yaptığı söyleşisinde bana şunları söylemişti: “Amerika’nın bazı eyaletlerinde kölelik halen yasaldır. Amerika’da köleliğin tam olarak bittiği sözü doğru değildir!”
Şunu söylemek istiyorum ki İslam tarihinde kölelere davranış bile yumuşak bir mantık, şefkat, sevgi ve maslahat üzerineydi. Onları doğru yola hidayet etmek istemekte ve özgürlüklerinin ortamını hazırlamaktaydı. Dolayısıyla şunu arz etmek istiyorum ki şu anda gündemde tutulan irtidat, kısas ve cihat gibi İslam’ın hükümlerini terörizmin mısdaklarından bilmelerinin nedeni, terörizm hakkındaki kavram ve mefhumları yanlış yorumlamalarından dolayıdır. Elbette cihat, çok önemli bir hükümdür. Zira Peygamber efendimizin (s.a.a) buyurduğu gibi hem küçük cihada, yani dışsal savaşlara, hem de büyük cihada şamildir. Yani içsel savaş ve nefisle mücadele. Buradan da anlaşılmaktadır ki cihat, hayır ve şerrin mücadelesi, değer ve normların, değer ve insanlık karşıtlığıyla mücadelesidir. Bu mücadele bazen dış sahada ve fiziki bir şekildedir, bazen de içsel ve ruhi bir şekilde tahakkuk bulmaktadır. Elbette bu noktayı da burada vurgulamak istiyorum ki Batılıların İslam’ı şiddet dini, terörizm ve huşunet dini olarak tanıtmak istemesi ve İslam’la savaş ve mücadelesi asla yeni bir şey değildir. Eğer siz, Orta Çağ Edebiyatının İslam’a bakış açısına bakacak olursanız göreceksiniz ki o zamanlarda İslam dinini kılıç dini olarak tanıtmaktaydılar. Halbuki İslam medeniyetinin tarihi gerçekleri ile Hıristiyanlık medeniyetinin tarihi gerçekleri okunduğu zaman kılıç dininin Hıristiyanlık dini olduğu ortaya çıkacaktır. Elbette Hz. İsa’nın (a.s) Hıristiyanlığı değil, bilakis Hıristiyanlar, Hıristiyanlık tarihinde insanları bir çok yerlerde kılıçla Hıristiyan (Katolik veya Protestan) yapmışlardır. Hıristiyan olmayan bir çok toplumu kılıçtan geçirmişlerdir. Halbuki İslam böyle davranmamıştır. Sizler Will Durant’ın Medeniyet Tarihi kitabını mütalaa ediniz. Yazarın anlaşıldığı kadarıyla İslam’a bakış açısı pozitif olmamasına rağmen İslam tarihi ve Hıristiyan tarihi arasındaki bakış açısına bir bakınız.
Röportajın ikinci bölümünü en kısa zamanda yayınlayacağız…
İran: 'Uzlaşma olmamasından Batı sorumlu'
ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Abu Dabi ziyaretinde Batılı güçlerin İran'a 'ortak bir öneri sunduklarını' söyledi. Kerry, “Fransızlar imzaladı, biz imzaladık ve herkes bunun adil bir öneri olduğu konusunda uzlaşmıştı. İran o dakika uzlaşmayı kabul etmedi.” dedi.İslami İran Dışişleri Bakanı, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin sözlerine tepki gösterdi.
Mehr haber ajansının bildirdiğine göre, önceki akşam İran haber kanalının özel programına katılan İslami İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, Abu Dabi’de yaptığı açıklamada nükleer müzakereler esnasına İran tarafı işin başına gelmediğini dile getiren John Kerry’ye tepki göstererek, bu sözlerin bazı gruplar ve çevrelerin endişelerini gidermek amacıyla dile getirildiği gibi karşı tarafın güven ve itibarını zedeleyeceğini söyledi.
Kerry tarafından dile getirilen sözler gerçeklere aykırı olduğunun altını çizen Zarfi, görüşmelerin başarısız olma nedeninin 'İran olmadığını' söyledi.
Zarif, İran halkı tarafından batılı ülkeler için sağlanan bu fırsata işaret ederek, bu durum İran halkının güvenini kazanmak için tek çare olduğunu konuşmasına ekledi.
Konuşmasının bir bölümünde UAEK Başkanı Yukia Amano’nun önceki gün Tahran’a yaptığı ziyarete işaret eden Muhammed Cevad Zarif, bu ziyaret kapsamında İran ve UAEK arasında mutabakat imzalanmasından memnuniyetini dile getirerek, İran ve UAEK arasında çözülmemiş konu olmamasına çalıştıklarını ifade etti.
Zarif, UAEK nezdindeki İran dosyasının olağan duruma gelmesi gerektiğini kaydetti.
Aşura Ehl-i Beyt’in Yas Günü
Yüce Allah’ın Adıyla
Aşura[1] Ehl-i Beyt’in Yas Günü
İslam’a inanan her müminin kalbi, mutlaka Hz. Muhammed-i Mustafa’nın sevgi ve muhabbetiyle doludur. Bu sevgi ve muhabbetin imanı tamamlayan bir unsur olduğu o kadar açıktır ki bu konuda delil getirmeye bile gerek yoktur. Ancak hatırlatma babından konuyla ilgili bir ayet ve bir hadise işaret edelim:
Allah Teala buyurmuştur ki:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, biriktirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve beğendiğiniz evler, size Allah'tan, Peygamberi'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emrini (azabını) getirmesini bekleyin.” (Tevbe: 24)
Ve Resulullah da buyurmuştur ki:
“Bir kul nezdinde ben; kendisinden, çocuklarından, malından ve ailesinden daha sevimli olmadıkça o mümin olmaz.” (Şeyh Tusi, El-Emali, 416)
Ehl-i Beyt kayanaklarından aktardığımız bu hadisin benzeri Ehl-i Sünnet kaynaklarında da yer alır:
Buhari şöyle nakleder:
“Sizden birinize, ben babasından, çocuğundan, ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz. (Buhari, Es-Sahih, 1/32)
Müslim de aynı hadisi Vucub-i mahabbet- Resulillah babında rivayet etmiştir.
Hiç şüphesiz Ehl-i Beyt’i, ezcümle Hz. Hasan’ı ve Hz. Hüseyn’i sevmek de Peygamber’e sevginin ayrılmaz bir parçasıdır.
Reslulullah buyurmuştur ki:
“Hüseyin bendendir ve ben de Hüseyindenim” Allah, Hüseyn’i seveni sever; Hüseyin peygamberlerin torunlarından bir torundur. (İbn-i Kuleveyh, Kamilu’z-Ziyarat, 52; İbn-i Mace, Es-Sünen c. 1, s. 165; Tirmizi, Es-Sünen,13/ 395).
