
کارگر
İsrail Savaş Uçaklarına Yakıt Sağlayan Ülkeler Hangileridir?
İsrail petrolünün yaklaşık %60'ı Türkiye tarafından yönetilen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattından geliyor ve Türkiye, 2016'dan bu yana Siyonist rejimden 11 milyar litreden fazla dizel ithal etti.
Hamas ile Siyonist rejim arasındaki savaşın başlamasıyla birlikte Müslümanların ve dünyadaki tüm özgürlük yanlısı insanların dünya ülkelerinden ciddi taleplerinden biri de Siyonist rejimin askerlerine daha fazla darbe indirebilmek ve ekonomik baskı uygulamak için bu gaspçı rejime enerji ihracatının durdurulmasıdır.
İmam Hamanei geçen hafta yaptığı konuşmada Filistin meselesine değinerek şunları söyledi: “Siyonist rejimin petrol ihracatının yolu kapatılmalıdır. İslami hükümetler Siyonist rejimle ekonomik olarak işbirliği yapmamalıdır. İşgalci rejimin suç ve cinayetleri, uluslararası formlarda kekelemeden kınanmalıdır.”
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah da Cuma günü şunları söyledi: “Arap ve İslam hükümetleri Siyonistlerle ilişkilerini kesmeli ve İsrail'e petrol, gaz ve gıda tedarikini durdurmalıdır.”
Buradaki temel soru Siyonist rejimin enerji alanında hangi ülkelerle işbirliği yaptığıdır. SolutiEN Enerji Araştırmaları Enstitüsü, "İsrail ve Akdeniz gazına dayalı enerji ilişkilerinin genişletilmesi" başlıklı raporunda bu soruyu yanıtladı.
*İsrail, İslam İşbirliği Teşkilatı'na üye ülkelerden petrol temin ediyor
İsrail'in işgal altındaki topraklarda yer alan Hayfa ve Aşdod'daki iki rafinerideki toplam rafineri kapasitesi günlük 300 bin varil olup, tedarik kaynağı, İslam İşbirliği Teşkilatı'na üye ülkeler olarak kabul edilen başta Kazakistan ve Azerbaycan gibi ülkelerden ithal edilen petroldür. OPEC üyesi Nijerya ve Gabon da petrol ithalatının diğer ana kaynaklarıdır.
Toplamda İsrail'deki enerji tüketim portföyünün %40'ı petrole bağlıdır. Irak Kürdistan bölgesi merkezi hükümeti ile yerel yönetim arasındaki anlaşmazlıkların yayılmasıyla birlikte bu bölgeden İsrail'e petrol ihracatının bu yıl durdurulması ile İsrail'in petrol ithalat kaynaklarına Mısır ve Brezilya da eklendi.
*Mısır, İsrail'in ilk enerji ortağıdır
Mısır'ın İsrail’le ilişkilerini normalleştiren ilk İslam ülkesi olarak bu rejimle ilişkilerini normalleştirmesinin ardından, bu ülkenin İsrail'e gaz ihracatı 2005 yılında 20 yıllık bir anlaşma kapsamında başlamış ancak Mısır'daki siyasi devrimin ardından 2012 yılında durdurulmuştu. Akdeniz sularında gaz rezervlerinin keşfedilmesiyle EMG boru hattındaki gaz akışı tersine döndü ve Mısır, 2019 yılında İsrail'den gaz ithal eden bir ülke haline geldi. Şu anda Mısır'ın toplam tüketiminin %8'ine denk gelen 5 milyar metreküp gaz, EMG boru hattı aracılığıyla Mısır'a ihraç ediliyor.
* Ürdün, İsrail'den ithal edilen doğalgaza bağımlı
Ürdün'ün enerji ve elektrik üretimi için %90 oranında petrol ve gaz ithalatına bağımlılığı, bu ülkeyi İsrail'in gaz ihracatının bir başka ana hedefi haline getirmiştir. İki hükümet arasındaki ilk anlaşma 2016 yılında yapılmıştı. Buna göre Ürdün, önerilen üç boru hattı aracılığıyla 15 yıl boyunca toplam 45 milyar metreküp alacaktır.
*Türkiye, İsrail'in akaryakıt müşterisi
Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Kerkük-Ceyhan boru hatlarının son noktası olan Ceyhan limanı, İsrail'in ithal ham petrolünün yüklenmesinde ve tedarikinde kilit rol oynuyor. Ürün ve akaryakıt alışverişi açısından bakıldığında, 2016 yılından bu yana ve Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin yeniden kurulmasından sonra İsrail’e toplam 200 milyon litre hava akaryakıtı ve gemi yakıtı (yaklaşık 250 milyon dolar eşdeğeri) ihraç edildi ve İsrail'den 11 milyar litreden fazla (yaklaşık 5 milyar dolar eşdeğeri) mazot ve 11 milyar litreden fazla (yaklaşık 5 milyar dolara eşdeğer) dizel ithal edildi.
Tüm bu açıklamalar dikkate alındığında, İsrail savaş uçaklarının Gazze'yi bombalamak için ihtiyaç duyduğu enerji ve yakıtı hangi İslam ülkelerinden sağladığını çok kolay bir şekilde tespit etmek mümkündür.
Hizbullah Lideri Nasrallah’ın Son Konuşmasının Şifreleri
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah merakla beklenen konuşmasını yaptı. Avrupa merkezli medya kuruluşlarına göre 4 milyardan fazla insan bu konuşmayı bekliyordu ve 500 televizyon ve uydu kanalı canlı yayınlamak için talepte bulundu.
Nasrallah’ın konuşmasını dinleyenlerin çoğu ondan İsrail'e karşı daha sert tavır ya da savaş ilan etmesini bekliyordu. Ancak Nasrallah, bu zor durumda bile pasif davranmadığını ve Hizbullah'ın karar alma mekanizmasının çeşitli bölgesel ve uluslararası bileşenlerden oluşan gerçekçi verilere dayandığını gösterdi.
Bölgenin mevcut durumunda Nasrallah’ın konuşmasının içeriği güvenlik açısından değerlendirilmesi halinde Amerikan ve Siyonistlerin üzerindeki yüksek etkisini göstermektedir.
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, Gazze savaşına ilişkin görüşlerini dile getirirken, önce bu çatışmaları başlatan faktörleri sıraladı, ardından çeşitli alanlardaki sonuçlarına dikkati çekti.
Hizbullah lideri Nasrallah’ın son konuşmasının amaçları şu şekilde sıralanabilir:
Arap Ülkelerinin Uyuyan Vicdanını Uyandırma Çabası
Seyyid Hasan Nasrallah'ın daha önceki açıklamalarında ve Lübnan'daki 6 günlük savaş sırasında da tanık olduğumuz gibi bu konuşmanın en önemli temalarından biri de Arap ve İslam ülkeleri yöneticilerinin uyuyan vicdanlarını uyandırmak çabasıydı.
