کارگر

کارگر

 Lübnan'ın Cebel Amel ve Trablus'taki Ortodoks Kilisesi piskoposu George Saliba, Mariagos Kilisesi’nde el-Alam ajansına verdiği röportajda, İmam Humeyni ile görüşme deneyimini ve İran İslam Cumhuriyeti döneminde İranlı Hristiyanların durumunu anlattı.
 

George Saliba bu röportajda, İslam Cumhuriyeti döneminde İran'a 10'dan fazla ziyarette bulunduğunu ve Pehlevi döneminde bir kez bile İran'ı ziyaret etmediğini söyledi.

Saliba, İmam Humeyni Eğitim ve Araştırma Enstitüsü'nü insani bir kurum olarak nitelendirerek, İran ziyareti sırasında bu kurumu ziyaret ettiğini ve bu kurum tarafından çok güzel karşılandığını söyledi

George Saliba'nın Rahmetli İmam ile görüşmesi

George Saliba, bir seyahatinde İmam Humeyni (r.a) ile tanıştığını ve onu çok sade, güzel ahlaklı, sakin, kendine güvenen ve zeki biri olarak gördüğünü belirtti ve şu ifadelerde bulundu: 'Evi, devrimci bir liderin evinden çok daha sadeydi.'

George Saliba, İmam Humeyni ile yaptığı görüşmede onu sükunet dolu ve sabırlı bir insan olarak gördüğünü ve Farsça bilmemesine rağmen İmamın Hristiyanlara yaptığı konuşmayı Farsça dinlediğini ve insanların İmamın konuşmasıyla nasıl coşkulandığını gördüğünü söyledi.

İran İslam Cumhuriyeti'nin konumu devrimden sonra gelişti

Piskopos George Saliba, Pehlevi döneminde İran'daki mevcut durum ve olaylar hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını belirterek, o dönemde bu ülke hakkında sahip olduğu tüm bilgilerin İran'ın Şah döneminde Basra Körfezi jandarması olduğu gerçeğinde özetlendiğini belirtti ve şunları söyledi: 'Din adamlarının iktidarı döneminde İran'ın konumunun düşmesini istediler ama bu olmadı ve İran İslam Cumhuriyeti'nin konumu yükseldi.'

George Saliba, İran'daki Hristiyanların durumu hakkında ise şu ifadelerde bulundu: 'Bazı Hristiyanlar Şah'ın devrilmesinden sonra İran'ı terk ettiler, ancak İran İslam Cumhuriyeti döneminde İran'da Hristiyanlığın gelişimini öğrendikten sonra İran'a döndüler.

İranlı liderlerin diğer insanlarda olmayan çok özel bir özelliği var. Bu hediye ve yetenek herkese verilmez. Allah bazı insanlara böyle bir lütuf bahşetmiştir ki bunlar arasında akıl, sabır ve ilim vardır.

Hikmet, yapılabilecek bir şey değildir, insanın zatında ve özünde var olan bir şeydir ve eylem aşamasında kendini gösterir ve bu, İslam İnkılabı lideri Ayetullah Hamanei'nin sahip olduğu ayrıcalıktır. O, bilge ve ileri görüşlü bir adamdır, sağlam ve ilkeli bir duruşu vardır ve onların ne istediğini bilir, bu ülkenin liderlerinin başarısının sırrı budur.'

İran aleyhine olumsuz haberler düşmanlar tarafından yapılıyor

Hristiyan Piskopos sözlerine şöyle devam etti: 'İran hakkında yayılan olumsuz haberler sadece İran düşmanlarının dünya halklarının duymasını istedikleri ve onların casusları ve paralı askerlerinin bu tür haberleri kulaklarına okudukları bir haberdir.'

 Siyonist hareketin İran İslam Cumhuriyeti'ne yönelik eylemlerine eleştiri / Siyonizm bizim düşmanımızdır

Siyonist hareketin İran İslam Cumhuriyeti'ne yönelik eylemlerini eleştiren George Saliba, şunları söyledi: 'Hristiyanlar, Yahudileri İsa Mesih'in ve diğer peygamberlerin katili olarak görürler ve Ortodoks Kilisesi, Vatikan'ın 40 yıl önce Yahudileri affeden hareketini onaylamaz ve başkalarına düşmanlık etmek gibi bir arzuları olmamasına rağmen, yine de Siyonist hareketi düşman olarak görürler.

Doğu Hristiyanları, Batı Hristiyanlarından farklıdır. Doğu Hristiyanları, Siyonist hareketin Filistin'e ve Filistinlilere yönelik muamelesine müsamaha göstermezler.'

İran'ın Filistin meselesindeki tutumu takdire şayandır

Piskopos George Saliba, İran'ı Filistin meselesindeki tutumundan dolayı takdir edip teşekkür ederek şunları söyledi: 'Siyonizm ile Araplar arasındaki düşmanlığın kökleri kalplerimizde ve vicdanlarımızda yatmaktadır ve İran İslam Cumhuriyeti'nin bu konudaki tutumlarına saygı duyuyoruz ve bu konu tartışılamaz.

İran İslam İnkılabı parlayan bir güneştir ve başkaları tarafından övülmeye ihtiyacı yoktur. İran'ın İsrail büyükelçiliğini kapatması ve burayı Filistin büyükelçiliğine dönüştürmesi de dahil olmak üzere Araplara karşı tutumu övgüye ve takdire şayandır.

İran İslam Devriminin amacı mazlumları desteklemektir, bu nedenle Filistin'deki direniş hareketlerini desteklemeye devam etmektedir.'

IŞİD'in yok edilmesinde İran İslam Cumhuriyeti'nin rolü

George Saliba, IŞİD teröristlerinin eylemlerini eleştirerek, onları çok sayıda Hristiyan'ı öldüren vahşiler ve barbarlar olarak nitelendirdi ve İran İslam Cumhuriyeti'nin IŞİD'i yok etmedeki rolünü övdü.

Piskopos Saliba, İran'ın Arap medeniyetinden daha eski olan Pers medeniyetinin mirasçısı olduğunu ve İran milletinin duygulara değil rasyonelliğe dayalı kararlar veren asil ve bilge bir millet olduğunu söyledi.

George Saliba ayrıca, İran milletinin füze gücü ve nükleer teknoloji kullanımı da dahil olmak üzere mevcut tüm imkanlarla kendilerini savunmasını İran'ın vazgeçilmez bir hakkı olarak nitelendirdi ve "Hiçbir insan zulme uğramak istemez" dedi ve şu ifadelerde bulundu: 'İran'da bilim ve teknolojinin gelişimi zeka ve incelikle birleşiyor.'

