
کارگر
Şans; Fırsat mı, Alın Yazısı mı?
Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.
- İnsanların “Falan kimsenin şansı var, filan kimsenin şansı yok” demeleri ne anlama gelmektedir? Aslında şans diye bir şey var mıdır, yok mudur? Eğer varsa neden insanlar bu alanda farklıdır? Her şeyi verenin Allah olduğuna dikkat ederek insanların “Senin alın yazın buymuş” demeleri ne anlama gelmektedir? İnsanlar arasındaki fark günümüzde neden bu kadar çoktur?
“Şans” kelimesinin aslı Fransızca’dır ve fırsat anlamına gelmektedir. Ama halk arasında genellikle şans, sebebi belli olmayan olaylara denilmektedir. Bu olayların gerçekleşmesini şansa dayandırmaktadırlar. Eğer şanstan maksat, bir şeyin illetsiz meydana gelmesiyse, hiç şüphesiz İslâm felsefesine ve kesin delillere göre reddedilmektedir.[1] Biz illetleri bilmesek de, eğer illetler üzerinden perde kalkacak olursa, hiçbir şeyin rastgele olmadığını görürüz.
İyi şanslı ve kötü şanslılık, varlıkların illetlerinin bilinmemesinden daha çok her kişinin kendi hakkındaki düşüncesinin neticesidir ve kendisini herhangi bir delile göre kötü şanslı gören birisi, doğal olarak ona uygun davranışlarda bulunacaktır.
Elbette bazen insanlar arasında ilahi takdirlere de şans kelimesi kullanılabilir. Örneğin, maddî durumu iyi olan ve ticarî işlerden iyi kâr elde eden birisine iyi şanslı denmektedir.
Bu konunun daha iyi değerlendirilebilmesi için, olayların nedenlerine daha geniş bir açıdan bakmak gerekir. Şahsın zâhirî faaliyetlerine ilâve olarak manevî ve ruhî durumuna, hatta önceki nesillerin etkilerine, başkalarının duaları ve beddualarına ve hayatın düzenli ve düzensiz olmasındaki gizli ve açık nedenlere dikkat edilmelidir. Eğer şanstan maksat bu mana ise rivayet ve âyetlerde yeri vardır ve din açısından bu konu kabul görmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi…”[2]
İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
“Allah rızkları takdir etmiş ve onları az ve çok olarak adilce taksim etmiştir. Bu yolla fakir ve kudretlinin sabır ve şükrünü imtihan etmek istemiştir.”[3]
Eğer şansı, olumsuz manada yani olayların illetsiz olduğu anlamında, alırsak şöyle diyebiliriz; insanların bu gibi kelimeleri kullanmalarının bazı nedenleri şunlardır:
1. Hak alma, makamlar ve bağışlarda, sosyal adaletsizlik, zulüm ve uyumsuzluğun olması. İnsanlar illeti gerçek olmayan bu tür olayları gördükleri zaman, hepsini şansa bağlamaktadırlar.
2. Toplum içerisinde rahatlık isteme psikolojisinin olması ve bazı insanların hayattan daha fazla fayda almalarının, şans ve talih olarak yorumlanması. Daha az bir çabayla hedeflerine ulaşmak isteyen ve amellerinin çabuk netice vermesini isteyen kimseler, çabuk kazanç sağlayamadıklarını ve başkalarının da bağış, makam ve mevkide ilerleme ve kazanç elde ettiklerini görünce bunu şans ve talihe yorumlamaktadırlar.
3. Zalim hükümetlerin propagandası, bu tür düşüncelerin insanlar arasında yayılmasında etkili olmuştur. Onlar, hükümete ulaşmak ve onu devam ettirmek için bu tür yorumlarla bunu kendi şans ve alın yazılarına bağlayıp insanların itiraz etmelerini engellemek istemişlerdir.[4]
Ama Kur’ân mantığında, insanın çaba ve gayretinin, ilâhî ve maddî nimet ve hedeflere ulaşmada özel bir yeri vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”[5]
Lâkin insanların bu verilen nimetlerden aldıkları faydaların farklı olması, Allah’ın yardımına, değişik kabiliyetlere, insanlardaki sosyal ve ruhî yeteneklere ve diğer sebeplere bağlıdır.
Elbette, dünyevî nimetlerden faydalanan herkesin bunda hakkının olmasına, çaba ve gayretine veya Allah’ın yardımına dayandırmak doğru değildir. Belki bunları zulüm ve zorla elde etmiş olabilir ve bu da dinde kınanmış ve reddedilmiştir.
[1] Mutahharî, Murtaza, Yirmi Konuşma,s. 80-83.
[2] Nahl, 71.
[3] Nehcü’l-Belağa, 91. Hutbe.
[4] Mutahharî, Murtaza, Hüseynî Yiğitlik, c. 1, s. 326.
[5] Rad, 11.
General Süleymani'nin şehadetinin ikinci yıl dönümü; Uluslararası hukuk yargılaması masasında Amerikan devlet terörü
Eski ABD Başkanı'nın 3 Ocak 2020'de General Süleymani'ye suikast düzenlenmesi yönündeki doğrudan emri, uluslararası hukukun çeşitli yönleriyle cezalandırılabilir. Bu suçların en barizi, askeri saldırganlık ve devlet terörü.
3 Ocak 2020 sabahı Bağdat Uluslararası Havalimanı'nda, dönemin ABD Başkanı Trump'ın doğrudan talimatı üzerine ABD'nin insansız hava aracıyla düzenlediği hava saldırısının ardından General Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi el-Mühendis de dahil olmak üzere 10 kişi şehit oldu.
Beyaz Saray yetkilileri, bu vahşeti meşrulaştırmak için yasal iddialara ve BM Sözleşmesi'nin 51. maddesinin konusu olan "meşru savunma" ve "önleyici savunma" gibi gülünç terimlerin kullanılmasına bağladı.
Amerika Birleşik Devletleri'nin zayıf yasal gerekçesi ve uluslararası hukuk kurallarının, özellikle güç kullanımının ve terör eylemlerinin yasaklanmasının bariz ihlali, o kadar açıktı ki, bu Amerikan suçunu avukatlar ve politikacılar kınadı.
Birleşmiş Milletler Şartı'nın 2. maddesinin 4. fıkrasına göre: "Bütün üye ülkeler, uluslararası ilişkilerinde BM'nin hedefleri ile çelişik şekilde güç kullanımına yönelik tehdit veya diğer ülkelerinde toprk bütünlüğü veya siyasi bağımsızlığına karşı zor kullanmayacaktır'.
Yukarıdaki ilkenin tek istisnası, Meşru Müdafaa Bildirgesi'nin 51. maddesidir: "BM üyesi bir ülkenin silahlı saldırıya uğraması durumunda Güvenlik Konseyi'nin uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli adımları atana kadar BM Şartı'nın bireysel veya sosyal meşru müdafaa hakkını ihlal etmeyecektir'. İkinci istisna, Şartın 7. Bölümünün 42. Maddesidir.
ABD'nin General Süleymani ve çevresine yönelik insansız hava aracı saldırısı, yukarıdaki istisnaların hiçbiriyle haklı gösterilemez.
Birleşmiş Milletler Şartı'nın 2. Maddesinin 7. fıkrasına göre, "Bu Birleşmiş Milletler Şartı'nın hiçbir hükmü, bir devletin esasen ulusal yetkisi olan konulara müdahaleye izin veremez ve bir üyeyi yükümlü tutamaz. Bu tür davalar, bu Şart'ta belirtilen usule göre çözülecektir. Ancak bu ilke, 7. bölümde öngörülen cebri tedbirlerin uygulanmasına halel getirmeyecektir".
ABD insansız hava aracı saldırısının Irak'ın içinden gerçekleştirildiği ve Irak ile ABD arasındaki 2008 SOFA Güvenlik Anlaşması'nın hiçbir hükmünün böyle bir izin vermediği için ABD'nin eylemi, Irak hükümeti ve üçüncü bir ülkenin silahlı kuvvetlerinin bir üyesine karşı askeri harekat girişiminde bulunma açısından bu ülkenin ihlali sayılıyor.
Serdar’ın Ardından
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis Onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanırlar. (Ali İmran 169)
Neredeyse 2 yıl oldu o zalim, kalleşçe saldırı seni bizden ayıralı.
“Allah’ım başım, dudaklarım kulaklarım, kalbim ve bütün uzuvlarımın hepsi “Ya Erhamerrahimin” ismine umut ediyorlar. Beni kabul et, pak olarak kabul et. Öyle kabul et ki seni görme liyakatine sahip olayım. Seni görmekten başka bir şey istemiyorum.” demiştin. Hasret bitmişti artık. Aşık ile Maşuk kavuşmuştu…
Cesaretin, velayete bağlılığın, mazlum ve mustazafların hakkını aramak için zalimlere karşı duruşun düşmanın yüreğine ne denli bir korku salmıştı ki senin için böylesi bir son hazırlamışlardı. Niyetleri bu şekilde seni yeryüzünden ebediyen ayırmaktı. Öyle de oldu. Elbette senin gidişin bir son değildi. Aslında birçok şeyin başlangıcı oldu. Sana bu sonu seçerken senin dualarından ve Rabbinin iradesinden haberleri yoktu. Onlar senin adını tamamen yeryüzünden silmeye çalışırken milyonlar, milyarlar tek yürek olmuştu. Senin pare pare olmuş bedenin İslam dünyasının vahdetine ve direniş cephesinin güçlenmesine sebep olmuştu. Elbette ki senin gidişin bir son değildi. Sen o bir ömür boyu arzuladığın şehadet makamına erişirken gidişin birçok ölü kalbi diriltmiş kurumakta olan yüreklere su serpmişti. Milyonlar yasına yas tutmuş.
Çok sevdiğin Ehlibeyt (as)’in kapılarını tek tek çalarken adını silmeye çalışanlar, zalimler hayretler içerisinde korku dolu bakışlarla seyrediyordu bu sahneleri.
Canım Ona feda olsun dediğin aşık olduğun İmam Humeyni’den sonra ki büyük mazlum ağan İmam Hamaney seni son yolculuğuna uğurlarken hıçkırıklara boğulmuştu. Aşık kavuşmuştu maşukuna geride mahzun, mazlum yürekler bırakarak…
Rahat uyu Ey mazlumların kahramanı…
Rahat uyu Ey aşk kervanının Serdarı…
Dilek Kamış
Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi El Mühendis'in Şehadet Yıldönümü
Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani ile Irak Haşdi Şabi'nin üst düzey komutanlarından Ebu Mehdi El Mühendis, sekiz kişi ile birlikte, 3 Ocak 2020 Cuma sabahı Irak'ın başkenti Bağdat'ta suikasta kurban giderek şehit oldular.
Filistinli Heyet Şehit Hacı Kasım’ın Kabri Başında Ahdini Yeniledi
ilistin Halk Kurtuluş Cephesi'nden bir heyet, Şehit General Hacı Kasım Süleymani’nin Kerman'daki mezarını ziyaret etti.
Halid Ahmed Cibril başkanlığında Filistin Halk Kurtuluş Cephesinden bir heyet Kerman'da Şehit Hacı Kasım Süleymani'nin kabrini ziyaret etti.
Halid Ahmed Cibril twitter’da, Şehit Kasım’ın kabri başında çekilmiş olan bir fotoğrafı yayınlayarak “Direnişin silahına evet” diye yazdı.
Bu bağlamda, Filistin İslami Cihad hareketinin üst düzey üyelerinden Halid el-Bataş da Hacı Kasım Süleymani'nin şehadetinin ikinci yıldönümü vesilesiyle Fars Haber Ajansı'na konuştu.
Halid el-Bataş şu ifadelerde bulundu: ‘Şehit Süleymani'nin direniş ve Filistin halkı için başarıları ve bereketleri çoktur. Ancak bunların içinde en bariz olanlardan biri çeşitli askeri ve lojistik alanlarda Filistinli gruplara verdiği sürekli destektir ve Şehit Kasım, direnişin yetenek ve olanaklarını geliştirmenin yanı sıra askeri kadrosunu yükseltmede de rol oynamıştır.’
Middle East: Süleymani Ve Ebu Mühendisin Şehadeti Dünyaya Devrimin Galip Geldiğini Gösterdi
Araştırma ve analiz web sitesi Middle East, İran İslam Cumhuriyeti Devrim Muhafızları Komutanı General Süleymani ve Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi Mühendis’in şehadet yıldönümü arifesinde yayınladığı bir makalede, Şehit Süleymani ve Ebu Mühendis’in teröre karşı direnişin bir sembolü olduğunu yazdı.
Middle East web sitesi cumartesi günü konuyla ilgili olarak şunları yazdı: ‘3 Ocak 2020'de eski ABD Başkanı Donald Trump'ın doğrudan talimatıyla Kudüs Gücü komutanı General Kasım Süleymani ve Irak Haşdi Şabi Teşkilatı Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi Mühendis bir terör saldırısında şehit edildi.’
General Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis direnişin simgesiydi
Bu web sitesi, Şehit Süleymani’nin bazı eylemelerine atıfta bulunarak şunları yazdı: ‘General Süleymani, ABD ve İsrail rejiminin terör örgütlerine silah akışını kesen stratejik eylemlerde bulunmuştur. Dünyanın en büyük silah üreticisi olan ABD, silah ticaretinde başarılı olmak için terörist grupların eylemlerine ihtiyaç duyuyordu. Süleymani ve Ebu Mühendis’in liderliği ile IŞİD teröristlerinin Suriye ve Irak'ta peş peşe yenilgileri ve bununla birlikte silah ticaretinin çökmesi sonucunda ABD, bu silahlı gruplara karşı direnişin sembolü olan bir generale suikast düzenlemeye karar verdi.’
ABD'nin direniş eksenini kontrol etme konusundaki beyhude eylemi
Bu makalenin başka bir bölümünde şu ifadeler yer aldı: ‘Süleymani ve Ebu Mühendis’in savaş şartları dışında ve yabancı topraklarda öldürülmesi, Irak egemenliğinin ve uluslararası sözleşmelerin ve yasaların ihlalidir ve açık bir şekilde devlet terörizmidir. Bu hareket, ABD ve müttefiklerinin İran, Suriye, Hizbullah, Haşdi Şabi, Husiler, Hamas, İslami Cihat ve Filistin halkını içeren Direniş Ekseni'ni kontrol altına almaya yönelik bir başka beyhude girişimiydi.’
General Süleymani’nin çabalarının siyasi ve askeri boyutları
Middle East şunları yazdı: ‘General Süleymani, Hizbullah'ın 2006'da işgalci Siyonist güçleri aşağılayıcı bir şekilde Lübnan'dan kovmadaki muzaffer stratejisinde ve IŞİD'in Suriye'de yenilgiye uğratılmasında ve ayrıca Irak ve Suriye'deki terörist grupların çökertilmesinden sorumlu olan Ebu Mehdi Mühendis liderliğindeki Haşdi Şabi Teşkilatının oluşmasında, eğitilmesinde ve faaliyetlerinde kilit bir rol oynadı.
Süleymani’nin terörle mücadeledeki önemi sadece askeri açıdan değildi. Süleymani aynı zamanda önemli bir siyasi rol oynadı. 2015 yılında Rusya'yı Orta Doğu'daki terörist gruplarla savaşmak için Rusya-Çin-İran üçlü koalisyonuna katılmaya ikna etti. Süleymani ve Ebu Mühendis’in şehadeti, dünyaya devrimin canlı olduğunu ve galip geleceğini gösterdi.’
Tarih Boyunca Kadının Yeri
İnsanoğlu bu dünyaya ayak basıp toplu olarak yaşadığı günden beri hem tabiî olarak meydana gelişi ve hem de toplumsal yaşamını sürdürmesi açısından kadın cinsine ihtiyaç duymuş, hiçbir zaman yaşam ve bekasında kadından ihtiyaçsız olmamıştır.
