
کارگر
Hizbullah; Gücü, Lideri Nasrallah ve Son Savaş İlanı
Hizbullah'ı, bölgenin etkili bir oyuncusu olarak öne çıkıyor. Bu yazıda, Hizbullah'ın gücü, lideri Hassan Nasrallah ve son savaş ilanı hakkında bilgi edinebilirsiniz.
Hizbullah, Lübnan'da 1982'de kurulan Şii bir siyasi ve askeri harekettir. Bu hareket, İsrail'e karşı mücadele etmek amacıyla İran İslam Cumhuriyeti'nin de desteğiyle kurulmuştur.
Lübnan Hizbullah’ı, İsrail'e karşı başlattığı şehadet saldırıları ile faaliyetlerine başladı. Daha sonra kendi askeri kapasitesini geliştirerek roketler ve gerilla savaşı aracılığıyla İsrail'e karşı direnme stratejisini benimsedi.
Hizbullah Kimdir?
Hizbullah'ın Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'tır. Önceki liderler arasında Seyyid Abbas Musevi ve sonradan hareketten ayrılarak karşıt bir tutum sergileyen Subhi Tufeyli bulunmaktadır. Hizbullah ile İsrail arasında birkaç kez askeri çatışma yaşandı, bunlardan biri 33 günlük savaş olarak bilinir. Söz konusu savaş Siyonist İsrail rejiminin Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve öte yandan esir alınan iki askerini geri almak için saldırılarıyla başlamış oldu.
Öte yandan Hizbullah, Suriye'de de ülkenin resmi hükümetini desteklemek için tekfiri güçlere karşı mücadele etti. Hizbullah hareketinin kültürel, sosyal ve siyasi faaliyetleri de dikkate alınmalıdır. el-Minar Televizyon kanalı Hizbullah’a aittir.
Hizbullah, 1982 yılında Lübnan'da, İran İslam Cumhuriyeti’nin desteği ile kuruldu. Hizbullah hareketi ilk başlarda kaç yıl gizlice, İsrail işgaline karşı faaliyetlerde bulundu. 11 Kasım 1984'te, Ahmet Cafer Kasir, Lübnan’ın güneyinde İsrail askerlerine karşı şehadet operasyonu gerçekleştirdi. 16 Şubat 1985'te, İsrail'in Sayda’dan çekilmesiyle birlikte Hizbullah, Ahmed Cafer Kasir'in operasyonunu üstlenerek Siyonist İsrail'e karşı direniş stratejisini resmen ilan etmiş oldu.
Hizbullah’ın Lideri kim?
Hizbullah'ın ilk Genel Sekreteri bu görev için 5 kasım 1989 tarihinde seçilen Subhi Tufeyli’ydi. Bu dönemden önce, Hizbullah hareketi, yedi yıl boyunca konsey şeklinde yönetiliyordu.
Hizbullah'ın kurucuları arasında Seyyid Muhammed Hüseyin Fadlallah, Subhi Tufeyli, Seyyid Abbas Musevi, Seyyid Hasan Nasrallah, Şeyh Neim Kasım, Hüseyin Kuranî, Hüseyin Halil, Muhammed Ra’d, Muhammed Füneyş, Muhammed Yezbek ve İbrahim Emin bulunuyordu.
1991 yılında Subhi Tufeyli’ye yönelik eleştirilerin artması ve anlaşmazlıkların büyümesi nedeniyle Seyyid Abbas Musevi, Hizbullah'ın yeni sekreteri olarak seçildi. Ancak Seyyid Abbas Musevi 16 Şubat 1992'de İsrail tarafından şehit edildi.
Seyyid Abbas Musevi’nin şehadetinin ardından Hizbullah konseyi, Seyyid Hasan Nasrallah'ı yeni Genel Sekreter olarak seçti.
Hassan Nasrallah Kimdir?
Seyyid Hasan Nasrallah (1960 doğumlu), Lübnan Hizbullah'ın şu anki Genel Sekreteridir. 16 yaşındayken dini eğitim almak amacıyla Necef'e gitti. Necef'te, Şehit Seyyid Muhammed Bakir Sadr ve Seyyid Abbas Musevi gibi isimlerle ilişki kurarak İsrail işgaline karşı mücadele düşüncesini benimsedi.
Hizbullah’ın kurulmasının ardından bir süre Hizbullah'ın yürütme kurulunda görev yaptı ve ardından 1992'de, Seyyid Abbas Musevi’nin şehit edilmesinden sonda Hizbullah'ın yeni Genel Sekreteri olarak seçildi. Onun liderliği döneminde Hizbullah, bölgesel bir güç haline geldi. Seyyid Hasan Nasrallah liderliğindeki Hizbullah 2000 yılında bir dizi operasyon gerçekleştirerek İsrail'i Lübnan'dan çekilmeye zorladı ve Lübnanlı esirleri kurtardı.
Seyyid Hasan Nasrallah son yıllarda, güvenlik tehditlerinin daha çok artması nedeniyle daha az açık yerlerde görünmektedir. Nasrallah’ın Oğlu Seyyid Hadi, 1997'de İsrail güçleriyle girdiği çatışmada şehit olmuştur.
Seyyid Hasan Nasrallah, 1360 (Hicri) yılında İmam Humeyni'den Hizbullah'ın dini meselelere dair yetki almıştı. O tarihten sonra da defalarca İran’ı ziyaret etmiştir.
Hizbullah'ın askeri gücü - Hizbullah güçlü mü?
Hizbullah'ın askeri gücü, birçok uzman araştırmasına göre hızla büyüyen ve modernleşen bir güç olarak kabul edilmektedir. Hizbullah’ın özellikle özel kuvvetlere ve elit birimlere dayandığı ve sıradan ordulardan ziyade bu özel birimlere odaklandığı belirtilmektedir. Hizbullah, özellikle füze silahları alanında büyük bir envanter bulundurmaktadır.
İsrail medyasına göre, Hizbullah'ın 200 binden fazla füzesi bulunmaktadır. Bunların yarısı hassas hedef vuruş kabiliyetine sahip nokta vuruşlu füzelerdir. Hizbullah, "Katyuşa" ve "Grad" türü füzelerle 40 kilometre menzili hedef alma kabiliyetine sahiptir. Ayrıca "Fecir-3" (45 km menzil), "Fecir-5" (75 km menzil), "Raad-2" ve "Raad-3" (70 km menzil), "Hayber-1" (100 km üzeri menzil), "Zilzal-1" ve "Zilzad-2" (sırasıyla yaklaşık 160 ve 210 km menzil), ve "Fatih-110" (yaklaşık 300 km menzil) gibi füzeleri envanterinde bulundurarak büyük bir askeri güce sahiptir.
Hizbullah'ın İsrail'i endişelendiren en önemli füzeleri ise "Scud" türü füzelerdir. En son versiyonu 700 km menzile sahiptir. Hizbullah’ın envanterinde bulundurduğu söz konusu füze türleri İsrail içinde stratejik ve hassas hedeflere ulaşabilme kapasitesine sahiptir.
Hizbullah ayrıca çeşitli tank karşıtı füze sistemlerini de envanterinde bulundurmaktadır. bu sistemler İsrail ordusunun zırhlı birliklerini ciddi şekilde tehdit edebilir. Ayrıca son dönemde, Hizbullah'ın "Sarallah " olarak adlandırdığı yeni bir tank karşıtı füze sistemi geliştirdiği de rapor edilmişti.
Hizbullah’ın SİHA gücü
Hizbullah, sadece füze değil, aynı zamanda çok sayıda SİHA'yı (Silahlı İnsansız Hava Aracı) da envanterinde bulunduruyor. Bu SİHA'lar, ilk başta hava keşif görevleri için tasarlanmış olsa da, günümüzde yapay zeka teknolojileriyle entegre edilmiş ve yıkıcı yetenekler kazanmıştır. Örneğin, bu SİHA'lar, savunma sistemlerine bağlı radarları hedef alarak etkisiz hale getirebilir.
Hizbullah'ın SİHA'ları, hassasiyet, hız, uçuş süresi, menzil ve taşıyabileceği patlayıcı yük miktarı açısından sürekli olarak geliştirilmektedir.
Ancak Hizbullah, askeri kapasitesi hakkında kesin bilgiler vermeyerek elinde bulundurduğu askeri olanakları tam olarak açıklamıyor.
Hizbullah’ın SİHA ve füze alanında sahip olduğu teknolojiler yıllardır Siyonist İsrail rejimi tarafından araştırma konusu edinmiştir.
Hizbullah'ın Son Savaş İlanı
Aksa Tufanı operasyonundan sonra savaşa dahil olduklarını belirten Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah dün 3 kasım Cuma günü yaptığı kritik konuşmada Siyonist İsrail rejimine karşı saldırıların artacağını vurguladı.
Seyyid Hasan Nasrallah yaptığı konuşmada Lübnan cephesinde tüm seçeneklerin masada olduğunu belirterek ABD’ye hitaben “Akdeniz’deki uçak gemileriniz bizi korkutmuyor. Bunlar bizi hiçbir zaman korkutamaz. Bizi onlarla tehdit ettiğiniz uçak gemilerine de gerekli teçhizatlar tedarik ettiğimizi bilin.” dedi.
Hasan Nasrallah zaferin kesinlikle direniş cephesine ait olduğunun altını çizerek sonuna kadar kahraman Filistin halkının yanında olduklarını vurguladı.
İran'ın desteğiyle kurulan Hizbullah hareketi, İsrail'e karşı mücadele etme amacını benimsemiş ve bu doğrultuda önemli adımlar atmış etkin bir harekettir. İsrail’in “yenilmez ordu” algısı ilk defa Hizbullah'ın Siyonist rejimi yenilgiye uğratmasıyla birlikte yıkılmıştır. Hiç şüphesiz Lübnan Hizbullah’ı Filistin’in özgür kaldığı, Siyonist rejimin ise yok olduğu bölgenin geleceğinde önemli bir yere sahiptir
Filistin ve Kudüs Nasıl işgal Edildi?
Filistin, Akdeniz ile Ürdün Nehri kıyıları arasında yer alan ve Batı Asya’nın güneyinde bulunan topraklara verilen isimdir. Bugün işgal altındaki Filistin topraklarının, Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi İslam ülkeleri arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Şu anda bu ülke, sürgünde bulunan vatandaşları ile birlikte 15 milyona yakın nüfusuyla Akdeniz kıyısında yer almaktadır.