Hz. Hüseyn’nin her türlü kötülük ve kusurdan uzaklaştırılmış ve tertemiz kılınmış Ehl-i Beyt’ten olduğu da Resulullah’tan gelen sahih hadislerde açıklanmıştır:
Örnek olarak aba hadisine işaret edebiliriz. Resulullah (s.a.a) bu hadiste Hz. Hüseyin’in Ehl-i Beyt’ten olduğunu bildirmiştir: Tirmizi’nin bu konuyla ilgili rivayeti şöyledir:
"Kuşkusuz Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötilüğü gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor" ayeti Umm-i Seleme’nin evinde Peygamber’e indiğinde Peygamber; Fatima, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı ve Ali de Peygamber’in arkasında yer almıştı, Peygamber onların üzerlerine abayı çekip şöyle dedi: Ey Allah! Bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir; bunlardan her türlü kötülüğü gider ve bunları tertemiz kıl. Umm-i Seleme ben de bunlarlayım mı? Ey Allah’ın Peygamberi! dedi. Peygamber: Sen kendi yerinde kal! Sen hayır üzeresin.” Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 351. Elbani bu hadisi sahih olarak niteler.
Ve Muslim de bu olayı şöyle nakleder:
"Bir gün Allah Resulü (s.a.a) sırtında siyah keçi kılından örülmüş, desenli bir aba ile dışarı çıktı. Önce Hasan geldi, onu abasının altına aldı; sonra Hüseyin geldi, onu da abasının altına aldı; daha sonra Fatıma geldi ve abanın altına girdi; daha sonra Ali geldi, onu da diğerleriyle birlikte abanın altına aldı ve şöyle buyurdu: "Kuşkusuz Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor."
Bu rivayet azbir tabir farkıyla çeşitli senetlerle bir çok muteber Şia ve Ehl-i Sünnet kaynağında yer almıştır. Hatta bu hadis mutevatir hahiste aranan şartları tasımaktadır. Bu hadisi nakledenler arasında şu büyük muhaddisleri ziktetmek mümkündür: Kuleyni, el-Kafi c. 1. S. 287; Müslim, es-Sahih, Ehl-i Beyt'in Faziletleri Babı, c.7, s.130; Beyhakî, es-Sünen'ül-Kubra, Peygamberin (s.a.a) Ehl-i Beyt'i Kimlerdir Babı, c.2, s.149; Taberi, Tefsir, c.2, s.5; İbn-i Kesir, Tefsir, c.3, s.485 ve Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensur, c.5, s.198-199; el-Ayyaşi, Tefsir, c. 1 s. 250
Yine Ehl-i Beyt’e sevginin imanın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu aşağıdaki hadisden de anlamak mümkündür.
Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde kendi senedi ile Said b. Cübeyr'den, o da İbn-i Abbas'tan (r.a) şöyle nakleder: "Meveddet Ayeti (De ki: "Buna karşılık sizden o yakınlarımı sevmekten başka bir mükâfat istemem.) nazil olduğunda Peygamber'e, "Ya Resulallah! Sevgi ve muhabbetleri bize farz olan yakınların kimlerdir?" diye sordular. Resulullah, "Onlar Ali, Fatıma ve onların iki evladıdır." diye buyurdu."
Zira bu hadiste ehlibeytin muhabbeti peygamberin risaletinin karşılığı olarak nitelendirilmiştir. Ehlibeyt sevgisinin bu özelliği onun bütün farzlardan daha üstün olduğunu göstermektedir.
Bu hadis, aşağıdaki kaynaklarda nakledilmiştir: (Suyutî, ed-Dürr'ül-Mensur, c.6, s.7; Heysemî, Mecma'üz-Zevaid, c.9, s.168; Kurtubî, el-Camiu’ li Ahkâm'il-Kur'an, c.16, s.21-22. Taberanî, el-Mu'cem'ül-Kebir, Müsned-i İmam Hasan, c.1, s.125.)
Bu sevgi ister istemez onların çektikleri eziyet ve zulümler karşısında duyarsız kalmamayı, onların hüzün ve acılarını paylaşmayı gerektirir. Eğer Peygamber’e ve Ehl-i Beytine gelen bir musibet sevdiğimiz bir yakınımıza gelen bir musibet gibi kalbimizi incitmiyorsa, bu mubarek zatlara olan sevgimizin gerçek bir sevgi olmadığını gösterir. sözde kalan bir iddiadan öteye geçmez ve böyle bir insanın imanı da sağlam bir iman sayılmaz.
Kerbela faciasında Peygamber’in göz nuru ve çiğer paresi İmam Hüseyin ve evlatlarının - ki o facianın vuku bulduğu dönemde Reslullah’ın yeryüzündeki onlardan başka evlatları ve torunları yoktu - çektikleri acı ve ıstırap tarihte ender yaşanan acılar arasındadır.
Resulullah’ın evlatları yani İmam Hüseyin, çocukları ve yanındaki sadık dostları suçsuz yere Yezid’in ordusu tarafından muhasaraya alınmış ve üç gün susuz bırakıldıktan sonra çocukların bir içim su! feryatları arasında, İmam Hüseyn’in gençeleri ve yarenleri kılıçtan geçirilmiş ve sonra İmam’ın kendisi susuz olarak başı kesilmiş mubarek bedeni atların ayakları altında çiğnetilmiş sonra hanımları, kızları ve çocukları zincirlere vurulmuş başları açık, şehirlede esirler olarak dolaştırılmışlardır.
Oysa ki İmam Hüseyin ve evlatları hiçbir suç işlemeden bütün bu zulümlere maruz kalmışlardır. Onların tek suçu, adam öldüren, zulüm eden, içki içen, zina yapan ve bu kötülükleri işlerken dinle de alay eden “Eğer bunlar Muhammed’in dininde haram ise bunları Musa’nın dini üzere yapıyorum” diyebilen bir kişiye yani Yezid’e halife olarak biat etmemeleriydi. Eğer Hz. Hüseyin Yezid’e Resulullah’ın halifesi olarak biat edecek olsaydı artık dinin temeli yıkıma uğrayacaktı. Nitekim Hz. Hüseyin şöyle diyordu:
Eğer ümmetin başında Yezid gibi bir önder olursa artık İslam’ı unutmak gerekir.
Hz. Hüseyin bütün bu acıları tahammül etti ki müslümanların ölü vicdanları uyansın ve din ve insanı değerler uğruna fedakarlığın değeri bilinsin.
Bütün bu olayların cerayan ettiği yerin adı Kerbela ve vuku bulduğu gün Muharrem ayının onuncu günü yani aşura günü idi.
Elbette böyle bir gün Peygamber ve Ehl-i Beyt’i için hüzün günüdür. Ehl-i Beyt İmamları da hep bu günü yas günü bilmişlerdir. Değerli Muhaddis Şeyh Abbas Kummi bu günün Ehl-i Beyt tarafından yas günü bilindiği hakkında yaklaşık kırk rivayet derlemiştir ve Nefesu’l-Mehmum kitabının başında bu hadislere yervermiştir.
Bu rivayetlerden üç tanesine aşağıda aktarmakta yarar vardır:
1. Şeyh Saduk İbn-i Mesrur' dan o da Amir' den o da amcasından o da Ebi Mahmut oğlu İbrahim' den rivayet ediyor ki: İmam Rıza (a.s) şöyle buyurdu:
“Muharrem ayı öyle bir aydır ki, Cahiliyet döneminin Arapları bile o ayda savaşmayı haram bilirlerdi; böyle bir ayda bizim kanımızı helal bildiler ve hürmetimiz çiğnendi, evlat ve ailemiz esir edildi, barınaklarımız yandırıldı, bütün mal varlığımız yağmalandı. Ve Resulullah'ın yakınları olarak bizlere hürmet gösterilmedi. Hz. Hüseyin'in başına gelen hadise (Aşura günü hadisesi) bizim yüreklerimizi yaralamış, yaralarımızı kanatmış ve gözyaşlarımızı akıtmış, Kerbela çölünde bizim azizimizin hürmetini çiğnenmiş, ve haşre dek bizlere keder ve bela yüklemiştir. Ağlayanlar Hz. Hüseyin a.s gibi birisine ağlasın! Ona ağlamak büyük günahları yokeder.”