Piskopos Saliba, İran İslam Cumhuriyeti'nin Filistin meselesini savunmasını tüm Arap meselesinin savunulması olarak nitelendirdi ve Filistin meselesini savunan herkesi desteklediğini çünkü bunun onlar için bir onur meselesi olduğunu vurguladı.

George Saliba, İran İslam Cumhuriyeti'nin ömrünün üzerinden geçen 43 yılın, tüm milletlerin ayağa kalkıp onurlarını, ilkelerini ve izzetlerini savunmaları için bereketli ve güzel yıllar olduğunu da belirtti.

Perşembe, 03 Şubat 2022 12:53

Regaib Kandili

 Leyletu’l Regaib veya Regaib gecesi (Arapça: لیلة الرغائب), arzular gecesi anlamına gelmektedir. Arapça bir ibaret olan regaib, Recep ayındaki ilk perşembeyi cumaya bağlayan gecedir. Müslümanların inancına göre bu gece melekler, beşeri toplumlara ilahî rahmeti ulaştırmak için yeryüzüne inerler. Regaib gecesi İslam dünyasında ibadet ve dualarla geçirilmektedir.

Kelimenin Tanımı
“Rekaib” sözcüğü “rağibet” (رغیبة) kelimesinin çoğulu ve bir şeye rağbet, arzu, istem, meyil ve çokluca bağış ve mağfiret anlamına gelmektedir. Dolayısıyla “regaib gecesi”nin ilk anlamı ibadet, kulluk ve istemin çokça olduğu bir gece ve Allah kullarının Allah’a dua, ibadet ve yakarışa oldukça eğilim gösterdiği gece anlamındadır. “Regaib gecesinin” ikinci anlamı, Allah’ın bağış ve mağfiretinin çok olduğu gece ve Allah kullarının Allah’a yönelerek, O’nun büyüklüğü karşısında huşu göstermesi ve Allah’ın sonsuz bağış, mağfiret ve nimetlerini elde etmeye liyakatlerinin olduğu anlamındadır.

Gecenin İbadet ve Amelleri
Hz. Fahri Kâinat Efendimizden (s.a.a) nakledildiğine göre bu gecenin ibadetleri şöyledir:

Ayın ilk Perşembe günü –herhangi mani bir durum yoksa ve mümkünse- oruç tutulur. Cuma akşamı, akşam namazı ile yatsı namazı arasında 12 rekâtlı namaz kılınır. Namazlar ikişer rekâtlı kılınır ve her rekâtında bir kere Fatiha suresi, üç ker Kadir suresi ve oniki kere İhlas suresi okunur. 12 rekâtlı namaz bittikten sonra 70 defa şöyle söylenir:

«اللّهم صلّ على محمد النبّى الاُمّى و على آله»

“Allahumme Salli Ale Muhammed en Nebiyyil Ummi ve ale Alihi”

“Allah’ım! Ümmi peygamber Muhammed ve Ehlibeytine rahmet et.”

Sonra secdeye gidilir ve 70 defa şöyle denir:

«سبّوحٌ، قُدّوسٌ، رب الملائكة والرّوح»

“Subbuhun Kuddusu’n Rabbu’l Melaiketu ve’r-Ruh”

“Melekler ve Ruhun rabbi olan Allah, mukaddes ve bütün noksanlıklardan münezzehtir.”

Sonra secdeden kalkılır ve 70 defa şöyle denir:

ربّ اغفر وارحم و تجاوز عمّا تعلم انّك انت العلى العظيم

“Rabbi’ğ fir verhem ve tecavez amme te’lem inneke entel aliyyul azim.”

“Allah’ım! Bağışla merhamet et. Hakkımızda bildiğin şeylerden (kötülüklerden) geç; doğrusu en yüce ve ulu ancak sensin.”

Yeniden secdeye gidilir ve yeniden 70 defa şöyle denir:

«سبّوحٌ، قُدّوسٌ، رب الملائكة والرّوح»

“Subbuhun Kuddusu’n Rabbu’l Melaiketu ve’r-Ruh”

Sonra burada her türlü hacet Allah Teâlâ’dan istenilir.

Hz. Resulullah Efendimizin (s.a.a) buyurduğuna göre Regaib gecesinde bir çok günahlar bu gecenin hatırına bağışlanır ve her kim bu namazı kılarsa kabre konulduğu ilk gece Allah Teâlâ bu namazın sevabını ona güzel, parlak ve güzel bir yüzlü olarak gönderir. Fasih bir dille ona ey benim habib’im! Müjdeler olsun ki her şiddet ve zorluktan kurtulanlardan oldun.”

Ona sen kimsin? Allah’a yemin ederim ki senin gibi güzel yüzlü birisini görmedim, senin sözlerinden daha tatlı bir söz duymadım ve senin kokun gibi güzel kokulu bir koku koklamadım,” der.

O da ben falan yılın, falan ayında falan gece kıldığın namazın sevabıyım. Senin yanına hakkını eda etmek için geldim. Yalnızlığında birlikte olalım ve vahşeti senden gidereyim. Sur üfürülünceye kadar kıyamette ben senin üstüne gölge olacağım. Dolayısıyla mutlu ol ki asla senden hayır yok olmayacaktır.

WİKİSHİA.NET

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:31

Doğal Afetler

Deprem, sel ve tufan, ilahî azaplar mıdır yoksa normal doğal sebeplerden mi kaynaklanmaktadır?

 Hoş olmayan doğal olayların, ilahî azap olup olmadığı konusunun incelenmesi için birkaç noktaya dikkat edilmelidir:

1. İnsanın yaratılış hedefi, dünyada hoş bir şekilde yaşaması değildir. İnsanın asıl hedefi gerçek saadete ulaşmaktır ve bu da ancak Allah’a ibadet etme ve O’na yaklaşma sayesinde gerçekleşebilir.