İslam’ın Kudüs ve Filistin Fethi
Merkezi Kudüs olan Filistin’in fethi ve Kudüs Kuşatması, 637 yılında Bizans İmparatorluğu ve İslam orduları arasında gerçekleşen askerî çatışmanın bir parçasıdır. Çatışma, Ebu Ubeyde bin Cerrah komutası altındaki Râşidîn Ordusu’nun Kasım 636'da Kudüs'ü kuşatmasıyla başladı. Patrik Sophronius, altı ay sonra yalnızca Râşidîn halifesine teslim olmak şartıyla teslimiyeti kabul etti. 637 yılının Nisan ayında Halife Ömer, Hz. Ali ile ettiği istişare sonucu şehri tamamen teslim almak için Kudüs'e şahsen gitti. Patrik de Halife Ömer'e teslim oldu.
Şehrin Müslümanlar tarafından fethedilmesi, Filistin’deki Arap nüfusun çoğalmasıyla ve hâkimiyetlerinin sağlamlaşmasıyla sonuçlandı. Söz konusu hâkimiyet, 11. yüzyılın sonlarındaki İlk Haçlı Seferi'ne kadar herhangi bir tehditle karşılaşmadı. Böylece Kudüs, hem İslam hem de Hristiyanlık ve Yahudilik için barış yurdu oldu ve hepsi tarafından kutsal bir yer olarak görülmeye başlandı.
11. yüzyılda haçlıların kanlı kuşatması ile yüz bine yakın şehit verilerek kaybedilen Kudüs ve Filistin, 12’nci yüzyılın sonlarında Selahaddin Eyyûbî’nin başlattığı ve haçlıların ağır kayıplar vermesiyle sonuçlanan savaşla ikinci kez fethedilerek geri alındı.
Osmanlı Döneminde Filistin
Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti ile Filistin adı artık resmî olarak kullanılmamaya başladı ve bu da Osmanlıların genelde alt bölgeleri merkez ve sancak adıyla bütünleştirmesinden kaynaklanmaktaydı. Bu bölge 1516'da Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası oldu ve 1660'a kadar fiilen Şam-Suriye’nin bir vilayeti olarak kabul edildi. İmparatorluğun bir parçası olduğu için o toprakların istiklalini çağrıştıran Filistin ismi çok dillendirilmiyordu. 1831 yılında Osmanlı yönetimine isyan eden Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Suriye ve Filistin bölgesinin yönetimini zorla ele geçirdi.
1876'da Osmanlı Padişahı, Haham Joseph Nantonek'in Yahudî yerleşimine izin verilmesi talebine, Filistin'e büyük çaplı göçü yasaklayarak şöyle yanıt verdi: “Filistin'in hemen hemen tüm toprakları işgal edilmiş durumda ve Nantonek'in aradığı bağımsızlık, Filistin'le çelişmektedir.” Daha sonra Osmanlı hükümeti 1884, 1887 ve 1888 yıllarında Yahudilerin toplu yerleşimine karşı kararnameler çıkardı. 1882'de önemli sayıda Yahudî kutsal topraklara göç etmeye başladı, kolektif çiftlikler (Kibbutz) kurdu ve sonunda 1909'da Tel Aviv'in etraflarında inşa çalışmalarına başladırlar. Nitekim sonraları burası 1921'de artık bir şehir olmuştu. 1700'de sadece 7.000 olan Filistin'deki Yahudilerin sayısı, 1900'da 60.000'e ulaştı (bu yıllarda Filistin'in toplam nüfusu 500.000 idi). Karpat'a göre bu, “Osmanlı'nın kitlesel grupların göçünü engellerken bireylerin göç etmesine ve yerleşmesine izin verme politikasının başarılı olduğunu” gösteriyor.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu çökerken İngiltere, ırkçı Arapları bağımsızlık vaatleri ile kışkırtarak Osmanlıları bu bölgelerin çoğundan geri püskürttü. Osmanlı İmparatorluğu'nun sona ermesiyle birlikte Filistinli Yahudilerin sayısında önemli ölçüde artış yaşandı ve 55.000'i geçti.
Siyonist Yahudi Devletinin Oluşumuna Giden Yol
1897 yılında dünya Yahudileri bir ulus devleti kurmak için Polonyalı gazeteci Theodor Herzl öncülüğünde İsviçre’nin Basel kentinde bir araya geldiler. Burada toplananların çoğu gözünü o dönemin büyük Britanya’yı yönetenler üzerinde oldukça nüfuza sahip Ruçil’e dikmişlerdi. Ruçil’in zenginliğini ve İngiliz yöneticileri üzerindeki etkisini kullanarak dünya Yahudileri için uygun bir bölge belirlemenin peşindeydiler. İngilizler tarafından Uganda ve Arjantin bu işe uygun yerler olarak önerilse de Yahudiler çok önceden kendileri için Filistin’i seçmişlerdi bile. Filistin o zamanlar Osmanlılar yönetiminde bir bölge sayılıyordu. O yüzden İngilizler Yahudilerin ihtiras ve çıkarları doğrultusunda Osmanlılarla yeni bir savaşın eşiğine girmeyi asla düşünmüyorlardı. Hâl böyleyken petrolün keşfi ve dünyayla tanışması yeni bir dönemin başlangıcını start veriyordu. Petrolün keşfi Orta Doğu’yu, Avrupa Asya arasında sadece bir köprü olmaktan çıkarmış, burayı dünyanın enerji deposu hâline getirmişti. İngilizlerin bir an önce bu bölgeye girip rakiplerden geri kalmama adına bir nüfus alanı oluşturmaları gerekiyordu.
I. Dünya Savaşı başladığında Almanlar ve İngilizler karşı karşıya gelmişti ve Osmanlılar da Almanların yardımına koşmuştu. İngilizler yalnız kalmış ve bu yalnızlıktan çıkmanın yollarını arıyorlardı ve sonunda çıkış yollarının anahtarının Arapların elinde olduğunu anlamışlardı. Bağımsızlık hevesleriyle yanıp tutuşan Araplar aslında iyi bir lokmaydı İngilizler için. Bu doğrultuda Osmanlı yönetimi altında ki Arap Yarımadası hedef seçiliyor ve işbirliği için de Osmanlı tarafından atanmış Faysal ile babası Şerif Hüseyin ayarlanıyordu. Bunlar büyük Arap devleti ve bağımsızlık vaadiyle işbirliğine ikna ediliyordu. Bilahare büyük Arap Yarımadası denilen Hicaz bölgesinde ayaklanmalar başladığında tarih Ocak 1916’ları gösteriyordu.
Osmanlı, Arapların kılıçları ile dağılıyor ve yeniliyordu. Şimdi sıra bu parçalanma ve yenilgiden sonra pastadan alınacak paya geliyordu. Faysal ve Şerif Hüseyin ile yapılan imzalamaların mürekkebi henüz kurumamışken İngilizlerin ve Fransızların kendi aralarında Osmanlı topraklarını bölüştükleri görülmektedir. Daha sonralar “Sasbiko” adıyla bilinen anlaşma gereği Lübnan ve Suriye Fransızlara, Irak ve Ürdün İngilizlere veriliyordu. Bu anlaşmaya göre Filistin de uluslararası güçlere devrediliyordu. Sonuçta parçalanan bu toprakların asıl sahipleri olan kandırılmış Araplar hiçbir şekilde bu pastadan paylarını alamıyorlardı.
Kasım 1917 Arap Yahudi ilişkileri açısından dönüm noktasıdır. Zamanın İngiliz dışişleri bakanı Balfor, Yahudi zengin Birleşik Krallık başbakanı Winston Churchill’a yazdığı bir mektupla yeşil vadinin kapılarını Yahudilere açıyordu. Hiçbir yasal ve hukuki yanı olmayan bu mektup daha sonralar alınacak karar ve yasaların gerekçesi ve dayanağı hâline gelecekti. Uluslararası güce bırakılan Filistin hakkında İngilizlerin büyük bir arka planı olduğu bu girişimle deşifre oluyordu. Mektubun bir bölümünde şöyle geçer:
“Hükümetim ve kabinem adına böyle bir bildirimin çıkarılmasından, altında imzamızın bulunmasından dolayı çok mutluyum. İngiliz hükümetinin Yahudilere olan teveccühünü göstermesi ve Yahudilerle gönül birliği yapmasını size bildirmekten onur duyarım. Hükümetim vereceği destek ile Filistin’i Yahudiler için bir ulus ve milli vatan hâline getirmeyi hedeflemektedir. Ve bu uğurda her türlü gayret ve kolaylığı gösterecektir.”
Balfor’un bu mektubundan sonra İngilizlerin Filistin’i Yahudilere bir devlet yeri olarak tahsis etmek için hummalı bir çalışması başlıyor. Filistin’i Yahudiler için sunmanın önündeki bütün engeller tek tek kaldırılıyor, işgal için her şey hazır hâle getiriliyordu. Aralık 1917’de Sasbiko antlaşmasına rağmen İngilizler Kudüs’e girerek askerî yönetim ilan ediyor, tüm önemli bölgelerin kontrolünü ele geçiriyorlardı. Böylece zaman kaybetmeden Yahudilerin “Uluslararası Yahudi Hareketi”nin merkezi Filistin’e taşınıyor. Ve Filistin kapıları dünyanın tüm Yahudi göçmenlerine karşı ardına kadar açılıyordu. Artık Filistin tepside Yahudilere sunulmuştu.
Bu gelişme üzerine Arap dünyasından itiraz ve tepkiler yağıyor. Arap ülkelerinde sokak ve meydanlar hareketlenmeye başlıyor ve Balfor’un bu bildirisi-mektubu ardı arkası gelmeyen bitmek bilmeyen bir savaşın kıvılcımlarıydı âdeta. Arapların itiraz ve tepkileri kendileri için büyük bir yıkıma dönüşmemesi için tekrar Faysal’dan bu itirazları yatıştırmak için yardım istendi. Faysal, Araplardan taraf Filistin’de Yahudi varlığını kabul edebilirdi. Bu amaçla Paris’te bir konferans düzenlendi ve bu konferansta Osmanlıya karşı bağımsız büyük bir Arap devletinin kurulması vaadediliyordu. Sonuçta İngilizler ve Siyonistler yalan ve içi boş vaatlerle Faysal’ı kandırıyorlardı ve Faysal, bağımsız Arap devleti uğruna tekrar aldatılıyordu.