İslam ülkeleri liderlerinin sakinliğine rağmen ayağa kalkan İslam ümmetinin geniş kapsamlı protesto gösterileriyle ilgili haberler televizyonlardan yayınlanıyor. Bunun bölgedeki gelişmelerin seyrini değiştiremez ve çok fazla yapıcı etkisi olamaz. Belki de Hizbullah Genel Sekreteri'nin açıklamaları, bazı liderlerin uyuyan vicdanının uyanması için bir ültimatom olarak değerlendirilebilir. Hasan Nasrallah, İslam İnkılabı Lideri İmam Hamanei’nin Siyonist rejimin petrol ve gıda ambargosuna ilişkin sunduğu pratik yöntemi de önerdi.
Gazze Savaşına Yönelik Psikolojik Baskıyı Giderme Çabası Ve Siyonist Karşıtı Cephenin Kurulması
Pek çok analist ve bölge ile dünya çapındaki siyasi isimler, Amerikan hükümetini İsrail'in Gazze'de başlattığı savaşın ana planlayıcısı olarak görüyor.
Uluslararası düzeyde Siyonist rejime büyük destek veren ABD bir yandan silah sağlamaya çalışırken, diğer yandan da Arap ve İslam ülkeleri ile direniş gruplarını savaş tehdidiyle korkutuyor ve 20 yıldan sonra Gazze halkına yeni bir psikolojik baskı uygulamaya çalışıyor. Böylece bölgedeki hiçbir ülke ve grubun Filistinlilere destek yönünde harekete geçmesini engellemeye çalışıyor.
Nasrallah'ın son konuşması, Arap yöneticiler tarafından dinlenmese de Amerika ve Gazze'deki Siyonist rejimin cinayetlerine karşı mücadelede Direniş Cephesi ile bölge halkları arasında ortak bir cephe oluşturdu.
Direniş Gruplarıyla Dayanışmayı Güçlendirmek
Lübnan Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri, bölgedeki direniş gruplarının son 20 yılda Amerikan askeri varlığına ve Siyonist rejime karşı kazandığı zaferlere dikkati çekerek, yerinde harekete geçen Irak'taki direniş grupları, Ensarullah Hareketi ve Yemen ordusuna teşekkür etti. Bu, bir yandan bu grupların moralini güçlendirirken, diğer yandan da direniş gruplarının, özellikle de Irak ve Yemen direnişinin bölgesel denklemlerdeki rolünü sağlamlaştırdı.
Direnişin eylemlerini teyit eden Nasrallah, Kassam Tugaylarının Aksa Tufanı operasyonunun planını gizlemesinden rahatsız olmadığını belirterek, Siyonist düşmana karşı yürütülen gizli mücadelenin doğasının böyle olduğunu kaydetti. Bu tavır, direniş grupları arasında dayanışmanın güçlenmesine neden olmuştur.
Hasan Nasrallah’ın konuşması bittikten hem sonra Direniş Ekseni’nin diğer grupların yetkililerinden çok sayıda olumlu tepki geldi. Bu doğrultuda Yemen direnişi Siyonist rejimin Eylat limanına füzeli operasyon düzenlerken Irak direnişi ise ABD ordusunun Suriye’nin Hasake ilindeki Harab Cebir Havaalanı'nı insansız hava aracı (İHA) ile hedef aldı.
ABD'yi Gazze Savaşının Lideri Olarak Tanıtmak
Söylediğimiz gibi Seyyid Hasan Nasrallah, doğru bir şekilde İsrail'e lojistik, askeri ve büyük destek sağlayan ABD’yi Gazze savaşının ana sorumlusu olarak değerlendirdi ve Aksa Tufanı’dan büyük darbe alan Tel Aviv rejiminin düşmesini önlemek için Amerika’nın hızla duruma müdahale ettiğini söyledi. Bu tehditleri umursamadığını aktaran Nasrallah, büyük hedeflerin gerçekleşmesi uğruna ölmenin son derece doğal olduğunu ifade etti. Bu tehditlerin temel nedeni olan ABD uçak gemilerine işaret eden Hizbullah lideri, bu tehditlerin direnişi korkutmadığını, tam tersine direnişin silahlarının hedefi haline gelebileceğini kaydetti.
Bu konu birkaç açıdan önemlidir; Birincisi, gelecek aşamada bölgedeki tüm Amerikan varlıkları hedef alınabilir. Bu, çatışma cephesinin artacağı anlamına geliyor ve bir yandan bölge halkları ile devletlerin taleplerini göz ardı eden ABD'yi Gazze'de ateşkes konusunda zora sokarken diğer yandan da bölge halklarına savaşta daha iyi pratik rol oynamasını sağlar ve onları Amerikan hedeflerine karşı potansiyel bir tehdit haline getirir.
Hizbullah'ın Tutumundaki Belirsizliğin Devam Etmesi
Hizbullah liderinin yaptığı son konuşmasını, Lübnan direnişinin Siyonist düşmana karşı mücadelede diğer direniş gruplarıyla birlikte yürütebileceği yeni bir sürece yönelik siyasi bir giriş olarak değerlendirilebilir. Hizbullah her zaman akıllıca kararlar verdiğini göstermiş ve mantığını dostlarına ve düşmanlarına daima açıklamıştır. Siyonist rejimin son haftalarda yaşadığı zorluk, Hizbullahı'nın bu savaşla ilgili tutumundaki belirsizlikti ve Siyonistler Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri'nin konuşmasını herkesten çok bekliyordu. Ancak Nasrallah'ın konuşması, İsrail'e karşı olası bir direniş operasyonunun gerekliliğini anlatarak, nedenlerini ve etkenlerini açıkladı. Bu bir bakımdan operasyonun başlangıcı anlamına gelebilir. Hizbullah'ın tutumundaki belirsizliğin devam etmesiyle birlikte İsrail daha çok beklemek zorunda kaldı.
Hizbullah'ın Gelecekteki Gelişmelere İlişkin Vizyonunu Belirlemek
Hizbullah Hareketi Genel Sekreteri Nasrallah, son gelişmelerle birlikte bu hareketin stratejik mücadelesini anlatırken, stratejilerinin saldırı ve caydırıcılık olmak üzere iki bileşenden oluştuğunu söyledi.
Hasan Nasrallah, saldırı boyutunda ise Gazze'deki trajedinin devam etmesi halinde direniş eyleminin mümkün olabileceğini ve tüm cepheleri kapsayabileceğini, bu durumda tüm senaryoların masada olacağını ifade etti.
Seyyid Hasan Nasrallah'ın caydırıcılık hakkındaki ifade ettiği sözler Lübnan'ın iç sahasıyla ilgiliydi ve Nasrallah, Siyonist rejimin Lübnan'ı işgal etmeyi düşünmesi halinde Hizbullah'ın İsrail'in çılgın davranışlarını dizginleyeceğini vurguladı. Siyonist düşmanın atacağı her türlü yanlış adımlarına karşı uyarıda bulundu ve sivile karşı sivil denkleminden bahsetti.