İster vahşî, isterse medenî beşer toplumu, yaşam yolunu sürekli örf ve âdetler, adilâne veya zalimane kanunlar gibi birtakım kuralların sayesinde kat etmiştir. İşte bu nedenle kadın cinsi hususunda da her kabile, her kavim, her soy ve her millet arasında özel birtakım kurallar uygulanmıştır.
Bir beşer toplumunda uygulanan bütün âdet ve kurallar; su, hava, bölge, muhit ve yaşam sabıkası şartları vs.nin birtakım tabiî etken ve şartlardan kaynaklandığı gibi, aynı şekilde tabiatta hüküm süren değişim ve tekâmül kanunu da, bir şekilde tabiatın ortaya çıkarmış olduğu toplumsal kurallarda kendini göstermekte ve etki bırakmaktadır. Kadın hakkında uygulanan kurallar da, bu genel hükümden istisna olmamış, insanoğlunun yaşam yolunda ilerlemesiyle değişim ve tekâmül göstermiş, mükemmelliğe doğru -elbette çok yavaş bir şekilde- ilerlemiştir.
Toplumda kadının konumunu, değişim ve tekâmülünü şu maddelerde özetlemek mümkündür:
Birinci Merhale:
Kadın, ilkel insan toplumlarında insan toplumunun bir parçası sayılmıyordu ve hiçbir şekilde toplumsal ağırlığa sahip değildi. Kadına karşı yapılan muamele, bir hayvana yapılan muamelenin aynısı idi.
İnsanoğlu, özel yaşam bölgesinde hedefi olan ve tabiî maksatlarını izleyen vahşî hayvanı istihdam ve istismar saikiyle ve ihtiyaçlarından dolayı istihdam eder ve insanî çıkarları doğrultusunda onu mülkiyetine geçirir, onun etinden, derisinden, yününden, kemiğinden, sütünden, kanından, güç ve kuvvetinden ve hatta dışkısından yararlanır ve onu toplumsal yaşamına sokup beslemesine rağmen ona hiçbir hak tanımaz.
İnsan, mülkiyetindeki evcil hayvanlarının yiyip içmesi ve çiftleşmesini sağlıyorsa ve onların ihtiyaçlarını gideriyorsa, onların da insan gibi şuurlu, iradeli ve canlı varlıklar olup belli bir hukuka sahip oldukları için değil, onlardan beklediği çıkarları içindir.
İnsanın istihdamındaki evcil hayvanlardan birine bir zarar dokundurulacak olur ve sonuçta o zararı veren kişi cezalandırılırsa, o kişinin o hayvanın sahibinin haklarından birini çiğnediği ve bu vesileyle bir suç işlediği içindir, o hayvanın insan toplumunda bir hukuku olduğu için değil.
İnsanoğlu kendi huzur ve rahatlığını temin etmek için her gün kimyasal ilâçlar kullanarak milyarlarca zararlı mikrop ve haşereleri ortadan kaldırmakta, beslenmek ve diğer ihtiyaçlarını gidermek için milyonlarca hayvanı öldürmekte ve bundan dolayı en küçük bir suç işlemiş olmak duygusuna kapılmamaktadır.
Kadın da, ilkel insan toplumlarında bu durumdaydı. Tarihin gösterdiği ve vahşî kavimler ile dünyanın bayındır bölgelerinde yaşayan insanların geriye bıraktıkları eserlerden anlaşıldığı gibi, insanoğlunun tarihinde çok uzun bir zaman -belki de milyonlarca yıl- boyunca kadın, insan toplumunda bir asalak hükmünde olmuş ve insan toplumunda hiçbir hakka sahip olmamıştır. Toplumdaki varlığı ve insanlar arasında korunmasının tek nedeni, toplumun haklarından yararlanmak değil, toplumun birtakım ihtiyaçlarını gidermek olmuştur. Yayla veya kışlağa göçtüklerinde eşyaları taşımak, yakacak toplamak, balık avlamak, erkeklerin evlerine hizmet, çocukları yetiştirmek ve hasta bakıcılığı yapmak gibi alçak ve değersiz işler kadının yapması gereken görevler olmuştur.
Kadın, babasının veya velilerinden birinin evinde olduğu müddetçe erkeğin malı sayılır, hiçbir şeye sahip olamazdı. Hatta özel elbisesi ve ziynet gereçleri bile ev reisine aitti. Hakkında ön görülen her türlü siyaset uygulanabiliyor, her türlü cezaya, hatta ölüm cezasına bile çarptırılabiliyordu. Bağış, hediye, borç ve ödünç olarak diğerlerine verilebiliyordu. Kocasının evine intikal ettiğinde de -ki elbette alış veriş şeklinde intikal ederdi ve bu gidişatın kalıntılarından biri de, günümüzde bazı yerlerde devam eden başlık veya süt parasıdır- babasının evinde kendisinden edilen yoğun istifadelere ilâveten erkeğin şehvetini gidermesi için bir alet oluyor, erkeğin cinsel ihtiyaçlarını gideriyordu. (Ne yazık ki hâlihazırda bile günümüz medenî toplumlarının köşe-bucağından, medenî şehirlerde tuvalet sorununu gidermek için umumî tuvaletlere ihtiyaç olduğu gibi cinsel ihtiyaçların giderilmesi için ve yine aile kurma gücüne sahip olmayanların veya gurbette olmaları ya da başka nedenlerden dolayı geçici olarak mahrumiyet yaşayanların vücutlarında toplanan şehvet maddesini defetmeleri için genel evlerine ihtiyaç olduğunu söyledikleri duyulmaktadır.)
Eski toplumlarda, erkek istediği kadar kadınla evlenebilir, kadının tam aksine bu konuda hiçbir sınırlamaya tâbi tutulmazdı. Boşama hakkı da kadının elinde değil, erkeğin elindeydi. Kadın her zaman erkeğin emri altında yaşar, mutlak surette erkeğin eğilimlerine feda olur, hatta umumî kıtlıklarda ve özel misafirliklerde kadının etinden yararlanılır, onun etlerinden rengarenk yemekler hazırlanır, misafirlere sunulurdu.
Kısacası, ilkel toplumlarda kadın insan şeklindeki hayvan gibiydi.
İkinci Merhale:
Kadının toplumdaki yaşamında, medenî milletler arasında medenî kanun ve kuralların ortaya çıktığı bir merhale vardır; medenî kanunlarla benzerliği olan Babil’deki Samurabi kuralı, eski Roma, eski Yunan kanunu, eski İran, Çin ve Mısır kuralları gibi.
Bu kanun ve kurallar arasında her ne kadar birçok farklılıklar varsa da, kadının insan toplumunda birtakım haklara sahip olduğu ve kadına yaşamını sürdüremeyen zayıf bir insan gözüyle bakılması konusunda ortak özelliğe sahiptirler.
Bu toplumlarda kadın, her zaman ve her durumda erkeğin velâyet ve yönetimi altında yaşamalıdır. Sürekli günlerini uyumluluk ve bağlılıkla geçirmeli, hiçbir istiklâli olmamalıdır. Ne yaşamında kendine bir yol seçmek veya serbest bir girişimde bulunmak için irade bağımsızlığına ve ne de az da olsa kendisine çalışmak, bir işinden kendisi yararlanmak, bir ücreti hak etmek, yargı makamlarında bir dava açmak veya tanıklıkta bulunmak ya da emir ve nehiy etmek için amelî bağımsızlığa sahiptir. Bu toplumlarda kadın, babasının evinde olduğu müddetçe babasına uyar, özellikle ona itaat eder. Babasının onun hakkındaki her türlü tasarrufu geçerlidir; onu kiminle evlendirirse, kime hediye ederse, hakkında hangi siyaseti uygularsa, itiraz edemez.
Kadının bu toplumda hiç kimseyle miras alma ve diğer aile hakları için şart olan resmî bir akrabalık bağı yoktur. Ne erkeklerle ve ne de diğer kadınlarla böyle bir hakka sahiptir. Sadece bazen babası, kardeşi ve oğluyla evlenmesini engelleyen tabiî bir akrabalık bağı vardır.
Elbette eski İran’da mahrem konumundakilerle de evlenilebiliyordu. Çin ve Himalya’nın etrafında ise tabiî akrabalık, sadece kadınla oluyor ve nispetler onda merkezleşiyordu. Bu da, bir kadının birkaç kocası olmasından kaynaklanıyordu. Onlardan bazıları arasında bu âdet, hâlâ bile sürdürülmektedir ve çocuk babası ve babasının babasıyla değil de annesi ve anne annesiyle tanıtılmakta ve soy silsilesi annelerle sayılmaktadır.
Bu millet ve kavimlerde kadın, bazen velisinin izniyle yaptığı bir iş veya evlilik mihri ile elde ettiği para dışında servet sahibi olamazdı. Eğer velinin kendisi kullanmasaydı, kadının geçimi velisinin kefilliği veya onun kayyımlık ve velâyetiyle idare edilirdi. İşte bu nedenle babası veya kocası kadını istediği gibi cezalandırma -hatta uygun görürse öldürme- hakkına sahipti.
Kadının en kötü durumu, yabancı bir erkekle çirkin bir ilişkide bulunduğu veya ay başı âdeti gördüğü -bu durumda ondan çirkin bir varlık gibi kaçınılırdı- ya da doğum yaptığı ve özellikle kız doğurduğu zamanlardı.
Kadın iyi bir iş yapsaydı, onun yarar ve övgüsü erkeğin olur, iyi mükâfatı erkeğe verilirdi. Fakat kötü ve çirkin bir iş yaptığında, o işten kendisi sorumlu tutulur ve o işin cezasını kendisi çekerdi.
Evet, bazen istisna olarak baba-evlâtlık şefkati veya karı-kocalık sevgisiyle vasiyet vb. yollarla ona bir mal verilir veya hakkında bazı özellikler tanınırdı. Fakat her durumda irade ve amelinde bağımsız değildi.
Bir benzetme yapacak olursak, bu millet ve kavimlerde kadın, yaşamını idare etme gücüne sahip olmayan, velilerinin velâyet ve kayyımlığı altında ve onlara uyarak yaşayan küçük bir çocuk gibiydi. Küçük bir çocuk, her ne kadar bir insan olsa da, fakat yine de irade ve amel bağımsızlığına sahip olamaz. Aksi takdirde düşünce zaafı ve irade güçsüzlüğü nedeniyle toplumun düzenini bozar, toplumun azalarını felç eder. İşte bu nedenle tedricen eğitilip toplumun bir üyesi olma liyakati bulmak için velilerine uyarak yaşamak, büyüklerinin emirlerine uygun olarak davranmak zorundadır.
Bu millet ve kavimlerde kadının konumunu kul ve köle hâlinde yaşayan, irade ve amel serbestliği nimetinden mahrum olan esirliğe de benzetebiliriz. Savaşta zafere ulaşan düşmana esir düşen bir köle, her ne kadar bir insan olsa ve insan vücudundaki bütün teçhizata sahip olsa da, ancak onun sonuçta fatih ve galip toplumun düşmanı olduğu, irade ve amel özgürlüğünün o toplumun yıkılmasına, parçalarının dağılmasına ve insanlığın yok olmasına yol açabileceği göz önünde bulundurarak, galip gelen toplumun hareketini normal olarak sürdürebilmesi için, onun amel ve irade özgürlüğünü elinden alarak zillet ve köleliğe düşürmeli, sulta altında tutmalıdır.
Aynı şekilde kadının şuuru zayıf, duygu ve şefkati kuvvetli olduğu için toplumun düşmanı sayılır; kadının irade ve amel bağımsızlığıyla topluma girmesi toplumu felç etmekten ve pişmanlıktan başka bir şey doğurmaz.
Eski medenî milletlerin ortak kanun ve kurallarında kadın bu konuma sahipti. Yahudilik ve Hıristiyanlık açısından ise, ellerinde olan İlâhî kitapları Tevrat ve İncil'e bakılacak olursa, kadının toplumdaki yeri, hemen hemen medenî milletler toplumunda olduğu gibi idi. Çünkü Tevrat ve İncil'de her ne kadar kadınlarla iyi geçinmek tavsiye edilmişse de, fakat bu mukaddes kitapların açıklamalarında kesin olan bir şey vardır. O da şudur: Kadın, kesinlikle erkeğin seviyesine ulaşamaz; kadının toplumsal ve dinî ağırlığı, erkeğin toplumsal ve dinî ağırlığından oldukça aşağıdır.[1]
İlâhî olmayan diğer dinlerde ise, kadının dini amellerinin ya hiç ya da pek önemli bir değeri yoktur.
Üçüncü Merhale:
İslâm’ın kadın için belirlediği makam ve mevkidir ki, bu makale de özetle bunu açıklamak için yazılmıştır. İslâm dini, kadını bir insan bireyi saymış, tam anlamıyla insan toplumunun bir parçası bilmiş ve ona bir insanın tesir, irade ve ameli miktarında insan toplumunda bulabileceği ağırlığı vermiştir.
İslâm’ın kadın hakkındaki görüşünün aydınlığa kavuşması için şunu hatırlatmamız gerekir ki, biz şimdi muhalif siyasî rüzgârlarının estiği, zıt ve çelişkili tebligat dalgalarının çarpıştığı bir ortamda yaşamaktayız. İçimize ıstırap, vahşet ve korku düşürerek doğru düşünmemize engel olmuşlar, bağımsız ve doğru düşünceye uyulması gerekir diye Allah vergisi olan fıtrî mantığımızı körü körüne taklide çevirmişlerdir.
Bir taraftan, ortaçağ kilisenin asırlar boyu sürüp giden diktatörce metodu, mantıksız ve zorba öğretileri, birçok düşünceleri canlı canlı toprağa gömdü; milyonlarca suçsuz canı işkence altında öldürdü; temelsiz ve gevşek teşkilâtının durum ve konumunu korumak için kendine en tehlikeli rakibi saydığı İslâm dinini her türlü iftirayla suçladı; izleyicilerine onu en çirkin inanç diye tanıttı ve bu kutsal dinin bütün güzel hakikatlerini en çirkin şekilde gösterdi. Kilisenin aşırılık ve saçmalıkları öyle bir yere ulaştı ki son asırlarda Avrupalılar, sanayi hareketiyle birlikte kendilerinde buldukları düşünce inkılâbıyla kilisenin dünyaya hükmeden gücünü alıp Roma kilisesinin dört duvarı arasında sınırladılar. Kilise inancının asırlarca saçmalıkları, zorlamaları ve zorbalıkları zihinlerinde öyle kötü bir etki bıraktı ki artık din gerçeklerini bir avuç hurafe saydılar, “din” terimiyle “körü körüne taklit” terimini eş anlamlı bildiler ve bu inanç hâlâ da devam etmektedir. Elbette kendi dinlerine karşı böyle bir duyguya sahipken o kadar kötü propagandadan sonra diğer dinlere ve özellikle İslâm dinine karşı nasıl bir duyguya sahip olacakları da besbellidir.
Bir taraftan, Avrupa milletleri ilim ve sanayide ilerlemeyle elde ettikleri büyük güçle dünyanın diğer kıtalarını fethetme, siyasî etkinliklerini, iktisadî güçlerini artırmak ve genişletmek için her vesileden yararlandılar ve nihayet tam bir muvaffakiyetle halkı, kendilerinin ilmî ve amelî üstünlüklerine ikna ettiler; Avrupa hayatı dışında bir hayatın hiçbir değeri olmadığına, bilgisiz ve cahil geçmişlerinin hurafelerini taklitten başka bir şey olmadığına inandırdılar. Böyle bir ortamda oluşan mantığa göre şuuru olan herkes, Allah vergisi olan mantığını ayaklar altına almalı, hiç itiraz etmeden ve sebebini aramadan Avrupa hayatını izlemelidir.