Bir sonraki önemli gelişme tam 15 ay sonra müttefiklerin İtalya’da bir araya gelmeleriydi. Nisan 1920 de bu güçlerin buluşmasıyla Sasbiko antlaşması aleni bir hâl alıyor olsa da Filistin’in hâkimiyeti İngilizlere devrediliyordu. Bu gelişmeler üzerine Arap dünyasının en duyarsız ve tepkisiz bölgelerinden dahi itiraz, isyan hatta çatışma haberleri gelmeye başladı. Bir kez daha Arap halkları işgale karşı sokak ve meydanlara inmişti. Bunun yanında Filistin’e yerleştirilen Yahudiler, kendilerini savunsunlar diye eğitiliyor, silahlandırılıyor ve savaşan gruplar hâline getiriliyordu. Daha sonraki dönemlerde bu silahlı milis güçlerin çok da savunma amaçlı değil, saldırı ve yağma amaçlı eğitildikleri görülüyordu.
2 yıl sonra yani Haziran 1922tarihinde BM de Filistin’de hâkimiyeti İngilizlere bırakıyordu. Filistin’de artık oyunun son perdesi sergilenmeye hazırdı. Bir taraftan Yahudi devletinin temelleri için şartlar olgunlaştırılacak, diğer taraftan dünyanın dört bir yanından Yahudilerin Filistin’e göçü hızlandırılacaktı. İngilizler, Yahudilerden yerel bir polis gücü oluşturup bölgedeki bazı itirazları bununla bastırmayı düşünüyordu. İngilizlerin Yahudileri devletleştirme yolunda sinsice attığı ikinci bir adımı dünya Yahudilerinin göçünü yasal ve legal zemine oturtmak için bir koordinasyon merkezi kurmasıydı. Yahudilerin göçünü koordine eden bu grubun ismi kısa bir zamanda yayılmaya başladı: “YAHUDİ AJANSI”
Bu gelişmelerin ardından 17 yılda bölgede Yahudi nüfusu 10 kat çoğalmıştı ve nüfus denklemi Filistinliler aleyhine bozuluyordu. Filistinli Araplar artık kendi topraklarında serbest dolaşamıyor, Yahudi polis güçleri tarafından durduruluyor, kimlik sorgulaması ile dolaşımlarına izin veriliyordu.
1936’da baskıların artmasıyla yeni bir döneme giriliyordu. Filistinli Araplar bu baskılara fazla dayanamayıp artık silahlı ayaklanma kararı almışlardı. İngiliz ve Yahudi merkezleri artık Filistinlilerin hedefi olmuştu. İngilizler bu ayaklanmayı oldukça zalim ve kanlı biçimde bastırsa da Arap dünyasının top yekûn tepkisi tekrarlanır mı diye endişelenmiyor değildi. Bu yüzden Arap ülkeleri ve hükümetleri ile diyalog ve müzakere girişimi başlattı ve bu doğrultuda Sapsinko’yu görevlendirdi. O da bölgede incelemeler neticesinde sorun ve ihtilafların çözümü için bir Filistin Arap parlamentosu kurulması önerisi verdi. Böylece Filistin’e kontrolsüz Yahudi akımının durma imkânı doğacaktı. Bu öneri İngiliz hükümeti tarafından kabul gördü ve ayaklanmalar sona erdi, Irak-Hayfa petrol boru hattı eski güvenliğine kavuştu. Bu kararların yasalaşması için İngilizler Londra’da bir konferans tertipledi. Bu kararlardan rahatsızlık duyan Yahudilerin lideri Vayizman, İngilizlerin bu girişimlerinden hoşnutsuzluğunu gizleyemiyor, yeni destekçiler arayışına giriyordu. Siyonist Yahudilerle İngilizlerin aile birliğinde ilk çatırdamalar görülmeye başlamıştı. Varlıklarını İngilizlere borçlu olan Yahudiler artık yeni bir destekçi güç bulmuştu: Amerika Birleşik Devletleri. Dünyanın genç bir süper gücü, İngilizler kadar yıpranmamış ve gizli/kirli planları olan taze bir güç.
Bu dostluk ve ittifak, tam da II. Dünya Savaşı’nın başlama dönemine rastlıyordu. Araplar-Britanya ilişkiler tarihi ve geleneğinde İngilizler tarafından defalarca kandırılmış olmalarına rağmen yeteri dersi aldıkları görülmez. Araplar bu dünya savaşında Hitlerin yanında yer alırlar. Hatta Kudüs müftüsü Hacı Emin Hüseyni’de Almanlardan yana açıklamalarda bulunur. Filistin Yahudi ihtilafları batağına gömülen İngilizler, güçlü müttefikler karşısında kendilerini savaşın ortasında görüyorlardı. Bu yüzden, İngilizler Yahudilerin Filistin’de ordu kurma izinlerini çıkarmış, Yahudi göçüne de kontrolleri ve sınırlandırmaları kaldırmıştı. Artık her şey kontrolden çıkmış sayılıyordu. Yahudiler İngilizlerin onca hizmetlerine rağmen artık yeni bir destekçi bulmuş, onlarla işbirliğine yanaşmıyorlardı. Artık Yahudiler Amerika’nın desteğiyle Filistin’in bir parçasını değil, tümünü istiyorlardı. Yahudi liderler İngilizleri istemiyoruz diye karar aldılar.
İngiliz askerlerinin üssü, Yahudiler tarafından hedef alınarak yerle bir edildi ve 60 askerin ölümüne neden oldu. Böylece büyük Britanya’nın artık oyun dışı bırakılma zamanı gelmişti. Bu olay üzerine İngilizler çıkmayı ciddi şekilde düşünmeye başlamışlardı bile. 1947’de BM de İngiltere temsilcisi Filistin deki hâkimiyeti artık bir uluslararası güce bırakmak istediklerini dile getirdi. Rusya, Arap ve Yahudi olarak Filistin’de iki devletli bir yapı önerdi. Kasım 1947’de BM genel kurulunda oylamaya sunulan öneri 33 evet, 13 hayır, 10 çekimser oy ile kabul edildi. Bu oylama ile Filistin ikiye bölünüyordu. Büyük parça Yahudilere, küçük parça ise Filistin’in asıl sahipleri olan Araplara veriliyordu.
1948’in 14 Mayısında Yahudilerce arkadan hançerlenmiş, ihanete uğramış, yorgun son İngiliz askerleri Filistin’i terk ediyorlardı. Bunun ardından alelacele YAHUDİ AJANSI başkanı Begone, İsrail devletinin kuruluşunu resmen ilan etti. Çok geçmeden Amerika temsilcisi, Birleşmiş Milletler’de ilk ülke olarak bu devleti resmiyete tanıdıklarını açıkladı. Böylece Filistin topraklarında karanlık bir Yahudi devleti kurulmuş oldu.
İntifadalar
Filistin'in işgali yıllarında bu topraklar Filistin halkının sayısız ayaklanmasına sahne oldu. İlk işgal yıllarından sonra konu bir Arap-Yahudi ve insani özgürlük meselesi olarak ele alınmış, uzun yıllar İslam dünyasının bu bu konuda maalesef seyirci kalması sağlanmıştı. 70’li 80’li yıllar artık konunun İslami bir davaya dönüşmesi gerçekleşiyor. Artık yeni bir dönem başlamış, ayaklanmalar artmıştı. Bu ayaklanmalara intifada adı verilmiştir yani taş ile direnişin başladığı gerçeği ile İslam dünyası yüzleşmişti. Filistin halkının ilk ayaklanması 1976 yılında “Dünya Günü İntifadası” adı altında gerçekleşti. Bir diğer intifada İran İslam İnkılabı’nın İslam dünyasında oluşturduğu dinamizmi arkasına alarak 1987 yılında “Birinci İntifada” ya da “Filistin Halk İntifadası” adı altında yapılan direniş mücadelesiydi. Mezkûr intifada Batı Şeria ve Gazze'de yaşandı. Bir diğer intifada ise Mescid-i Aksa intifadasıdır. Bu intifada, 2000 yılında İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un Mescid-i Aksa'ya girmesiyle başladı. Mescid-i Aksa İntifadası'nın en önemli sloganlarından biri Filistin devletinin kurulması ve işgalcilerin Batı Şeria'dan çekilmesiydi.
1987'de 6 yıl süren intifadada 1.540 kişi şehit olmuş, 130.000 kişi yaralanmıştı. 2000 yılındaki intifadada da 2800 kişi şehit edilmişti.
Hamas
Filistin Direniş Hareketi (Hamas), Filistin'deki en önde gelen İslamî direniş hareketidir. Bu hareket Müslüman Kardeşler hareketinin devamı olsa da İran desteği ile bir örgüt olmanın çok ötesinde güçlenmiştir. Hamas hareketi, Filistin'de İslam devletinin oluşumuna zemin hazırlamak amacıyla bireylerin, ailelerin ve toplumun eğitimine öncelik vermiştir. Kuruluşunun başlangıcında Hamas'ın Filistin işgaline silahlı olarak karşı çıkma fikri yoktu; ancak daha sonralar İran ile ilişkileri iyice geliştirdikten sonra silahlı direniş mücadelesine karar verdi.
İslâmî Cihâd Hareketi
İslâmî Cihâd, Filistin'deki en önemli cihad gruplarından biridir. Lojostik ve eğitim desteklerini İran ve Hizbullah’tan alan bu hareket, Filistin-İsrail çatışmasını benimsemiştir. 1980'de şekillenmeye başladı. İslâmî Cihâd hareketinin, İslam İnkılabı ile yakınlığı nedeniyle Müslüman Kardeşler hareketi de dâhil olmak üzere diğer geleneksel İslâmî hareketlerden çok farklılıkları vardır.
Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (el-Fetih)
Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi, Filistin’in en eski siyasi partisidir. Bu hareket 1965'te kuruldu. Filistin hükümet yetkililerinin çoğu bu partinin üyesidir. Ancak İsrail ile iki devletli çözüm noktasında uzlaşmaya gittiğinden dolayı gittikçe erimiş ve etkinliğini yitirmiştir.
BM Genel Kurulu’nun İşgale Karşı Kararları
29 Kasım 1947 – 181 Sayılı Karar
BM Genel Kurulu’nun Paylaşım Planı kapsamında, İngiliz manda rejiminin sona ermesiyle birlikte, Filistin toprakları üzerinde biri Arap, diğeri Yahudi olarak iki bağımsız devletin kurulması kararlaştırıldı.