Sonra şöyle devam etti:
“Muharrem ayı girdiğinde babamın (İmam Musa Kazım) güldüğü görülmezdi, on günü hep hüzünle geçirirdi. Muharrem’in onuncu günü olduğunda ise o günü kendisine mûsibet, hüzün ve ağlama günü yapardı ve "bu gün, Hüseyin’in katledildiği gündür" derdi.”
2. Yine Muhammed ibn-i Ali ibn-i Babevey Kummî (r.a) senetli olarak İmam Rıza (a.s)’dan rivayet etmiştir ki İmam Rıza şöyle dedi:
"Bizim musibetlerimizi duyup bize yapılan zülme ağlıyan kimse kıyamet günü bizim derecemizde olur. Bizim musibetlerimizi duyup ağlayan veya ağlatan kimse gözlerin ağladığı gün ağlamaz, bizim anımız için kurulan meclislerde oturan şahsın kalbi, kalblerin öldüğü günde ölmez.”
3. Şeyh Mufid sahih senetle Eb-i Harun Mekfuf'dan rivayet ediyor ki, şöyle dedi:
"Ben İmam Ca'fer Sadık’ın yanına vardım İmam Sadık: Hz. Hüseyn'in yası ile ilgili şiir oku! dedi. Ben de (sade bir şekilde şiiri) okudum; ama o böyle değil! Kendi aranızda nasıl okuyorsanız, Hz. Hüseyn'in kabri'nin yanında nasıl okuyorsanız öyle oku! dedi.
Ben şu mısraları okudum:
Hüseyn'in kabrine uğrasan pak vucuduna şöyle seslen...[2]
İmam Sadık ağlamaya başladı; o ağlamaya başlayınca ben durdum, "devam et" dedi. Ben okumayı sürdürdüm, o bana daha fazla oku dedi ve ben de “Ey Meryam[3] kalk Hüseyn’in için ağıt söyle… şiirini okudum.
Yine İmam Sadık ağladı ve perde arkasından hanımlar yüksek sesle ağladılar; ağlama sesleri kesilince İmam Sadık: Ey Eba Harun! Kim Hz. Hüseynin hakkında bir şiir okur ve on kişiyi ağlatırsa onun mukafatı cennettir. Sonra bir kişiye varıncaya kadar sayıyı azalttı ve kim Hüseyin hakkında şiir okuyup bir kişiyi ağlatırsa onun mukafatı cennettir" dedi. Sonun da ise "kim Hüseyn’i hatırlayıp ağlarsa onun mükafatı cennettir" dedi.
Bu ve onlarca bunun gibi muteber hadislerden iyice anlaşılıyor ki aşura günü Ehl-i Beyt için hüzün günüdür. Ehl-i Beyt İmamları da hep bu günü yas günü bilmişlerdir. Aşura gününü şenlik günü bilmek Peygamber ve Ehl-i Beyt’in yarasına tuz dökmektir ve bu işle kişi gerçekte safını Ehl-i Beyt’ten ayırır; Ehl-i Beyt’in düşmanlarının yani Yezid’in safında yer aldığını ortaya koymuş olur. Elbette Emeviler Ehl-i Beyt’e olan düşmanlıklarından ve İmam Hüseyin’in şahadetini anmanın etkisini azaltmak için Aşura günün kutlu bir gün olduğu hakkında çeşitli rivayetler uydurmuşlardır. Ve bu din iddiasıyla yaptığı cinayetleri örtmek isteyen her hakim düzenin kendi bekasını sağlamak için başvuracağı en doğal bir yoldur.
Kur’an Kerim de açıkça buyuruyor ki:
“Allah, bir kişinin içinde iki kalp var etmemiştir.” (Ahzap: 4)
İmam Cafer Sadık (a.s)'dan bu ayetle ilgili olarak şöyle nakledilmiştir: "Allah, bir kişinin içinde biriyle bir topluluğu ve diğeriyle de onların düşmanlarını sevmesini sağlayacak iki kalp var etmemiştir." Bkz. el-Burhan Tefsiri, Mecmeu'l-Beyan'dan naklen.
Sözümüzü bitirmeden Hz. Hüseyn’in yasını dile getiren ünlü Azeri Şair Şehryar’dan bazı beyitler naklederek İmam Hüseyin hakkında şiir okuyup ağlayan kimselere ait şerefe nail olmaya çalışalım:
Merhum Şehriyar şöyle diyor:
Atanda Harmele[4] ok Kerbela’da
Göreydin düşmen ağlar leşger[5] ağlar
Hüseyn’e yerler ağlar göğler ağlar
Betul-u Mürteza, Peygamber ağlar
Rübab[6], nisgil döşünde süt görende
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - Aşura, Muharrem ayının onuncu günü anlamındadır.
[2] Bu mısra Seyid Himyeri’nin İmam Hüseyin hakkındaki meşhur şiirinin bir parçasıdır. Seyid Himyeri Kufe’de Hicri 105’de dünyaya gelmiş ve 173’de vefat etmiştir. Ehl-i Beyt ve özellikle İmam Hüseyin’in mersiyesi içerikli şiirleri için İmam Ca’fer Sadik ona Seyyidu’ş-Şuara ( En büyük Şair) lakabını vermiştir. Bk. El-Gadir, c. 232. A’yanu’ş-Şia c. 1 s. 586.
[3] Hz. Fatıma kastedilir.
[4] - Kerbela çölündeki Yezid’in ordusunda bulunan keskin nişancı. O attığı zehirli okla Hz. Hüseyn’in kucağındaki süt emer cocuğunun (Ali Asger’in) boynunu hedef almış ve şehit etmiştir, Hz. Hüseyin, son anlarda Ali Asger’i vedalaşmak veya diğer bir rivayete göre düşmandan ona bir içim su almak için kucağına almış ve düşman ordusuna doğru gelmişti. Ömer Saad’ın (Yezid ordusunun komutanı) emriyle Harmele, Ali Asger’i hedef alarak onu şehit etmiştir. Hz. Hüseyin onun boynundan akan kanı avcına doldurup göğe septiği ve “Allah! Şahit ol bu kavim bize zulüm ettiler” dediği rivayet edilmiştir.
[5] Leşger, ordu anlamındadır. Yani bu feci olayı gördüğünde ordu (düşman ordusu kastedilir) ağlamıştır.
[6] Rubab, Ali Asger’in annesidir. Kerbela vakıasında bulunmuş ve o feci olaylara şahit olmuştur. Şair Aşura günü Rubab’ın su bulunmadığı için göğsünde süt olmadığını bu yüzden Ali Asger’in susuz şehit olduğunu ve annesinin sonraları göğsunde süt oluşunca o vakıayı anıp ağladığını ifade ediyor. Nisgil yazık anlamındadır.