2. Tabii olayların, bazı yönlerden faydalı sonuçları vardır ve insana asıl hedefine ulaşmasında yardımcı olmaktadır. Çünkü bu hadiselerin kötülüğü görecelidir; yani biz bu olayları, zarara uğrayan insanlara göre şer bilmekteyiz, aynı yılan zehrinin insanlar ve zarar gören diğer canlılar için kötü bilmemiz gibi, ama bu zehir yılanın kendisi için hatta topraktaki zehirlerin yayılmasını önlediği ve bu zehirleri kendi vücudunda depoladığı için genel anlamda diğer canlı varlıklar için bile kötü değildir. Mevlana şöyle diyor:

Yılan zehri yılan için hayattır
Mutlak anlamda bir şeyi kötü görme cihanda
Ama o yılan insan için ölümdür
Kötülüğü göreli gör ve gerçeği anla[1]

Doğal olayların da, insanların genel yaşayışı ve genel düzeni açısından, değerli sonuçları vardır.

Bunların bazı faydalı sonuçlarını şöyle sıralayabiliriz:

a) Yeteneklerin ortaya çıkması: İnsanın doğası gereği, maddî ve manevî yeteneklerinin çoğu ancak zorluklarla karşılaşıp, sorunlarla mücadele etmesi sayesinde ortaya çıkar. Aynı sporcu birisinin beden kaslarının sadece zor ve yorucu antrenmanlar sayesinde gelişmesi gibidir. İnsanın ruhî ve manevî kabiliyetlerinin bir kısmı da musibetlerle karşılaşması ve hayatın zorluklarının üstesinden gelmek için yapılan çabalarla ortaya çıkmaktadır. Örneğin birçok ilmî keşif ve buluşlar, insanın zorunlu ihtiyaçlarının etkisiyle kendi bireysel ve toplumsal sorunlarını çözmek için ortaya çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerim, her zorluk ve musibetin sonunda bir kolaylığın olduğu gerçeğini vurgulamaktadır.[2]

Bundan başka, Kur’ân-ı Kerim’e göre ilahî kurallardan birisi de, insanın, hayatın değişik bölümlerinde imtihan edilmesidir[3]ve bu da insanın gizli yeteneklerinin geliştirilmesi içindir. İmam Ali (a.s) de, insanın gizli yeteneklerinin ortaya çıkmasında, zorlukların etkisini çok güzel bir benzetmeyle şöyle beyan etmektedir:

“Bilin ki sahralardaki ağaç daha katı ve sert; bağ bahçe içindeki ağaçlar ise daha zayıf ve naziktirler.”[4]

b) Gafletten Uyandırma: Belaların en önemli getirilerinden birisi de dünya nimetlerine dalması sonucu gaflet uykusuna duçar olmuş insanı uyandırması, Allah karşısındaki görevlerini hatırlatması ve büyüklenmesini tevazua çevirmesidir. Kur’ân-ı Kerim, bu konuya işaret ederek peygamberlerin kavimlerinin, isyan etmekten vazgeçip hak karşısında teslim olana kadar sürekli çeşitli zorluklarla karşılaştıklarını beyan etmektedir.

“Biz bir ülkeye bir peygamber gönderdiğimizde, onun halkını zorluk ve darlıkla mutlaka sıktık ki sığınıp yakarsınlar.”[5]

c) İlahi nimetlerinin değerlerini bilmek:Hoş olmayan doğal olayların bir diğer faydası da, insanın ilahî nimetlerin önemini anlaması ve onun değerini bilmesidir. Çünkü “Afiyetin değerini musibete duçar olan anlar.” İmam Sâdık’tan (a.s) da şöyle nakledilmektedir:

“Belalar, iyi ve kötü insanların her ikisine de ulaşsa da, Yüce Allah onu her iki gurup için de ıslah olma vesilesi karar kılmıştır. İyilere ulaşan bela ve afetler, geçmişte Allah’ın onların hizmetine sunduğu nimetlerin hatırlanmasını sağlamaktadır ve bu iş onları şükretmeye yönlendirmektedir.”[6]

3. Muhakkak ki insanın bilmediklerine oranla bildikleri, ucu bucağı görülmeyen okyanus karşısındaki bir damla suya benzer. Sadece dış dünyada değil, insanın kendi vücudunda dahi insanlığın ulaşamadığı bilinmeyen birçok sırlar vardır. İnsanın bilgisinin sınırlı olduğuna nazaran, şer zannettiğimiz her oluşumun bütün sır ve şifrelerine bilgimizin olduğunu iddia etmemiz mümkün değildir. Bu oluşumlarda bizim haberimizin olmadığı birçok maslahatlar olabilir ve bir şeyi bilmemek onun olmadığı anlamına gelmez. Bu anlatılanlara göre, ihtiyatlı bir şekilde hüküm verilmesi daha iyi olur. Çünkü gerçekte hayır olan bir şeyi şer bilme ihtimalimiz çok büyüktür. Kur’ân-ı Kerim, bu hakikati çok güzel bir şekilde anlatmaktadır:

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.” [7]

4. Gaflet edilmemesi gereken bir diğer önemli nokta da, insanın kendi davranışının, şerlerin meydana gelmesindeki etkisidir. İnsan irade sahibi ve genel sebep-sonuç kanununa tabi bir varlıktır. Onun, doğru olmayan seçimi, kendi iradesiyle yapmış olduğu bazı amelleri, bazı bela ve musibetlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadırlar.[8] Kur’ân-ı Kerim, şöyle buyurmaktadır:

“O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar ve (günahtan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.”[9]

Hz. Ali (a.s), bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Kuşkusuz ki Allah, kulunu, kötü amelleri sebebiyle ürünlerinden eksilterek, bolluk ve bereketini kısarak, hayır hazinelerinin kapılarını kapatarak; tövbe edecek kimsenin tövbe etmesi, kötülükten vazgeçeceklerin kötülükten vazgeçmesi, öğüt alacakların öğüt alması, sakınacakların da sakınması için imtihan eder.”[10]

Ahlâkî kötü sıfatlar ve beğenilmeyen davranışların, tabiattaki belalara nasıl etki ettiğini ve onların arasında nasıl bir ilişkinin olduğunun incelenmesi, başlı başına geniş bir makalenin yazılmasını gerektirmektedir ki şimdilik konumuzun dışındadır.

Ama ilerlemiş ülkelerin ilimden faydalanarak bazı yıkıcı doğal olayların önünü almalarına gelince, öncelikle çirkin amellerden kaynaklanan azaplardan kaçmanın mümkün olmadığını ve hüküm verirken de sadece kısa bir zaman dilimine bakmanın doğru olmadığını hatırlatmamız gerekmektedir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda ülkeler, doğal afetlerden daha fazla bir şekilde yıkıma ve hasara uğradılar. Bu savaşların ve belaların ortaya çıkma sebebi de başta olan güç sahiplerinde olan karakter ve ahlâkî özelliklerdi. ­Üstelik gelişmiş toplumlarda yaşayan insanlar şimdi ruhsal ve psikolojik güvensizlik ve toplumsal bozukluklar gibi başka belalara duçar olmuşlar ve ruhsal azap çekmektedirler.