Kudüs’ün silahlardan arındırılmış, BM Vesayet Konseyi’nin himayesinde uluslararası bir statüye sahip olması öngörüldü.
Söz konusu statü 10 yıl yürürlükte kalacak, daha sonra referandum yoluyla Kudüs’ün durumu halka sorulacaktı.
Ancak kararın yalnızca Yahudi devleti bölümü uygulandı, 750 binden fazla Filistinli, mülteci konumuna düştü.
11 Aralık 1948 – 194 Sayılı Karar
Filistinlilerin göç etmek zorunda kaldığı topraklara dönüşü ve Kudüs’ün uluslararası bir yönetime kavuşmasını içeriyordu.
Karar, Kudüs’e BM yönetimi altında uluslararası statü verilmesini de öngörüyordu. Ancak nihai sonuca Siyonist İsrail’in engellemeleri nedeniyle bir türlü ulaşılamadı.
4 Temmuz 1967 – 2253 Sayılı Karar
İşgalci İsrail, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Doğu Kudüs’ün yanı sıra Gazze, Batı Şeria ve Sina Yarımadası ile Golan Tepeleri’ni işgal etti.
BM Genel Kurulu aldığı kararla, Siyonist İsrail’in Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye yönelik faaliyetlerinden derin endişe duyduğunu belirtti.
Bu adımların geçersiz olduğunu ve İsrail’in bu adımlardan vazgeçmesi gerektiğini kaydetti.
19 Aralık 1983 – 38/180 Sayılı Karar
BM Genel Kurulu, işgalci İsrail’in “barışsever bir üye” olmadığını belirterek, tüm uluslara İsrail ile diplomatik, ticari ve kültürel bağları koparmaları çağrısı yaptı.
İsrail ayrıca, Kudüs de dâhil olmak üzere Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri’ndeki işgalinden dolayı kınandı. Bu işgaller, uluslararası hukuka aykırı ve yasadışı olarak nitelendirildi.
BM bu kararla İsrail’e Kudüs dâhil 1967’den beri işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısı yaptı.
Üye ülkelere İsrail’e silah ve askerî ekipman satmamaları ve İsrail’den bunları almamaları, ayrıca İsrail’e her türlü askeri yardımı askıya almaları çağrısı yaptı.
21 Aralık 2017 – 10/22 Sayılı Karar
Dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü Siyonist rejim İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini açıklamasının ardından alındı.
Kararda, BM’ye üye tüm devletlere, “Kudüs’te diplomatik misyon kurmaktan kaçınma” çağrısı yapıldı.
ehlader
İmam Hamanei, Haniye’yi Kabul Etti
İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei, Tahran’a giden Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye ve kendisine eşlik eden heyeti kabul etti.
Hamas Siyasi Büro Başkanı bu görüşmede; Gazze’deki son gelişmeler, Siyonist Rejimin işlediği cinayetler ve Batı Şeria’daki olaylara ilişkin bilgi verdi.
İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamanei de Gazze halkının sabrını ve azmini takdir ettiğini bir kez daha ifade ederek, ABD ve bazı Batılı ülkelerin desteğiyle Siyonist rejimin işlediği cinayetleri şiddetle kınadı.
İmam Hamanei ayrıca İran İslam Cumhuriyeti'nin Siyonist işgalcilere karşı Filistin direniş güçlerini destekleme konusundaki temel politikasına vurgu yaparak, İslam ülkeleri ve uluslararası toplumun Gazze halkına kapsamlı ve daha güçlü desteklemeleri gerektiğini kaydetti.
İsrail Savaş Uçaklarına Yakıt Sağlayan Ülkeler Hangileridir?
İsrail petrolünün yaklaşık %60'ı Türkiye tarafından yönetilen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattından geliyor ve Türkiye, 2016'dan bu yana Siyonist rejimden 11 milyar litreden fazla dizel ithal etti.
Hamas ile Siyonist rejim arasındaki savaşın başlamasıyla birlikte Müslümanların ve dünyadaki tüm özgürlük yanlısı insanların dünya ülkelerinden ciddi taleplerinden biri de Siyonist rejimin askerlerine daha fazla darbe indirebilmek ve ekonomik baskı uygulamak için bu gaspçı rejime enerji ihracatının durdurulmasıdır.
İmam Hamanei geçen hafta yaptığı konuşmada Filistin meselesine değinerek şunları söyledi: “Siyonist rejimin petrol ihracatının yolu kapatılmalıdır. İslami hükümetler Siyonist rejimle ekonomik olarak işbirliği yapmamalıdır. İşgalci rejimin suç ve cinayetleri, uluslararası formlarda kekelemeden kınanmalıdır.”
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah da Cuma günü şunları söyledi: “Arap ve İslam hükümetleri Siyonistlerle ilişkilerini kesmeli ve İsrail'e petrol, gaz ve gıda tedarikini durdurmalıdır.”
Buradaki temel soru Siyonist rejimin enerji alanında hangi ülkelerle işbirliği yaptığıdır. SolutiEN Enerji Araştırmaları Enstitüsü, "İsrail ve Akdeniz gazına dayalı enerji ilişkilerinin genişletilmesi" başlıklı raporunda bu soruyu yanıtladı.
*İsrail, İslam İşbirliği Teşkilatı'na üye ülkelerden petrol temin ediyor
İsrail'in işgal altındaki topraklarda yer alan Hayfa ve Aşdod'daki iki rafinerideki toplam rafineri kapasitesi günlük 300 bin varil olup, tedarik kaynağı, İslam İşbirliği Teşkilatı'na üye ülkeler olarak kabul edilen başta Kazakistan ve Azerbaycan gibi ülkelerden ithal edilen petroldür. OPEC üyesi Nijerya ve Gabon da petrol ithalatının diğer ana kaynaklarıdır.
Toplamda İsrail'deki enerji tüketim portföyünün %40'ı petrole bağlıdır. Irak Kürdistan bölgesi merkezi hükümeti ile yerel yönetim arasındaki anlaşmazlıkların yayılmasıyla birlikte bu bölgeden İsrail'e petrol ihracatının bu yıl durdurulması ile İsrail'in petrol ithalat kaynaklarına Mısır ve Brezilya da eklendi.
*Mısır, İsrail'in ilk enerji ortağıdır
Mısır'ın İsrail’le ilişkilerini normalleştiren ilk İslam ülkesi olarak bu rejimle ilişkilerini normalleştirmesinin ardından, bu ülkenin İsrail'e gaz ihracatı 2005 yılında 20 yıllık bir anlaşma kapsamında başlamış ancak Mısır'daki siyasi devrimin ardından 2012 yılında durdurulmuştu. Akdeniz sularında gaz rezervlerinin keşfedilmesiyle EMG boru hattındaki gaz akışı tersine döndü ve Mısır, 2019 yılında İsrail'den gaz ithal eden bir ülke haline geldi. Şu anda Mısır'ın toplam tüketiminin %8'ine denk gelen 5 milyar metreküp gaz, EMG boru hattı aracılığıyla Mısır'a ihraç ediliyor.
* Ürdün, İsrail'den ithal edilen doğalgaza bağımlı
Ürdün'ün enerji ve elektrik üretimi için %90 oranında petrol ve gaz ithalatına bağımlılığı, bu ülkeyi İsrail'in gaz ihracatının bir başka ana hedefi haline getirmiştir. İki hükümet arasındaki ilk anlaşma 2016 yılında yapılmıştı. Buna göre Ürdün, önerilen üç boru hattı aracılığıyla 15 yıl boyunca toplam 45 milyar metreküp alacaktır.
*Türkiye, İsrail'in akaryakıt müşterisi
Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Kerkük-Ceyhan boru hatlarının son noktası olan Ceyhan limanı, İsrail'in ithal ham petrolünün yüklenmesinde ve tedarikinde kilit rol oynuyor. Ürün ve akaryakıt alışverişi açısından bakıldığında, 2016 yılından bu yana ve Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin yeniden kurulmasından sonra İsrail’e toplam 200 milyon litre hava akaryakıtı ve gemi yakıtı (yaklaşık 250 milyon dolar eşdeğeri) ihraç edildi ve İsrail'den 11 milyar litreden fazla (yaklaşık 5 milyar dolar eşdeğeri) mazot ve 11 milyar litreden fazla (yaklaşık 5 milyar dolara eşdeğer) dizel ithal edildi.
Tüm bu açıklamalar dikkate alındığında, İsrail savaş uçaklarının Gazze'yi bombalamak için ihtiyaç duyduğu enerji ve yakıtı hangi İslam ülkelerinden sağladığını çok kolay bir şekilde tespit etmek mümkündür.
Hizbullah Lideri Nasrallah’ın Son Konuşmasının Şifreleri
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah merakla beklenen konuşmasını yaptı. Avrupa merkezli medya kuruluşlarına göre 4 milyardan fazla insan bu konuşmayı bekliyordu ve 500 televizyon ve uydu kanalı canlı yayınlamak için talepte bulundu.
Nasrallah’ın konuşmasını dinleyenlerin çoğu ondan İsrail'e karşı daha sert tavır ya da savaş ilan etmesini bekliyordu. Ancak Nasrallah, bu zor durumda bile pasif davranmadığını ve Hizbullah'ın karar alma mekanizmasının çeşitli bölgesel ve uluslararası bileşenlerden oluşan gerçekçi verilere dayandığını gösterdi.
Bölgenin mevcut durumunda Nasrallah’ın konuşmasının içeriği güvenlik açısından değerlendirilmesi halinde Amerikan ve Siyonistlerin üzerindeki yüksek etkisini göstermektedir.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, Gazze savaşına ilişkin görüşlerini dile getirirken, önce bu çatışmaları başlatan faktörleri sıraladı, ardından çeşitli alanlardaki sonuçlarına dikkati çekti.
Hizbullah lideri Nasrallah’ın son konuşmasının amaçları şu şekilde sıralanabilir:
Arap Ülkelerinin Uyuyan Vicdanını Uyandırma Çabası
Seyyid Hasan Nasrallah'ın daha önceki açıklamalarında ve Lübnan'daki 6 günlük savaş sırasında da tanık olduğumuz gibi bu konuşmanın en önemli temalarından biri de Arap ve İslam ülkeleri yöneticilerinin uyuyan vicdanlarını uyandırmak çabasıydı.