Bahsi geçen iki önemli konuyla Siyonist düşmana kırmızı çizgi çizmiş oldu. Bu, rejime karşı kapsamlı askeri operasyonların başlangıcı olabilir, ancak düşmanın bu kırmızı çizgilere dayanarak Hizbullah'ın gelecekteki eylemlerini tahmin edebileceği o kadar da net değildir. Diğer yandan Hizbullah da "Sıfır saat"in doğru zamanda seçme konusunda fazla hareket özgürlüğüne sahip olacaktır.
Sonuç
Hizbullah liderinin konuşması, bölgedeki gelişmelere Hollywood gözüyle bakan ve bu sırada çok büyük ve eşi benzeri görülmemiş bir olay yaşanmasını bekleyenleri ikna etmemiş olabilir. Ancak gelişmelere gerçekçi bir bakış, Tel Aviv rejimi ile işgal ordusunun ve ABD'nin siyasi çevrelerinin en üst seviyede alarma geçirdiği bir dönemde Hizbullah'ın vereceği her türlü tepkinin istenilen sonuçları vermeyebileceğini gösteriyor. Özel olaylar her zaman kimsenin beklemediği zamanlarda meydana gelir./tesnim
https://rasthaber.com/tr/haber/bati-asya/seyyid-hasan-nasrallah-zafer-filistin-ve-direnisin-olacaktir-128153
Blinken Çelik Yelekle Bağdat’ı Terk Etti
ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Ortadoğu turu çerçevesinde İsrail ve Ürdün ziyaretlerinin ardından ziyaretlerine devam ediyor.
Blinken, başkent Bağdat’ta Irak Başbakanı Muhammed Şiya Es-Sudani ile bir araya geldi. Bağdat Uluslararası Havaalanı'na inen Blinken’ın çelik yelek giydiği ve askeri helikopterle Yeşil Bölge'ye gittiği aktarıldı.
Sudani ile görüşmesi öncesi Bliken’ın ABD’nin Irak büyükelçisinden ABD askerlerinin bulunduğu askeri üslere yönelik saldırılar hakkında bilgi aldığı ifade edildi. Blinken’ın Irak’ın ardından Türkiye’yi ziyaret etmesi bekleniyor.
Irak basını, Blinken’in Başbakan Sudani ile görüştükten sonra üzerindeki çelik yelekle Bağdat’ı terk ettiği haberlerini verdi.
Irak Sadr Hareketi Lideri Mukteda es-Sadr, Blinken'in Bağdat ziyaretini protesto etmek amacıyla taraftarlarının Tahrir meydanına toplanması çağrısı yaptı. Sadr'ın çağrısı sonrası çok sayıda Iraklı Tahrir Meydanına toplandı.
İran: 3 MOSSAD Ajanını Yakaladık
İran ile Afganistan'daki Taliban yönetimi istihbarat birimlerinin ortak çalışmasıyla, iki ülke arasındaki dağlık bölgede, İran'a İHA saldırısı düzenleme hazırladığında ve Mossad ajanı olduğu öne sürülen 3 kişinin yakalandığı bildirildi.
İran'ın resmi ajansı IRNA'ya göre İran ile Afganistan sınırındaki dağlık alanda, İsrail Ulusal İstihbarat Servisi Mossad için çalışan 3 ajan yakalandı.
Kimliği açıklanmayan kişilerin, Afganistan topraklarından İran'daki bazı hedeflere İHA saldırısı düzenleme hazırlığında oldukları iddia edildi.
Mossad adına çalıştığı ileri sürülen kişilerin sorgulanmak üzere İran'a götürülecekleri aktarıldı.
Asya’nın Yeni Devleri ve İran
Asya güçlerinin Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS çerçevesindeki yeni yaklaşımları ve İran dahil yeni üyeleri aralarına kabul etmeleri, uluslararası süreçlerin ve yaklaşımların yavaş da olsa, İran’la işbirliğine doğru yöneldiğini gösteriyor
Çin ve Hindistan, Basra Körfezi'nde, Afrika’da, Orta Asya’da, Doğu Asya’da, Avrupa’da ve Latin Amerika’da sessiz sedasız birbirleri ile rekabet ediyorlar.
Aradaki gelgitlere karşın, Çin ve Hindistan II. Dünya Savaşı'nın ardından, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra benzer stratejiler izlediler. Her ikisi de kapitalist modelden uzak durdular. Çin Maocu komünizmi benimsedi, Hindistan Nehru’nun sosyalizmini seçti. Her iki ülke de 1990’lardan itibaren görece hızlı ekonomik büyüme yaşadı.
Günümüzde, Batılı hükûmetlerin iki ülkeye bakışları büyük ölçüde farklılaştı.
Hindistan Batı’nın dostu, müttefiki olurken, Çin Batı’ya karşı tutumunu korudu.
Aslında Batı’nın iki ülkeye karşı tavrı siyasal (ekonomik değil) yapılarının farklılığı temelinde şekillendi. Çin geleneksel olarak merkezi ve otoriter bir sisteme sahip olurken, Hindistan gücün çeşitli kurumlar arasında dağıtıldığı adem-i merkeziyetçiliğe eğilim duydu.
Enerji güvenliği, petrol yoksunu her iki ülke için öncelik taşıyor. En kalabalık ülkeler olarak, işgücünün ucuzluğundan ve özellikle modern bilimler alanında yetiştirdikleri nitelikli işgücünden yararlanıyorlar.
İran enerji üretimi için merkez olabilir, Asya’nın doğusu ve batısı, güneyi ile kuzeyi arasında taşımacılığı ve ticareti kolaylaştırabilir ve yabancı yatırımları çekebilir.
SESSİZ RAKİPLER ÇOK KUTUPÇULAR
Öte yandan dünyanın farklı alanlarında, örneğin Basra Körfezi'nde, Afrika’da, Orta Asya’da, Doğu Asya’da, Avrupa’da ve Latin Amerika’da sessiz sedasız birbirleri ile rekabet ediyorlar. Dahası, her ikisi de, Bağlantısızlar Hareketi, 77’ler Grubu, Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS gibi (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) gibi çeşitli bölgesel ve uluslararası kuruluşlara katılıyorlar; her ikisi de uluslararası sistemin yapısında değişiklik arayışı içindeler; tek kutuplu bir dünyadan, süpergücün, hegemonyanın olmadığı çok kutuplu bir dünyaya yönelmek istiyorlar. Ve nihayet her iki ülke de son yıllarda Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulamaya kalkışan ABD’nin ve onun Avrupalı müttefiklerinin baskılarına direndiler. Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya’ya yaptırımlara direnmelerine bağlı olarak, her ikisi de İran’a yönelik Batı yaptırımlarının dayatmacı özünün farkına vardılar, benzer tavırlar aldılar.
Her ikisi de Soğuk Savaş yıllarında İran’ı Batı Blokunun parçası olarak görüyor ve 1979’a kadar Doğu ile ittifak yapıyorlardı. Başlarda ikisi de İran İslam Devrimi’ni soğuk karşılamakla birlikte, devrimden on yıl sonra İran’la işbirliğini geliştirdiler. 21. yüzyılın başında İran’ın Asya’nın iki devi ile ilişkilerinin istikbal vaat ettiği görüldü.