Gizli bağ demir bağdan beter
Demir bağı kırmaya balta yeter
Demir bağ ayrılır da
Gizli bağı ayırmaya yoktur deva.

En önemlisi, Yüce Allah’ın bu beğenilmeyen tabiat hadiselerinde, değişik insanlar ve toplumlar için farklı hedefleri olmasıdır. Bu hadiseler mümin insanlar için rahmettir. Çünkü ya günahlarının keffaresi ve ahiret azabının hafifletilmesine sebep olmakta, hatta bazı rivayetlere göre onlara şehit sevabı yazılmaktadır[11]ya da gaflet uykusundan uyanmayı ve ilahî nimetlerin hatırlanmasını sağlamaktadır. Ama mümin olmayanların böyle bir fazilete kabiliyetleri yoktur. Dünyada nimet ve lezzet halinde olabilirler ama ahirette dünya azabıyla kıyas edilemeyecek elim azaplara duçar olacaklardır.

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Bela, zalim bir insan için edep etme vesilesi, mümin birisi için imtihan vesilesi, peygamberler için derecelerinin artma vesilesi ve evliyalar için de keramet vesilesidir.”[12]

5. İnsan sabrederek, istikamet göstererek ve musibet doğuran zorluklarla karşılaşıp ruhunu kemale erdirerek musibetlerden faydalandığı zaman, bu belalar onun için nimet olur. Ama eğer zorluklar karşısında kaçmayı seçer ve feryat ederek şikâyetlenirse bela onun için gerçekten bela olur. Dünya nimetleri de musibetler gibi, aynı şekilde saadet ve refah vesilesi veya bedbahtlık vesilesi olabilir.

Buna göre bir şeyin nimet sayılması, insanın o nimetler karşısında verdiği tepkiye, şükredip şükretmemesine bağlıdır. Aynı şekilde bir hadisenin bela ve azap olması da insanın onlar karşısında verdiği tepkiye, sabırlı olması veya iradesiz ve sabırsız olmasına bağlıdır.

6. İlahi ve manevî cezası olan şeyler ancak bela sayılabilir; yani insanın kötü amelinin eserleri, gerçek bela ve musibetlerdir. Çünkü bunlar insanın kendi iradesinin neticeleri ve hiçbir hayır ve kemalin de oluşumuna vesile değillerdir. Örneğin rivayetlerde geldiği gibi kalp katılığı insan için bir beladır.

“Yüce Allah, hiçbir kulu, kalp katılığından daha fazla bir azapla azaplandırmamıştır.”[13] Çünkü kalp katılığı cezası hissedilmemektedir ve bu yüzden de uyanma ve tembih vesilesi olmadığı için ilahî lütuf ve rahmet vesilesi sayılmamaktadır. Kalp katılığı amele etki ettiği için yüzde yüz azaptır.[14]

7. Tabiat olayları, illetlerin bir araya gelmesinin bir sonucudur ve bu illetlerin bazılarının birbirine olan nispetleri yan yana bir sıra halinde ve bazıları da bir doğrultuda birbirlerinin illetleri halindedirler. Her halükârda bir gurup maddî ve manevî sebepler (insanın bazı amelleri de hadiselerin oluşmasında etkilidir) bir tabiat olayının tam illetini oluşturmaktadır ve hepsi de Allah’ın irade ve isteğiyle oluşmuş olan dünyadaki genel düzenin içinde yer almaktadırlar. Tabiat olaylarının gerçekleşmesi veya onların önünün alınması, her ikisi de ilahî düzene göredir ve onun dışında da değildir. Yüce Allah, ne zaman bir topluluğa azap indirmeyi irade ederse, birçok yerde kendi yarattığı bu illet ve sebep yoluyla azap etmektedir. Tabiat olaylarının ortaya çıkması veya ortaya çıkmalarının engellenmesi, her ikisi de ilahî düzene göredir ve onun dışında değildir. Onların azap vesilesi olmalarının da bir sakıncası yoktur.

(ehlader)

[1] Şehit Mutahharî, İlahi Adalet, s. 130-134.

[2] İnşirah, 5 ve 6’ncı âyetler: “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.”

[3] Enbiya, 25; Bakara, 155.

[4] Nehcü’l-Belağa, 45. mektup.

[5] A’raf, 94.

[6] Biharu’l-Envar, c. 3, s. 139.

[7] Bakara, 216.

[8] İslâmî Öğretiler, c. 1, s. 81-85, özeti.

[9] A’raf, 96. Daha fazla açıklama için şu kaynağa başvurabilirsiniz: Numûne Tefsiri, c. 6, s. 265-274 ve c. 1, s. 53, Bakara Sûresinin 7. âyetinin tefsirinde.

[10] Nehcü’l-Belağa, 143. Hutbe.

[11] Usul-u Kâfi, c. 1, s. 353.

[12] Mustedreku’l-Vesail, c. 2, s. 438.

[13] Mustedreku’l-Vesail, c. 13, s. 93.

[14] Adl-i İlahi, s. 164-165.

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:30

Nifak ve Münafıklar (2)

 "Nifak'ın varoluş gerekçesi, karşı tarafın ürkütücü gücü, pratikte bir çıkar beklentisi ve kısa vadeli çıkar elde etme olarak sınırlandırılamaz. Dolayısıyla bu saydığımız hususların olmadığı ortamlarda nifak da olmaz demek isabetli değildir. Çünkü toplumlarda öyle insanlar görürüz ki, bunlar her çağrıya uyarlar, nerede bir gürültü varsa orada toplanırlar. Hatta bu çağrılara muhalif olan tarafın ezici gücüne ve karşı çıkışına bile aldırış etmezler.