MURTAZA TURABİ
Nasrallah: "İsrail var oldukça direniş sürecektir". Nasrullah’ın Aşura Konuşması / Tam Metin
Muharrem ayının 10. günü münasebetiyle düzenlenen programda konuşan Hasan Nasrallah’ın konuşmasının tam metni...
Elhamdülillahi rabbil alemin vesselatu vesselamu ala seyyidina ve nebiyyina hatemennebiyi ebul kasım Muhammed ibn Abdullah
Salat ve salam olsun Peygamberin aline ve ashabına ve diğer bütün peygamberlere. Esselamu aleyküm ey Efendimiz, ey Ebu Abdullah, ey Allah’ın Rasulu.
Ve sonsuz selam olsun senin yolunda şehit olanlara.
Hüseyin’e, Hüseyin’in oğlu Ali’ye, Hüseyin’in tüm çocuklarına ve ashabına, alimlerimize, bacılarımıza kardeşlerimize, hepinize selam olsun.
Dün akşam olduğu gibi bugün de sizlere azminizden ve kararlılığınızdan ötürü teşekkür etmek istiyorum. Bu sizin sevginizin, imanınızın ve sadakatinizin olağan bir yansımasıdır.
Değerli bacılarım ve kardeşlerim, sizler Hüseyin’i ve Hüseyin ile birlikte Aşura günü şehit olanları anmaya geldiğinizde onun bu çağdaki temsilcileri olmuş oluyorsunuz. Allah’ın dininin hakim kılınması için mücadele edenlere ve Allah’ın Rasulünün yardımcısı olanlara selam olsun.
Müminlerin Emiri, Hz. Ali’nin yardımcısı olanlara, Fatimat’uz Zehra’nın yardımcısı olanlara, Ebi Muhammed el-Hasan İbni Ali’nin yardımcılarına ve destekçilerine selam olsun.
Ebu Abdullah el-Hüseyin’in destekçilerine selam olsun.
Selam olsun azim, kararlılık, bağlılık, cesaret, sadakat ve adanmışlık ehline.
Bugün bir kez daha gösteriyorsunuz ki sizler, kendisini ölümle tehdit eden Ubeydullah İbn’i Ziyad’a karşı kıyama duran Zeynel Abidin’in (a.s) gerçek takipçilerisiniz.
İbn Ziyad, Zeynel Abidin’i korkutabileceğini ya da kışkırtabileceğini sanmıştı; ama İmamımız Zeynel Abidin o gün öyle bir şey söylemişti ki; o söyledikleri bugünün yol göstericisi ve şiarı olmuştur: “Ey zalimler siz beni ölümle mi korkutuyorsunuz? Biliniz ki Allah yolunda ölmek ve şehit olmak bizim için bir şeref ve onur vesilesidir.”
Bugün, her yıl olduğu gibi bir kez daha zilleti reddeden şehitlerin ve direniş erlerinin efendisine olan biatimizi tazelemek için toplanmış bulunuyoruz. Bizim kulaklarımız, kalplerimiz ve zihinlerimiz, Aşura’da kıyam eden ve “beni iki seçenek arasında bıraktınız” diyen özgürlük savaşçılarının ve direniş erlerinin efendisi olan efendimizin yolundadır. Bugün bizi izzet ile zillet arasında tercih yapmak zorunda bırakanlara diyoruz ki “Zillet bizden uzaktır”.
Allah ve Rasulu ve Müminler ve de diğer binlerce insan, bizim boyun eğmemizi ve zilleti tercih etmemizi istemiyor.
Çok fazla zamanınızı almayacağım; dün birçok noktaya değinmiştim.
Aşura’da ilk olarak şunu ilan ediyoruz ki; direnişimizi sürdüreceğiz; imkanlarımızdan ve silahlarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.
Bunlar, ülkemizi, halkımızı ve izzetimizi koruyabilmemizin esaslarıdır. Halkımızın bağımsızlığını ve ülkemizin zenginlikleri ile kaynaklarını koruyabilmemizin esaslarıdır.
Lübnan’daki bazı kesimler Fransız direnişini örnek gösteriyor ve diyorlar ki onlar özgürlükten sonra silahlarını bırakmışlardı. Ama onlar şunu unutuyorlar: Fransız direnişi, düşman yok olduktan sonra sona ermişti. Nazilerin projesi çöktükten ve Nazi Almanya’sı yok olduktan sonra, Hitler ve generalleri ortadan kalktıktan sonra, Fransız Direnişi de sona ermişti. Bu generallerin bir kısmı öldürüldü, diğerleri intihar etti ve böylece direnişi gerektiren tehdit ortadan kalkmış oldu.
Fakat Lübnan örneğinde durum böyle değildir. 25 Mayıs 2000 tarihinde direniş, Lübnan topraklarını işgalden temizlemiştir fakat düşman halen daha varlığını sürdürmekte, gücünü korumakta ve niyetlerini diri tutmaktadır. Düşman halen daha bizim mukaddesatımıza ve toprağımıza gözünü dikmiş durumdadır.
Düşman bizi tehdit ediyor, bize komplolar kuruyor ve bizimle savaşmak için hazırlıklar yapıyor. Bu durum karşısında bizden istedikleri nedir? Sahayı düşmana mı bırakalım? Aşura gününde şunu çok dürüst bir şekilde söylüyoruz: Direnişin olmasını gerektiren durumlar var olduğu müddetçe, düşmanın tehdidi, saldırganlığı ve savaş çığırtkanlığı devam ettiği müddetçe Seyyid Abbas’ın Şeyh Ragıb Harb’in Hacı Imad’ın direnişi de devam edecektir.
İkinci olarak İslam ümmetinin temel meselesi olan Filistin’i ve Filistin halkının meselesini ve Filistin’in kutsallarını hatırlamamız gerekiyor. Hiç kimse/hiçbir ülke kendi iç meselelerini bahane ederek bu meseleden yüz çeviremez. Tüm Müslümanlar Filistinlilerin çektikleri karşısında onlarla aynı safta olmak zorundadır. Filistin topraklarının özgürleşmesi için bir yardım eli uzatmak zorundadır.
Üçüncü olarak Arap ve Müslüman ülkelerin bölünmesini ve dağılmasına karşı çıkıyoruz. Tüm bu ülkelerin toprak bütünlüklerini koruması gerektiğini düşünüyoruz. Ülkelerin iç meselelerinin diyalogla ve siyasi müzakereler ile hikmet üzere çözülmesi gerektiğini vurguluyoruz. Suriye’de, Bahreyn’de, Yemen’de, Libya’da, Tunus’ta, Mısr’da ya da diğer İslam ve Arap ülkelerinde...
Dördüncü olarak, bizim Suriye’deki varlığımızı ve bizim özgürlük savaşçılarımızın Suriye toprakları üzerindeki varlıklarını konuşmamız gerekiyor... Daha önce de dediğimiz gibi bizim Suriye’deki varlığımız, Lübnan’ı savunmak Filistin’i ve Filistin davasını savunmak içindir. Bizim Suriye’deki varlığımız, direnişin temel direği olan Suriye’yi savunmak içindir. Uluslararası ve bölgesel tekfirci saldırılardan kaynaklı tehlikelere karşı koymak içindir. Tüm bu sepeler Suriye’de var oldukça biz de var olacağız.