Dahası, İran’ın “Doğu’ya Bakış Siyaseti” dikkate alındığında, Çin ve Hindistan ile bağlarının güçleneceği bekleniyordu. Bununla birlikte İran’ın ekonomik, kültürel ve bilimsel ortaklığı son 20 yılda geriledi. Her iki büyük güç farklı uluslararası kimlikler geliştirirken ve İran’a farklı yaklaşımlar içine girerken, ekonomik alanda İran’a benzer şekilde yaklaştılar. ABD’nin 2018’de nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından Çin ve Hindistan, İran’la enerji sektöründeki işbirliğini azalttılar, uzun vadeli yatırımları frenlediler. Dahası, mallarını pazarlamada İran’ı dikkate değer bir pazar olarak görmediler, İran’dan satın aldıkları petrolün bedelini ABD yaptırımlarını bahane ederek ödemediler.
İRAN İLK KEZ DIŞLANMIYOR
ABD’nin Şabatar Limanını yaptırımların dışına taşımasına rağmen, Hindistan limanın Doğu-Batı taşımacılığı içindeki yerine önem vermedi. Yanı sıra Çin de Kuşak-Yol projesi içindeki “Doğu’ya Bakış Siyaseti için anlamlı yatırım yapmadı.
Buna rağmen her iki ülke, diplomatik temaslarda ekonomik projeler hakkında İran ile işbirliğine istekli olduklarını ve bunlara katılmak istediklerini belirttiler. Şu çok açık: İran büyük devletlerin oyunlarında ilk kez dışarda bırakılmıyor.
İngiltere ve Rusya 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında stratejik konumu nedeniyle İran’ın çevresindeki bütün alanları sömürgeleştirdiler. İran siyasal bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumakla birlikte, güçlü hükûmetlerin ekonomik baskılarına karşı koyamadı. İran ancak I. Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki yeni dengelere bağlı olarak öteki ülkelerle ilişkilerini tedricen geliştirebildi. Şimdilerde İran’ın Asyalı güçlerle gerginleşmiş ilişkilerini ikili işbirliği yolu ile çözüme kavuşturması olası görülmüyor.
SİSTEM DEĞİŞMELİ
Öyle görünüyor ki, İran’ın stratejik yalnızlığının üstesinden gelebilmesi ve bölgesel, kıtasal ve küresel güçlerle ilişkilerini geliştirebilmesi ancak güçler dengesinde anlamlı bir değişiklik gerçekleşirse mümkün olabilecek.
Bu ise, ulusal birliklerden ziyade, çokkutuplu bir sistemin ya da kutupluluk sonrası bir dünyanın kurulması ile mümkün.
Böyle bir senaryoda İran enerji üretimi için merkez olabilir, Asya’nın doğusu ve batısı, güneyi ile kuzeyi arasında taşımacılığı ve ticareti kolaylaştırabilir ve yabancı yatırımları çekebilir. Ek olarak, İran, bu şekilde dünyanın geri kalan kesimleri ile daha geniş bir kültürel toplumsal ve siyasal etkileşim içine girecektir.
Çin’in, Hindistan’ın ve öteki büyük güçlerin Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS çerçevesindeki yeni yaklaşımları ve İran dahil yeni üyeleri aralarına kabul etmeleri, uluslararası süreçlerin ve yaklaşımların yavaş da olsa, İran’la işbirliğine doğru yöneldiğini ve İran’ın yeni dünya düzeninde konumunun geliştiğini gösteriyor. Şimdilerde ünlü Fars şairi Şirazi’nin şu sözlerini hatırlamanın zamanıdır: “Yepyeni bir dünya ve yepyeni bir insan yaratılmalı.”
(*) Tahran Allamei Tabatabai Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Uzmanı. İran Barış Derneği Yöneticisi. Yazı, Hindistan’da faaliyet gösteren Observer Research Foundation’un Ekim 2023 tarihli sayısında “Kumlardaki Ejderha: Çin’in Çağdaş Batı Asya’daki Varlığını Açık Etmek” başlığı ile yayımlandı.
İngilizceden kısaltarak çeviren: Cüneyt Akalın.
Dr. Mandana Tishehyar
Ey Müslümanlar, bir el atın şu sürgüne!
İsrail’in meseleyi nereye götürdüğünü bilmek için bir belgeye ihtiyaç yok. Ama “vadedilmiş topraklarda seçilmiş insanların” ötekilerin kendileri için nelere katlanması gerektiğine dair fantezilerini görmek bakımından zihin açıcı.
Kökü kazılmış, beli kırılmış, nüfusu önemli ölçüde göçürtülmüş Gazze’ye "uluslararası bir kafes" aranıyor. Geride kalmasına müsaade edilecek Filistin varlığı da İsrail’i tehdit edemesin diye…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan askeri güçle Filistin’in garantörü olmayı dillendiriyordu ya. İsrail de soykırım planına uygun adımlar atarken savaştan sonra Gazze’de ne olacağına dair kendi seçeneklerini tartışıyor. Fakat Amerikalılar ile kafa kafaya verdiklerinde tartışmanın yönü uluslararası bir garantörlüğe evriliyor. Bunun Erdoğan’ın aradığı garantörlükle zinhar ilgisi yok tabii.
Özetle direniş güçlerinin kökünü kazıdıktan sonra Gazze’de kimsenin kafasını bir daha kaldıramayacağı koşulları temin edebilecek uluslararası bir gücün nasıl oluşturabileceğini tartışıyorlar.
Bloomberg’e göre İsrail ve Amerikalılar üç seçenek üzerinde duruyor:
- Birincisi Gazze’yi geçici olarak kontrol etmesi için Amerikan, İngiliz, Alman ve Fransızların öncülüğünde Suudi Arabistan veya Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi birkaç Arap ülkesinin de katılımıyla uluslararası bir gücün kurulması. Ama Amerikan askerlerinin canı kıymetli olduğu için buraya konuşlanması sorunmuş!
- İkincisi 1979 Camp David Anlaşması sonrası Mısır ile İsrail arasında konuşlandırılan Çokuluslu Güç ve Gözlemciler Grubu'na benzer bir barışı koruma gücünün teşekkül edilmesi. İsrail bu fikri daha dikkate değer buluyormuş.
- Üçüncüsü BM şemsiyesi altında geçici bir gücün yerleştirilmesi. İsrail için bu uygulanamazmış.
Gazze’de direnişi tünellerden söküp attılar; savaş sonrasına kafa patlatıyorlar.
İsrail ve ABD ağız birliği etmiş, 7 Ekim öncesi duruma asla dönülemeyeceğini tekrarlıyor. Olup biten net; İsrail’in “Soykırımdan soykırım beğen” tarihi kendini tekrarlıyor. Yahudi kimliğiyle Tel Aviv’e kapaklanan ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken geçen salı Senato’da Gazze'nin geleceği için çeşitli seçenekleri incelediklerini söylemişti. Amerikalılar bu iyiliği İsrailliler bir kez daha Gazze’de işgalci olmasınlar diye yapıyormuş!