Bu uğurda her türlü tehlikeyi göze alırlar ve bunda ısrarlı olurlar. Çünkü içinde bulundukları hareketin bir gün başarılı olabileceğini, o zaman hedeflerini gerçekleştirebileceklerini, toplumun yönetim mekanizmasında yer almak ve yeryüzünde üstün bir konuma gelmek suretiyle insanlara egemen olabileceklerini düşünürler. Bu amaç uğruna ilkelerine gerçek anlamda inanmadıkları hareketlerin içinde yer alır, hareketin yılmaz savunucuları olabilirler. Hem unutmayın; Hz. Peygamber (s.a.a) kavmini İslam'a davet ederken, şayet kendisine iman edip tabi olurlarsa, bir gün yeryüzünün hakimleri olacaklarını söylüyordu. " Siyasal hareketler sırf mevki ve makam elde etmek amacıyla yer alan kimseler için böyle bir iktidar vaadi gerçekten iştah kabartıcıdır.

Bu nedenle Peygamber Efendimize (s.a.a) zahiren iman eden, onun dinine taabi olan bazı kimselerin, bu davranışlarıyla asıl amaçlarına, statü olarak ilerleme, liderlik makamına ulaşma ve yüksek bir mevki elde etme hedeflerine ulaşmayı düşünmüş olmaları aklen mümkündür. Bu mahiyetteki bir nifakın da doğal belirtisi, gelişmelerin İslam ve Müslümanların aleyhine cereyan etmesini sağlamaya çalışmak, İslam ve Müslümanların başlarına felaketlerin gelmesinin beklentisi içinde olmak, dini toplumifsat etmeye çabalamak değildir. Bilakis böyle amaçları olan kimseler, amaçlarına ulaşmak için mümkün olduğu nispette dini toplumun gelişmesine katkıda bulunur, mallarını ve sahip oldukları makamlarını feda etmeyi göze alırlar ki, gelişmeler onların istedikleri istikamette ve belli bir düzen içinde seyretsin, ileride istifade edilecek bir mahiyet arz etsin, kişisel çıkarları için kullanabilecekleri kıvama gelsin. Kuşkusuz bu gibi münafıklarda, dini hayat, statü olarak kendilerinin ilerlemeleri ve topluma egemen olmaları beklentisinin aksi bir istikamette seyrettiği zaman, bozguncu amaçlarıyla sonuçlanacak çizgiye dönmesi için muhalefetlerini ve sahih İslami önderliğe karşıt tavırlarını sergilemekten kaçınmazlar.

Aynı şekilde bazı Müslümanların dinleri hususunda kuşkuya düşmüş olmaları, ardından irtidat etmeleri, ama dinden dönüşlerini gizlemiş olmaları mümkündür.

Yine fetih günü iman eden Mekke müşriklerinin büyük çoğunluğunun gerçekten ve samimi olarak inandıkları söylenemez. Davet yıllarında yaşanan olayları inceleyen birisi açık bir şekilde görecektir ki, Mekke kafirleri, bu kafirleri izleyenler, özellikle Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, fetih günü güçlerini aşan ordularla sarılmış olmasalardı, kınlarından çekilmiş kılıçlar başlarının üzerinde parıldamasaydı, Hz. Peygamber'e (s.a.a) iman edecek değillerdi.

Buna rağmen, bu objektif koşullar ışığında iman nurunun onları kalplerini aydınlattığına, nefislerinde ihlas ve kesin inancın oluştuğuna, dolayısıyla hep birlikte gönüllü olarak Allah'a iman ettiklerine ve bir daha asla içlerinde nifak duygusunun depreşmediğine hükmedebilir mi?

İkincisi: Peygamber efendimizin (s.a.a) vefat edeceği zamana yakın günlere kadar süren münafıklığın, Peygamberimizin (s.a.a) vefatıyla birlikte bir anda bıçakla kesilmiş gibi son bulması, ortadan kalkması eşyanın tabiatına aykırı, imkansız bir şeydir. Evet, Peygamber efendimizin (s.a.a) vefat etmesiyle ve hilafetin kurulmasıyla birlikte artık münafıklardan söz edilmez olduğu, münafıkların izlerinin silindiği, daha önce sergiledikleri İslam'a aykırı davranışları sergilemez oldukları, artık komplolar kurmadıkları ve uğursuz desiselerini planlamadıkları doğrudur.

Ancak bu, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatıyla birlikte münafıkların İslam'ı benimsedikleri, topyekün olarak ihlaslı bir şekilde iman ettikleri, Peygamber'in (s.a.a) hayatından etkilenmedikleri kadar onun ölümünden etkilendikleri anlamına gelir mi ? Ne oldu da münafıklarla Müslümanlar arasında bir anda bir anlaşma meydana geldi ve artık bir kaynaktan su içmeye başladılar ? Yoksa münafıklar yeni süreçte amaçlarının gerçekleşebileceği ümidine mi kapıldılar ? Ve bu yüzden çatışmaya, kavgaya son mu verdiler ?

Peygamber efendimizin (s.a.a) son döneminde meydana gelen olaylar ve Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra çıkan fitneler üzerinde etraflıca düşündüğümüz zaman, bu sorulara ilişkin doyurucu cevap bulabiliriz.

Allame'nin bu analizi ışığında diye biliriz ki, Medine'de örgütlü biçimde ortaya çıkan münafıklık hareketinin psikolojik ve sosyolojik dayanaklarını, farklı bir karakter ve davranış biçimi arz eden Mekke dönemi nifak hareketinde aramak gerekir. Yine Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra ortadan kalkmadığının, tam tersine iktidar gücünü ve İslami söylemleri kullanacak kadar pervasızlaştığının kanıtlarıdır. İslam tarihi içinde ortaya çıkan ve günümüzde de varlıklarını ve etkinliklerini sürdüren sapık ekollerinde teorik ve psikolojik altyapısını tarihi nifak hareketi oluşturmaktadır. Fıkıh, kelam, tefsir ve hadis gibi hayati öneme sahip ilim dalları münafıkların serpiştirdikleri sapkın düşünce ve rivayetlerle doludur. İslam ümmetinin bir türlü berrak bir zihniyete sahip olamaması, dolayısıyla sahih ve Kur'ani bir tavır sergileyememesi işte bu nifak tortularından kurtulamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Münafıklar düşmandır ve tarih bize onlardan sakınmanın bir zorunluluk olduğunu gösteriyor.

(Ehlader)

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:27

Nifak ve Münafıklar (1)

Nifak'ın varoluş gerekçesi, karşı tarafın ürkütücü gücü, pratikte bir çıkar beklentisi ve kısa vadeli çıkar elde etme olarak sınırlandırılamaz. Mümin, Kafir ve Münafık…Kur'an'ın resmettiği üç temel karakter.Kur'an'ın yine Kur'an'la biri olan el-Mizan tefsirinde, Kur'an'da münafık karakterine atfedilen öneme dayalı olarak nifak kavramı ve münafıklık karakteri bütün yönleriyle ve en geniş biçimde ele alınır. Bu yazımızda Münafık tipinin İslam tarihinde ne denli etkin olduğunu el-Mizan perspektifinde farklı bir yaklaşımla anlamaya çalışacağız.