Lübnan’daki sorun ise birilerinin her seferinde bir şeyler denemesi ve o denemenin sonuçlarını bir sebebe dönüştürmeye çalışmalarındandır. Açık konuşacağım; Lübnan’da hükümet kurma şartı olarak bizim Suriye’den çekilmemizi isteyenler, gerçekleşmesi imkânsız bir şart öne sürüyorlar ve bunu kendileri de biliyorlar. Herkes şunu çok iyi bilsin ki Suriye’yi pazarlık konusu etmeyeceğiz; Lübnan’ı ya da Filistin meselesini, bütün olarak Direniş Eksenini asla pazarlık konusu etmeyeceğiz. Tüm bunları hükümette bakanlık elde etme pahasına değiş tokuş edecek değiliz. Herkes de biliyor ki; stratejik dış tehditler, yönetime ve bölge insanlarına tehlike arz ettiği müddetçe biz bunların pazarlığını yapmayız. Çünkü karşı karşıya kalınan bu tehditler, hükümette koltuk sahibi olmaktan çok daha fazla önem arz eden şeylerdir. Gerçekleşmesi imkânsız olan bu şartlarla öne çıkan Lübnanlı taraflara gerçekçi olmaları çağrısında bulunuyorum. Bunlar daha önceleri bize “eğer, hükümette bizimle birlikte olmak istiyorsanız; silahlarınızı bırakın” diyorlardı. Daha sonraları ise “garanti istiyoruz, silahların gölgesinde kurulmuş bir hükümet istemiyoruz” diyorlardı. Biz hiçbir zaman silahların ya da direnişin arkasına sığınmadık. Biz hiçbir zaman böyle bir talepte bulunmadık, bulunmuyoruz, gelecekte de bulunmayacağız.
Şimdi de diyorlar ki Suriye’den çekilmediğiniz müddetçe hükümete katılmayacağız. Ben de diyorum ki bizim Suriye’de olmak için sizden teminat almaya ihtiyacımız yok; olmadı; olmayacak! Gerçekçi davranalım ve tüm bu ön şartlar bir kenara koyulduktan sonra Lübnan içindeki problemlerle nasıl başa çıkıldığını görelim.
Beşinci olarak, Huseyin’in (a.s), dedesi Muhammed’in (s.a.a) dini için ve dedesi Muhammed’in (s.a.a) ümmeti için şehit edildiği Aşura gününde, İslam’ın farklı mezheplerine mensup insanlarla aramızdaki kardeşliğin altını çizmemiz gerekiyor. Özellikle de Sünni ve Şiiler arasındaki kardeşliğin. Bizler Tekfirciliğin tüm Müslümanlar için tehlike arz ettiğini söylemiştik. Bu söylediğimiz şey, delillerini İslam ülkelerinde bir bir ortaya koyuyor. Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da, Somali’de, Tunus’ta, tekfircilerin bulunduğu her yerde Ehli Sünnet de bu mantığın kurbanı oluyor. Bu mantık, hem Müslümanlar hem Hristiyanları tehdit ediyor. Eğer birlikte mücadele edersek bu tehlike ile başa çıkabilir, onu etkisizleştirebilir ve yok edebiliriz.
Altıncı olarak insanlığın günü olan, gökyüzünden gelen mesajın yeryüzünde bir kez daha hayat bulduğu gün olan Aşura’da Lübnanlılar olarak birliğimizi ve ortaklığımızı vurgulamak zorundayız. Tüm tarafları ayrılıklarımızı ve anlaşmazlıklarımız olmasına rağmen ortak kaderimiz için ortak toplantılar yapmaya davet ediyoruz. Çünkü ancak bu şekilde ülkemizi korumayı başarabilir ve halkımızın onurlu bir şekilde yaşamasına vesile olabiliriz.
Ey bacı ve kardeşlerim, sizler bugün buraya İmam Hüseyin’in (a.s) çağrısına kulak vermek için geldiniz. Her yıl olduğu gibi bizler de bunun için buradayız. Biz direniş hareketi olarak bu çağrıyı Lübnan’ı savunduğumuzda da cevaplamıştık; bugün bir kez daha bu çağrıyı kendi halkımızı savunarak, vahdeti savunarak ve direniş eksenini savunarak cevaplayacağımızı ilan ediyoruz. Bu uğurda sesimizi yükseltmeye gücümüz yettiğince İmam Hüseyin’in çağrısına kulak vermek için haykırmaya devam edeceğiz:“Lebbeyke Ya Huseyn!”
Bir kez daha size şükranlarımı sunuyorum, Allah sizden razı olsun. Lübnan Ordusu’na ve resmi güvenlik birimlerine teşekkür ediyoruz. Bugün, dün gece ve geçtiğimiz on gün boyunca çabalarını esirgemeyen tüm kardeşlerimize ve bacılarımıza teşekkür ediyoruz. Tüm bu yaptıklarımızı Allah kabul etsin diyor ve Allah’a hamd ediyoruz. Allah’tan muradımızı yerine getirmesini niyaz ediyoruz. Bizi Hüseyin ve yarenleri ile birlikte kılmasını niyaz ediyoruz.
Allah’ın rasulüne selam olsun, onun yolunda şehit olan şehitlere selam olsun. Tekrar görüşmek ümidiyle herkes ellerini havaya kaldırsın: “Selam olsun Hüseyin’e, Hüseyin’in oğlu Ali’ye, Hüseyin’in çocuklarına ve ashabına”.
Esselamualeyküm cemi’an ve Rahmetullah..
isra haber
İran’da dinî azınlıklar, kendileri ve ülkelerinin kaderinde belirleyici rol oynuyor
Vatandaşlık hakları kararının hazırlanmakta olduğunu vurgulayan Cumhurbaşkanımız Hasan Ruhani, İran’ın dinî azınlıkların, ülkelerinin ve kaderlerinin belirlenmesinde belirleyici rol oynadığını belirtti
. İslami Şura Meclisi’nin dinî azınlıkların temsilcileriyle görüşen Ruhani “İslami devrim zaferinden beri hem anayasada hem de düzen görüşünde ilahi dinlerin konumu ve kimliği resmen tanındı ve buna göre tüm resmî dinî azınlıklar, törenler düzenleyerek dinî vecibelerini ve ibadetlerini yerine getirebilirler” dedi.
Anayasaya göre dinî azınlıkların mecliste temsilcileri olduğunu, kendi ve ülkelerinin kaderinde söz sahibi olduğunu ve bu konuda belirleyici rol oynadığını vurgulayan Ruhani “hükûmet sloganlarında da vurgu yaptığı gibi vatandaşlık haklarına bağlıdır ve vatandaşlık hakları kararını hazırlamaktadır” dedi.
Ruhani “şu anda vatandaşlık hakları kararının hazırlanmasında ülkenin önde gelen hukukçularıyla görüşmeler yapmaktayız. Söz konusu karar hazırlandığı an açıklanacak” dedi.