***
Amerikalılarla konuştukları bir kenara İsrail hükümeti içinde sirküle edilmiş bir yol haritası sızdırıldı. Gerçi İsrail askeri stratejisiyle bütün dünyaya nereye varmak istediğini zaten anlatıyor. Gazze’nin kuzeyinin boşaltılması için ültimatom üzerine ültimatom verilmesi; çok katlı binalar, konutlar ve mülteci kamplarının yerle bir edilmesi; okul, hastane ve kilise dahil insanların güvenli diye sığınabildiği ne varsa bombalanması; yaralıyı, hastayı hayatta tutacak sağlık kuruluşlarının kasten hedef alınması; su, elektrik, yakıt ve gıda ambargosuyla yaşamın imkansız hale getirilmesi tek bir yere çıkıyor: Kuzeyden başlayarak Gazze’yi tamamen insansızlaştırmak.
Bu insanların itildiği yer Sina Çölü. Bunun adı da etnik temizlik ve soykırım.
İsrail’in meseleyi nereye götürdüğünü bilmek için bir belgeye ihtiyaç yok. Ama “vadedilmiş topraklarda seçilmiş insanların” ötekilerin kendileri için nelere katlanması gerektiğine dair fantezilerini görmek bakımından zihin açıcı.
Gözlerimizle izlediğimiz vahşetin bir de el kitabı ortaya çıkınca “işgalci gücün meşru müdafaa hakkına” dair metin yazanların hala kalemi ar edip kırılmıyorsa vicdan fukaralığındandır.
Şimdi Mısır’a Sina Çölü’nde askeri tatbikat yaptıran Başbakan Mustafa Medbuli’ye “Buradaki her kum tanesi için milyonlarca canı feda etmeye hazırız. Mısır dayatmaları kabul etmeyecek” dedirten o dayatma bu belgede çok iyi resmediliyor.
***
13 Ekim 2023 tarihli İstihbarat Bakanlığı’na ait ‘politika belgesi’, İsrail’in düşünce biçimine dair bütün kanıtları cömertçe sunuyor. İsrail hükümetine yol haritası olsun diye hazırlanan belgede ele alınan üç seçenek için temel kurallar, “Hamas yönetiminin devrilmesi”, “Gazze Şeridi’ndeki insanların yararı için nüfusun bölgeden çıkarılması”, “bu plana uluslararası desteğin sağlanması” ve “Nazilerden arınmaya benzer bir ideolojik değişim planının hayata geçirilmesi” diye belirleniyor.
Birinci seçenek kalan nüfusu idare etmek üzere Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye ithal edilmesi.
İkinci seçenek BAE’deki ılımlı modelden ilham alan yerel bir Arap idaresinin kurulması.
Üçüncü seçenek sivil halkın Gazze'den Sina'ya tahliyesi.
Çok kibarlar; evinden ayrılmayanı katleden, ayrılanı da yolda katleden, sığındıkları yeri de bombalayan, ayakta duranı açlık ve susuzluktan kırdırmaya çalışan, yine hayatta kalan olursa onları da göçe zorlayan bir politikaya “tahliye” diyorlar.
Belgeyi hazırlayanlar “İsrail için olumlu, uzun vadeli, uygulanabilir ve stratejik sonuçlar doğurabilecek tek seçeneğin Sina’ya tahliye” olduğu sonucuna varıyor.
Gazze’de nüfusun çoğu kalır da yerel idare kurulur ya da Abbas yönetimi buraya getirilirse birkaç yıl sonra 7 Ekim’in tekrarlanacağına işaret ediliyor.
Evet direniş olmaması için kesin çözüm: Filistinsiz Filistin.
Belgenin sahipleri meseleyi kesinlikle mutlak bir soykırım düzeyinde ele alıyor.
Belgede Filistinlilerin Gazze’de kalması ve Abbas yönetiminin buraya taşınması en riskli seçenek olarak niteleniyor. Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmenin Filistin devletini kurdurtmamanın garantisi olduğu itiraf ediliyor. Batı Şeria ve Gazze’de tek bir Filistin otoritesi kurulursa bunun “Filistin ulusal hareketi için benzeri görülmemiş bir zafer anlamına geleceği” vurgulanıyor. Ayrıca bu seçeneğin askerleri riske atacağı, zaman alacağı, mücadele uzayacağı için kuzeyde ikinci cephe açılma riskini artıracağı, yaralı fotoğrafları geldikçe İsrail üzerinde uluslararası alanda baskının artacağı, insani sorumlulukları İsrail’in sırtına yükleyeceği belirtiliyor.
Ardından bir itiraf geliyor:
“Bugün bile Yahudiye ve Samiriye'de (Batı Şeria) Hamas'a yaygın bir halk desteği var. Filistin Yönetimi tüm Yahudiye ve Samiriye'de yozlaşmış ve içi boş olarak görülüyor ve halk desteği açısından Hamas'a karşı kaybediyor.”
Belgeyi hazırlayanlar bir bakıma Hamas’tan arınmak için ‘eğitim şart’ diyor. Neymiş Filistin Yönetimi’nde okul müfredatlarına Hamas’ın nasıl bir lanet olduğu dikte edilmeliymiş. Ama Filistin Yönetimi’nin ılımlı İslami ideolojiyi teşvik edeceğinin garantisi yokmuş. Hattı zatında “Çöküşün eşiğindeki Filistin Yönetimi de İsrail'e düşman bir yapı” imiş. “Onun güçlendirilmesi potansiyel olarak İsrail için stratejik bir dezavantaja yol açabilir” imiş.
Verilen akıl; en iyisi Filistin’in iki yakasını bir araya getirecek seçeneklerden kaçınmak! Filistin’i bu hale getirmek için onca yıl uğraştık şimdi kendi ellerimizle mi birleştireceğiz! Ayrıca işgalin Batı Şeria’daki İsrail askeri kontrolünün yasa dışı Yahudi yerleşimleri sayesinde mümkün olduğu tespiti yapılırken bunun Gazze için yeniden söz konusu olabileceğine şüpheyle bakılıyor. İsrail, 1967’deki işgalden itibaren Gazze’nin suyunu ve verimli topraklarını tahsis ettiği Yahudi yerleşimlerini 2005’teki çekilme sırasında boşaltmak zorunda kalmıştı.
Belgede “Gazze'de yerleşimler olmaksızın yalnızca askeri mevcudiyet temelinde etkili bir askeri işgali sürdürmenin hiçbir yolu yok” deniliyor. İsrailliler sivil idareyi Filistinlilere bırakma seçeneğinde de aslında askeri kontrolü bırakmayı düşünmüyor. Yine birinci seçenekten gidildiğinde şu sonucun doğacağı öngörülüyor:
“İsrail işgalci bir orduya sahip sömürgeci bir güç olarak görülecektir. Üsler ve ileri karakollar saldırıya uğrayacak ve Filistin Yönetimi herhangi bir müdahaleyi reddedecektir… Bu seçenek Hizbullah'a karşı gerekli caydırıcılığı sağlamayacak. Tam tersine İsrail'in zayıflığına işaret edecek.”