Batı propagandası tam bir muvaffakiyetle zihinlerimize şu mantığı işledi: Dünya ismi verilebilecek tek yer batıdır; insan denilebilecek tek kişi batılıdır ve insanı saadete ulaştırabilecek hayat da Avrupa hayatıdır. Aydınlarımızın mantığı budur. Din hükümlerimiz ve eski toplumsal kurallarımız, günümüz dünyasıyla bağdaşmaz. Bizim dünyaya yaraşan kanunlara ihtiyacımız var. Bu gün medenî dünya, falan metodu kullanmaktadır. (Bu cümlelerde dünyadan maksat batı ve dünya halkından maksat da batılılardır.)
Bir taraftan da şu acı gerçeği de itiraf etmek gerekiyor ki, biz bin yıllık iç çekişmeler, ihtilâflar ve yöneticilerimizin bencillikleri ve zevk u sefaya düşkünlükleri neticesinde düşünce bağımsızlığımızı tamamen kaybetmiş, özgür düşüncemizi ve Allah vergisi mantığımızı birtakım çürük ve içi boş kavmî taassuplara dönüştürmüşüzdür.
Bu etkenlerin bir araya gelmekle verdiği sonuç ve üzerimizde bıraktığı etki, düşünce özgürlüğü ve taklit bağlarını koparma adına Allah vergisi mantığımızı bir kenara bırakarak tamamen batılıları taklit etmeye koyulmamız, onların söz ve hareketlerini izlemekten başka bir şeye girişmememiz olmuştur.
Bu cümleden olmak üzere, kendimize ait hakikatlerin açıklanmasını, maneviyatımızın tefsirini ve öğretilerimizin beyanını da onlardan istedik, kendi öz malumatımızı onlardan öğrendik. Oysa onların bizim İslâm gerçeklerimiz hakkındaki bilgileri, ortaçağa ait eski bilgiler ve çirkin hatıralar veya yazılarını incelediğimizde Haçlı Savaşları dönemi rahipleri ve yazarlarına yüzlerce rahmet göndermemizi gerektirecek müsteşriklerin acayip incelemelerinden ibarettir. Örneğin bu müsteşrikler, “Muhammed yedi yaşında Hatice’yle evlendi. Ömer’den sonra Ali hilafete geçti. Kâzimeyn şehrinde Şiîlerin on birinci imamı defnedilmiştir…” diye yazmışlardır. İşte bu mantıkla da kadının İslâm’daki yerini tanıtmış ve İslâm’da kadının toplumsal haklardan tamamen yoksun bir hâlde esir olarak yaşadığını, irade ve amel özgürlüğünden mahrum olduğunu, miras ve şahadette erkeğin yarısı konumunda olduğunu (o da uygulamada değil, sadece sözde) söylemişler, kadının sürekli eve hapsedilmesi gerektiğini, okur-yazarlık nimetinden mahrum bırakılması gerektiğini ve ara sıra zaruret gereği dışarı çıktığında da önüyle arkasının seçilmeyeceği siyah bir çarşafa bürünmesi gerektiğini dile getirmişlerdir!
Bu durumları ve bunların doğuracağı felâketleri göz önünde bulundurduğumuzda bu meselede ve diğer temel dinî meselelerde İslâm’ın görüşünü açıklarken sağa sola koşmadan veya şunun bunun sözünü dinlemeksizin özgür düşünceyle ve Allah vergisi mantığımızla mümkün olduğu kadar dinî açıklamalara müracaat ederek bu hakların birbirleriyle ilişkilerini ve temel dayanaklarını tespit etmemiz gerekiyor.
İslâm Kanunlarının Genel Kaynakları
Şüphesiz, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, onun düşünmesidir. İnsan bu vesileyle duyu organlarının elde ettiği şeyleri genelleştirerek bu küllî malumatı özel bir şekilde düzenleyip bunlardan küllî sonuçlar alır ve böylece meçhulleri keşfeder.
Her ne kadar insanın, yaşamı doğrultusunda çok iyi yararlandığı birçok duyguları varsa da, ancak insanın canlı özelliğini göz önünde bulundurarak bütün bunların düşünce mekanizması düzeni altında etkilerini göstermesi gerekmektedir. Yoksa bütün hayvanlar, bu duygulara sahiptirler; hatta bazıları bazı açılardan insandan çok daha güçlüdürler.
Kur’an-ı Kerim, birçok ayette insana akıl verdiğini bildirerek onun üzerine minnet bırakmakta, insanı duygu ve düşüncelerinden sorumlu tutmaktadır:
“Sizi yaratan, size işitme (duyusu), gözler ve gönüller veren O’dur.” (Mülk, 23)
“Doğrusu kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 36)
Bu ilkeye dayanarak, insana has teçhizin ürünü ve bu özel ağacın meyvesi olan insan toplumunu duygu ve hislerin isteklerine değil, düşünme özelliğine bağımlı kılmış, toplumsal kanun ve kuralları akl-ı selimin teşhisine ait bilmiştir. Sonuçta, toplumun fertlerinin çoğunun isteklerine ters düşse bile aklın, hakkaniyetini teşhis ettiği hüküm ve kuralların toplumda uygulanmasını gerekli görmüştür. Çünkü insan, saadeti doğrultusunda hayvanî eğilimlerinin değil, nev'î vicdanının (aklının) saadet noktası olarak teşhis ettiği şeyi hedef edinmelidir.
“Gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap…” (Ahkaf, 30)
“Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur, giderdi.” (Mü’minun, 71)
İslâm'a göre insanlık, seçkin bir birimdir; erkek ve kadın her ikisi de insandır ve erkeklikle dişilik açısından farklı olmalarına rağmen insanlık açısından bu ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü ister erkek olsun, ister kadın her insan, erkek ve dişi iki kişinin cinsel ilişkisinden meydana gelmektedir.
“Ben, sizden erkek-kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195)
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13)
İşte buna dayanarak kutlu İslâm dini, kadını da erkek gibi insan toplumunun kâmil bir parçası bilmiş, her ikisini de eşit olarak bir bütünün iki parçası saymış ve erkeğe tanıdığı düşünce ve amel özgürlüğünü kadın için de tanımıştır. Ancak bir kişinin toplumun kâmil bir parçası olması, onun, toplumun diğer her bir parçasının sahip olduğu her hakka ve her meziyete sahip olmasını gerektirmiyor. Çünkü cüz ve parça olmakla birlikte, fertlerin ve cüzlerin toplumsal mevki ve ağırlıklarının farklı olması, onların farklı toplumsal haklara sahip olmasını gerektiriyor. Tarihin de gösterdiği gibi, insanlık tarihinde sürekli toplumlar olmuş, erkekler de onun cüzleri ve parçalarını oluşturmuşlar, fakat bununla birlikte hiçbir zaman bilgin bir adamın konumu cahile verilmemiş, güçlü ve denenmiş bir erkeğin vazifesi tecrübesiz ve güçsüz bir kişiye bırakılmamış, zalim ve takvasız biri adil ve takvalı birinin yerine geçirilmemiştir.
Evet, toplumun bütün fertleri kanun karşısında eşit olmalıdırlar; fakat bu eşitlik, kanunun uygulanması açısındandır (yani adaletle davranılması açısındandır), toplumsal mevki ve ön görülen haklar açısından değildir. Yoksa nasıl olur da bir toplumda amir ile memur, küçük ile büyük, akıllı ile akılsız, bilgili ile bilgisiz, zalim ile takvalı bütün toplumsal özelliklerde eşit olsun da, buna rağmen toplum hayatını sürdürüp de dağılmasın?!
Buna göre, insan toplumunun bir parçası olmakla nasıl ve hangi nitelikte bir parça olmak iki farklı konudur. Dolayısıyla bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir. İnsan toplumunun durumunu tamamen göz önünde bulundurmak, onun azalarında toplumsal adaletin uygulanmasını ve herkesin hak ettiği kadar haklardan yararlanmasını gerektirir.
***
İslâm dini, kadına toplumda nasıl bir yer vermiştir? İşaret ettiğimiz gibi, İslâm güneşi bu dünyanın bulanık ufkundan doğup parlak ışığıyla dünya ve dünyada yaşayanları aydınlığa kavuşturduğunda dünya birbirinden tamamen farklı iki gruba ayrılmıştı:
Bir grubu medenîydi; Büyük Roma İmparatorluğu, İran Şahlığı, Mısır, Habeşistan, Hindistan ve Çin milletleri gibi. Bu milletler arasında kadın bir esir hükmündeydi. Düşünce ve amel özgürlüğüne sahip olmayan, toplumun genel meziyetlerinden tamamen mahrum olan bir insandı. Miras almaz, işine saygı duyulmazdı. Yeme, içme, giyme, mesken, evlenme ve boşanma konusunda, muaşeret çeşitlerinde, mallarda tasarruf etmede ve diğer konularda hiçbir bağımsızlığa sahip değildi. Aldığı her nefes ve attığı her adım, erkeğin izniyle olmalıydı. Bir zulme veya tecavüze uğrasaydı, onun şikâyetini erkekler etmeli, davasını erkekler açmalıydı; kadının davasına, tanıklığına ve sözüne itina edilmezdi.
İkinci grup, Afrika halkı ve bayındırlık bölgelerin köşe-bucağında yaşayanlar gibi geri kalmış milletler ve kavimlerdi. Bu kavim ve milletler arasında kadın insan bile sayılmıyor, toplumun asalağı kabul edilir, hayvanların, sömürülmüş ve hizmete geçirilmiş varlıkların safında yer alıyordu. Yük taşır, avlanır, erkeklere hizmet eder, çocukların terbiyesiyle uğraşır, hasta bakıcılığı yapar, kocalarının veya onların istedikleri kimselerin şehvet ateşini söndürür ve bazen de kıtlık döneminde ve büyük misafirliklerde onun etiyle beslenilirdi.
İslâm’ın zuhurunun genel muhiti ve Arabistan yarım adasının özel muhitinin o günkü umumî durumu böyleydi. O bölgenin halkı genellikle çöl hayatı yaşadığından ve yine dışarıdan Büyük Roma, İran, Habeşistan ve Mısır milletleriyle sınırlı olmalarından ve içeriden de Yesrib ve etrafındaki Yahudilerle, Yemen ve Irak Hıristiyanlarıyla haşır-neşir olmalarından ve büyük çoğunluğu putperest olduğundan dolayı yaşam şekilleri bu milletlerin örf ve âdetlerinden oluşmuş ve herkesin gidişatından bir pay almıştı.
Tıpkı Roma, İran ve diğer milletler gibi kadını toplumun genel haklarından mahrum eder ve ona karşı hiçbir toplumsal saygı göstermezlerdi. Bedevî âdetleri nedeniyle kadını esasen alçaklık ve utanç kaynağı bilip, kızdan nefret etmeleri dışında, hatta Temimoğulları kabilesi, kızları diri diri toprağa gömerlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de özellikle bu iki konuya itiraz etmektedir: “Onlardan birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir, onu horlukla tutsun mu, yoksa onu toprağa mı gömsün (diye düşünceye dalardı)! Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl, 58-59) “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: 'Hangi suçla öldürüldü?' diye” (Tekvir, 8-9)
Tavsif ettiğimiz böyle bir ortamda, İslâm dini, kadını insan toplumunun gerçek bir parçası ve mükemmel bir üyesi kıldı. Onu esirlikten kurtardı, ona irade ve amel özgürlüğü verdi. Kadını erkekle ölen tabakanın miras bıraktığı servete ortak kıldı. O da babasından, kardeşinden, amcasından, dayısından, diğer akrabalarından ve eşinden miras alır oldu. Kendisi için meşru olan her işi ve her türlü yaşamı seçmede ona serbestlik tanıdı. İşine toplumsal saygınlık ve değer verdi. Haklarını talep etmek için yetkili mercilere doğrudan müracaat etme hakkını verdi. Hakkı çiğnendiğinde dava açabileceğini, tanıklıkta bulunabileceğini bildirdi. Ve hayatın genel hatlarını belirleyen bütün bu merhalelerde erkek için kadın üzerinde hiçbir türlü velâyet ve kayyımlık tanımadı. “Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234) “Ana babanın ve akrabaların geriye bıraktıklarından, azından ve çoğundan kadınlara da pay vardır.” (Nisâ, 7)
Resulullah’ın (s.a.a) sireti de, bu konunun cüz'î örnekleriyle doludur; fakat bu makalede onları genişçe nakletmeye fırsatımız yok.
Erkek Haklarına Kıyasla Kadın Haklarının Dengelenişi
Kadının mirastan aldığı pay erkeğin aldığı payın yarısıdır. “Allah size çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder.” (Nisâ, 11)
Bu konuda her ne kadar kadının payı erkeğe nazaran daha aşağı bir seviyede tutulmuşsa da, ancak bu eksiklik başka bir yolla giderilmiştir. Şöyle ki, kadının nafakası (geçim masrafları), erkeğin üzerine bırakılmıştır. Dolayısıyla bu alanda İslâm’ın temel görüşünü inceleyerek gerçek maksadın ne olduğunu anlamak gerekir.
Şüphesiz kadında his ve duygu ruhu, akletme ve düşünme ruhuna galiptir. Kadının bütün hâl ve amelleri çeşitli ince şefkat ve duyguların mazhar ve cilvegâhıdır. Ancak erkek, yaratılışı gereği bu halet-i ruhiyenin tam karşı noktasında yer almıştır. Konunun başında değinildiği gibi İslâm dini, insan toplumunu düzene sokmada akıl ve düşünceyi duygu ve hislerden öne geçirmektedir.
İnsan toplumuna bütünsel bir bakışla baktığımızda, her asırda dünyadaki tüm servetler o asrın insanlarına aittir. O asrın insanları hayatta oldukları süre içerisinde ondan yararlanırlar. Öldükten sonra da onu kendilerinden sonrakilere (gelecek nesle) miras bırakırlar. Yani o tabaka yok olup gidince, normalde yarı yarıya kadın ve erkekten oluşan sonraki tabaka iş başına geçer ve bırakılan servetin üçte ikisini erkek, üçte birini de kadın alır. Ancak kadının nafakası erkeğin üzerine olduğundan kadının hakkı olan malın üçte birinde erkekler tasarruf edemez ve erkeklerin üçte iki payları erkekle kadın arasında yarı yarıya kullanılır ve sonuçta dünya servetinin üçte ikisinden kadınlar, üçte birinden ise erkekler yararlanırlar. Bu miktar, onların Kur’an-ı Kerim’de belirtilen paylarının tersidir: “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır.” (Bakara, 227)
Böyle bir taksim gereğince, malikiyet, idare ve çalıştırma açısından erkek yeryüzünün servetinin büyük bölümüne sahiptir ve bunun yuları ona teslim edilmiştir; fakat kullanma ve yararlanma açısından servetin büyük bölümü kadının istifadesine sunulmuştur. Toplumsal adalet de, bunu gerektirir. Yani, servetin idare ve korunması akla ve ondan yararlanma ise duygu ve hislere bırakılmalıdır.
İşin saygınlığı, el emeğinin malikiyeti ve onda tasarrufta bulunma açısından İslâm dininde kadın tamamen bağımsızdır; hiçbir engelle karşılaşmadan veya erkeğin yönetim ve kayyımlığına girmeksizin amel ve iradesinde serbesttir.
Öğrenme, öğretme, terbiye, meşru toplumsal ilişkiler ve beğenilir muaşeret konusunda da kadınla erkek arasında en küçük bir fark yoktur; ziynetlerini ortaya koymama, kendini sergilememe, cilve yapmama ve erkeklerin şehvetini uyandırmama şartıyla kadın erkeklerle muaşerette serbesttir.
“Kadınların kendileri için uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur.” (Bakara, 234)
İslâm açısından makam ve saygınlık ihtilâfının yegane kaynağı olan dinî ameller ve meziyetler hususunda da erkekle kadın arasında hiçbir fark yoktur. “Ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz.” (Âl-i İmran, 195.) “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat, 13.)