Zengin kültür mozaiğini tutum ve davranışlarda kabul etmeleri gerektiğini vurgulayan Ruhani “ülkemizde dinî azınlıklar, kutsal savunma ve devrim zaferi gibi farklı alanlarda İran milletinin yanındaydı hepimiz tek bir millet ve topraklarda yaşıyoruz. Bu yüzden zorluk varsa hepimizindir huzur varsa da hepimiz için vardır”.
İran İslam Cumhuriyetinin anayasasında dinî azınlıklar
Madde 13 : Kanunlar çerçevesinde tanınan dini azınlıklar sadece Zerdüştiler, Yahudiler ve Hrıstiyan İranlılar ibadetlerini kendi dinlerine göre yaparken ve kişisel işlerde ve din eğitiminde kendi dinlerinin kurallarına göre hareket etmede serbesttirler.
Madde 64 : İslami Danışma Meclisinde 270 üyeden oluşur ve Hicri takvime göre 1368 yılında yapılan milli referandumdan beri her on yıllık period için 20 kişiden fazla artmamıştır. Zerdüşt ve yahudilerin her ikisi birer vekil seçerler, Asuri ve Keldani Hrıstiyanları beraber bir vekil seçerler ve Ermeni Hrıstiyanlarının kuzeydekileri ve güneydekileri birer vekil seçerler. Seçimin limitleri ve vekil sayısı kanun tarafından belirtilir.
Salihi: UAEK’nın Geçin madenleri ve Erak’taki ağır su reaktörlerini denetimine izin verildi
İran İslam Cumhuriyeti Atom Enerjisi Kurumu Başkanı ve Cumhurbaşkanı yardımcısı Ali Ekber Salihi, UAEK’nın Geçin madenleri ve Erak’taki ağır su reaktörlerini denetlemesine izin verildiğini belirtti. Salihi, UAEK Genel Sekreteri Yukio Amano ile Tahran’da düzenlediği ortak basın toplantısında yaptığı açıklamada, taraflar arasında ortak bir bildiri imzalandığını ve bu çerçevede UAEK’nın Geçin madenleri ve Erak’taki ağır su reaktörlerini denetlemesine izin verildiğini belirtti.
Salihi, bugünkü ortak bildirinin, çözüme kavuşmamış konular hakkında iki tarafın atacağı adımları belirlediğini ifade ederek, "Ajans ile başından beri şeffaf bir işbirliği içerisinde olduk ancak maalesef bazı konular henüz çözüme kavuşturulamamıştı. Sonunda bu bildirinin imzalanmasından son derece memnunuz" dedi.
Salihi, bildirinin altı maddelik bir ek içerdiğini, bu ekte, İran'ın UAEK ile koruma önlemleri anlaşması kapsamında işbirliği yaptığının ve nükleer tesislerin denetlenmesinin de yine bu anlaşma çerçevesinde gerçekleşebileceğinin açıkça belirtildiğini ifade etti.
Salihi, İran hakkında oluşturulan suni dosyanın kapatılması için irade ve hazırlığımızı göstermek için Milli Güvenlik Kurulu’ndan Ajans denetçilerinin Erak’taki ağır su reaktörleri ile Benderabbas’taki Geçin madenlerini denetlemeleri için gerekli iznlerin alındığını belirterek, ‘’Bu İran'ın UAEA'daki nükleer dosyasının kapanması için gerekli esneklikleri gösterdiğinin kanıtıdır. Kimseye müzakerelerde ilerlemeyi engelleyecek bahaneler vermek istemiyoruz" dedi.
Nükleer konularda ele alınması gereken birçok sorun bulunduğunu belirten Salihi,"Bunlardan nükleer faaliyetlerimizin mahiyeti hakkındaki sorunlar geçmişte çözüme kavuşturuldu. Bu aşamada sorunları tek tek ele almayı ve adım adım ilerlemeyi kararlaştırdık. İlk adımda taraflar arasında daha fazla karşılıklı güvenin inşa edilmesine karar kıldık. Sonraki adımda her iki taraftan uzmanlar görüşmeleri sürdürecek. Bu iki adım için 3 aylık bir zaman zarfı belirledik” dedi
Türkiye’de binden fazla öğrenci Fars Dili’nde eğitim görüyor
Türkiye’de Kırıkkale Üniversitesi Rektör Yardımcısı Dr. Adnan Kara İsmailoğlu, Türkiye’de üniversitelerdeki Fars Dili ve Edebiyatı dalında binden fazla öğrencinin eğitim gördüğünü belirtti.
IRNA’ya konuşan İsmailoğlu, iki ülke arasında kültürel ilgilerin oluşmasında Mevlânâ’nın önemi ve Türkiye’de özellikle üniversitelerde Fars dili ve edebiyatının konumu hakkında açıklamalarda bulundu.
İsmailoğlu “Mevlânâ, Sadi, Hafız ve Şehriyâr gibi simalar, İran ve Türk edebiyatında ve tarihinde derin ve geniş çaplı eserlere sahip. İki ülke toplumları arasındaki yüzyıldan bu yana gelen duygu ve dil ortaklığı, İran ve Türkiye arasında edebi ve kültürel iş birliğin geliştirilmesine zemin hazırlamaktadır. İran ve Türk milleti, kültür ve dil açısından ve sahip oldukları şair ve bilginlerden dolayı övülmeli çünkü bu değerli birikimler, iki ülkenin edebiyat ve kültür düzeyinin yükselmesinde önemli rol oynamaktadır” dedi.
İsmailoğlu, Türk üniversitelerindeki Fars Dili ve Edebiyatı fakültelerinde eğitim gören öğrenci sayısının artması ayrıca Farsçadan Türkçeye ve Türkçeden Farsçaya çevirinin güçlenmesiyle iki ülke kültürü ve edebiyatında daha fazla iş birliğine şahit olmayı umduklarını belirtti.
İsmailoğlu “son yıllarda Fars Dili ve Edebiyatı dalında eğitim gören öğrenci sayısı bini aştı”
İmam Hamenei: Hac Farizesinin büyük kapasiteleri mezhep çatışmalarının önlenmesinde kullanılmalı
İslam inkılabı rehberi İmam Seyyid Ali Hamenei, hac farizasının İslam dünyasında ortak gereksinimler ekseninde uzlaşmak üzere ilahi bir hediye ve sonsuz bir kapasite olduğunu vurguladı.
İmam Hamenei hac merasimini tertip komitesi üyelerini kabulünde yaptığı açıklamada, bugün İslam dünyasının en büyük sorunlarından biri, İslam ümmetinin çeşitli mezhepleri arasında ihtilaf ateşinin kasıtlı ve düşmanca emeller uğruna yakılmasından ibaret olan dayatılmış bir sorun olduğunu belirtti.
Zamanın hassasiyetlerini ve gereksinimlerini gözeterek hac ibadetinin muazzam kapasitesinden yararlanma üzerine vurgu yapan rehber, istikbar ve sömürü sistemi mezhebi eksenli ateş yakmalarda büyük deneyimi olduğunu ve mevcut şartlarda hac farizasının kapasitesi bu komploya karşı harekete geçirilmesi gerektiğini ifade etti.
İmam Hamenei, mezhebi sürtüşmeler Şii ve Sünni mezhepleri ile sınırlı kalmayacağını, düşmanlar bu tür sürtüşmeleri kurumsallaştırdıkları takdirde Şii ve Sünni mezhepleri içinde çeşitli tarikatları bir birine düşürmeyi de gündemlerine alacaklarını vurguladı.