***
İkinci seçenekte ise nüfusun büyük bir kısmının Gazze'de kalması, ilk aşamada İsrail askeri yönetiminin kurulması, ardından BAE tarzına uygun, İslamcı olmayan, sadece sivil işlerden sorumlu yerel Arap idaresinin oluşturulması öngörülüyor. İlk seçenekte sıralanan riskler ikinci seçenek için de tekrarlanıyor.
“Hamas'a karşı onun yerini alabilecek yerel muhalefet hareketleri yok. Yani BAE'ye benzer tarzda bir yerel liderlik ortaya çıksa bile yine Hamas destekçilerinden oluşacaktır. Bu durum ideolojik dönüşümü ve Hamas'ın meşru bir hareket olarak ortadan kaldırılmasını zorlaştırmaktadır. Uzun vadede, İsrail askeri hükümetinin mümkün olan en kısa sürede yerel bir Arap hükümetiyle değiştirilmesi yönünde baskı olacaktır. Ancak yeni liderliğin Hamas ruhuna direneceğinin garantisi yok” deniliyor. Bu arada Müslüman Kardeşler'e vurulacak darbenin Körfez ülkeleri tarafından da destekleneceği öngörülüyor.
***
Şiddetle tavsiye edilen üçüncü seçenek girişte belirttiğim gibi tam temizlik içeriyor.
Hamas'a karşı etkili mücadele için nüfusun tahliyesinin şart olduğu söyleniyor. Öngörülen sürgün coğrafyası Mısır’ın Sina Yarımadası. “İlk aşamada çadır kentlerin kurulması, ikinci aşamada Sina'nın kuzeyinde şehirlerin inşa edilmesi öneriliyor.
Yetmiyor, üç koşul daha sıralanıyor:
- Mısır içerisinde kilometrelerce steril bir bölge oluşturulmalı.
- Halkın İsrail sınırına yakın yerlerde faaliyetlerde bulunması ve yerleşmesine izin verilmemeli.
- İsrail’in Mısır sınırına yakın topraklarında güvenlik çemberi oluşturulmalı.
Mısır’ın egemenlik haklarına hakaret etmekte de beis görmüyorlar.
Uygulamanın nasıl olacağı anlatılırken aşamalar “nüfusa tahliye çağrısı”, “kara harekatına imkan verecek şekilde kuzeyde bombardımana ağırlık verilmesi”, “tüm Gazze’yi işgal edene ve altındaki sığınakları temizleyene kadar kuzeyden kademeli işgalin başlatılması” diye sıralanıyor. Nüfus göçürtüldüğü için bu seçeneğin çok zaman almayacağı, kuzeyden cephe açılma riskini azaltacağı, sivil kayıplar az olacağı için İsrail üzerinde içeride ve dışarıda baskının fazla olmayacağı savunuluyor.
Peki İsrail bu seçeneği nasıl savunacak? Bunun için de bir şeyler dikte ettiriliyor:
“Bu, terör örgütüne karşı yürütülen savunma savaşıdır.”
“Savaşçı olmayan nüfusun bölgeden tahliye edilmesi hayat kurtaran bir yöntemdir.”
“Mısır uluslararası hukuka göre halkın geçişine izin vermekle yükümlüdür.”
“İsrail diğer ülkelerin yerinden edilmiş nüfusa yardım etmesi için harekete geçecektir.”
Bu belgeyle İsrail diplomasisinin mantıksal temellerine yönelik bir keşfe çıkmış oluyoruz.
Belge Hamas ideolojisinden arınmayı temel bir mesele görüyor ya, sürgün seçeneğine sıra gelince artık bunun başka ülkelerin sorunu olacağı ve İsrail’in bunu dert etmesine gerek kalmayacağı vurgulanıyor.
Bunun İsrail için ne denli müthiş sonuçları olacağına dair çıkarımlara gelirsek;
- İsrail’in caydırıcılığı sağlamlaştırılacak.
- Hizbullah'a güçlü bir mesaj verilmiş olacak.
- Hamas'ın devrilmesi Körfez ülkelerinin desteğini temin edecek.
- Kuzey Sina'da Mısır’ın kontrolü güçlenecek.
Mısır, Filistin sorununu kendi topraklarına ithal edecek, bir süre sonra Lübnan örneğinde olduğu gibi İsrail’in askeri hedefi haline gelecek, Ürdün’deki gibi iç çatışma risklerini üstlenecek, 2013’te darbeyle iktidardan uzaklaştırdığı Müslüman Kardeşler'le uğraştığı yetmezmiş gibi onun uzantısı Hamas’ın militanlarını içine alacak ve bütün bunlarla selefi-cihadi meydan okumanın eksik olmadığı Sina’da kontrolünü artırmış olacak! Muhteşem bir öngörü! Ama tüm insanlığın İsrail’e borcu var, Mısır da bundan kaçamaz!
Zurnanın zırt dediği son bölüm var ki bütün insanlığın canhıraş neden soykırımcı bir varlığa boyun eğmesi gerektiğine dair önermeleri görüyoruz.
Tabii ABD’ye büyük iş düşüyor. Sonra Mısır, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve BAE'ye iki görev tevdi ediliyor: Bu operasyonu finanse edin ve mültecilerin bir kısmını ülkelerinize alın.
ABD’nin bunun için bu ülkelere baskı yapması gerekiyor.
Türkiye, Suriye’den milyonlarca sığınmacıyı aldığına göre gözyaşı döktüğü Gazzeli Müslüman kardeşlerini kucaklamayacak da ne yapacak? Erdoğan, İsrailli dostları için bu iyiliği kesin yapacaktır!
Washington’a da akıl veriliyor: ‘Değişim yaratma ve radikal eksene darbe vurma açısından ABD’nin küresel liderliği yeniden tesis edilecek.’
Belge Batılı müttefiklere Mısır’a Refah Kapısı'nı açması için baskı yapmalarını ve mali destek sunmalarını öğütlüyor. Tazyik ve rüşvet!
Suudilere de büyük iş düşüyor. Kesenin ağzını açması, Hamas ideolojisini mahkum etme kampanyasına el atması isteniyor. Suudi Arabistan’ı bu işe çekmek için İran’a karşı güvenlik taahhütlerinin devreye sokulması, “zor durumdaki Müslümanlara yardım eden ülke olarak konumlandırılması” öneriliyor. İsrailliler Suudilerin Hamas'a karşı açık bir zafer istediklerinden yüzde 100 emin.
Akdeniz havzasında Yunanistan, İspanya, Fas, Libya ve Tunus’a da mültecileri kabul etmeleri ve mali destek sağlamaları öğütleniyor. Uzaklarda Kanada’ya da benzer bir rol düşüyor.