Hiçbir tabakaya özel bir ayrıcalık tanınmadığı bu konuda da İslâm açısından sadece takva ve dinî hizmetler muteberdir ve bu hususta da kadınla erkeğin hiçbir farkı yoktur; takvalı bir kadın, takvasız bin erkekten daha saygın ve üstündür.
Nikâh ve evlilik konusunda da kadın istediğiyle evlenmekte serbesttir. Fakat miras farzları ve yine evlilik ölçüleri soy ve akrabalık esasına dayandığından kadın aynı zamanda birden fazla erkekle evlenemez, diğer erkeklerle karı-koca ilişkisi kuramaz. Fakat erkek eşleri arasında adaleti gözetme şartıyla birden fazla kadınla evlenebilir. İnsan toplumlarının tabiatı ve karşılaşılan beklenmedik olaylar üzerinde düşünüldüğünde bu hükmün doğruluk ve sağlamlığı ve mantıklı olduğu açıklık kazanmaktadır. Çünkü insan toplumunda kadınla erkeğin sayı bakımından eşit olduğu farz edecek olursak (nitekim çoğu sayımlar bunu gösterir), eğer belli bir yılı başlangıç tutar, o yılla diğer yıllarda dünyaya gelen erkek bebeklerle kızları ayrı ayrı toplarsak, erkek çocukların bir grubunun tabiî veya kanunî mükellefiyet yaşına erdiği ilk yılda evleneme şartlarına sahip olan kızların erkeklerden kaç kat fazla olduğunu görürüz.
Diğer taraftan, kadınların az bir grubu dışında çoğunluğu elli yaşından sonra doğuramazlar; oysa erkekler genelde ömürlerinin sonlarına kadar çocuk yapma gücüne sahiptirler. Toplumda erkeklerle kadınların sayı bakımından eşit olduğu ve erkeğin bir kadından fazlasıyla evlenmesinin yasaklanması varsayımında sürekli birçok yetenekler iptal olacaktır.
Bunların dışında can alıcı savaşlar, zor ve tehlikeli işler gibi sürekli karşılaşılan beklenmedik tabiî olaylar sayısız miktarda erkeğin canını almakta, sonuçta çok sayıda kadınlar dul ve evlenme çağındaki birçok kızlar kocasız kalmaktadır. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin yasaklanması durumunda iffet perdelerinin yırtılması ve meşru olmayan çocukların dünyaya gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşısın sonuçları bu konuyu ispatlamıştır. Bu savaşlardan sonra durum öyle bir yere vardı ki kocasız kadınlar sonunda Alman devletinden İslâm dininde olduğu gibi bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmesini ve böylece kocasız kadınların sorunlarının halledilmesini istediler; gerçi bu istekleri kilisenin muhalefetiyle reddedildi.
Bu olay gösteriyor ki kadınların, erkeklerin birkaç kadınla evlenmelerine muhalefetleri tabiat ve fıtrata değil, örf ve âdete dayanmaktadır. Yine bu olay, bu İslâmî hükme, “Erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesi hükmü, toplumda kadınların duygu ve hislerini yaralamış, kalplerini kırmış, onlarda intikam hissini uyandırmış ve birçok tatsız olayların kaynağı olmuştur” şeklindeki itirazlara da en güzel cevaptır. Çünkü bu ve benzeri olaylar, ihtiyaç duyulduğunda ve kadınların evlenebilmek istediklerinde koca azlığıyla karşılaştığında bütün bu muhalif düşüncelerin muvafık düşüncelere dönüşeceğini ve bu hüküm karşısında teslim olunacağını ispatlamaktadır.
Ayrıca, birden fazla kadınla evlenme olayı İslâm dininden önce belli bir sınırla sınırlanmadan ve İslâm dininde de belli bir sınırla sınırlandırılarak uzun zamanlar uygulanmış, ama hiçbir zaman toplumun düzenini bozmamış, kayıtsızlık meydana getirmemiştir. Evli erkeklerle ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olarak evlenen kadınlar da, yerden bitmemiş veya gökyüzündeki başka kürelerden inmemişlerdir. Oysa bu itirazda bulunan kişinin iddiasına göre, tabiat ve fıtratları gereğince erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine muhalif olan kadınlardı.
Yine İslâm dini erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesini farz kılmamış, erkeğin onlara karşı adaletsiz davranmaktan korkmadığı ve aralarında adaleti uygulayabileceği durumda birden fazla kadınla evlenmesini caiz görmüştür. Bütün bunlarla birlikte İslâm dininde kadının, kocasının başka bir kadınla evlenmesini engelleyebilmesi veya bu durumda kocasını kendisini boşamaya zorlayabilmesi için bir yol bırakılmıştır. Bunun bir benzeri, boşamada da söz konusudur. Dinimize göre boşama hakkının ilk etapta erkeğin elinde olmasına rağmen kadın bir yola başvurarak boşama hakkını erkeğin elinden çıkarabilir veya zaruret durumlarını göz önünde bulundurarak bu yollara başvurarak bu hakkı kendi elinde tutup içini rahatlatabilir.
Evlilikte boşama yasası ve bunun yasama hasebince erkeğe verilmesi meselesi (gerçi kadın da özel birtakım yollarla gayr-i müstakim olarak boşama hakkını kendi eline geçirebilir), İslâm dinine has bir övünç kaynağıdır. Dünyanın medenî milletleri ve kanunlarla yönetilen devletleri, çektikleri birçok ıstıraplar ve uzun çekişmeler sonucu nihayet boşamayı yasallaştırmış, fakat boşama hakkını doğrudan doğruya hem erkeğe ve hem de kadına verdikleri için her yıl boşanma (özellikle kadınların isteğiyle gerçekleşen boşanmaların) oranının yükselmesiyle karşılamışlardır. Bu durum, bu devletleri sarsmış ve bunun bir çaresini bulmaya yöneltmiştir. Özellikle kadınların boşanma için ileri sürdükleri deliller -ki gazeteler ve dergilerde bunlara yer yer rastlarız-, İslâm’ın görüşünün metanetini güneşten daha fazla aydınlatmaktadır.
İslâm’da Kadınların Kısıtlandığı Konular
Geçen bahislerden anlaşıldığı gibi, İslâm’da kadın, hayatın çeşitli alanlarında ve toplumsal imtiyazlarda erkekten geri kalmamış, hiçbir durumda düşünce ve amel serbestliğini kaybetmemiş, erkeğin velâyet ve kayyımlığı altına girmemiştir. Bu alanda kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, cinsel ilişki konusunda kocasına itaat etmesinin gerekliliğidir.
İslâm dininde tepeden tırnağa sevgi ve şefkatle dolu kadının sınırlılığı üç aklî alandadır. İslâm dini, bu üç alanı, duygu ve hislerden uzak tutulması gerektiği için, akıl ve düşünceye bırakmış ve üç başlık altına almıştır: “Hükümet, yargı ve cihad.”
Dinî açıklamalardan ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden anlaşıldığı kadarıyla İslâm toplumunda kadın, hükümet ve devletin başına geçemez, kadı ve yargıç olamaz ve doğrudan doğruya cihada katılıp savaşamaz.
“Süs içinde yetiştirilen ve mücadelede belirgin olmayanı mı (Allah’ın çocuğu yaptılar)?” (Zuhruf, 18) “Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler.” (Nisa, 34) Bu üç konunun düşünme ruhuyla ilişkisi, bunların duygu ve hislerin müdahalesiyle zayi oluşu o kadar açıktır ki hiçbir bahis ve araştırmaya gerek yoktur ve kesin tecrübe, bu konuda en küçük bir şüpheye yer bırakmamalıdır. Nitekim dünyanın medenî milletleri, birkaç yüz yıl içinde kadın ve erkeği takriben bir safta kılmış ve bütün gücüyle kadın ve erkeği eğitip terbiye etmeye çalışmış, sonuçta binlerce ve milyonlarca bilgin ve becerikli kadınlar yetiştirmiş, mucitler ve toplumsal dahiler takdim etmişlerdir. Fakat hâlâ yöneticiler, hükümet başkanları, yargıçlar, kanun koyucular ve askerî komutanlar listesinde kadınların sayısı erkeklerle eşit olmamıştır ve hatta erkeklerin sayısına oranla kayda değer bir sayıya ulaşmamışlardır.
Hiç unutmuyorum, son Dünya Savaşı'nın başlarında savaş Fransa topraklarına uzamış, Fransa topraklarının bir bölümünde savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. Gökyüzünden ateş yağıyor, yerden kan fışkırıyordu. Fakat tam bu sırada Fransa Genel Kurmayı'nın yüksek rütbeli üyelerinden biri olan Fransalı bir kadın -gazetelerde yazıldığı üzere-, önünde makas işareti bulunan güzel bir kadın şapkası buldu!
[1]– Fransa Dinî Kurultayı, Miladî 586 yılında kadın hakkında uzun tartışmalardan sonra, kadının da bir insan olduğuna, fakat erkeklere hizmet için yaratılmış olduğuna karar verdi. Yaklaşık yüz yıl öncesine kadar İngiltere'de de kadın, insan toplumundan sayılmıyordu. Yine çoğu eski dinler, kadının amelinin Allah katında kabul olmadığını söylüyordu. Eski Yunan'da diyorlardı ki: Kadın, şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik ve pisiliktir.
Allâme M. Hüseyin Tabatabaî
ABD ve İran Nasıl Bir Anlaşma Peşindeler
Biden hükümeti Nükleer Anlaşmaya dönmeyi planlıyor. Trump yönetimi de Nükleer Anlaşmaya dönmek istedi ancak İran'ın istediği Nükleer Anlaşma, onların istediğinden farklı.
- İran İslam Cumhuriyeti 2015 yılında bir anlaşma yaptı ve bu anlaşmada ısrar ediyor. İran, 2015 yılında yapılan Nükleer Anlaşmanın korunmasını vurguluyor.
- Obama, Trump, Biden ve hatta ABD’nin sonraki başkanlarının her biri 2015 yılındaki Nükleer Anlaşmayı değil, farklı bir Nükleer Anlaşmayı istiyorlar. Eğer bu yıl anlaşmaya varılırsa 2021 Nükleer Anlaşmasını isteyecekler, eğer bir sonraki yıl anlaşmaya varılırsa 2022 Nükleer Anlaşmasını isteyecekler. Yani hem Nükleer Anlaşma metninin gözden geçirilmesinin mümkün olmasını istiyorlar, hem de Nükleer Anlaşmayı İran’la nükleer anlaşma dışındaki müzakereler için bir fırsat olarak görüyorlar.
- Amerika Birleşik Devletleri için nükleer konu en tehlikeli meseledir ve bu konudan sonra füzeler, demokrasi ve insan hakları ile ilgilenilmelidir. Şu anda ABD hükümeti Nükleer Anlaşmaya dönmek istiyor, ancak Nükleer Anlaşma ABD’nin nezdinde farklı. Ancak İran hala 2015 yılındaki Nükleer Anlaşmada ısrar ediyor. Amerikalılar ise farklı bir Nükleer Anlaşma istiyorlar.
- Amerika Birleşik Devletleri'nde roller bölünmüştür ve iyi ve kötü polis olarak ayrılmıştır. Bazıları sert konuşur, bazıları daha sakin bir duruş sergiler.
- Amerikalı yetkililerin bu çelişkili duruşlarından bazıları, ihtilaftan kaynaklı değil, senaryodur. Birçok kez perde arkasında birlikte anlaşmaya varıp karşı tarafa farklı mesajlar vermişlerdir. Bu nedenle örneğin Blinken, Sullivan vb. arasında hiçbir fark yoktur.
ABD’nin İran’a karşı hedefi
- ABD'nin amacı İran'ın nükleer silah edinmemesidir. Nükleer Anlaşmaya göre İran nükleer silah edinebilirdi ama nükleer kaçış dedikleri fırsat bir yıl olmalıdır. İran'ın şimdi iki veya üç hafta içinde olacağını söyledikleri Nükleer Anlaşmaya yeniden dönüşü, yine bir yılı bulacaktır.
- Bu, yani Nükleer Anlaşma taahhütlerine göre santrifüjlerin yeniden eski halini alması ve uranyum rezervlerinin azaltılması gerektiği anlamına gelir.
- Amerikalılar hatta sözlü de olsa İran'ın evet yanıtını vermesini istiyor; Yani İran’ın, Nükleer ve nükleer olmayan meseleleri, yeniden müzakere etmeye hazır olduğunu söylemesini istiyor.
- Karşı taraf İran'ın hem ABD hem de bölgedeki müttefikleriyle gerilimi azaltmayı kabul etmesini ve en azından bu yönde ilerlemesini bekliyor. İsrail veya ABD rejimlerinden söz edilmiyor, ancak Suudi Arabistan, BAE, Mısır, Ürdün vb. hakkında gerilimin azaltılması bekleniyor. Elbette İran da bunun karşılığında, bölgedeki bu tehditlerin, İran'a yönelik ittifakların ve bölgedeki İranofobinin azalmasını bekliyor.
Obama yönetimi ile Biden arasında fark yok
- 2015'te John Kerry'ye “10 yılın ardından İran, yeni santrifüj kullanmada herhangi bir kısıtlaması olmadığını söylerse ne yapacaksınız” diye soruldu. John Kerry çok rahat bir şekilde şunu söyledi: “Bunu zamanı gelince düşünürüz ve yaptırımları geri getiririz.” Bu, Obama yönetimi ile Biden arasında hiçbir fark olmadığı anlamına geliyor.”
- Cumhuriyetçiler şöyle diyor: “İran'la olan sorun kesin olarak çözülmelidir ve eğer nükleer konuda İran'la bir anlaşmaya varırsak İran'a daha cesur olması için bir şans vermiş oluruz.”
- Pompeo'nun 12 şart öne sürdüğünü ve “Bütün bunları konuşup buna bir çözüm bulalım” dediğini gördük ama demokratların hükümeti böyle değildir; Demokratlar adım adım ilerlenmesi gerektiğine inanıyorlar.
İran heyetinin Viyana görüşmelerinde belirlediği şartlar ise şöyle: Nükleer anlaşmayla ilgili yaptırımların kaldırılması, yaptırımların kaldırıldığının doğrulanması, ABD’nin çekilmeyeceğine dair garantinin alınması, İran’a tazminat ödenmesi ve tüm tarafların anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerine geri dönmesidir.
Suriye Üzerinden Mezhepçi Olmakla İran'ı Suçlamak
Kadim dostlarımızın bazıları Suriye iç savaşına "müdahil" oldu diye İran'ı mezhepçilikle suçluyorlar. İşte efendim Merhum Humeynî, "La Sünniyye, la Şiiyye, sevre sevre İslâmiyye" diyerek asla mezhepçilik yapmadı ancak İmâm'dan sonra bugün İran siyasetinin geldiği nokta mezhepçi, takiyeci ve Fars milliyetçiliğidir" diyorlar. Bu gerekçelerini ise Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad'ın Nusayri Alevisi olduğuna bağlıyorlar. İtiraz ettikleri husus ise "Suriye'deki muhalif Sünni gruplar tam Esad'ı devireceklerdi İran mezhebî saikle hareket ederek Suriye'ye müdahale etti ve zalim Esad'ın devrilmesine engel oldu."
Birçok sebepten dolayı Suriye meselesine bu zaviyeden bakmak oldukça yanıltıcıdır, zira orada Sünni olduğu sanılan eli silahlı grupların Sünnilikle bir alakası yok. Çünkü Sünni fıkhında yönetim gayri meşru olsa da asker ve polise kurşun sıkılmaz, zira asker de polis de müstevli değil Müslüman ahalinin evlâtlarıdır. Silahlı muhalif gruplar 1982'de vuku bulan Hama katliamında da bu yanlışı yaptılar. Merhum Mehmet Akif Ersoy'un ifade ettiği gibi, "Eğer ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?" Demek ki ibret alınmamış ve bu yüzden aynı hataya düştüler.