İslam dünyasının gereksinimleri ve istekleri korusunda uzlaşma sağlama fırsatını oluşturmak, hac ibadetinin emsalsiz kapasitelerinden biri olduğunu belirten İmam Hamanei, hac farizasının bir çok kapasitesi hala keşfedilmediğini, düşünürler ve kanaat önderleri bu yeni kapasiteleri keşfetmeleri gerektiğini kaydetti.
Hac yetkililerinin bu yılın hac merasimi sırasında sarf ettikleri çabalarından ötürü şükranlarını sunan rehber, hac ibadetinin sonsuz kapasitelerinin daha fazla İslam dünyasına hizmet etmesini diledi.
IRIB
Aşura Günü
Kerbela hadisesi beşeriyyet tarihinde benzerine az rastlanılan bir hadisedir. Müminlerin, belki de vicdan sahibi her insanın duyduğunda ve okuduğunda kapleri elem ile dolar.
Unutulması imkansızdır. Asla unutulmaz. Hür yaşamayı dileyen, insanın şerefine layık değerleri kendisinde taşımak isteyen için sönmeyen bir meşaledir.
Kerbela olayında, dinine tamamen teslim, ilahi rızayeti gözeten, en değerli varlıklarını feda eden ve yüce İslam dininin bekası için beşerin takatını aşan zorluklara tahammül eden, Allah'ın sevgili bir kulu ve onun sadık dostlarını görmekteyiz.
Bir mümin için emsali az olan bir örnek ve yaşam tablosudur. Müslümanlar İslam'ın son din olduğunu ve kıyamete kadar baki kalacağını Kur'an ve sünnetten kesin olarak bilmektedirler.
Lakin bunuda bilelim ki, bu dinin baki kalması da bazı sebeplere dayalıdır. Kainatın varlığı sebep ve müsebbeb ilişkisine dayalı olarak ceryan etmektedir.
Bu beyanla diye biliriz ki, İslam dininin baki kalmasının sebeplerinden birisi de Hz. Hüseyn'in şehadeti ve kıyamıdır. Bir hadisi şerifte "Hüseyin benim gözümün nurudur. Hüseyin benden ve ben ondanım." beyanı vardır. Hadis şu manaya işaret etmektedir; Hz. Peygamber dini, çektiği zahmetler ile beyan etti.
Kendisinden sonra özellikle dört halifeden sonra gelen saltanat emirleri tarafından dinde yerleştirilmiş, İslamın kabul etmediği bidatlar yayılınca, dinin ihyası için Hz. Hüseyin kıyam ederek dini tekrar ihya etti.
Dilimiz bu kıyamın felsefesini ve değerini beyan etmekte kasırdır. Dolayısyla kıyamı imam Hüseyin'in kendi hutbeleri ve sözleriyle tanımak evladır. Bu hadiseyi kısa ve öz olarak aktarmaya çalışacağız.
1-Hicri 60. sene ve Receb ayında Maviye ölünce Yezit b. Maviye onun tahtına oturdu. Bütün valilere mektup göndererek hilafetini ilan etti. Özellikle Medine valisi Velit b. Utbe'ye iki mektup gönderdi.
Birisinde üç şahıstan kendisi için biat almasını emretti. Eğer kabul etmezlerse kendilerini öldürmelerini istedi. Bu üç şahıs Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Ömer idiler.
Mektubu alan vali derhal Medine'nin eski valisi Mervan b. Hakem'i çağırttı ve onunla beraber bu şahıslarla konuşmayı istedi. Daha önceden haberdar olan Abdullah b. Zübeyr Mekke'ye gitti.
İmam Hüsyin ile akşam görüştüler kendisinden Yezit'te biat etmelerini istediler. İmam ise kendilerine " Böyle önemli bir meselenin yalnız değilde toplumda millet önünde olması gerektiğini" söyledi ve imam evden çıktı. Bu esnada Mervan Velit'e " Hüseyin'den şimdi biat almazsan ondan sonra asla almazsın.
Onun için O'nu geri getir ve ondan biat al . Etmez ise Yezid'in emrine uy ve O'nu öldür" dedi. Hz. Hüseyin bu konuşmayı duyunca geri geldi ve Mervan'a dedi "Ey Zerka'nın oğlu sen mi beni öldüreceksin yoksa Velit" daha sonra Velit'e hitap ederek "Ey emir; nübüvvetin hanedanı biziz. Risaletin madeni biziz.
Bizim evimiz rahmetin nazıl olduğu yerdir. Allah İslam'ı bizim hanedan dan başlattı ve sonuna kadar da bizimle olacak. Senin benden kendisi için biat almak istediğin Yezit, içkicinin birisi, eli masumların kanına bulanmış, ilahi desturları kıran ve alanen insanların gözleri önünde fısk ve fucura mürtekip olan birisidir.
Söyle o mu hilafete layıktır yoksa biz"(1)İmamın bu sözlerinde imamın makam ve menziletinin büyüklüğü belli olmaktadır. Yezit ile kıyas etmek abestir. Ayrıca imamın ciddiyeti ve kelamında O'nun Yezite asla biat etmiyeceği aşikardır. Bu olay Kufe halkının imama biat mektupları göndermeden önce vuku etmiş olması, imamın yüce bir hedef peşinde olduğunu gösterir.
2-Aynı gece Hz. Hüseyin Mervan'ı dışarda görür ve Mervan İmama, "Ya Eba Abdullah ben senin hayrını istemekteyim sana bir teklifim var eğer kabul edersen senin din ve ahiretine yararı vardır.
İmam nedir? Dedi. O da siz Yezit'e biat edin bu sizin için hayırlıdır" dedi. Bunun üzerine Hz. Hüseyin buyurdular, "Müslümanlar Yezit gibi bir lidere hasip olacakları zaman İslamın fatihasını okusunlar.
Ben ceddim Resulüllah'tan duydum ki buyurdular "Hilafet ebu Süfyan'ın ailesi için haramdır. Eğer bir gün Maviye'yi benim mimberimde otururken görseniz öldürün" dedi. Lakin Medine ahalisi onu mimberde oturuken gördüler ses çıkarmadılar ve bugün Yezit'e mübtela oldular."(2)
3-İmam Hüseyin bu olaylardan sonra hac ibadeti için ehli beytiyle beraber Mekke'ye gitmeye karar verdi. Gitmeden önce peygamberin kabrini sıksık ziyeret etti.
Hz. Peygamber ehli beytini müslümanlar için bir yadigar olarak bırakmıştı. Ehli beyt ilmin kaynağı, Kur'an'ın müfessirleri ve dinin rehberleriydiler. Müslümanların onları koruması gerekirken onlara sırt çevirdiler.
İmam, revza-ı şerifi ziyaretleri esnasında ceddine şöyle hitap eder. "Selamun aleyke Ya Resulüllah, Ben Hüseyin senin, Zehra'nın evladı. Ben sana layık bir torunum. Ümmetin hidayeti için beni yerine tayin etmiştin ama ümmet beni yalnız bıraktı ve benim manevi makamımı korumadılar. Sana şikayet ediyorum."(3)
4-Sahabeden bir çok kimse imamı bu mücadelesinden alı koymak için O'nunla konuştular. İbn. Abbas, imamın kardeşi Muhammd b. Hanife ve Peygamberin hanımı ümmü Seleme O'nu caydırmaya çalıştılar.