Adına ister sürgün ister etnik temizlik ister soykırım denilsin bu operasyona İslam ülkelerini ortak etmek için teşvik olarak bulunan slogan da insanın kanını donduracak nitelikte: “Müslüman Dayanışması.”
Küresel çapta büyük reklam ajanslarının bu iş için seferber edilmesi isteniyor. Örümcek ağı gibi sarmış medya devleri, düşünce kuruluşları, trol orduları bu kutsal görev için dört bir yandan saldırıya geçecektir!
Kampanyanın tonuna dair de bir tavsiye var: “Bu kampanya Batı dünyasında İsrail'i karalamadan yürütülmeli; İsrail yanlısı olmayan yerlerde ise İsrail'i azarlayan ve hatta zarar veren bir ton pahasına da olsa Filistinli kardeşlere yardım etme ve onları rehabilite etme mesajına odaklanılmalı.” Bu kampanyanın Filistinlilere geri dönme umudunun olmadığı mesajını da içermesi salık veriliyor.
“İsrail’le nasıl baş etmeli” sorusuna kafayı takanların İsrailliler gibi düşünmeyi öğrenmeleri gerekiyor sanırım.
Belge dehşet verici bir tavsiye ile bitiyor:
“İmajın şu olması gerekiyor: Allah, Hamas'ın liderliği yüzünden bu toprakları kaybetmenizi sağladı; Müslüman kardeşlerinizin yardımıyla başka bir yere taşınmaktan başka çareniz yok."
El atmak lazım ey ahali; “soykırım” falan demeyin, kutsal görev sizi bekliyor! Erdoğan da bunun sevabından mahrum kalmak istemez sanki!
Fehim TaşBu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
İmam Hamaei:13 Aban, (4 Kasım) İran milletinin Amerika'ya darbesidir.
İran İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamaei, 13 Aban (4 Kasım) “Küresel Emperyalizme Karşı Milli Mücadele Günü" arifesinde üniversite ve lise öğrencilerini kabul etti.
Öğrenciler bu görüşmede İmam Hamanei coşkuyla ve şiirlerle karşıladı ve hep bir ağızdan şu şiiri okudular:
Filistin, izzet ve şeref yolunu seçti
Mertlik güneşi doğup geldi
Artık Camp David günleri sona erdi
Aksa Tufanı’nın dönemi başladı
Bu görüşmeye katılan öğrenciler, Gazze'nin mazlum ve güçlü halkıyla dayanışmalarını ilan etmek için ellerinde Filistin bayrakları taşıdılar.
İmam Hamanei’nin bu görüşmesinde İmam Ali’nin (a.s) şu hadisinin yer aldığı bir afiş vardı: “Zalimin düşmanı, mazlumun yardımcısı olun.”
İmam Hamanei üç ay önceki konuşmasında İmam Ali’nin (a.s) bu sözünü açıklamış şu ifadelerde bulunmuştu: ‘Siyonist rejimin temeli zulme dayanmaktadır, aslında temeli zulümdür. Bir milleti, parayla ve ricayla değil, silahla, işkenceyle, yurtlarından kovdular ve onların yerlerine oturdular. Bu rejim zulme dayanmaktadır. Bu rejimler kesinlikle “Zalime düşman olun” sözünü ortaya koyan sistemlere karşı çıkacaklardır.’
İmam Hamanei’nin bugünkü konuşmasının önemli başlıkları şöyle:
13 Aban, (4 Kasım) İran milletinin Amerika'ya darbesidir.
13 Aban'da yaşanan bu üç olaydan ikisinde Amerikalılar İran ulusunu, birinde de İran ulusu Amerikalıları vurmuştur.
Amerika'nın İran milletine darbe indirdiği iki olaydan biri, İmam'ın (r.a) kapitalizme karşı çıkması nedeniyle 4 Kasım 1964’te sürgüne gönderilmesiydi.
İkinci darbe ise öğrencilerin öldürülmesiydi. İran halkının inkılabi hareketinin zirve yaptığı günlerde Şah'ın polisi öğrencileri üniversitenin hemen önünde katletti. Yaylım ateşi açarak bazı öğrencileri öldürdüler.
Devrimin zaferinden on ay sonra, 4 Kasım 1979’da öğrenciler gidip büyükelçiliğe girdiler, Amerikan büyükelçiliğini ve o büyükelçiliği ele geçirdiler ve o büyükelçiliğin sırlarını, gizli belgelerini açığa çıkardılar. Amerika'nın itibarı gitti. Bu İran milletinin Amerika'ya indirdiği darbeydi.
Amerika'ya ölüm bir slogan değildir. Bu, Amerika'nın İran milletiyle son 70 yıldaki bitmek bilmeyen komplolarından ve düşmanlıklarından kaynaklanan bir politikadır.
Meydan ve Gazze ve İsrail'in meydanı değil, hak ve batılın meydanıdır.
Amerika'dan kapsamlı bir yardım gelmezse Siyonist rejim birkaç gün içinde felç olacaktır. İslam dünyası da Siyonist rejimle ekonomik işbirliğini keserek bu rejime karşı harekete geçmeli ve Gazze'deki bombalama ve cinayetin derhal durdurulması konusunda ısrar ederek hak cephesi ile batıl cephesi arasındaki bu mücadelede üzerine düşen önemli görevleri yerine getirmelidir.
Bir konuyu gündeme getirmek istiyorum, o da Amerika ile mücadelemizdir.
Amerikalılar İran milletiyle olan düşmanlıklarını büyükelçilik meselesine bağlıyorlar. Amerika'nın İran'a ambargo koymasının, İran'a kötü şeyler yapmasının, İran'da kaos yaratmasının, sorun yaratmasının sebebi sizin öğrencilerinizin gidip ABD büyükelçiliğini ele geçirmesi diyorlar, yurt içinde Amerika’nın peşinden gidenler de bunu söylüyor, bu büyük bir yalan.
Büyükelçilik olayından 26 yıl önce 19 Ağustos darbesi yaşandı; O gün elçiliğe kimse gitmemişti!
Büyükelçilikten alınan ve şu anda 70-80 cilt kitap olan belgeler, inkılabın zaferinden sonraki ilk günlerden itibaren ABD büyükelçiliğinin İran'a karşı komplo ve casusluğun merkezi olduğunu gösterdi. ABD büyükelçiliğinde inkılaba darbe yapmak için darbe planlanıyordu. İç savaş tasarlandı ve ülkenin sınır illerinde iç savaş çıkarmaya çalışıyorlardı.
Yani ABD büyükelçiliği inkılabın ilk günlerinden bu yana ülkeye ve inkılaba karşı komplonun merkezi olmuştur ve bunun bir casus yuvasının ele geçirilmesiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Haniye: Savaşın Sorumlusu Netanyahu
Hamas'ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye İsrail Başbakanı Netanyahu'nun muhtelif hukuki sıkıntılarına atıfta bulunarak, 'dünyanın gözlerini kendi suçundan çevirmek için' kendisini sağcı bir koalisyonla çevrelediğini söylediği Benyamin Netanyahu'yu savaştan sorumlu tuttu.