Suriye olayları henüz patlak vermeden (2010 yılında) Saadet Partisi'nden bir heyet Merhum Oğuzhan Asiltürk rehberliğinde Erbakan tarafından Suriye'ye gönderiliyor. (Erbakan sağlık sorunlarından dolayı gidememişti.) Heyet hem muhaliflerle hem Esad ile görüşüyor. Muhaliflerle görüşme esnasında ÖSO liderlerinden biri kalkıp hiddetli bir şekilde silahlı kalkışmadan söz edince Merhum Oğuzhan Asiltürk tepki verip yapmayı düşündükleri bu işin yanlış olduğunu söylüyor. Söylüyor söylemesine fakat o şahıs bu sefer hışımla söylene söylene salonu terk ediyor. Sayın Oğuzhan Asiltürk, salondaki heyete, "Lütfen arkadaşınızla konuşun ve onu ikna etmeye çalışın, aksi taktirde bu güzelim ülkeyi mahvetmiş olursunuz" diyor.
Evet, diyor demesine ama dinlemiyorlar ve o güzelim ülkenin mahvolmasına sebep oluyorlar. (Merhum Oğuzhan Asiltürk vefatından önce son televizyon programını kendisiyle yapmak nasip olmuştu. Program öncesi bu hadiseyi bizzat kendisi anlatmıştı.)
Silahlı kalkışma fıkhen caiz olmamasına rağmen bu işe giriştiler ve olanlar oldu. Koskoca bir ülke mahvoldu. 1 milyon dolayında insan öldü. Milyonlarca insan doğup büyüdükleri toprakları terk etti. Yaban ellerde mülteci olarak sefalete gark oldular. Şehirler ise harabeye, enkaz yığınına döndü. Bu işe sebep onlara sormak lazım, "Bu vebâl ile Allah Teâlâ'nın huzuruna nasıl çıkacaksınız?"
Bakınız, eğer Suriye müstevlilerin, yani dış güçlerin işgali altında olsaydı bu durumda halkın eli silah tutan her kesimine cihad farz olurdu. Muhalifler eğer Sünni ise henüz fıkıhta sınıfta kalmış oldular. Daha önceleri konu ile ilgili yazılarımızda açıklamıştık, yeri gelmişken tekrar edelim: 1982 yılındaki Hama kalkışmasından kısa bir süre önce "İhvan-ı Müslimin" örgütünün temsilcileri olduklarını söyleyen bir heyet Suriye'den gelip Merhum Erbakan'la görüşüyorlar. Bu görüşmede Erbakan'a silahlı kalkışma niyetlerinden söz ediyorlar. Erbakan gelen heyete nasihatlerde bulunarak kalkışma yapmamalarını, silaha sarılmamalarını ve bu işi yapmaya teşebbüs ederlerse sonucun büyük bir faciaya dönüşme olasılığından söz ediyor. Söz konusu heyet Erbakan'dan umduğunu bulamayınca doğruca İran'a gidip Merhum Humeynî ile görüşüyorlar. Humeynî de, "Ya arkadaşlar biz bu devrimi tüfek ve tabanca ile mi yaptık sanıyorsunuz? Biz İran halkı olarak 'Allah'u Ekber' lafzını öylesine gür bir seda ile söyledik ki, 'Allah'u Ekber' lafzı balyoza dönüştü ve biz bu balyozla Şah ve avanesinin beynini dağıttık. Sakın silahlı kalkışmada bulunmayın. Müslüman ahalilinin evlatlarına kurşun sıkamazsınız. Halkı irşad etmeye, halkı bilinçlendirmeye devam edin. Suriye sadece Hama'dan ibaret değil. Bütün halk kıyam etmeli ama bu silahla olmamalı."
Humeynî'den de bekledikleri fetvayı alamayan heyet hayâl kırıklığı içerisinde Hama'ya geri dönüyor. Meğer bunlar ilk önce Mısır "İhvan-ı Müslimin" bürosundan fetva istemişler. Fetvayı alamayınca Merhum Erbakan ve Rahmetli Humeynî'ye gitmişler.
Bir özlü sözde geçtiği üzere, "Nasihatleri ne kadar umursamazsanız kendinize ve halkınıza o kadar zarar vermiş olursunuz." Nitekim öyle oldu. Dinlemediler ve silahlı kalkışmada bulundular. Bir gece emniyet birimlerine ve kamu binalarına baskın yaparak memur, asker, polis ne varsa kurşuna dizip şehri ele geçirdiler ve şeriatı (!) ilân ettiler. Akabinde diğer şehirlere haber salıp kalkışma yapmalarını söylediler. Fakat sonuç beklentilerine göre olmadı. Hafız Esad tank birliğini Hama kentine gönderip şehri muhasaraya aldı. İsyancılara teslim olmaları için üç gün mühlet tanındı. Teslim olmadılar ve şehir tanklarla, toplarla vurulmaya başlandı. Sonuç 30 bin dolayında ölü. Şimdi burada suçlu kim? Bu gençlere "silaha sarılın" diye fetva veren âlim müsveddeleri mi, yoksa rejimi elinde tutan Hafız Esad mı? Hemen hemen bütün dünya Müslümanları ve biz de Türkiyeli Müslümanlar olarak nümayişler yaparak "Katil Esad" diye bağırdık. Bu hadiseden dolayı İran'da da sokak gösterileri ve nümayişler yapıldı. Hatta Hafız Esad'a tepki olarak öfkeli gençler Tahran'daki Suriye büyükelçilik binasını kundaklayıp ateşe verdiler. Olayın iç yüzünü öğrendikten sonra durumun farklı olduğunu keşfetmiş olduk.
Sayın okuyucumuz bugün şahsıma sorsanız yine Hafız Esad için "katildir" derim ancak bir ekleme yaparak: "Hafız Esad daha farklı yöntemler kullanarak o kadar kan akıtılmasına sebep olmayabilirdi. Evet, Hafız Esad katildir ancak o gençlerin eline silah verip, fetvalarla o gençleri ve Hama halkını ateşe atan âlim müsveddeleri Esad’dan daha katildir."
Aradan yıllar geçti ve oğul Beşşar Esad işbaşına geçti. Hama olayından dolayı halk Esad ailesine karşı kırgındı. Oğul Esad bunu telafi etmek için halkın % 65'i Hanefi mezhebinden olması hasebiyle evlenme, boşanma ve miras gibi aile hukukuna tekabül eden Hanefi mezhebinin fıkıh kurallarını anayasaya yerleştirmiş oldu. Beşşar Esad bu yöntemle halkın gönlünü kazanmaya çalışıyordu. Beşşar Esad'ın asıl takdire şayan icraatı ise 22 Arap ülkesi içerisinde Filistinli on küsur silahlı örgüte ev sahipliği yapan tek ülke olmasıydı. Öyle ki, bu örgütlere İran'dan gelen silahların aktarımında lojistik destek sağlıyordu. Hatta zaman zaman İran'dan gelen silah sevkiyatında aksama olunca bizzat Beşşar Esad'ın talimatıyla Suriye ordusunun silah depolarından Lübnan ve Gazze'ye silah ve mühimmat aktarılıyordu. Elbette bu durumdan en çok işgalci İsrail ve onun hamisi olan ABD rahatsız oluyordu. Esad’dan, Golan Tepeleri'nin iadesine karşılık Filistinli örgütlere silah vermesinden ve ev sahipliği yapmasından vazgeçmesi isteniyordu. Bütün Arap ülkeleri "Namus-u Ekber"imiz olan Filistin davasından vaz geçip zillet ve ihanet içerisinde Siyonist çete ile diplomatik ilişkiler geliştirip masaya oturdular ve uzlaştılar. Bugünlerde BAE ve Bahreyn Siyonist çete ile askerî tatbikat yapıyor. Bu alçakça ihanetlere karşılık tek Arap ülkesi olarak Suriye asla uzlaşmaya yanaşmadı. Arap ülkeleri içerisinde ve bölgemizde ABD üssü olmayan İran'dan sonra tek ülke Suriye'dir. Sadece bu sebepten dolayı Arap Baharı bahane edilerek Suriye iç savaş sarmalına sokuldu. Başta IŞİD El-Kaide, El-Nusra ve ÖSO olmak üzere ellerine silah verilen muhalif gruplar Suriye'de barbarca katliamlar yaparken aslında farkında olmadan Siyonist çete ve ABD'nin değirmenine su taşıyorlardı. Bir milyon dolayında insanın ölümüne sebebiyet verdiler, milyonlarca insanın doğup büyüdüğü toprakları terk etmelerine neden oldular. Söz konusu silahlı terör örgütleri on yıllık bu süreç içerisinde insanlık dışı vahşilikte katliamlara imza attılar. Çocukların bile boyunlarını koyun boğazlar gibi kestiler. Kadınların bile kafalarına kurşun sıktılar. Erkekleri elleri/kolları bağlı vaziyette ateşe verdiler. Nicelerini kafeslerin içine koyarak suda boğdular. Nice insanları kafalarına sıkarak infaz ettiler. Nice insanların kesik başlarını mızrağa geçirir gibi sokak korkuluklarına geçirdiler. Şimdi sormuş olalım, bu mutasyona uğramış canavar sürüsü mü Suriye'ye adalet getirip şeriatı uygulayacaklar? Siyonist çete bu silahlı örgütlerin yaralılarını tedavi etmek için Golan Tepeleri'ne neden mobil hastaneler kurup hizmet vermektedir. Bu da mı size bir şey anlatmıyor. Orada baş düşman Filistin işgalcisi Siyonist çete dururken siz hangi saikle Esad'ı alaşağı etmenin derdine düştünüz? Eğer bunu din ve şeriat adına yapmak istiyorsanız işe baş düşmandan ve o düşmana piyonluk yapan işbirlikçi Arap rejimlerinden başlamanız gerekmiyor mu? Suriye'nin, Siyonist çeteye karşı Filistinli gruplara İran üzerinden gelen silahların sevkiyatına yardımcı olması İran ile işbirliğinin bir sonucudur. İran'ın Siyonist çeteye piyonluk yapan gruplara karşılık Suriye'ye yardım etmesi, arka çıkması hangi mezhebi saikle izah edilebilir? Siyonist çete ve büyük şeytan ABD yıllardan beri Suriye üzerinden sinsi plânlar yapıyorlar. Bu durumu her fırsatta Merhum Erbakan Hocamız dile getirip anlatıyordu. Siyonist çetenin amacı "Arz-ı Mevud" hedefiyle Mezopotamya topraklarını ve dolayısıyla Suriye'yi ele geçirmekti. Buna istinaden Suriye İran ile bir anlaşma yaparak herhangi bir düşman Suriye'ye saldırdığında İran'a saldırmış sayılacak, İran'a saldırıldığında Suriye'ye saldırılmış olacak. İki ülke kendi aralarında toprak bütünlüğünü garanti altına almak için bu anlaşmayı yaptı. İran'ın Suriye'ye iç savaşına müdahil olması da bundandır.
Ali Erdem Koral
Mesele Esad değil bunu anlayın lütfen...
Ne yazık ki hâlâ bazı aklı evvel arkadaşlarımız, "Muhalifler Esad'ı yıkıp yerine şeriat düzeni getireceklerdi ama buna İran engel oldu" diyebilmektirler. Şunu sormak lâzım, İran şeriat üzerine kurulu bir devlettir. Her devlet kendi yönetim tarzını ve ideolojisini ihraç etmek ister. Asıl şeriatı isteyen İran'dır. Ancak İran çok iyi biliyor ki, Suriye'de şeriat adına mücadele verdiğini iddia eden grupların gerçek şeriatle hiçbir ilgisi yok. Onlar iktidarı ele geçirse Suud örneğinde olduğu gibi Amerikan şeriatını Suriye'de uygulamaya koyarlar ki onun da İslâm ve gerçek şeriatle hiçbir ilgisi olmaz. Anlayın lütfen. Hâlâ bu çemkirmeler ve İran düşmanlığı neyin nesi? Rabbimiz feraset versin, başka ne diyelim?
Ermenistan ve Türkiye şeytanın bacağını kırıyor mu?
Türkiye’nin Kafkasya hayallerinin önündeki bariyer, Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesiyle yıkılabilir. Şimdi iki taraf karşılıklı özel temsilci atıyor. Yine de iyimserliği öldüren faktörler var.
Türkiye içeride ve dışarıda rotasını kaybettiği dezavantajlı bir süreçte umutsuzca dış politika başlıklarını gözden geçirirken Ermenistan’la düşmanlığı “iyi komşuluk” ilişkisine çevirecek bir açılıma gidiyor.
İki ülke arasında 1993’ten beri kopuk olan ilişkileri normalleştirmeye yönelik ilk adım karşılıklı özel temsilcilerin atanmasıyla atıldı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 14 Aralık’ta meclisteki bütçe görüşmeleri sırasında gelişmeyi "Biz, diyalogların başlayabilmesi için özel temsilciler atayacağız dedik. Hatta Ermenistan atadı. Biz de önümüzdeki günlerde, özel temsilcimizi de belirledik, gerekli resmi işlemi yapacağız" sözleriyle duyurdu. Bakana göre Erivan ile İstanbul arasında charter uçuşları da başlayacak. Erivan bu açıklamayı memnuniyetle karşıladı. Dışişleri Sözcüsü Vahan Hunanyan, Türkiye ile önkoşulsuz olarak ilişkilerin normalleşmesini konuşmaya hazır olduklarını belirtti.
Özel elçilerin diplomatik ilişkileri tamamen normalleştirmeye dönük yol haritası üzerinde çalışması öngörülüyor. Türkiye Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Ermenistan’ı resmen tanımış ama diplomatik ilişki kurmamıştı. 1993’de Kelbecer’in işgali üzerine Ermenistan ile hava ve kara sınırlarını kapatmıştı. Hava sınırı 1995’te açılırken kara sınırları kapalı kaldı.
Erivan’la diplomatik ilişkilerin tesisi ve sınır kapılarının açılması, Türkiye’nin Karabağ savaşından sonra Kafkasya üzerinden kurduğu stratejik hayallerin hayata geçirilmesi için kritik önem taşıyor. Türkiye’nin Karabağ savaşındaki rolü ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerde bozucu yeni bir etken haline geldi. Ermenistan’la normal komşuluk ilişkisi bu olumsuzluğu bertaraf edebilir.
Fakat normalleşme fikri Erivan’da olumlu yankı uyandırdığı kadar öfkeyle karşılık buluyor. Sonuçta Türkiye, Karabağ savaşına askeri teknik destekle Azerbaycan’ın kaybettiği yedi rayona dönmesini sağlayarak Ermenilerle tarihi husumetleri yeniden diriltti.
Derin kuşku ve kızgınlık ortamında Türkiye 9 Kasım 2020’deki ateşkes anlaşması çerçevesinde öngörülen Zengezur ulaşım hattını, Hazar havzası ve Orta Asya’ya açılmak için büyük bir stratejik koridor kurgusuna dönüştürdü.
Karayolu, demiryolu, enerji hatlarıyla coşturulan bu hayalin, Kafkasya’da çıkarları tehlikeye giren aktörler tarafından sabote edilmesini önlemek için de 3+3 formülüyle Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, İran ve Türkiye’den oluşacak altını bir platform önerdi. Bu stratejik konseptle yol almak için evvela Ermenistan’ın teşvik edilmesi ve Rusya’nın kolaylaştırıcı bir rol oynaması gerekiyordu.