İslam ülkeleri liderlerinin sakinliğine rağmen ayağa kalkan İslam ümmetinin geniş kapsamlı protesto gösterileriyle ilgili haberler televizyonlardan yayınlanıyor. Bunun bölgedeki gelişmelerin seyrini değiştiremez ve çok fazla yapıcı etkisi olamaz. Belki de Hizbullah Genel Sekreteri'nin açıklamaları, bazı liderlerin uyuyan vicdanının uyanması için bir ültimatom olarak değerlendirilebilir. Hasan Nasrallah, İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei’nin Siyonist rejimin petrol ve gıda ambargosuna ilişkin sunduğu pratik yöntemi de önerdi.
Gazze Savaşına Yönelik Psikolojik Baskıyı Giderme Çabası Ve Siyonist Karşıtı Cephenin Kurulması
Pek çok analist ve bölge ile dünya çapındaki siyasi isimler, Amerikan hükümetini İsrail'in Gazze'de başlattığı savaşın ana planlayıcısı olarak görüyor.
Uluslararası düzeyde Siyonist rejime büyük destek veren ABD bir yandan silah sağlamaya çalışırken, diğer yandan da Arap ve İslam ülkeleri ile direniş gruplarını savaş tehdidiyle korkutuyor ve 20 yıldan sonra Gazze halkına yeni bir psikolojik baskı uygulamaya çalışıyor. Böylece bölgedeki hiçbir ülke ve grubun Filistinlilere destek yönünde harekete geçmesini engellemeye çalışıyor.
Nasrallah'ın son konuşması, Arap yöneticiler tarafından dinlenmese de Amerika ve Gazze'deki Siyonist rejimin cinayetlerine karşı mücadelede Direniş Cephesi ile bölge halkları arasında ortak bir cephe oluşturdu.
Direniş Gruplarıyla Dayanışmayı Güçlendirmek
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, bölgedeki direniş gruplarının son 20 yılda Amerikan askeri varlığına ve Siyonist rejime karşı kazandığı zaferlere dikkati çekerek, yerinde harekete geçen Irak'taki direniş grupları, Ensarullah Hareketi ve Yemen ordusuna teşekkür etti. Bu, bir yandan bu grupların moralini güçlendirirken, diğer yandan da direniş gruplarının, özellikle de Irak ve Yemen direnişinin bölgesel denklemlerdeki rolünü sağlamlaştırdı.
Direnişin eylemlerini teyit eden Nasrallah, Kassam Tugaylarının Aksa Tufanı operasyonunun planını gizlemesinden rahatsız olmadığını belirterek, Siyonist düşmana karşı yürütülen gizli mücadelenin doğasının böyle olduğunu kaydetti. Bu tavır, direniş grupları arasında dayanışmanın güçlenmesine neden olmuştur.
Hasan Nasrallah’ın konuşması bittikten hem sonra Direniş Ekseni’nin diğer grupların yetkililerinden çok sayıda olumlu tepki geldi. Bu doğrultuda Yemen direnişi Siyonist rejimin Eylat limanına füzeli operasyon düzenlerken Irak direnişi ise ABD ordusunun Suriye’nin Hasake ilindeki Harab Cebir Havaalanı'nı insansız hava aracı (İHA) ile hedef aldı.
ABD'yi Gazze Savaşının Lideri Olarak Tanıtmak
Söylediğimiz gibi Seyyid Hasan Nasrallah, doğru bir şekilde İsrail'e lojistik, askeri ve büyük destek sağlayan ABD’yi Gazze savaşının ana sorumlusu olarak değerlendirdi ve Aksa Tufanı’dan büyük darbe alan Tel Aviv rejiminin düşmesini önlemek için Amerika’nın hızla duruma müdahale ettiğini söyledi. Bu tehditleri umursamadığını aktaran Nasrallah, büyük hedeflerin gerçekleşmesi uğruna ölmenin son derece doğal olduğunu ifade etti. Bu tehditlerin temel nedeni olan ABD uçak gemilerine işaret eden Hizbullah lideri, bu tehditlerin direnişi korkutmadığını, tam tersine direnişin silahlarının hedefi haline gelebileceğini kaydetti.
Bu konu birkaç açıdan önemlidir; Birincisi, gelecek aşamada bölgedeki tüm Amerikan varlıkları hedef alınabilir. Bu, çatışma cephesinin artacağı anlamına geliyor ve bir yandan bölge halkları ile devletlerin taleplerini göz ardı eden ABD'yi Gazze'de ateşkes konusunda zora sokarken diğer yandan da bölge halklarına savaşta daha iyi pratik rol oynamasını sağlar ve onları Amerikan hedeflerine karşı potansiyel bir tehdit haline getirir.
Hizbullah'ın Tutumundaki Belirsizliğin Devam Etmesi
Hizbullah liderinin yaptığı son konuşmasını, Lübnan direnişinin Siyonist düşmana karşı mücadelede diğer direniş gruplarıyla birlikte yürütebileceği yeni bir sürece yönelik siyasi bir giriş olarak değerlendirilebilir. Hizbullah her zaman akıllıca kararlar verdiğini göstermiş ve mantığını dostlarına ve düşmanlarına daima açıklamıştır. Siyonist rejimin son haftalarda yaşadığı zorluk, Hizbullahı'nın bu savaşla ilgili tutumundaki belirsizlikti ve Siyonistler Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri'nin konuşmasını herkesten çok bekliyordu. Ancak Nasrallah'ın konuşması, İsrail'e karşı olası bir direniş operasyonunun gerekliliğini anlatarak, nedenlerini ve etkenlerini açıkladı. Bu bir bakımdan operasyonun başlangıcı anlamına gelebilir. Hizbullah'ın tutumundaki belirsizliğin devam etmesiyle birlikte İsrail daha çok beklemek zorunda kaldı.
Hizbullah'ın Gelecekteki Gelişmelere İlişkin Vizyonunu Belirlemek
Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Nasrallah, son gelişmelerle birlikte bu hareketin stratejik mücadelesini anlatırken, stratejilerinin saldırı ve caydırıcılık olmak üzere iki bileşenden oluştuğunu söyledi.
Hasan Nasrallah, saldırı boyutunda ise Gazze'deki trajedinin devam etmesi halinde direniş eyleminin mümkün olabileceğini ve tüm cepheleri kapsayabileceğini, bu durumda tüm senaryoların masada olacağını ifade etti.
Seyyid Hasan Nasrallah'ın caydırıcılık hakkındaki ifade ettiği sözler Lübnan'ın iç sahasıyla ilgiliydi ve Nasrallah, Siyonist rejimin Lübnan'ı işgal etmeyi düşünmesi halinde Hizbullah'ın İsrail'in çılgın davranışlarını dizginleyeceğini vurguladı. Siyonist düşmanın atacağı her türlü yanlış adımlarına karşı uyarıda bulundu ve sivile karşı sivil denkleminden bahsetti.
Bahsi geçen iki önemli konuyla Siyonist düşmana kırmızı çizgi çizmiş oldu. Bu, rejime karşı kapsamlı askeri operasyonların başlangıcı olabilir, ancak düşmanın bu kırmızı çizgilere dayanarak Hizbullah'ın gelecekteki eylemlerini tahmin edebileceği o kadar da net değildir. Diğer yandan Hizbullah da "Sıfır saat"in doğru zamanda seçme konusunda fazla hareket özgürlüğüne sahip olacaktır.
Sonuç
Hizbullah liderinin konuşması, bölgedeki gelişmelere Hollywood gözüyle bakan ve bu sırada çok büyük ve eşi benzeri görülmemiş bir olay yaşanmasını bekleyenleri ikna etmemiş olabilir. Ancak gelişmelere gerçekçi bir bakış, Tel Aviv rejimi ile işgal ordusunun ve ABD'nin siyasi çevrelerinin en üst seviyede alarma geçirdiği bir dönemde Hizbullah'ın vereceği her türlü tepkinin istenilen sonuçları vermeyebileceğini gösteriyor. Özel olaylar her zaman kimsenin beklemediği zamanlarda meydana gelir./tesnim
https://rasthaber.com/tr/haber/bati-asya/seyyid-hasan-nasrallah-zafer-filistin-ve-direnisin-olacaktir-128153
Blinken Çelik Yelekle Bağdat’ı Terk Etti
ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Ortadoğu turu çerçevesinde İsrail ve Ürdün ziyaretlerinin ardından ziyaretlerine devam ediyor.
Blinken, başkent Bağdat’ta Irak Başbakanı Muhammed Şiya Es-Sudani ile bir araya geldi. Bağdat Uluslararası Havaalanı'na inen Blinken’ın çelik yelek giydiği ve askeri helikopterle Yeşil Bölge'ye gittiği aktarıldı.
Sudani ile görüşmesi öncesi Bliken’ın ABD’nin Irak büyükelçisinden ABD askerlerinin bulunduğu askeri üslere yönelik saldırılar hakkında bilgi aldığı ifade edildi. Blinken’ın Irak’ın ardından Türkiye’yi ziyaret etmesi bekleniyor.
Irak basını, Blinken’in Başbakan Sudani ile görüştükten sonra üzerindeki çelik yelekle Bağdat’ı terk ettiği haberlerini verdi.
Irak Sadr Hareketi Lideri Mukteda es-Sadr, Blinken'in Bağdat ziyaretini protesto etmek amacıyla taraftarlarının Tahrir meydanına toplanması çağrısı yaptı. Sadr'ın çağrısı sonrası çok sayıda Iraklı Tahrir Meydanına toplandı.
İran: 3 MOSSAD Ajanını Yakaladık
İran ile Afganistan'daki Taliban yönetimi istihbarat birimlerinin ortak çalışmasıyla, iki ülke arasındaki dağlık bölgede, İran'a İHA saldırısı düzenleme hazırladığında ve Mossad ajanı olduğu öne sürülen 3 kişinin yakalandığı bildirildi.
İran'ın resmi ajansı IRNA'ya göre İran ile Afganistan sınırındaki dağlık alanda, İsrail Ulusal İstihbarat Servisi Mossad için çalışan 3 ajan yakalandı.
Kimliği açıklanmayan kişilerin, Afganistan topraklarından İran'daki bazı hedeflere İHA saldırısı düzenleme hazırlığında oldukları iddia edildi.