Sosyal hayatta ve de tarihin seyri içinde münafık, Kur'an'da çizilen tablonun birebir yansıması olacak şekilde etkili olmuştur. Bu böyle iken, garip bir şekilde münafıklık olayı, sadece Medine dönemiyle sınırlandırılmış ve sanki öncesinde ve sonrasında hiçbir münafıklık vakası yaşanmamış gibi, Kur'an'ın resmettiği bu canlı, dinamik ve süreklilik arz eden karakter, tarihsel bir olgu gibi tamamen teorik düzlemle tartışılmış ve Abdullah b. Uney b. Selul şahsında dondurulmuştur. Hakim anlayış böyle olunca, tarihin seyri içinde hak ile batıl birbirine karıştırılmış, hakkın taraftarları aynı kefeye konulacak kadar dehşet verici zihinsel sapmalar yaşanmıştır. Karşı tavır alışlar eşit düzeyde muteber sayıldığı içinde teorisi Kur'an'da çizilen bu olgunun pratik hayattaki yansıması, tarihin seyri içindeki gelişimi eksik aktarılmıştır. Deyim yerindeyse, münafıklık Medine dönemine hapsedilmiş, münafık tipi de Abdullah b. Ubey b. Selul gibi tarihsel bir kişilikle sınırlandırılmıştır. Bu yüzden Peygamberimizden (s.a.a) sonra yaşanan sosyal olayların bu yönü sonraki nesiller tarafından doğru biçimde kritik edilememiştir. İslam tarihi boyunca ortaya çıkan ve toplum hayatı üzerinde olumsuz ve telafi edilemez tahrifatlar yapan grupların sapık fırkaların tarihsel kökenleri, münafıklık hareketiyle ilişkileri karanlıkta kalmıştır.

Allame Tabatabai, bu yanlış anlayışı yıkmak için önce Kur'an'ın çizdiği münafık tablosunu gözler önüne seriyor : "Kur'an-ı Kerim Münafıklar üzerinde önemle durur. Kötü ahlaklarını, yalanlarını, aldatmalarını, entrikalarını, Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanların aleyhine ateşledikleri fitneleri zikrederek tekrar tekrar onlara yönelik sert hücumlarda bulunur. Kur'an'ın Bakara, Al-i İmran, Nisa, Maide, Enfal, Tevbe, Ankebut, Ahzab, Fetih, Hadid, Haşr, Münafikun ve Tahrim gibi surelerinde defalarca münafıklardan söz edilmiştir."

Sonra bu temel karakterin oynadığı tarihi rolün büyüklüğünü gösterir biçimde Kur'an'ın, onlar karşı alınmasını istediği önlemler üzerinde durur: "Yüce Allah, Kur'an'ın akışı içinde onlara çok sert tehditler yöneltmiştir. Dünyada kalplerini mühürlemekle, kulaklarının ve gözlerinin üzerine perde indirmekle, aydınlıklarını giderip hiçbir şey göremeyecek şekilde karanlıklar içinde bırakmakla, ahirette ise cehennemin em aşağı tabakasına sokmakla tehdit etmiştir."

Bu sert ve insanın tüylerini diken diken eden üslup boşuna değildir. Allame bunu izah ederken şu hususu dikkatlerimize sunar:

"Bütün bunların nedeni, münafıkların entrikalarının, tuzaklarının, envai çeşit desiselerinin İslam'a ve Müslümanlara verdiği zararın ve Müslüman toplum bünyesinde açtığı yaranın büyüklüğüdür. Müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar Allah'ın dinine onlar kadar zarar verememişlerdir; onların yaptıkları tahribatın düzeyinde bir tahribat meydana getirememişlerdir. Değil mi ki yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlarla ilgili şu uyarıda bulunmaktadır: "Düşman onlardır. Onlardan sakın." (Münafıkun, 4)

Medine'de uç beren münafıklık hareketinin kökünün eskilere, Mekke dönemine kadar geri gittiğini vurgulayan Allame Tabatabai, Medine İslam toplumunda münafıkların oluşturduğu tehlikeye dikkat çekerek şu tespitlerde bulunur:

"Münafıkların entrikalarının ve komplolarının sonuçları, Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye hicret etmesinden hemen sonra ortaya çıkmaya başladı. Nitekim Bakara Suresi'nde onlardan söz edilmeye başlandı. Bazılarının da söylediği gibi Bakara suresi hicrette 6 ay sonra nazil olmuştur.Daha sonra inen surelerde yine onlardan, onların entrikalarından ve kurdukları komplolarda  izledikleri ince yöntemlerden söz edildi. Uhud Savaşı'nda Müslüman ordunun yaklaşık üçte biri kadar sayıya sahipken orduyu savaş meydanında yalnız bırakıp çekilmeleri, Yahudilerle ittifak kurmaları, Yahudileri Müslümanlara karşı kışkırtmaları, Mescid-i Dırarı kurmaları, ifk hadisesini çıkarmaları, yine su başından çıkan kavgada ve Akabe hadisesinde fitne ateşini yakmaları münafıkalrın oluşturdukları tehlikenin boyutlarını gözler önüne serecek niteliktedir. Bütün bunlara Kur'an ayetleri ayrıntılı bir şekilde işaret etmektedir. Bozgunculuk ve her olayı Peygamber'in (s.a.a) aleyhine kullanma noktasında o kadar ileri gittiler ki, sonunda yüce Allah onları şu ifadelerle tehdit etmiştir: " Andolsun, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz; sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Hepside lanetlenmiş olarak nerede ele geçirilirse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler." (Ahzab, 60-61) Kur'an'ın bu sert ifadesi, münafıklığın o gün için İslam toplumu açısından oluşturduğu tehdidi ortaya koyar niteliktedir.

Münafıklığın örgütlü ve İslam toplumunu tehdit eden bir hareket olarak ortaya çıkması, bazı yorumcuları, münafıkların sadece bu dönemde var olduklarını, bundan önce münafıkların olmadığını ileri sürmek durumunda bırakmıştır. Allame bunun bir yanılgı olduğunu vurguladıktan sonra münafıklığı doğuran sosyolojik, psikolojik ve tarihsel etkenlere daylı geniş bir analiz yapar:

"Bu noktadan hareketle bazıları, İslam'da nifak hareketinin İslam'ın Medine'ye girmesiyle başladığını ve Peygamber'in (s.a.a.) vefatına yakın bir zaman kadar devam ettiğini söylemişlerdir.