Ankara ABD ve AB ile uyumunu sürdürdüğü dönemde “Ermeni Soykırımı” baskısından kurtulmak için Ermenistan’la normalleşmeyi gündemine almıştı. Gizli müzakerelerin ardından 10 Ekim 2009’de Zürih’te imzalanan iki protokol, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Bakü ziyareti sırasında “Azerbaycan topraklarındaki Ermeni işgali bitmeden Ermenistan’la normalleşme olmayacağı” sözüyle çöpe gitmişti. Protokoller Ermeni tarafında da mahkemeye taşındı, 2010’da onay süreci askıya alındı. 2018’de de “Hükümsüzdür” denildi.
Protokoller yürürlüğe girseydi iki ay içinde sınırlar açılacaktı. Şimdi Ankara özel temsilci adımıyla Kafkasya hayallerine yaklaşırken Batı ile gerilimli ilişkilerde de yumuşama umuyor.
Türkiye de Karabağ savaşından sonra ABD ve AB ile gerilimli dosyaları tartışırken “olumlu gündem” maddesi olarak araya Ermenistan’la normalleşme hedefini sıkıştırıyor. Bu çerçevede konu, Erdoğan’ın ABD Başkanı Joe Biden’la 31 Ekim’de Roma’daki görüşmesinde gündeme gelmişti. Çavuşoğlu da bu meseleyi Amerikalı mevkidaşı Anthony Blinken ile 1 Aralık’ta Riga’da ele almıştı. Bloomberg’e konuşan bir Türk yetkiliye göre Biden, Roma’daki görüşmede sınırların açılması konusunda Erdoğan’ı teşvik etti. Blinken da özel temsilci atama kararını memnuniyetle karşıladıklarını açıkladı. Biden’ın göreve geldikten sonra Erdoğan’la ilk telefon görüşmesinde ertesi günü (24 Nisan) 1915 olaylarını “soykırım” olarak niteleyeceği bilgisi paylaşması Türk-Amerikan ilişkilerindeki potansiyel gerilim başlığının altını çizmişti.
Ekonomiyi güçlendirecek şekilde Türkiye ile sınır kapılarının açılması, Karabağ’da Rus rolüne yeniden mahkûm olan Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın Rusya’ya bağımlılığı azaltmayı hedefleyen orijinal siyasi yol haritasıyla uyumlu gözüküyor. Bu eğilim, Ermenistan ve Azerbaycan’ı “Komşuluk Politikası” ile kendi nüfuz alanına çekmeye çalışan AB’nin de hoşuna gidiyor.
Tabii bölgeye barış gücü konuşlandıran, Karabağ ile Ermenistan arasındaki Laçin koridorunun açık kalmasını sağlayan ve Nahçıvan hattının güvenliğini üslenen Rusya’nın gölgesinden nasıl çıkılacağı da ayrı bir soru işareti. Yine de Paşinyan’ın Türkiye ile el sıkışması sayesinde Rusya’nın Kafkasya’daki ağırlığının gerileyeceği yönündeki beklenti Avrupa yakasında heyecan yaratıyor.
Ukrayna’da Moskova’nın stratejik hamlelerini önleyemeyen Batı, Karabağ savaşı sırasında Rusya’nın ateşkesi sağlayıp barış gücü misyonuyla Kafkasya’da ağırlığını artırmasını sessizce izledi. ABD, Fransa ve Rusya’nın eş başkanlığını yaptığı Minsk Grubu kenara itilirken asıl ağırlığını yitiren Batı’ydı.
Gerek altılı platform gerekse Ermenistan’ın Azerbaycan üzerinden Rusya’ya bağlayacak ulaşım hatlarının açılması Moskova’nın Güney Kafkasya’daki ağırlığını pekiştirecek bir kazanım sayılır. Altı ülkenin katılımıyla ilk istişare toplantısının Moskova’da yapılması da Rusya’nın rolünün altını bir kez daha çizdi.
Bir süreden beri AB-NATO cephesi, Rusları geriletme hesaplarıyla konuyla biraz daha ilgilenir hale geldi. 14-15 Aralık'ta AB-Doğu Ortaklığı Zirvesi kapsamında Azerbaycan ve Ermenistan liderleri Brüksel’de ağırlandı. Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ve Başbakan Ermenistan Başbakanı Paşinyan’la üçlü görüşme yaptı. Aliyev ile Paşinyan bir süreliğine baş başa da bırakıldı. Konseyin açıklamasına göre iki lider demiryolu hatları konusunda anlaştı; sınırların belirlenmesine yönelik çalışmalara başlanması kararlaştırıldı; AB’nin Rus garantörlüğünde 9 Kasım 2020 ve 11 Ocak 2021’de varılan anlaşmalar ile 26 Kasım 2021’de Soçi’de varılan mutabakatlar çerçevesinde alınacak önlemlere mali ve teknik desteği vurgulandı. Otoyollarla ilgili belirsizlikler ise sonraki müzakerelere bırakıldı. İlk mutabakat sınır ve gümrük kontrolleri konusunda mütekabiliyet ilkesini esas alıyor. Buluşma öncesi Paşinyan, Zengezur hattında gümrük noktaları kurmaktan söz edince Aliyev de kendilerinin da aynı şeyi Laçin'de yapabileceklerini belirtip “Ya ikisinde de gümrük olmayacak ya da ikisinde de olacak" demişti.
Paşinyan, Brüksel buluşmasının sonucunu şöyle paylaştı: “Demiryolu, ülkelerin egemenlik ve yargı yetkisi altında, karşılıklı olarak uluslararası tanınmış sınır ve gümrük düzenlemelerine uygun olarak işleyecektir. Ermenistan demiryoluyla İran ve Rusya’ya erişimine sahip olacaktır.”
Erivan, Türkiye’nin stratejik hesaplarla tercih ettiği “koridor” ifadesinin aksine 9 Kasım 2020 anlaşmasında belirtildiği üzere mevcut ulaşım hatlarının açılmasından söz ediyor. Erivan bu hatlarda egemenlik haklarından vazgeçmeyeceğini de vurguluyor.
Ankara’nın olumlu gündem yaratma ihtiyacına karşın Azerbaycan'ın hassasiyetleri ve Ermenistan’ın karşı tutumundan bağımsız aceleyle tam normalleşme istediği söylenemez. Çavuşoğlu’nun şu sözlerinden “adıma karşı adım” yaklaşımıyla temkinli gidileceği anlaşılıyor: "Azerbaycan'la beraber karar veriyoruz; özel temsilci atıyoruz, büyükelçilik değil. Ermenistan yaşananlardan ders alıp barışı tercih ederse yarın büyükelçilik de açılabilir. Bu konuda da yine Azerbaycan'la birlikte karar veririz." Kuşkusuz Paşinyan’ın koşulsuz diyaloğa hazır oldukları mesajı da Ankara’ya oyun alanı açıyor.
Heyecan yaratan adımlara karşın ortada gri bir tablo var. İlişkilerin kesilmesinde “Karabağ” gerekçesi düşmüş olabilir ama siyasi ve psikolojik bariyerler yerli yerinde duruyor.
İki taraf arasındaki çetin mesele Ermeni soykırımın tanınması. Ermenistan tarafı 2009’daki müzakerelerde 1915’e dair arşivlerin açılması, tarafsız uzmanların çalışmasına izin verilmesi ve uluslararası katılımla bir alt komisyonun kurulmasını kabul ederek soykırımın tanınması talebini süreci tıkayacak bir unsura dönüştürmedi.
Fakat bu konudaki hassasiyet çok canlı. Bugün de muhalefet, Paşinyan’ı Ermenistan’ı yok etmekten bahsedip soykırımı inkâr eden Türkiye ile uzlaşarak ülkeyi mahvedecek bir oyuna girmekle eleştiriyor. Yine muhalefet, Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan’ın Le Figaro’ya demecinde, Türkiye’nin koridor başta olmak üzere yeni koşullar ileri sürdüğüne dair sözlerini hatırlatıp Ermeni tarafının elinin ne kadar zayıfladığına işaret ediyor.
Muhaliflerinden “Türk casusu” ve “Hain” yaftasını yiyen Paşinyan en azından içeride ilk yüzleşmeden diklenerek çıktı. Karabağ hezimetine rağmen haziran seçimlerini yüzde 54'le kazanan Paşinyan bu güvenle Türkiye ile diyaloga önem atfeden mesajlar verdi. Erivan’da 26 Şubat'taki darbe girişimini kınamış olan Erdoğan da Paşinyan’ın seçim zaferini “Bölge için hayırlı olmasını temenni ediyorum” diyerek selamladı.
Paşinyan’ın radikal muhalifleri kadar Erdoğan’ın Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile ortaklığı da süreci tıkama potansiyeli arz ediyor. Erivan’da parlamento basan rövanşist güçlerin arz ettiği tehlikenin altı çizilirken Türk tarafı için şu soru yabana atılabilir mi: Erdoğan, MHP’nin oyun bozanlığına bağlı olarak siyasi bedelleri göze almaya hazır mı? Elbette kimse emin değil.
Şehadet Yıldönümü:Âlemlerin ''Hanımefendisi'' Hz. Fatımatü’z-Zehra
Hz. Fatıma Zehra (s.a) (Arapça: فاطمة الزهراء) (Hicretten önce 8 veya 13, Mekke/Hicri 11, Medine) babası İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a) ve annesi Hz. Hatice’dir (s.a). Hz. Fatıma (s.a), Hz. İmam Ali’nin (a.s) eşi ve Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin'nin (a.s) annesidir. Hz. Fatıma (s.a) şia inancına göre Ehl-i Aba (Ashab-ı Kisa) ve On Dört Masum'dan dır.
Hz. Fatıma (s.a) mübahele olayında peygamberin yanında olan tek kadın idi.
Hz. Zehra (s.a) babası Hz. Resulü Kibriya Efendimizin eğitim ve terbiyesi altında yetişti. Mekke'de Müslümanların, müşrikler tarafından ekonomik ve sosyal abluka ile muhasaraya alındıkları çetin bir dönemde, annesi Hz. Hatice'yi kaybetti. Aynı yıl Hz. Peygamber'in en önemli hamisi olan amcası Ebu Talib’in vefat ettiği Hüzün yılıdır. İşte böyle zor bir dönemde küçük yaşta olmasına rağmen, babası Hz. Peygamber'e desteklemiş ve çok yardımcı olmuştur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’ya (s.a) “Ümmü Ebiha” (babasının annesi) lakabını takmıştır.
Hz. Fatıma (s.a) Medine'ye hicret ettikten sonra Hz. Ali (a.s) ile evlendi. Hz. Fatıma (s.a) ev işlerini kimseye yüklemez, yardım alabileceği halde hepsini kendisi yapardı. Yemek, içmek ve giyimde en aza kanaat ederdi. Geceleri çok ibadet ederdi. Hasan Basri şöyle diyor: “Bu ümmette Fatıma’dan (s.a) daha abid birisi gelmemiştir. Namaza o kadar çok dururdu ki ayakları şişerdi.” Babasından öğrendiği İslami öğretileri kadınlar arasında yayardı. Hz. Peygamberimiz (s.a.a) kendisini çok sever her gün onu ziyaret ederdi.
Kendisi, Necran Nasranileriyle yapılan “Mübahele” gününde Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında bulunan tek kadındır. Hz. Fatıma (s.a) Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra, Cemaziyülahirayının üçüncü günü hicri on birinci yılda Medine’de hayatını kaybetti. Hz. Zehra (s.a) kendi vasiyeti üzere gece vakti Müminlerin Emiri Ali (a.s) tarafından gizlice defnedildi.
Hz. Fatıma (s.a) fasih ve beliğ Arap kadınlarındandır. İbn Tayfur (ö. 280) Hz. Fatıma’ya (s.a) ait hutbeleri “Belağatü’n-Nisa” adlı kitapta nakletmiştir. Fedek hakkındaki hutbesini Ebu Taliphanedanı kendi çocuklarına öğretiyorlardı.[1]
Nesep, Künyeler ve Lakaplar
Hz. Fatıma’nın (s.a) babası Hz. Resulü Ekrem (s.a.a); annesi ise Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay b. Kilab’ın kızı Hatice’dir (s.a).[2]
Hz. Fatıma’nın (s.a) çok sayıda lakapları vardır: Zehra, Sıddıka, Tahire, Raziye, Merziye, Mübareke, Betül… Bunlardan en çok bilinenleri Zehra’dır ve bazen ismiyle birlikte (Fatıma Zehra) anılır, veya Arapça terkibi ile (Fatımatü’z-Zehra) şeklinde gelir. Kendi isminden bile çok kullanılan Zehra, parlayan, parlak, aydın vb. gibi anlamlara gelir.[3]
Hz. Fatıma’nın (s.a) bir kaç tane künyesi vardır. Bunlardan en ünlüleri şunlardan ibarettir: Ümmü Ebiha, Ümmü’l Eimme, Ümmü’l Hasan ve Ümmü’l Hüseyin.[4]
Doğumu ve Şehadeti
Hz. Fatıma (s.a) Mekke’de Hz. Peygamberin (s.a.a) evinde dünyaya geldi. Ancak Şia ve Sünni kaynaklarında dünyaya gelişi hakkında farklı görüşler vardır. Ehlisünnet tarihçileri, Hz. Fatıma’nın (s.a) doğumunu Allah Resulü’nün (s.a.a) Bi’set’inden (peygamberliğinden) beş yıl önce ve Kâbe’nin yenilendiği yıl olarak kaydetmiştir.[5] Ama Kuleyni, Usul-i Kâfi kitabında şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma’nın (s.a) viladeti Bi’set’ten beş yıl sonra gerçekleşmiştir.[6] Yakubi ise şöyle yazmaktadır: Hz. Fatıma (s.a) vefat ettiğinde (şehit olduğunda) yirmi üç yaşındaydı.[7] Dolayısıyla, doğumu Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’set yılında olması gerekir. Bu görüş aynı zamanda Şeyh Tusi’nin Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Ali (s.a) ile evlendiğinde yaşının (Hicretten beş ay sonra) on üç olduğunu belirttiği görüşle de uymaktadır.[8]
“Dünya kadınlarının en üstünü dört kişidir: “İmran’ın kızı Meryem (s.a), Muhammed’in (s.a.a) kızı Fatıma (s.a), Huveylid’in kızı Hatice (s.a) ve Firavun’un hanımı Asiye (s.a).”
—Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a), Keşfü’l- Gumme, c. 2, s. 76.