Mossad adına çalıştığı ileri sürülen kişilerin sorgulanmak üzere İran'a götürülecekleri aktarıldı.
Asya’nın Yeni Devleri ve İran
Asya güçlerinin Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS çerçevesindeki yeni yaklaşımları ve İran dahil yeni üyeleri aralarına kabul etmeleri, uluslararası süreçlerin ve yaklaşımların yavaş da olsa, İran’la işbirliğine doğru yöneldiğini gösteriyor
Çin ve Hindistan, Basra Körfezi'nde, Afrika’da, Orta Asya’da, Doğu Asya’da, Avrupa’da ve Latin Amerika’da sessiz sedasız birbirleri ile rekabet ediyorlar.
Aradaki gelgitlere karşın, Çin ve Hindistan II. Dünya Savaşı'nın ardından, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra benzer stratejiler izlediler. Her ikisi de kapitalist modelden uzak durdular. Çin Maocu komünizmi benimsedi, Hindistan Nehru’nun sosyalizmini seçti. Her iki ülke de 1990’lardan itibaren görece hızlı ekonomik büyüme yaşadı.
Günümüzde, Batılı hükûmetlerin iki ülkeye bakışları büyük ölçüde farklılaştı.
Hindistan Batı’nın dostu, müttefiki olurken, Çin Batı’ya karşı tutumunu korudu.
Aslında Batı’nın iki ülkeye karşı tavrı siyasal (ekonomik değil) yapılarının farklılığı temelinde şekillendi. Çin geleneksel olarak merkezi ve otoriter bir sisteme sahip olurken, Hindistan gücün çeşitli kurumlar arasında dağıtıldığı adem-i merkeziyetçiliğe eğilim duydu.
Enerji güvenliği, petrol yoksunu her iki ülke için öncelik taşıyor. En kalabalık ülkeler olarak, işgücünün ucuzluğundan ve özellikle modern bilimler alanında yetiştirdikleri nitelikli işgücünden yararlanıyorlar.
İran enerji üretimi için merkez olabilir, Asya’nın doğusu ve batısı, güneyi ile kuzeyi arasında taşımacılığı ve ticareti kolaylaştırabilir ve yabancı yatırımları çekebilir.
SESSİZ RAKİPLER ÇOK KUTUPÇULAR
Öte yandan dünyanın farklı alanlarında, örneğin Basra Körfezi'nde, Afrika’da, Orta Asya’da, Doğu Asya’da, Avrupa’da ve Latin Amerika’da sessiz sedasız birbirleri ile rekabet ediyorlar. Dahası, her ikisi de, Bağlantısızlar Hareketi, 77’ler Grubu, Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS gibi (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) gibi çeşitli bölgesel ve uluslararası kuruluşlara katılıyorlar; her ikisi de uluslararası sistemin yapısında değişiklik arayışı içindeler; tek kutuplu bir dünyadan, süpergücün, hegemonyanın olmadığı çok kutuplu bir dünyaya yönelmek istiyorlar. Ve nihayet her iki ülke de son yıllarda Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulamaya kalkışan ABD’nin ve onun Avrupalı müttefiklerinin baskılarına direndiler. Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’ya yaptırımlara direnmelerine bağlı olarak, her ikisi de İran’a yönelik Batı yaptırımlarının dayatmacı özünün farkına vardılar, benzer tavırlar aldılar.
Her ikisi de Soğuk Savaş yıllarında İran’ı Batı Blokunun parçası olarak görüyor ve 1979’a kadar Doğu ile ittifak yapıyorlardı. Başlarda ikisi de İran İslam Devrimi’ni soğuk karşılamakla birlikte, devrimden on yıl sonra İran’la işbirliğini geliştirdiler. 21. yüzyılın başında İran’ın Asya’nın iki devi ile ilişkilerinin istikbal vaat ettiği görüldü.
Dahası, İran’ın “Doğu’ya Bakış Siyaseti” dikkate alındığında, Çin ve Hindistan ile bağlarının güçleneceği bekleniyordu. Bununla birlikte İran’ın ekonomik, kültürel ve bilimsel ortaklığı son 20 yılda geriledi. Her iki büyük güç farklı uluslararası kimlikler geliştirirken ve İran’a farklı yaklaşımlar içine girerken, ekonomik alanda İran’a benzer şekilde yaklaştılar. ABD’nin 2018’de nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından Çin ve Hindistan, İran’la enerji sektöründeki işbirliğini azalttılar, uzun vadeli yatırımları frenlediler. Dahası, mallarını pazarlamada İran’ı dikkate değer bir pazar olarak görmediler, İran’dan satın aldıkları petrolün bedelini ABD yaptırımlarını bahane ederek ödemediler.
İRAN İLK KEZ DIŞLANMIYOR
ABD’nin Şabatar Limanını yaptırımların dışına taşımasına rağmen, Hindistan limanın Doğu-Batı taşımacılığı içindeki yerine önem vermedi. Yanı sıra Çin de Kuşak-Yol projesi içindeki “Doğu’ya Bakış Siyaseti için anlamlı yatırım yapmadı.
Buna rağmen her iki ülke, diplomatik temaslarda ekonomik projeler hakkında İran ile işbirliğine istekli olduklarını ve bunlara katılmak istediklerini belirttiler. Şu çok açık: İran büyük devletlerin oyunlarında ilk kez dışarda bırakılmıyor.
İngiltere ve Rusya 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında stratejik konumu nedeniyle İran’ın çevresindeki bütün alanları sömürgeleştirdiler. İran siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumakla birlikte, güçlü hükûmetlerin ekonomik baskılarına karşı koyamadı. İran ancak I. Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki yeni dengelere bağlı olarak öteki ülkelerle ilişkilerini tedricen geliştirebildi. Şimdilerde İran’ın Asyalı güçlerle gerginleşmiş ilişkilerini ikili işbirliği yolu ile çözüme kavuşturması olası görülmüyor.
SİSTEM DEĞİŞMELİ
Öyle görünüyor ki, İran’ın stratejik yalnızlığının üstesinden gelebilmesi ve bölgesel, kıtasal ve küresel güçlerle ilişkilerini geliştirebilmesi ancak güçler dengesinde anlamlı bir değişiklik gerçekleşirse mümkün olabilecek.
Bu ise, ulusal birliklerden ziyade, çokkutuplu bir sistemin ya da kutupluluk sonrası bir dünyanın kurulması ile mümkün.
Böyle bir senaryoda İran enerji üretimi için merkez olabilir, Asya’nın doğusu ve batısı, güneyi ile kuzeyi arasında taşımacılığı ve ticareti kolaylaştırabilir ve yabancı yatırımları çekebilir. Ek olarak, İran, bu şekilde dünyanın geri kalan kesimleri ile daha geniş bir kültürel toplumsal ve siyasal etkileşim içine girecektir.
Çin’in, Hindistan’ın ve öteki büyük güçlerin Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS çerçevesindeki yeni yaklaşımları ve İran dahil yeni üyeleri aralarına kabul etmeleri, uluslararası süreçlerin ve yaklaşımların yavaş da olsa, İran’la işbirliğine doğru yöneldiğini ve İran’ın yeni dünya düzeninde konumunun geliştiğini gösteriyor. Şimdilerde ünlü Fars şairi Şirazi’nin şu sözlerini hatırlamanın zamanıdır: “Yepyeni bir dünya ve yepyeni bir insan yaratılmalı.”
(*) Tahran Allamei Tabatabai Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Uzmanı. İran Barış Derneği Yöneticisi. Yazı, Hindistan’da faaliyet gösteren Observer Research Foundation’un Ekim 2023 tarihli sayısında “Kumlardaki Ejderha: Çin’in Çağdaş Batı Asya’daki Varlığını Açık Etmek” başlığı ile yayımlandı.
İngilizceden kısaltarak çeviren: Cüneyt Akalın.
Dr. Mandana Tishehyar
Ey Müslümanlar, bir el atın şu sürgüne!
İsrail’in meseleyi nereye götürdüğünü bilmek için bir belgeye ihtiyaç yok. Ama “vadedilmiş topraklarda seçilmiş insanların” ötekilerin kendileri için nelere katlanması gerektiğine dair fantezilerini görmek bakımından zihin açıcı.
Kökü kazılmış, beli kırılmış, nüfusu önemli ölçüde göçürtülmüş Gazze’ye "uluslararası bir kafes" aranıyor. Geride kalmasına müsaade edilecek Filistin varlığı da İsrail’i tehdit edemesin diye…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan askeri güçle Filistin’in garantörü olmayı dillendiriyordu ya. İsrail de soykırım planına uygun adımlar atarken savaştan sonra Gazze’de ne olacağına dair kendi seçeneklerini tartışıyor. Fakat Amerikalılar ile kafa kafaya verdiklerinde tartışmanın yönü uluslararası bir garantörlüğe evriliyor. Bunun Erdoğan’ın aradığı garantörlükle zinhar ilgisi yok tabii.
Özetle direniş güçlerinin kökünü kazıdıktan sonra Gazze’de kimsenin kafasını bir daha kaldıramayacağı koşulları temin edebilecek uluslararası bir gücün nasıl oluşturabileceğini tartışıyorlar.
Bloomberg’e göre İsrail ve Amerikalılar üç seçenek üzerinde duruyor:
- Birincisi Gazze’yi geçici olarak kontrol etmesi için Amerikan, İngiliz, Alman ve Fransızların öncülüğünde Suudi Arabistan veya Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi birkaç Arap ülkesinin de katılımıyla uluslararası bir gücün kurulması. Ama Amerikan askerlerinin canı kıymetli olduğu için buraya konuşlanması sorunmuş!
- İkincisi 1979 Camp David Anlaşması sonrası Mısır ile İsrail arasında konuşlandırılan Çokuluslu Güç ve Gözlemciler Grubu'na benzer bir barışı koruma gücünün teşekkül edilmesi. İsrail bu fikri daha dikkate değer buluyormuş.
- Üçüncüsü BM şemsiyesi altında geçici bir gücün yerleştirilmesi. İsrail için bu uygulanamazmış.
Gazze’de direnişi tünellerden söküp attılar; savaş sonrasına kafa patlatıyorlar.