Haniye, İsrail'in Gazze'de bir bataklığa saplandığını ve rehinelerinin Filistinlilerle aynı İsrail bombardımanına maruz kaldığını söyleyerek bunların en sonuncusunun Cibaliye Mülteci Kampı'ndaki katliamda gerçekleştiğini vurguladı.
Haniye açıklamasında ayrıca ABD'ye seslenerek "Bu faşist hükümete desteğini kesme ve insani bir ateşkes sağlanması için uluslararası çabaları engellemekten vazgeçme" çağrısında bulundu.
İsmail Haniye açıklamasında, "Halkımız özgürlüğünü ve bağımsızlığını elde edip geri dönmediği sürece bölge güvenli ya da istikrarlı olmayacaktır" diyerek "Tarihin yanlış tarafını seçiyorsunuz" uyarısında bulundu.
İsmail Haniye, rehinelerin serbest bırakılmasıyla ilgili müzakerelerde arabuluculara, tutuklu takası anlaşması için ateşkesin gerekli olduğu konusunda bilgi verdiğini de söyledi. Haniye ayrıca Arap ve İslam ülkelerine 'Filistin davasını desteklemek için' protestoları sürdürme çağrısında bulundu.
''Siyonist Rejim'e petrol ve emtia ihracatının yolu kapatılmalıdır.''
İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Seyyid Ali Hamanei, 13 Aban (4 Kasım) Dünya Emperyalisti ile Mücadele Günü arafesinde üniversite ve lise öğrencilerini kabul etti.Burada konuşma yapan Ayetullah Hamanei Filistin ve Gazzedeki durumu sogle degerlendirdi:
Gazze halkı sabrıyla insan vicdanını harekete geçirmeyi başardı. Şu anda dünyada neler olduğunu görüyor musunuz? Şu anda dünyada neler olduğunu görüyor musunuz? Batı ülkelerinde, İngiltere'de, Fransa'da, İtalya'da, Amerika'nın kendisinde, farklı eyaletlerde insanlar büyük kalabalıklar halinde gelip İsrail aleyhine ve çoğu durumda Amerika aleyhine sloganlar atıyorlar.
Bunlar itibarlarını ve onurlarını kaybettiler. Gerçekten bunların bir çaresi yok, hiçbir bahaneleri yok. Dolayısıyla İngiltere'deki insanların toplanmasının İran'ın işi olduğunu söyleyen bir aptal olduğunu görüyorsunuz! Herhâlde bunu Londra ve Paris’teki Besic (Gönüllü Kuvvetler) yapmış olmalı?
İslam dünyası şunu unutmamalıdır ki, Gazze'deki belirleyici davada mazlum Filistin milletinin karşısında duranın Amerika, Fransa ve İngiltere olmuştur.
Nihai zafer, çok yakında Filistin milletinin olacaktır.
Gazze'nin bombalanması derhal durdurulmalı ve Siyonist rejime petrol ve gıda ihracatının yolu kapatılmalıdır.
Batılıların utanmazlıklarından biri de Filistinli savaşçıları terörle suçlamaktır.
Evini ve ülkesini savunan biri terörist midir? 2. Dünya Savaşı'nda Paris'te Almanlarla savaşan Fransızlar terörist miydi? Nasıl oluyor da onlar savaşçı ve Fransa'nın gurur kaynağı oluyor da İslam, Cihad ve Hamas gençliği terörist oluyor?
Aksa Tufanı Operasyonu çok az imkana sahip küçük bir grubun inanç ve kararlılıkla kazandığı zaferidir. Bu grup, inançla, düşmanın yıllarca süren cani çabalarının ürününü, birkaç saat içinde küle çevirip havaya savurmayı başardı.
Eğer İslam devletleri bugün Filistin'e yardım etmezlerse, aslında İslam'ın ve insanlığın düşmanı olan Filistin'in düşmanını güçlendirmiş olurlar ve yarın aynı tehlike onları da tehdit edecektir.
İşgalci rejim o kadar çaresiz ve kafası karışık ki, kendi halkına yalan söylüyor, örneğin esirleriyle ilgili endişelerini dile getiriyor ki bu da bir yalandır çünkü bombalamalarda kendi esirleri de yok edilebilir.
İslam'ın ve mazlum Filistin milletinin karşısında duran sadece Siyonist rejim değil, Amerika, Fransa ve İngiltere'dir ve Müslümanların denklemlerinde, anlaşmalarında ve analizlerinde bu gerçeği unutmamaları gerekir.
Türkiye Üzerinden İsrail'e Taşınan Petrol Meclis Gündeminde
İşgalci Siyonist İsrail'in Filistin halkına yönelik katliamı sürerken, AKP'nin Türkiye üzerinden İsrail'e petrol sevkıyatına izin verdiği ortaya çıkmıştı.
Bloomberg 21 Ekim'de Adana Ceyhan Limanı'ndan çıkan Seaviolet adlı 900 metrelik tankerin bir milyon varilden fazla Azerbaycan petrolünü İsrail’e taşıdığını haberleştirmişti.
Tanker resmi olarak Ürdün’ün Akabe limanına gitse de Bloomberg’e konuşan bazı kaynaklar, Paz Oil tarafından satın alınan varillerin İsrail’deki Eilat limanına teslim edileceğini doğrulamıştı.
Dervişoğlu: Samimi olsaydılar İsrail'e petrol akışını durdururlardı
İYİP Grup Başkanvekili Müsavat Dervişoğlu bugün TBMM Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada "Daha geçtiğimiz hafta, Adana Ceyhan Limanı'ndan çıkan Seaviolet adlı bir tanker, 1 milyon varilden daha fazla petrolü İsrail'e taşımıştır. Türkiye'de mitingler düzenleyerek 'Mehmetçik Gazze’ye' sloganları atmak yetmiyor. Mehmetçik’imizi abluka altındaki Filistin'e göndermek isteyenler, eğer samimi olsaydılar evvela Türkiye üzerinden İsrail'e giden petrol akışını durdururlardı" dedi.
Dervişoğlu "Bir taraftan İsrail'e milyonlarca varil petrolü Türkiye üzerinden göndererek Tel Aviv’in enerji ihtiyacını karşılayacaksınız, diğer taraftan cumhuriyet kutlamalarına nazire yapar gibi büyük bayramımızın arifesinde Filistin mitingleri düzenleyip 'Mehmetçik Gazze'ye' diyeceksiniz. Bu, aklın kabul edebileceği bir durum değildir. Oraya buraya meşrubat dökmeyi, kahve dükkânlarını işgal etmeyi bir tarafa bırakın, hasbi olun, dürüst olun ve şu soruma cevap verin: Geçtiğimiz hafta itibarıyla 1 milyon varil petrolün Adana Ceyhan üzerinden İsrail'in Eilat limanına gönderilmesine izin verdiniz mi vermediniz mi, bunu Türk milletine açıklayın" diye konuştu.