Şia ve Ehlisünnet kaynaklarında Hz. Fatıma’nın (s.a) nutfesinin nasıl oluştuğuna dair hadisler bulunmaktadır. Rivayetlere göre Hz. Resulü Ekrem Efendimiz (s.a.a) Allah’ın emri ile kırk gece Hz. Hatice’den (s.a) uzak durmuş, ibadet ve oruçla geçen kırk günün ardından Miraç’a çıkmış orada cennet yemeği yahut meyvesini yedikten sonra Hz. Hatice’nin (s.a) yanına gelmiş ve ardından Hz. Fatıma’nın (s.a) nuru, Hz. Hatice’de (s.a) yerleştirilmiştir.[9]
Şia ve Sünni kaynakları, Hz. Fatıma’nın (s.a) Hicretin on birinci yılında dünyadan göçtüğünde ittifak etmişlerdir. Ancak ay ve gününde anlaşamamışlardır. Bu konu hakkında bazıları Hz. Fatıma’nın (s.a) biricik babasının vefatından sonra yirmi dört gün yaşadığını aktarmışlar, bazıları ise bu süreyi sekiz ay olarak geçmiştir. Şialar arasında meşhur görüş ise babasından üç ay sonra dünyadan göçtüğü yönündedir.[10] Hz. Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) Sefer ayının yirmi sekizinde vefat ettiği düşünülürse, bu tarih üç Cemaziyelahir’in üçüne denk gelmektedir.[11]
Hz. Fatıma’nın (s.a) doğum günü hakkındaki farklı görüşlerin olması, doğal olarak yaşadığı sürenin ne kadar olduğu konusunda da ihtilafların olmasına neden olmuştur. Bu süreyi on sekiz ile otuz beş arasında zikretmişlerdir. Eğer doğumunu Hz. Peygamber'in (s.a.a) Bi’set’inin beşinci yılının Cemaziyelahir ayı olarak ve şehadetini de Hicretin on birinci yılı olarak ele alırsak, bu iki tarih arasındaki fasıla on sekiz küsur yıl olacaktır. Bu görüş, İmam Muhammed Bakır ve İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakledilen iki güvenilir rivayetle de desteklenmektedir.[12]
Çocukluk Dönemi
Hz. Fatıma (s.a) babası Hz. Resulü Kibriya Efendimizin (s.a.a) evinde ve onun dini eğitim ve terbiyesi altında yetişti.[13] Çocukluk dönemi – ki İslam’ın olgunlaşmaya başladığı ve Müşrikler tarafından Müslümanlara baskıların yapıldığı dönemlere rastlamaktadır- baştan ayağa Müslümanlar için imtihan ve işkencelerin olduğu bir dönemdir.[14] Bu devre, kuru ve yakıcı Şi’b-i Ebi Talip deresindeki açlık, susuzluk ve acılarla geçen, ayrıca ekonomik ve sosyal abluka ile muhasaranın olduğu devredir. Bu vakitler aynı zamanda Hz. Fatıma’nın (s.a) azizlerini kaybettiği vakitlerdir: Annesi Hz. Hatice (s.a) ve aynı şekilde Hz. Peygamber'in (s.a.a) en önemli hamisi olan amcası Ebu Talib’in (a.s) hayatlarını kaybettiği dönemlerdir.[15] İşte bu dönemlerde babası Hz. Peygamber'i (s.a.a) desteklemesi ve kendisini yatıştırmasından dolayı Hz. Peygamber (s.a.a) kendisine “Ümmü Ebiha” (babasının annesi) lakabını takmıştır. Bu da O'nun Hz. Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) yanındaki değer ve makamını ortaya koymaktadır.[16]
Müslümanların Mekke’den Yesrib’e hicretleri de bu dönemlerde gerçekleşmiştir ve sonraları bu Hicret İslam tarihinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir.[17] Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Medine’ye gittikten sonra, ailesi de oraya gittiler. Belazuri şöyle yazmaktadır: Zeyd b. Harise ve Ebu Rafi, Hz. Fatıma (s.a) ve Ümmü Gülsüm’ü oraya götürmekle görevlendirilmişti.[18] Ancak İbn Hişam, Abbas b. Abdulmuttalib’in onları götürmek için görevlendirildiğini yazmıştır.[19] Her ne olursa olsun Hz. Zehra (s.a) ve Ümmü Gülsüm, kendilerini götürmekle görevli kişilerin eşliğinde hicret etmişlerdir. Bu esnada Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a) azılı düşmanlarından ve devamlı kendisini kötüleyen Huveyris b. Nukeyz onların yanına gelerek develerine zarar vermiştir. Deve ürküp, kaçınca Hz. Fatıma (s.a) ve Ümmü Gülsüm yere düşmüş ve yaralanmışlardır. İbn Hişam ve bazı tarihçiler Hz. Fatıma’nın (s.a) bu olayda yaralandığını belirtmemişlerdir. [20]
Bu belgelerin mukabilinde yine önemli tarihçilerden olan Yakubi ise: Hz. Ali b. Ebu Talip (a.s)'in onu Medine’ye götürdüğünü yazmaktadır.[21] Şiakaynakları Yakubi’nin yazdıklarını teyit etmektedir.[22] Örneğin Şeyh Tusi, “Emali” kitabında Hz. Peygamberin (s.a.a) Kuba’da beklediğini ve amca oğlum Hz. Ali b. Ebu Talip ve kızım gelmeyene kadar Medine’ye girmeyeceğim dediğini yazmıştır. Tıpkı Şeyh Tusi’nin yazdığına göre Hz. Fatıma’nın (s.a) yanı sıra İmam Ali’nin (a.s) annesi Hz. Fatıma binti Esed ve Abdülmuttalib b. Zübeyr’in (Dabaet’in nakline göre Zübeyr’in) kızı Fatıma da Hz. İmam Ali (s.a) ile birlikte hicret etmişlerdir.[23]
Evlilik
Hz. Fatıma’nın (s.a) çok taliplisi vardı. Hz. Peygamberin (s.a.a) ashabından Ömer, Ebu Bekir, Abdurrahman b. Afv vb. gibileri kendisine talip olmuşlar ancak Peygamber Efendimiz (s.a.a) kabul etmemiş[24] ve onlara cevap olarak şöyle buyurmuştur: Fatıma daha küçüktür. Ancak Hz. Ali(a.s) Hz. Fatıma’yı (s.a) istediğinde Peygamberimiz (s.a.a) kabul etmiştir.[25] Peygamber Efendimiz Hz. Fatıma’ya (s.a) şöyle buyurmuştur: “Seni ilk Müslüman olan kişiyle evlendiriyorum” [Not 1] [26] aynı şekilde Muhacirlerden de bir grup Hz. Fatıma’ya talip olmuş,[27] ancak Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Fatıma’nın evlilik işi Allah’ın elindedir. Eğer kendisi uygun görür ve münasip bilirse o şekilde olacaktır ve Ben ilahî hükmü beklemekteyim [Not 2].[28]
Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Ali (a.s) ile evliliği Hicretin ikinci yılında Medine’de[29] gerçekleşti. Hz. Fahri Kâinatın (s.a.a) kızının mehri yaklaşık olarak 400 dirhemdir. İmam Ali (a.s) eşyalarından birisini satarak bu parayı elde etti. Bu eşyanın ne olduğu konusunda fikir ayrılığı vardır. Bazı tarihçiler bunun kalkan, bazıları koyun derisi yahut Yemen gömleği veya deve olduğunu yazmışlardır. Her ne olursa olsun Hz. Ali (a.s) o eşyasını satarak Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) yanına gelir. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) onu saymadan bir kısmını Bilal’e verir ve şöyle der: “Bu para ile kızıma güzel koku al!” geri kalan parayı Ebu Bekir’e verir şöyle der: “Bu parayla kızımın ihtiyaç duyduğu şeyleri temin et.” Ammar Yasir ve birkaç yarenini de Hz. Zehra’nın (s.a) çeyizine uygun görülen şeyleri almaları için Ebu Bekir’le gönderir. Şeyh Tusi, Hz. Zehra’nın (s.a) çeyizini şu şekilde kaydetmiştir: Yedi dirhem değerinde bir gömlek, dört dirhem değerinde bir başörtüsü, Hayber malı siyah bir kadife, hurma liflerinden yapılmış bir divan, üzeri hurma yaprakları ile örülmüş divan, Mısır keteninden mamul, birinin içi lifle, öbürünün ise yünle doldurulmuş iki döşek, içleri izhirden (Mekke samanı, Burya bitkisi, bir çeşit ince yapraklı ve ilaç özelliği de olan kokulu bir bitkiden) doldurulmuş Taif derisinden dört yastık,yünden yapılmış bir perde, Hacer yapımı bir hasır (Hacer’den maksat, Bahreyn merkezidir). [Not 3], bir el değirmeni, bakır bir çamaşır leğeni, deriden yapılmış bir su kabı, ahşap bir kap, süt sağmak için bir kâse, su için bir kırba (tulum), ziftle kaplanmış mitehre (ibrik, abdest kabı ve temizlikte kullanılan şeyler), yeşil bir testi ve topraktan yapılmış birkaç tane çömlek.[30]
Evliliğin üzerinden birkaç gün geçmemişti ki Hz. Fatıma’nın (s.a) Hz. Peygamber Efendimizden (s.a.a) uzak kalışı kendisine ağır gelmişti. Çünkü uzun yıllar boyunca yanında kalmıştı ve Hz. Hatice’nin (s.a) hatırasını Efendimize (s.a.a) yaşatmaktaydı. Hz. Hatice’nin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur: “Hatice’nin (s.a) yerini kim alacaktır? İnsanlar beni yalanladıklarında o doğrulamış, herkes beni terk ettiğinde, o Allah’ın dinine iman ve malıyla yardımcı olmuştur.” Bundan dolayı damat ve geline kendi evinde yer verme kararı aldı. Hz. Hatice’nin (s.a) yadigarının her zaman yanında olmasını istedi. Ancak o, şu anda Hz. Ali’nin (s.a) eşiydi ve onun evinde kalmalıydı. Eğer kendi evine yakın bir yerde onlara bir yer hazırlarsa rahatlayacaktı, ama Medine Müslümanlarının zahmete düşebilmeleri de mümkündü. Sonunda gelin ve damada kendi evinde yer vermeye karar verdi, ancak bu zor bir işti. Çünkü kendi evinde iki kadın (Sevde ve Ayşe) yaşamaktaydı.
Ashabından Harise b. Numan bu olaydan haberdar olarak Hz. Peygamberin (s.a.a) yanına gelir ve şöyle der: Benim evlerimin hepsi sana yakındır. Kendim ve neyim varsa hepsi sizindir. Allah’a and olsun ki malımı alman bana bırakmandan daha sevimlidir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) cevap olarak şöyle buyurur: "Allah seni mükâfatlandırsın". O günden sonra Hz. Fatıma (s.a) ve Hz. Ali (a.s) Harise’nin evlerinden birisine taşındılar.[31]
Aile Yaşamı
Hz. Fatıma (s.a) yemek ve giyimde en aza kanaat ederdi. Ev işlerini de kimseye yüklemezdi, su taşımaktan, ev süpürmeye, mısır veya buğday öğütmekten, çocuk bakmaya, hepsini kendisi yapardı. Bazen tek eliyle değirmeni çeker, buğday veya mısırı öğütür ve diğer eliyle bebeğini uyuturdu.[32] İbn Sa’d kendi senediyle İmam Ali’den (a.s) şöyle rivayet etmektedir: Zehra (s.a) ile evlendiğimizde yer sergimiz koyun derisi idi, geceleri onun üzerinde uyur, gündüzleri su taşıyan devemize onun üzerinde ot verirdik ve bu deveden başka bir hayvanımız yoktu.[33]
Hz. Ali (a.s) Beni Sa’d’dan bir adama şöyle der: Fatıma ve kendi hakkımda sana bir şey anlatmamı ister misin? Fatıma babasının gözünde en değerli kişi idi. O, benim evimde kırba ile çok su taşıdı. O kadar çok el değirmeni ile bir şeyler öğüttü ki ellerinin içi nasır bağladı. Evi o kadar çok süpürdü ki örtüsü toprak rengini aldı.[34]
Rivayetlerde nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) ve Hz. Ali’nin (a.s) evine gelir, onlara sevgisini gösterir ve çokça iltifatlarda bulunurdu. Bir gün Hz. Fatıma’ya (s.a) “eşini nasıl buldun?” diye sorar. Hz. Fatıma (s.a) şöyle cevap verir: En üstün eştir… daha sonra Hz. Ali’ye (s.a) Hz. Fatıma’yı(s.a) , Hz. Fatıma’ya (s.a) da Hz. Ali’yi (s.a) koruyup kollamasını öğütler. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: Allah’a and olsun ki o günden Fatıma (s.a) hayatta olduğu son güne kadar onu öfkelendirecek hiçbir iş yapmadım ve hiçbir şeye onu zorlamadım. O da hiçbir zaman beni öfkelendirmedi ve hiçbir şeyde itaatsizlik etmedi. Gerçekten her ona baktığımda üzüntü ve kederim bertaraf olur giderdi. [35]
Hz. Fatıma (s.a) Hz. Ali (a.s) ile müşterek yaşamında evin işlerini görür, yemek ve ekmek hazırlardı. Hz. Ali (a.s) ise ev dışındaki işleri yapar, yaşam gereklerini yerine getirirdi.[36]
Babaya Yardım
Uhud Savaşı'ndan sonra Hz. Zehra’ya (s.a) babasının savaş esnasında yaralandığı ve bir taşın yüzüne isabet ettiğini, yüzünün kanlara boyandığı haberini verirler. Bir grup kadınla birlikte yola düşer, Yanlarına su ve yiyecek şeyler de alarak savaş meydanına giderler. Kadınlar yaralılara su verir ve yaralarını sararlar. Hz. Fatıma (s.a) babasının yarasını temizler,[37] ancak kan durmaz. Kanın durması için biraz sazlık yakar ve külünü yaraya koyar.[38] Bu savaşta Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza (a.s) ve yetmişin üzerinde Müslüman şehit olur. Bu olaydan sonra, tıpkı Vakıdi’nin yazdığına göre, Hz. Fatıma (s.a) iki üç günde bir kendisini Uhud’a ulaştırır, şehitlerin mezarlarının başında ağlar ve onlara dua ederdi.[39]
Çocukları
Peygamber kızı, Hz. Ali’ye (a.s) Hasan ve Hüseyin (a.s) adlı iki oğul ile Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlarında iki kız vermiştir. Tarih ve siyer yazarlarından hiç kimse bu dört çocuğun varlığı hakkında tereddüt etmemişlerdir. İmam Hasan (s.a) Hicretin üçüncü yılında Ramazan ayınınortasında, İmam Hüseyin (a.s) ise Hicretin dördüncü yılında Şaban ayında dünyaya gelmiştir.[40]
Şia tezkire yazarlarıyla bir grup Ehlisünnet uleması, Peygamber kızının ‘‘Muhsin’’ adlı bir oğlunun daha olduğunu yazmışlardır. Hicretin 236. yılında vefat eden Kureyş nesep yazarı Mus’ab Zübeyri Muhsin ismini zikretmemiştir. Ancak Belazuri (Ölümü 279) şöyle yazmaktadır: Fatıma (s.a) Hz. Ali (a.s) için Hasan, Hüseyin ve Muhsin adlı çocukları doğurmuştur. Muhsin küçük yaşta ölmüştür.[41] Ayrıca şöyle yazmaktadır: Muhsin dünyaya geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’ya şöyle sordu: Ona ne ad koydun? Dedi ki: Onun adı Muhsindir.[42] Ali b. Ahmed b. Said Endülüsi (384–456) Cumhuretu Ensabü’l Arab adlı kitabında şöyle yazmaktadır: Muhsin küçük yaşlarda öldü.[43]
Şeyh Müfid, Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Fatıma’dan (s.a) olma çocukları hakkında şöyle yazmaktadır: Hasan, Hüseyin, Zeyneb-i Kübra ve künyesi Ümmü Gülsüm[44] olan Zeyneb-i Suğra. Bu babın sonunda ise şöyle yazmaktadır: “Şialar diyorlar ki Fatıma, Peygamberden (s.a.a) sonra bir çocuğunu düşürdü. Ona gebe olduğu sırada onun adını Muhsin koymuştu.”[45] Taberi ise şöyle yazmaktadır: “Diyorlar ki Fatıma’nın Ali’den (a.s) olma küçük yaşta ölen Muhsin adlı bir çocuğu daha vardı.” Şii rivayetlerde ve bazı Ehlisünnet kitaplarında kaydedildiğine göre bu çocuk (Muhsin) Hz. Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra yaşanan çekişme ve kargaşa sırasında Hz. Fatıma’nın (s.a) aldığı darbe sonucu düşmüştür.[46]
İbadet
İmam Cafer Sadık (a.s) kendi babaları aracılığı ile Hz. Hasan b. Ali’den (a.s) şöyle bir rivayet nakletmektedir: Annem, Cuma geceleri sabaha kadar mihrapta ibadete durur ve dua etmek için ellerini açtığında imanlı erkek ve kadınlara dua ederdi, ancak kendisi hakkında bir şey demezdi. Bir gün kendisine dedim ki Anneciğim! Neden başkalarına ettiğin gibi kendin için de dua etmiyorsun? Buyurdu ki: “Oğulcuğum! Komşu daha önceliklidir.”[51]
“Tesbihat-ı Fatıma (s.a)” diye ünlenen ve Şii, Sünni ve diğer güvenilir kaynak ve belgelerde rivayet edilen kendisine ait tesbihler herkesin nazarında meşhurdur. Sünneti yerine getirmekte kendilerini zorunlu bilenler, bu tesbihleri her namazdan sonra: “otuz dört kere Allah-u Ekber, otuz üç kere el-Hamdulillah ve otuz üç kere Subhanallah” demektedirler. [Not 6] [52]
Ayrıca Seyyid İbn Tavus’un “İkbal” adlı kitabında öğlen, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarından sonra düzenli bir şekilde okuduğu dualarırivayet etmiştir. Aynı şekilde zorluk anlarında okunan başka dualarını da nakletmiştir. Kendilerini dua ve müstehap amelleri yerine getirmekle mükellef bilenlerin bu dualara aşinalıkları vardır.[53] Ehlisünnet'in ileri gelenlerinden Hasan Basri şöyle diyor: “Bu ümmette Fatıma’dan (s.a) daha abid birisi gelmemiştir, namaz ve ibadetlere o kadar çok önem verirdi ki ayakları şişerdi.”[54]
Fazilet ve Erdemleri
Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde defalarca nakledilen rivayetlerin tamamının içeriğine göre Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a), Tathir ayetininnumuneleri hakkında şöyle buyurmuştur: Fatıma (s.a), eşi ve iki oğlu.[64] Yine Sahabenin faziletlerinde rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) altı ay boyunca sabah namazına gitmeden önce Hz. Fatıma’nın (s.a) evinin önünde durur ve şöyle seslenirdi: Ey Ehlibeyt! Namaz! Namaz! Ey Ehlibeyt! “Allah sizden yalnızca her türlü kir ve günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”[65]
Çeşitli Ehlisünnet kaynaklarına göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) değerli kızı Hz. Fatıma’ya (s.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Şüphesiz Allah senin gazabınla gazaplanır ve senin hoşnut olmanla razı olur. [Not 7][66]
Ehlisünnet kaynaklarının Peygamber Efendimiz'den (s.a.a) naklettiğine göre Hz. Fatıma’ya (s.a) şöyle buyurmuştur: “Ey Fatıma! Âlemlerin kadınlarının, bu ümmetin ve mümin kadınlarının efendisi olmaktan hoşnut olmaz mısın?[67] “Âlemlerin kadınlarının efendisi/Seyyidetü’n-nisai’l Âlemin” tabiri İmam Ali (a.s) tarafından da Hz. Zehra (s.a) için mezarının başında kullanılmıştır.[68]
Hz. Fatıma’nın (s.a) muhaddise olması. Hâlbuki o, ne imamdır ve ne de peygamber. Muhaddise: Şu yollardan biri aracılığı ile çeşitli eşyanın hakikatini bilmektir:
Mebde-i A’lâ’dan, ilmin ilham ve mukaşefe yoluyla bilinmesi.