Müfessirlerin büyük bire kısmı bu görüşü savunmuştur; ancak Peygamber efendimiz (s.a.a) zamanında meydana gelen olaylar üzerinde iyice düşündüğümüz, bunun yanında Peygamberimizin (s.a.a) vefatından sonra yaşanan fitne ve kargaşa üzerinde kafa yorduğumuz, bir de aktif bir topluluğun doğasını göz önünde bulundurduğumuz zaman bu görüşün tartışmaya açık olduğunu anlarız:

Birincisi: Hicretten önce Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.a) izleyicilerinin arasında nifak olgusunun sızmadığına dair ikna edici bir kanıt yoktur. "Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar hicretten önce Mekke'de iken güçlü, nüfuzlu ve etkin bir konumda olmadıkları için insanlar onlardan çekinmez, sakınma gereğini duymazlardı. Ya da onlardan kendilerine herhangi bir maddi yarar ulaşabileceğini ummazlardı. Bu yüzden görünürde mümin olduklarını gösterip Müslüman olduklarını söyleyerek onlara yaklaşma, yaranma gereğini duymazlardı. Bir kere Müslümanlar baskı altında idiler; dinden dönmeleri için sistematik bir işkenceye maruz kalıyorlardı, müminlerin düşmanı, hakkın inatçı muhalifi Kureyş'in uluları ve Mekke'nin ileri gelenleri tarafından türlü eziyetler görüyorlardı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) hicrette sonra Medine'de bunun tam tersi bir konumdaydı. Medine'ye hicret ederken Evs ve Hazreç kabilesinden yardımcılar edinmişti. Bu iki kabilenin ileri gelenlerinden, kendilerini ve ailelerini korudukları gibi kendisini de koruyacaklarına dair sağlam bir söz almıştı. İslam Medine'de her eve girmişti. Artık Hz. Peygamber bu güçlü yardımcıları sayesinde Medine'de galip ve egemen bir konumdaydı. Bunun yanında inanmayan küçük bir azınlık kalmıştı. Bunlar şirk inançlarını sürdürüyorlardı. Buna rağmen açıkca muhalefet edecek güçleri yoktu. Müşrik olduklarını da söylemiyorlardı. Dolayısıyla zahiren Müslüman olduklarını söyleyerek canlarını güvenceye alma gereği duydular. Görünürde İslam'â inandılar; ama içlerinde küfürlerini gizlediler ve entrikalar çevirmeye, İslam ve Müslümanlar aleyhine komplolar kurmaya devam ettiler" şeklindeki değerlendirme nifak olgusunu izah etmek bakımından yetersizdir"  dedikten sonra Allame, şu tespiti yapar:

Devamı var...

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:22

El Ezher Şeyhinden Şia Sorusuna Cevap

 El-Ezher Üniversitesi Rektörü Şeyh Ahmet El Tayyib, Nil Tv ile gerçekleşen röportajında muhabir'in yönlendirme ve kasıtlı sorularına rağmen doğru ve itidalli cevaplar vererek muhabiri şaşkına çevirdi.
 

El-Ezher Üniversitesi Rektörü "Nil" kanalı ile röportajında a Şia ve Ehli Sünnet Mezhepleri hakkında görüşlerini dile getirdi:

Muhabir: Sizce Şia mezhebi'nin inançlarında herhangi bir sıkıntı yok mudur?

Şeyh: Hayır, ne sakıncası olabilir, Şeyh Şaltut, 50 yıl önce "Şia'nın İslam'ın beşinci mezhebi ve diğer mezhepler gibidir." demişti.

Muhabir: Evlatlarımız, Şia mezhebine yöneliyorlar, bizim ne yapmamız gerekiyor, nasıl önlemler almalıyız?

Şeyh: Olsunlar, biz bir şahıs, Hanefi mezhebinden Maliki mezhebine geçtiğinde onu eleştiriyor muyuz? İşte onlar da dördüncü mezhepten beşinci bir mezhebe geçmişlerdir?

Muhabir: Şialar bizimle yakınlaşmakta ve akraba olmaktadırlar. Çocuklarımızla evleniyorlar.

Şeyh: Ne sakıncası olabilir ki? Mezhepler arasında evlilik serbesttir.

Muhabir: Şia'ların Kur'an'ının, bizim Kur'anımızdan farklı olduğu söyleniyor?

Şeyh: Bu sözler hurafe ve mesnetsizdir. Şia'ların Kur'an'ı ile bizimki arasında hiçbir fark olmadığı gibi, hat ve yazım farklılığı da yoktur.

Muhabir: (Arabistan'da) 23 din alimi, Şia'nın kafir ve rafizi olduğuna dair fetva vermişlerdir.

Şeyh: Dünya Müslümanları için Mısır El-Ezher Üniversitesi fetva verme yetkisine sahiptir ve onların vermiş olduğu fetvanın bir geçerliliği yoktur.

Muhabir: Peki Şia ve Sünniler arasındaki ihtilaflar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şeyh: Söz konusu ihtilaflar, dış siyasete bağlı ve Şia ve Sünni arasında ihtilaf çıkarmak istediklerinden ötürü kaynaklanmaktadır.

Muhabir: Size çok ciddi bir sorum var. Ebubekir ve Ömer'i kabul etmeyen Şiaların nasıl Müslüman olduğunu söyleyebilirsiniz?

Şeyh: Evet kabul etmiyorlar; ama Ebubekir ve Ömer'in hilafetlerini kabul etmek, İslam dininin şartlarından mıdır? Ebubekir ve Ömer'in hikayesi tarihi bir hikayedir ve inanç esasları tarih hikayeleri ile oluşmaz.

Muhabir: Şialar İmanlarının 1000 yıldan fazla süredir yaşadığına inanıyorlar.

Şeyh: Evet mümkündür, neden olmasın? Ama biz onlar gibi düşünmek zorunda değiliz.

Muhabir: Acaba 8 yaşındaki bir çocuğun imam olması mümkündür? Şialar 8 yaşında bir çocuğun imam olduğuna inanıyorlar.