İsrail ve ABD ağız birliği etmiş, 7 Ekim öncesi duruma asla dönülemeyeceğini tekrarlıyor. Olup biten net; İsrail’in “Soykırımdan soykırım beğen” tarihi kendini tekrarlıyor. Yahudi kimliğiyle Tel Aviv’e kapaklanan ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken geçen salı Senato’da Gazze'nin geleceği için çeşitli seçenekleri incelediklerini söylemişti. Amerikalılar bu iyiliği İsrailliler bir kez daha Gazze’de işgalci olmasınlar diye yapıyormuş!
***
Amerikalılarla konuştukları bir kenara İsrail hükümeti içinde sirküle edilmiş bir yol haritası sızdırıldı. Gerçi İsrail askeri stratejisiyle bütün dünyaya nereye varmak istediğini zaten anlatıyor. Gazze’nin kuzeyinin boşaltılması için ültimatom üzerine ültimatom verilmesi; çok katlı binalar, konutlar ve mülteci kamplarının yerle bir edilmesi; okul, hastane ve kilise dahil insanların güvenli diye sığınabildiği ne varsa bombalanması; yaralıyı, hastayı hayatta tutacak sağlık kuruluşlarının kasten hedef alınması; su, elektrik, yakıt ve gıda ambargosuyla yaşamın imkansız hale getirilmesi tek bir yere çıkıyor: Kuzeyden başlayarak Gazze’yi tamamen insansızlaştırmak.
Bu insanların itildiği yer Sina Çölü. Bunun adı da etnik temizlik ve soykırım.
İsrail’in meseleyi nereye götürdüğünü bilmek için bir belgeye ihtiyaç yok. Ama “vadedilmiş topraklarda seçilmiş insanların” ötekilerin kendileri için nelere katlanması gerektiğine dair fantezilerini görmek bakımından zihin açıcı.
Gözlerimizle izlediğimiz vahşetin bir de el kitabı ortaya çıkınca “işgalci gücün meşru müdafaa hakkına” dair metin yazanların hala kalemi ar edip kırılmıyorsa vicdan fukaralığındandır.
Şimdi Mısır’a Sina Çölü’nde askeri tatbikat yaptıran Başbakan Mustafa Medbuli’ye “Buradaki her kum tanesi için milyonlarca canı feda etmeye hazırız. Mısır dayatmaları kabul etmeyecek” dedirten o dayatma bu belgede çok iyi resmediliyor.
***
13 Ekim 2023 tarihli İstihbarat Bakanlığı’na ait ‘politika belgesi’, İsrail’in düşünce biçimine dair bütün kanıtları cömertçe sunuyor. İsrail hükümetine yol haritası olsun diye hazırlanan belgede ele alınan üç seçenek için temel kurallar, “Hamas yönetiminin devrilmesi”, “Gazze Şeridi’ndeki insanların yararı için nüfusun bölgeden çıkarılması”, “bu plana uluslararası desteğin sağlanması” ve “Nazilerden arınmaya benzer bir ideolojik değişim planının hayata geçirilmesi” diye belirleniyor.
Birinci seçenek kalan nüfusu idare etmek üzere Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye ithal edilmesi.
İkinci seçenek BAE’deki ılımlı modelden ilham alan yerel bir Arap idaresinin kurulması.
Üçüncü seçenek sivil halkın Gazze'den Sina'ya tahliyesi.
Çok kibarlar; evinden ayrılmayanı katleden, ayrılanı da yolda katleden, sığındıkları yeri de bombalayan, ayakta duranı açlık ve susuzluktan kırdırmaya çalışan, yine hayatta kalan olursa onları da göçe zorlayan bir politikaya “tahliye” diyorlar.
Belgeyi hazırlayanlar “İsrail için olumlu, uzun vadeli, uygulanabilir ve stratejik sonuçlar doğurabilecek tek seçeneğin Sina’ya tahliye” olduğu sonucuna varıyor.
Gazze’de nüfusun çoğu kalır da yerel idare kurulur ya da Abbas yönetimi buraya getirilirse birkaç yıl sonra 7 Ekim’in tekrarlanacağına işaret ediliyor.
Evet direniş olmaması için kesin çözüm: Filistinsiz Filistin.
Belgenin sahipleri meseleyi kesinlikle mutlak bir soykırım düzeyinde ele alıyor.
Belgede Filistinlilerin Gazze’de kalması ve Abbas yönetiminin buraya taşınması en riskli seçenek olarak niteleniyor. Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmenin Filistin devletini kurdurtmamanın garantisi olduğu itiraf ediliyor. Batı Şeria ve Gazze’de tek bir Filistin otoritesi kurulursa bunun “Filistin ulusal hareketi için benzeri görülmemiş bir zafer anlamına geleceği” vurgulanıyor. Ayrıca bu seçeneğin askerleri riske atacağı, zaman alacağı, mücadele uzayacağı için kuzeyde ikinci cephe açılma riskini artıracağı, yaralı fotoğrafları geldikçe İsrail üzerinde uluslararası alanda baskının artacağı, insani sorumlulukları İsrail’in sırtına yükleyeceği belirtiliyor.
Ardından bir itiraf geliyor:
“Bugün bile Yahudiye ve Samiriye'de (Batı Şeria) Hamas'a yaygın bir halk desteği var. Filistin Yönetimi tüm Yahudiye ve Samiriye'de yozlaşmış ve içi boş olarak görülüyor ve halk desteği açısından Hamas'a karşı kaybediyor.”
Belgeyi hazırlayanlar bir bakıma Hamas’tan arınmak için ‘eğitim şart’ diyor. Neymiş Filistin Yönetimi’nde okul müfredatlarına Hamas’ın nasıl bir lanet olduğu dikte edilmeliymiş. Ama Filistin Yönetimi’nin ılımlı İslami ideolojiyi teşvik edeceğinin garantisi yokmuş. Hattı zatında “Çöküşün eşiğindeki Filistin Yönetimi de İsrail'e düşman bir yapı” imiş. “Onun güçlendirilmesi potansiyel olarak İsrail için stratejik bir dezavantaja yol açabilir” imiş.
Verilen akıl; en iyisi Filistin’in iki yakasını bir araya getirecek seçeneklerden kaçınmak! Filistin’i bu hale getirmek için onca yıl uğraştık şimdi kendi ellerimizle mi birleştireceğiz! Ayrıca işgalin Batı Şeria’daki İsrail askeri kontrolünün yasa dışı Yahudi yerleşimleri sayesinde mümkün olduğu tespiti yapılırken bunun Gazze için yeniden söz konusu olabileceğine şüpheyle bakılıyor. İsrail, 1967’deki işgalden itibaren Gazze’nin suyunu ve verimli topraklarını tahsis ettiği Yahudi yerleşimlerini 2005’teki çekilme sırasında boşaltmak zorunda kalmıştı.
Belgede “Gazze'de yerleşimler olmaksızın yalnızca askeri mevcudiyet temelinde etkili bir askeri işgali sürdürmenin hiçbir yolu yok” deniliyor. İsrailliler sivil idareyi Filistinlilere bırakma seçeneğinde de aslında askeri kontrolü bırakmayı düşünmüyor. Yine birinci seçenekten gidildiğinde şu sonucun doğacağı öngörülüyor:
“İsrail işgalci bir orduya sahip sömürgeci bir güç olarak görülecektir. Üsler ve ileri karakollar saldırıya uğrayacak ve Filistin Yönetimi herhangi bir müdahaleyi reddedecektir… Bu seçenek Hizbullah'a karşı gerekli caydırıcılığı sağlamayacak. Tam tersine İsrail'in zayıflığına işaret edecek.”
***
İkinci seçenekte ise nüfusun büyük bir kısmının Gazze'de kalması, ilk aşamada İsrail askeri yönetiminin kurulması, ardından BAE tarzına uygun, İslamcı olmayan, sadece sivil işlerden sorumlu yerel Arap idaresinin oluşturulması öngörülüyor. İlk seçenekte sıralanan riskler ikinci seçenek için de tekrarlanıyor.
“Hamas'a karşı onun yerini alabilecek yerel muhalefet hareketleri yok. Yani BAE'ye benzer tarzda bir yerel liderlik ortaya çıksa bile yine Hamas destekçilerinden oluşacaktır. Bu durum ideolojik dönüşümü ve Hamas'ın meşru bir hareket olarak ortadan kaldırılmasını zorlaştırmaktadır. Uzun vadede, İsrail askeri hükümetinin mümkün olan en kısa sürede yerel bir Arap hükümetiyle değiştirilmesi yönünde baskı olacaktır. Ancak yeni liderliğin Hamas ruhuna direneceğinin garantisi yok” deniliyor. Bu arada Müslüman Kardeşler'e vurulacak darbenin Körfez ülkeleri tarafından da destekleneceği öngörülüyor.
***
Şiddetle tavsiye edilen üçüncü seçenek girişte belirttiğim gibi tam temizlik içeriyor.
Hamas'a karşı etkili mücadele için nüfusun tahliyesinin şart olduğu söyleniyor. Öngörülen sürgün coğrafyası Mısır’ın Sina Yarımadası. “İlk aşamada çadır kentlerin kurulması, ikinci aşamada Sina'nın kuzeyinde şehirlerin inşa edilmesi öneriliyor.
Yetmiyor, üç koşul daha sıralanıyor:
- Mısır içerisinde kilometrelerce steril bir bölge oluşturulmalı.
- Halkın İsrail sınırına yakın yerlerde faaliyetlerde bulunması ve yerleşmesine izin verilmemeli.
- İsrail’in Mısır sınırına yakın topraklarında güvenlik çemberi oluşturulmalı.
Mısır’ın egemenlik haklarına hakaret etmekte de beis görmüyorlar.
Uygulamanın nasıl olacağı anlatılırken aşamalar “nüfusa tahliye çağrısı”, “kara harekatına imkan verecek şekilde kuzeyde bombardımana ağırlık verilmesi”, “tüm Gazze’yi işgal edene ve altındaki sığınakları temizleyene kadar kuzeyden kademeli işgalin başlatılması” diye sıralanıyor. Nüfus göçürtüldüğü için bu seçeneğin çok zaman almayacağı, kuzeyden cephe açılma riskini azaltacağı, sivil kayıplar az olacağı için İsrail üzerinde içeride ve dışarıda baskının fazla olmayacağı savunuluyor.
Peki İsrail bu seçeneği nasıl savunacak? Bunun için de bir şeyler dikte ettiriliyor:
“Bu, terör örgütüne karşı yürütülen savunma savaşıdır.”