Veya başkalarına gizli olan hakikatlerin onun kalbine akmasıdır.[69] Hakeza Muhaddise: Meleğin sesini duyar, ama onu görmez.[70]Fatıma’nın Mushaf’ı da Hz. Fatıma (s.a) ile meleğin konuşmalarından alıntıdır. O konuşmaları Hz. Ali’ye (a.s) söyler o da yazardı.[71]Mushaf’ta helal ve haramlar yer almamaktadır, ancak gelecekteki şeylerin ilimleri yer almaktadır.[72]
Kur’an-ı Kerim’de de Hz. Fatıma’nın (s.a) faziletlerine delalet eden ayetler bulunmaktadır. Örneğin: Meveddet Ayeti (Şura, 23), Mübahele Ayeti(Al-i İmran, 61), İt’am Ayeti (İnsan, 8 ve 9). Ehlisünnet ve Şia yoluyla nakledilen hadislerde de Hz. Fatıma’nın (s.a) faziletlerini ortaya koyan hadisler zikredilmiştir. Örneğin: Bi’da (Parça) Hadisi, Enha Hadisi, Hassanet Hadisi, Buğz Hadisi, Levlake Hadisi… Ayrıca Ehlisünnet mensuplarının her biri de Hz. Fatıma’yı (s.a) bir şekilde methetmişlerdir.[73]
Kaynakça
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 123.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 21.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 33.
Yukarı git↑ Meclisi, Biharü’l Envar, c. 43, s. 16; İbn Şehraşub, Menakıp, c. 3, s. 132; Kummi, Beytü’l Ehzan, s. 12.
Yukarı git↑ Ayeti, Çekide-i Tarihi Peygamber-i İslam, s. 35.
Yukarı git↑ Kuleyni, Usul-i Kâfi, c. 1, s. 530.
Yukarı git↑ Ahmed b. Ebu Yakub, (İbn Vazıh Yakubi), Tarih-i Yakubi, tercüme: Muhammed İbrahim Ayeti, c. 1, s. 512.
Yukarı git↑ Ayeti, Çekide-i Tarihi Peygamber-i İslam, s. 35–36. (Misbahü’l Muteheccid, s. 561’den naklen).
Yukarı git↑ Mehellati, Zendegani-i Hz. Fatıma ve Doğteranı An Hazret, s. 7–8.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz Pejuhi Tarihi Veladet ve Şehadeti Masuman (a.s), s. 156–157.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz Pejuhi Tarihi Veladet ve Şehadeti Masuman (a.s), s. 170.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz Pejuhi Tarihi Veladet ve Şehadeti Masuman (a.s), s. 173–174.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 35.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 36–39.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 39–45.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 39–45.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşraf, s. 269 ve 414; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42’den naklen.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 4, s. 29; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42’den naklen.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 4, s. 30; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 42-44’den naklen.
Yukarı git↑ Yakubi, Tarih, c. 2, s. 31; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 43’den naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 43.
Yukarı git↑ El-Tusi, el-Emali, Tahkik ve Tashih, Behrad el-Caferi, Ali Ekber el-Gaffari, Tahran, Darü’l Kutub İslamiyye, 1380, s. 694–695.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakat, h. 8, s. 11.
Yukarı git↑ Nesai, Sünen-i Nesai, h. 6, s. 62.
Yukarı git↑ Şefii Şahrudi, Silsile Mevzuat el-Gadir Allame Emini, c. 8 (Sıddıka-i Tahire, Fatıma Zehra) s. 60.
Yukarı git↑ Yakubi, Tarih Yakubi, c. 2, s. 310.
Yukarı git↑ Kazvini, Fatımatü’z-Zehra ez veladet ta Şehadet, s. 191.
Yukarı git↑ Ayeti, Çekide-i Tarihi Peygamber-i İslam, s. 35.
Yukarı git↑ Emali, c. 1, s. 39; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 58-59’dan naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 72–73; Ayrıca Bkz. İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 22–23.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 84.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 14; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 84’den naklen.
Yukarı git↑ Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 329; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 85’ten naklen.
Yukarı git↑ Mehallati, Zindegani Fatıma Zehra ve Doğteranı An Hazret, s. 69–70.
Yukarı git↑ Kazvini, Fatımatü’z- Zehra ez veladet ta Şehadet, s. 236; Meclisi, Biharü’l Envar, c. 43, s. 31 (Ayyaşi Tefsirinden naklen).
Yukarı git↑ Megazi, s. 249; Bkz. Ensabü’l Eşraf, s. 324, Vakidi kadınların sayısını 14 olarak belirtmiştir. Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 78’den naklen.
Yukarı git↑ Megazi, s. 250; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 78’den naklen.
Yukarı git↑ Megazi, s. 313; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 79’dan naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 242.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşraf, s. 402; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 242’den naklen.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşraf, s. 404; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 242’den naklen.
Yukarı git↑ Cumhuret Ensabü ’l Arab, s. 16; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243’den naklen.
Yukarı git↑ İrşad, c. 1, s. 355; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243’den naklen.
Yukarı git↑ El-Müfid, el-İrşad, Kum, Said b. Cubeyr, 1428, s. 270–271; Ayrıca, Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243.
Yukarı git↑ Bkz. El-Milel ve’n Nihel, c. 1, s. 77; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 243’den naklen.
Yukarı git↑ Bkz. Munteziri, Hz. Fatıma Zehra’nın (s.a) hutbesi ve Fedek Macerası, s. 392.
Yukarı git↑ Es-Süyuti, Celalettin, ed-DurrÜ’l Mensur fi Tefsiri’l Me’sur, c. 4, Kum, Ayetullah Necefi Meraşi Kütüphanesi, 1404, s. 177; Ayrıca, Hasakani, Ubeydullah b. Ahmed, ŞevahidÜ’l Tenzil, Li-KavaidÜ’t -Tafdil, Tahkik: Muhammed Bakır Mahmudi, Tahran, İslami İrşat Bakanlığı baskı ve yayınları, 1411, s. 438–442.
Yukarı git↑ Sahih-i Buhari, c. 4, Darü’l Fikr, Li-Tabae ve’n Neşr ve’t Tavzi, 1401/1981, s. 42.
Yukarı git↑ Sahih-i Buhari, c. 4, Darü’l Fikr, Li-Tabae ve’n Neşr ve’t Tavzi, 1401/1981, s. 210.
Yukarı git↑ Keşfü’l Gumme, c. 1, s. 468; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 93’den naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 94.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 94.
Yukarı git↑ Biharü’l Envar, c. 43, s. 84.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 144–145.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 149–153; Es-Saduk, Meaniü’l Ehbar, Tashih ve Talik: Ali Ekber El-Gaffari, Kum, Müessese en-Neşrü’l İslamiyye, 1379, s. 354–356; İbn Tayfur, Ebu’l Fadl Ahmed b. Ebu Tahir, Belagatü’n-Nisa, Tahkik: Yusuf el-Bakai, Beyrut, Darü’l Edva, 1420/1999, s. 28–30.
Yukarı git↑ Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158.
Yukarı git↑ Tarih-i Yakubi, Tercüme Muhammed İbrahim Ayeti, c. 1, Tahran, İlmi ve Ferhengi, 1378, s. 512.
Yukarı git↑ Et-Tusi, el-Emali, Tahkik ve Tashih: Behrad el-Caferi, Ali Ekber el-Gaffari, Tahran, Darü’l Kutubü’l İslamiyye, 1380, s. 245.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 18–19; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158’den naklen.
Yukarı git↑ Ensabü’l Eşrab, s. 405; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158’den naklen.
Yukarı git↑ Sahihi, c. 5, s. 177; Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 158’den naklen.
Yukarı git↑ Kuleyni, Usul-i Kâfi, c. 1, babı Mevludu Zehra, Tahran, el-Mektebetü’l İslamiyye, 1388, s. 381–382. Bu hutbe Nehcü’l Belağa’da, Tercüme, Seyyid Cafer Şehidi, Hutbe, 202, s. 337–338 ve ayrıca Kâfi’den daha özet olarak zikredilmiştir. Burada tıpkı Usul-i Kâfi’nin Dr. Şehidi tarafından tercümesi esasına göre verilmiştir (Şehidi, Zindegani Fatıma Zehra, s. 159–160).
Yukarı git↑ Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 331; Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 107; Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 292.
Yukarı git↑ Ahmed b. Hambel, Fazailü’s- Sahabe, c. 2, Tahkik: Vasiullah b. Muhammed Abbas, Mekke, Camietu Ummu Kura, 1403/1983, s. 761.
Yukarı git↑ El-Mustedrek, Ale’s Sahiheyn, 168/3, h. 4730; Usdu’l Gabe, 224/7; El-İsabet, 378/4; Tehzibu’t Tehzib, 469/12 rakam, 2860; Mecmeü’z- Zevaid, 203/9; Zahairü’l Ukba, s. 39; Maktelü’l Hüseyin (a.s) Lil-Harezmî, 52/1, Tezkiretü’l Havas, s. 310; Kifayetü’t- Talib lil-Genci, s. 364; el-Şerefü’l Muayyed, s. 125; Munteheb Fazailü’n- Nebi ve Ehlibeytehu aleyhimü’s-selam mine’s Sihahü’s-Sitte ve gayri huma mine’l Kutubü’l Muteberet inde Ehlisünnet, s. 263’den naklen.
Yukarı git↑ El-Mustedrek, Ale’s Sahiheyn, 170/3, h. 4740; Sahihi Müslim, 57/5; Usdü’l Gabe, 223/7 rakam, 7175, Munteheb Fazailü’n- Nebi ve Ehlibeytehu aleyhimu’s selam mine’s Sihahu’s Sitte ve gayri huma mine’l Kutubu’l Muteberet inde Ehlisünnet, s. 265’den naklen.
Yukarı git↑ Kuleyni, Usul-i Kâfi, c. 1, babı Mevludu Zehra, Tahran, el-Mektebetü’l İslamiyye, 1388, s. 381–382.
Yukarı git↑ Şafii, Şahrudi, Silsile mevzuat el-Gadir Allame Emini, c. 8 (Sıddıka-i Tahire, Fatıma Zehra) s. 78–85.
Yukarı git↑ Şafii, Şahrudi, Silsile mevzuat el-Gadir Allame Emini, c. 8 (Sıddıka-i Tahire, Fatıma Zehra) s. 82–83.
Yukarı git↑ Amuli, Rencha-i Hz. Zehra, s. 86.
Yukarı git↑ Amuli, Rencha-i Hz. Zehra, s. 100 (Kâfi, s. 240’dan naklen), Hz. Fatıma’nın Mushaf’ı hakkında Bkz. Amuli, Rencha-i Hz. Zehra, s. 97–109.
Yukarı git↑ Rızvani, Fatıma Zehra Mazlume-i Tarih, s. 72, 74, 76, 106, 118 ve 119. Daha fazla bilgi için; Mehdi Hasaniyan Kummi’nin eseri Zahmi Hurşit, kitabına müracaat edilsin.
Yukarı git↑ زوّجتکِ أقدم الاُمة اسلاماً
Yukarı git↑ انی انتظربها القضاء
Yukarı git↑ Ayrıca Medine yakınlarında bulunan bir köyün adıdır
Yukarı git↑ miras burada genel anlamındadır. Genel anlamda miras, babasından çocuğuna kalan şeylere denir, hatta babası hayatta olsa bile.
Yukarı git↑ وَاٰتِ ذَا الْقُرْبٰى حَقَّهُ
Yukarı git↑ Bazı rivayetlerde bu tesbihatın sayısı daha farklı bir şekilde zikredilmiştir. Burada yazılan, meşhur fetva esasına göredir.
Yukarı git↑ ان الله یغضب لغضبک ویرضی لرضاک
http://tr.wikishia.net/view/Hz._Fat%C4%B1ma_Zehra_(s.a)
http://tr.wikishia.net/
İran ve Suudi Dışişleri Bakanları Yüz Yüze Görüştü
Bir normalleşme adımı da Orta Doğu’nun önemli ülkeleri İran ve Suudi Arabistan arasında gerçekleşti. Yemen’deki iş savaş nedeniyle araları bozuk olan Tahran ve Riyad yıllar sonra yüz yüze görüştü.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatibzade, bakanlık binasında düzenlediği basın toplantısında gündemdeki konulara ilişkin açıklamalarda bulundu.
Hatibzade, Abdullahiyan ile Faysal bin Ferhan'ın Pakistan'ın başkenti İslamabad'daki İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı kapsamında kısa bir görüşme yaptığını söyledi.
Tahran ile Riyad arasındaki müzakerelerde gelişme olmadığını ve karşı tarafın cevabını beklediklerini aktaran Hatibzade, tüm konularda konuşmaya ve bunları anlaşmayla neticelendirmeye hazır olduklarını ifade ederek, "Riyad'ı sorunları siyasi ve diplomatik yollarla çözmeye ve başka ülkelerin içişlerine müdahale etmemeye çağırıyoruz" dedi.
Son aylarda bölgede baş döndürücü gelişmeler yaşanırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Katar aracılığıyla Suudi Arabistan Prensi Muhammed Bin Selman ile görüşeceği öne sürülmüştü.