Ama imam Hüseyin zillet altında yaşamayı kabullenemedi. Mekke'ye doğru yola koyuldu. Bir çok yerde kıyamının nedenlerini açıkladı ve müslümaları Yezit'e karşı kıyam etmeleri için davet etti.
İmam Mekke'den ayrılmadan önce vasiyet namesini yazdı ve kardeşi Muhammed'e verdi. Bu vasiyetinde kıyamının asıl hedefini belirledi. Vasiyetinde Allah'ın varlığı ve birliğine, kıyamet gününe ve peygamberin risaletine şehadet ettikten sonra şöyle devam etmektedir.
"Ben Medine'den güzel yaşamak, kendi menfaatlarımı düşündüğümden, toplumda fesad çıkarmak için çıkmıyorum. Hedefim, iyiliği emretmek ve kötülüktem sakındırmaktır. Ümmeti ıslah etmek ve peygamberin sünnetini ihya etmektir. Bunu benden kabul eden hakikatı kabul etmiştir. Kabul etmeselerde ben yoluma devam edeceğim ta ki Allah kendisi ben ve bunlar arasında hükümde bulunana dek. Kardeşim bu benim vasiyetimdir. Tevfik Allah'tandır ve ben O'na tevkkül ettim."(4)5-Hz. Hüseyin Mekke'ye vardı. Hac mevsimi nedeniyle hacılar Mekke'ye geliyorlardı. İmam, İslami beldelerden gelen hacılarla konuştu ve onlara ceryan eden meseleler hakkında bilgi verdi.
Bu esnada imam, Yezit'in, kendisini öldürmek için Amr b. Seed'ı görevlendirdiği haberini alır. Kabe'nin ihtiramını korumak için hac merasimini tamamlamadan sekiz zilhecce'de Mekke'den Iraka doğru yola koyulur.
Çıkmadan önce de müslümanlara Yezit'in hilelerini, oyunlarını beyan eder. Kendisini bekleyen zor şartları, bir hutbe ile beyan eder. Kufe ahalisi imama 12 bine kadar mektup yollar ve imamdan Kufey'e gelmelerini isterler. İmam, meselenin sıhhat derecesini öğrenmek için önce Müslim b. Akil'i gönderir.
Ozaman Kufe'nin valisi Ubeydullah b. Ziyat'tı tam bir cani ve facır. Kufeliler Müslüm'e biatlerini tazelerler. Lakin Ubeydullah'ın korkusundan onu yalnız bırakırlar. Mescitte arkasında binlerce kişi namaz kılarken, artık kimseler kalmamıştı.
Müslüm'ü O zalimden yalnızca yaşlı bir kadın korumaya çalıştıysada nafile Müslüm yakalandı ve darul imareden boynu vurularak atıldı. İmam Hüseyin Müslüm'den haber alamaynca Kays b. Musehher'i elçi olarak gönderdi.
Ne yazık ki O'da şehadete kavuştu. Bu iki şehadet kufelilerin ihanetlerinden kaynaklandı. Eğer İmam Hüseyin gelirse aynı akibete uğrayacağını gösteriyordu. İmam ise Kufey'e doğru yola koyulmuştu.
6-Ubeydullah, Ömer b. Sad'a Hüseyin'le savaşması için teklifte bulundu. Bunun karşılığında ise O'na Rey şehrinin valiliğini vaat etti. Ömer kendisine düşünme fırsatı vermesini istedi. Düşündü ve dünya sevgisi galebe etti.
İmam Hüseyin'le savaşacak ordunun başına geçmeye karar verdi. Ömer b. Sad dinini dünyasına değişenler için bir örmektir. Nitekim İmam, Ömer'i O'nunla konuşmak istediğini bir sahabesiyle bilgilendirir.
Yanında kardeşi ve kölesi olduğu halde İmamla konuşmaya gelir. İmam Ömer'e hitap eder "Ey Sad'ın oğlu benim kim ve kimin oğlu olduğumu bildiğin halde benimle savaşmak istersin.
Her şeyin kendisine dönen Allah'tan korkmaz mısın? Benim yanımda olmak istemez misin bunu yaparsan Allah'ı hoşnut edersin. Ömer, İmama cevap olarak "bunu yaparsam Kufe'de ki evimin viran edilmesinden korkarım." dedi.
İmam O'na " ben kendim sana yeni bir ev yaparım" dedi.
Ömer "bağ ve hurmalıklarıma el konulmasından korkarın" dedi.
İmam " sana Hicaz'da bu bağlardan daha iyilerini veririm" dedi.
Ömer " kadın ve çocuklarım Kufe'de dirler onların öldürülmesinden korkarım" dedi"(5)
İmam onun bahanelerini görünce onun doğruyu kabul etmeyeceğine inandı. İmam yerinden kalkarken Ömer'e şöyle dedi "Neden bu kadar şeytana itaat etmekte ısrar ediyorsun.
Allah en kısa zamanda yatağında canını alsın. Kıyamette senin günahını bağışlamasın. Ümit ederimki Allah sana Irak'ın buğdayını nasip etmesin(yani ömrün az olsun)" nitekim böylede oldu. İmamın şehadetinden sonra Mutar tarafından feci bir şekilde öldürüldü. İmamın bedduasına dünya ve ahirette nail oldu.
7-Ömer b. Sad, Hür b. Yezit'i bir grup askerle Kufe'ye girmelerini engellemek için göderdi. Sahrada bunlar İmamın kafilesiyle karşılaştılar. İmam emretti askerlere ve atlara su verildi.
Daha sonra Hür kendilerinin Kufe'ye giremiyeceklerini söyledi. Etrafları kuşatıldı ve o sıcakta bekletildiler taki Ömer'den haber gelsin. İmam, bırakın başka tarafa gidelim desede bırakmadılar.
İmam bundan rahatsız olunca Hürr'e "annen cenazene otursun ne yapıyorsun" dedi. O'da başını eğdi ve "senin annen Zehra olmasaydı sana aynısını derdim" dedi.
Hür daha sonraları defalarca imamla konuştu. Bu konuşmaların eserinden olacak ki aşuraya kısa bir zaman kala O ve oğlu geldiler ve imamdan af dilediler duyduğu utançtan ötürü savaş meydanına ilk giden O oldu kıyasıya savaştıktan sonra şehit oldu. Hür özgürlerin ve özgür olabilmenin abidesi olarak tarihe ismini yazdırdı.
8-Hz. Hüseyin aşura gecesi bütün ailesi ve dostlarını topladı ve onlara, Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle hitap etti. "Kendi ashabımdan güzel ve iyi ashap görmedim.
--------------------------------------------------------------------------------
1-Taberi c.7 s.216-218/ İbn. Esir c.3 s.263-264/ El İrşad s.200
2-Luhuf s.20/ Mesir-ül Ehsan s.10
3-Mektel-i Harezmi c.1 s.186/ Mektel-ül Avalım s.54
4- Mektel-i Harezmi c.1 s.188/ Mektel-ül Avalım s.54
5- Mektel-i Harezmi c.1 s.245