“Savaşçı olmayan nüfusun bölgeden tahliye edilmesi hayat kurtaran bir yöntemdir.”
“Mısır uluslararası hukuka göre halkın geçişine izin vermekle yükümlüdür.”
“İsrail diğer ülkelerin yerinden edilmiş nüfusa yardım etmesi için harekete geçecektir.”
Bu belgeyle İsrail diplomasisinin mantıksal temellerine yönelik bir keşfe çıkmış oluyoruz.
Belge Hamas ideolojisinden arınmayı temel bir mesele görüyor ya, sürgün seçeneğine sıra gelince artık bunun başka ülkelerin sorunu olacağı ve İsrail’in bunu dert etmesine gerek kalmayacağı vurgulanıyor.
Bunun İsrail için ne denli müthiş sonuçları olacağına dair çıkarımlara gelirsek;
- İsrail’in caydırıcılığı sağlamlaştırılacak.
- Hizbullah'a güçlü bir mesaj verilmiş olacak.
- Hamas'ın devrilmesi Körfez ülkelerinin desteğini temin edecek.
- Kuzey Sina'da Mısır’ın kontrolü güçlenecek.
Mısır, Filistin sorununu kendi topraklarına ithal edecek, bir süre sonra Lübnan örneğinde olduğu gibi İsrail’in askeri hedefi haline gelecek, Ürdün’deki gibi iç çatışma risklerini üstlenecek, 2013’te darbeyle iktidardan uzaklaştırdığı Müslüman Kardeşler'le uğraştığı yetmezmiş gibi onun uzantısı Hamas’ın militanlarını içine alacak ve bütün bunlarla selefi-cihadi meydan okumanın eksik olmadığı Sina’da kontrolünü artırmış olacak! Muhteşem bir öngörü! Ama tüm insanlığın İsrail’e borcu var, Mısır da bundan kaçamaz!
Zurnanın zırt dediği son bölüm var ki bütün insanlığın canhıraş neden soykırımcı bir varlığa boyun eğmesi gerektiğine dair önermeleri görüyoruz.
Tabii ABD’ye büyük iş düşüyor. Sonra Mısır, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve BAE'ye iki görev tevdi ediliyor: Bu operasyonu finanse edin ve mültecilerin bir kısmını ülkelerinize alın.
ABD’nin bunun için bu ülkelere baskı yapması gerekiyor.
Türkiye, Suriye’den milyonlarca sığınmacıyı aldığına göre gözyaşı döktüğü Gazzeli Müslüman kardeşlerini kucaklamayacak da ne yapacak? Erdoğan, İsrailli dostları için bu iyiliği kesin yapacaktır!
Washington’a da akıl veriliyor: ‘Değişim yaratma ve radikal eksene darbe vurma açısından ABD’nin küresel liderliği yeniden tesis edilecek.’
Belge Batılı müttefiklere Mısır’a Refah Kapısı'nı açması için baskı yapmalarını ve mali destek sunmalarını öğütlüyor. Tazyik ve rüşvet!
Suudilere de büyük iş düşüyor. Kesenin ağzını açması, Hamas ideolojisini mahkum etme kampanyasına el atması isteniyor. Suudi Arabistan’ı bu işe çekmek için İran’a karşı güvenlik taahhütlerinin devreye sokulması, “zor durumdaki Müslümanlara yardım eden ülke olarak konumlandırılması” öneriliyor. İsrailliler Suudilerin Hamas'a karşı açık bir zafer istediklerinden yüzde 100 emin.
Akdeniz havzasında Yunanistan, İspanya, Fas, Libya ve Tunus’a da mültecileri kabul etmeleri ve mali destek sağlamaları öğütleniyor. Uzaklarda Kanada’ya da benzer bir rol düşüyor.
Adına ister sürgün ister etnik temizlik ister soykırım denilsin bu operasyona İslam ülkelerini ortak etmek için teşvik olarak bulunan slogan da insanın kanını donduracak nitelikte: “Müslüman Dayanışması.”
Küresel çapta büyük reklam ajanslarının bu iş için seferber edilmesi isteniyor. Örümcek ağı gibi sarmış medya devleri, düşünce kuruluşları, trol orduları bu kutsal görev için dört bir yandan saldırıya geçecektir!
Kampanyanın tonuna dair de bir tavsiye var: “Bu kampanya Batı dünyasında İsrail'i karalamadan yürütülmeli; İsrail yanlısı olmayan yerlerde ise İsrail'i azarlayan ve hatta zarar veren bir ton pahasına da olsa Filistinli kardeşlere yardım etme ve onları rehabilite etme mesajına odaklanılmalı.” Bu kampanyanın Filistinlilere geri dönme umudunun olmadığı mesajını da içermesi salık veriliyor.
“İsrail’le nasıl baş etmeli” sorusuna kafayı takanların İsrailliler gibi düşünmeyi öğrenmeleri gerekiyor sanırım.
Belge dehşet verici bir tavsiye ile bitiyor:
“İmajın şu olması gerekiyor: Allah, Hamas'ın liderliği yüzünden bu toprakları kaybetmenizi sağladı; Müslüman kardeşlerinizin yardımıyla başka bir yere taşınmaktan başka çareniz yok."
El atmak lazım ey ahali; “soykırım” falan demeyin, kutsal görev sizi bekliyor! Erdoğan da bunun sevabından mahrum kalmak istemez sanki!
Fehim TaşBu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
İmam Hamaei:13 Aban, (4 Kasım) İran milletinin Amerika'ya darbesidir.
İran İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamaei, 13 Aban (4 Kasım) “Küresel Emperyalizme Karşı Milli Mücadele Günü" arifesinde üniversite ve lise öğrencilerini kabul etti.
Öğrenciler bu görüşmede İmam Hamanei coşkuyla ve şiirlerle karşıladı ve hep bir ağızdan şu şiiri okudular:
Filistin, izzet ve şeref yolunu seçti
Mertlik güneşi doğup geldi
Artık Camp David günleri sona erdi
Aksa Tufanı’nın dönemi başladı
Bu görüşmeye katılan öğrenciler, Gazze'nin mazlum ve güçlü halkıyla dayanışmalarını ilan etmek için ellerinde Filistin bayrakları taşıdılar.
İmam Hamanei’nin bu görüşmesinde İmam Ali’nin (a.s) şu hadisinin yer aldığı bir afiş vardı: “Zalimin düşmanı, mazlumun yardımcısı olun.”
İmam Hamanei üç ay önceki konuşmasında İmam Ali’nin (a.s) bu sözünü açıklamış şu ifadelerde bulunmuştu: ‘Siyonist rejimin temeli zulme dayanmaktadır, aslında temeli zulümdür. Bir milleti, parayla ve ricayla değil, silahla, işkenceyle, yurtlarından kovdular ve onların yerlerine oturdular. Bu rejim zulme dayanmaktadır. Bu rejimler kesinlikle “Zalime düşman olun” sözünü ortaya koyan sistemlere karşı çıkacaklardır.’
İmam Hamanei’nin bugünkü konuşmasının önemli başlıkları şöyle:
13 Aban, (4 Kasım) İran milletinin Amerika'ya darbesidir.
13 Aban'da yaşanan bu üç olaydan ikisinde Amerikalılar İran ulusunu, birinde de İran ulusu Amerikalıları vurmuştur.
Amerika'nın İran milletine darbe indirdiği iki olaydan biri, İmam'ın (r.a) kapitalizme karşı çıkması nedeniyle 4 Kasım 1964’te sürgüne gönderilmesiydi.
İkinci darbe ise öğrencilerin öldürülmesiydi. İran halkının inkılabi hareketinin zirve yaptığı günlerde Şah'ın polisi öğrencileri üniversitenin hemen önünde katletti. Yaylım ateşi açarak bazı öğrencileri öldürdüler.
Devrimin zaferinden on ay sonra, 4 Kasım 1979’da öğrenciler gidip büyükelçiliğe girdiler, Amerikan büyükelçiliğini ve o büyükelçiliği ele geçirdiler ve o büyükelçiliğin sırlarını, gizli belgelerini açığa çıkardılar. Amerika'nın itibarı gitti. Bu İran milletinin Amerika'ya indirdiği darbeydi.
Amerika'ya ölüm bir slogan değildir. Bu, Amerika'nın İran milletiyle son 70 yıldaki bitmek bilmeyen komplolarından ve düşmanlıklarından kaynaklanan bir politikadır.
Meydan ve Gazze ve İsrail'in meydanı değil, hak ve batılın meydanıdır.
Amerika'dan kapsamlı bir yardım gelmezse Siyonist rejim birkaç gün içinde felç olacaktır. İslam dünyası da Siyonist rejimle ekonomik işbirliğini keserek bu rejime karşı harekete geçmeli ve Gazze'deki bombalama ve cinayetin derhal durdurulması konusunda ısrar ederek hak cephesi ile batıl cephesi arasındaki bu mücadelede üzerine düşen önemli görevleri yerine getirmelidir.
Bir konuyu gündeme getirmek istiyorum, o da Amerika ile mücadelemizdir.
Amerikalılar İran milletiyle olan düşmanlıklarını büyükelçilik meselesine bağlıyorlar. Amerika'nın İran'a ambargo koymasının, İran'a kötü şeyler yapmasının, İran'da kaos yaratmasının, sorun yaratmasının sebebi sizin öğrencilerinizin gidip ABD büyükelçiliğini ele geçirmesi diyorlar, yurt içinde Amerika’nın peşinden gidenler de bunu söylüyor, bu büyük bir yalan.
Büyükelçilik olayından 26 yıl önce 19 Ağustos darbesi yaşandı; O gün elçiliğe kimse gitmemişti!
Büyükelçilikten alınan ve şu anda 70-80 cilt kitap olan belgeler, inkılabın zaferinden sonraki ilk günlerden itibaren ABD büyükelçiliğinin İran'a karşı komplo ve casusluğun merkezi olduğunu gösterdi. ABD büyükelçiliğinde inkılaba darbe yapmak için darbe planlanıyordu. İç savaş tasarlandı ve ülkenin sınır illerinde iç savaş çıkarmaya çalışıyorlardı.
Yani ABD büyükelçiliği inkılabın ilk günlerinden bu yana ülkeye ve inkılaba karşı komplonun merkezi olmuştur ve bunun bir casus yuvasının ele geçirilmesiyle hiçbir ilgisi yoktur.