Şeyh: Beşikteki bir bebeğin Peygamber olması mümkünse; 8 yaşındaki bir çocuğun İmam olması şaşırtıcı değildir. Biz, onların bu inancını kabul etmesek de, böyle bir inanç onların Müslümanlığına herhangi bir halel getirmez, onlar Müslümandırlar.

Mısır El-Ezher Üniversitesi, Ehl-i Sünnet dünyasında önemli bir fetva makamı ve en etkili dini otoritedir.

hurseda

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:19

Hadislerde Güzel Ahlâk

Hadislerde Güzel Ahlâk

 1- Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır

"Gerçekten ben, ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim."

(Müstedrekü'l-Vesail, c.11, s.187)

2- Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Size mümini haber vereyim mi? Mümin, müminlerin nefisleri ve malları hususunda kendisinden âmânda oldukları kimsedir. Size Müslümanın kim olduğunu haber vereyim mi? Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden âmânda oldukları kimsedir. Muhacir ise kötülükleri kenara itip Allah'ın haramlarını terk eden kimsedir. Müminin mümine zulüm etmesi, onu yardımsız bırakması, gıybetini etmesi veya onu kendinden uzaklaştırması/kovması haramdır."

(el-Kâfi, c.2, s.235)

3- Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Müminin şerefi gece (ibadet için) kıyam etmesidir. Müminin izzeti ise insanlardan müstağni ve ihtiyaçsız olmasıdır."

(Biharu'l-Envar, c.77, s.20)

4- Emirü'l-Müminin İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

Adamın birisi Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek şöyle dedi:

"Bana, (yaptığım takdirde) Allah ve kullarının beni seveceği, Allah'ın malımı çoğaltacağı, bedenimi salim / sağlıklı kılacağı, ömrümü uzatacağı ve beni seninle haşr edeceği bir ameli öğret."

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

"Bu dediğin amelin altı hasleti vardır ki bu altı haslet de diğer altı haslete muhtaçtır: Allah'ın seni sevmesini istiyorsan ondan kork ve sakın, insanların seni sevmesini istiyorsan, onlara iyilik et ve ellerinde olan şeyleri kendilerine ver (onlardan alma). Allah'ın malını çoğaltmasını istiyorsan zekât ver, Allah'ın bedenini sağlıklı kılmasını istiyorsan çok sadaka ver, Allah'ın ömrünü uzatmasını istiyorsan, sıla-i rahimde bulun. Allah'ın seni benimle haşr etmesini istiyorsan Vahit ve Kahhar olan Allah karşısında uzun secdelerde bulun."

(Sefinetu'l-Bihar, c.1, s.599)

5- Emirü'l-Müminin İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Fitneye karşı iki yaşındaki deve gibi ol; onun ne binilecek sırtı, ne de sağılacak memesi vardır."

(Nehcü'l-Belâğa, Hikmetli Sözler, 1)

6- Hz. Hasan (a.s), annesi Fatıma'yı (a.s) sürekli komşuları ve diğerleri hakkında dua ederken gördüğünde, "Anneciğim, neden kendine dua etmiyorsun?" diye sordu.

Bunun üzerine Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu:

"Önce komşu, sonra ev"

(Keşfu'l-Gumme, c.2, s.25 ve Biharu'l-Envar, c.77, s.20)

5- İmam Ali b. Hüseyin'e, "Nasıl sabahladın, Ey Resulullah'ın oğlu?" diye sorulunca şöyle buyurdu:

"Benden şu yedi sıfat talep edilir bir hâlde sabahladım: Allah-u Teâlâ benden farzları talep etti, Hz. Peygamber (s.a.a) sünnetini talep etti, ailem rızk ve yiyecek talep etti, nefsim şehveti talep etti, şeytan günahları talep etti, amellerin koruyucusu olan iki melek amelin doğruluğunu talep etti, ölüm meleği ruhu talep etti, kabir bedenimi talep etti ve ben, benden istenilen bu yedi sıfat arasında kalmış bir hâlde sabahladım."

(Biharu'l-Envar, c.76, s.15)

6- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurur:

"Şüphesiz ki her şey müminden korkar, zira mümin Allah'ın dininde aziz ve güçlüdür. Aynı zamanda mümin hiç bir şeyden korkmaz. Bu her müminin göstergesidir."

(Biharu'l-Envar, c.67, s.305)

7- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Değiştirmeye gücü yetmediği hâlde Allah'a is-yan edilen bir toplantıya katılması mümine yakışmaz."

(el-Kâfi, c.2, s.374)

8- İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü olunca insanların bir kısmı kalkıp cennetin kapısına gelir ve kapıyı çalmaya başlarlar. Onlara, "Siz kimsiniz”‌ denir. Onlar, "Biz sabır ehliyiz" derler. Kendilerine, "Neye sabrettiniz?" diye sorulur. Onlar, "Biz Allah'a itaat ve isyan hususunda sabrettik." derler.

Allah azze ve celle şöyle der: "Doğru söylüyorlar, onları cennete koyun." Bu da Allah azze ve celle'nin şu sözünün işaret buyurduğu şeydir: "Sabredenlere ecirleri, hesapsız olarak ödenir."

(el-Kâfi, c.2, s.75)

9- Haris b. Dilhas, İmam Rıza'nın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

"Mümin şu üç sıfata sahip olmadıkça asla mümin olamaz: Rabbinden bir sünnet, Hz. Peygamber'den bir sünnet ve imamından bir sünnet üze-re... Rabbinden bir sünneti, Allah'ın sırlarını gizlemesidir. Nitekim Allah-u Teâla şöyle buyurmuştur:

"Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyene kimseyi muttali kılmaz. Ancak Peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır." [Cin, 26- 27]

Hz. Peygamber'inden bir sünneti insanlarla iyi geçinmektir. Şüphesiz Allah azze ve celle Hz. Peygamberine insanlar ile iyi geçinmeyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme." [Maide, 199]

İmam ve velisinden bir sünnet ise fakirlik ve hastalık durumlarında sabretmesidir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: "Lakin iyilik...zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir." [Bakara, 177]

(Uyun-u Ahbari'r-Rıza, c.1, s.256)

10- İmam Cevad (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Mümin insan şu üç haslete muhtaçtır: Allah'tan bir başarı, kendinden bir öğütçü ve kendisine nasihat edenlerin nasihatini kabul etmek."

(Munteha'l-Amal, c.2 s.554)

 Tümgeneral Kasım Süleymani Şubat 1998’de Ayetullah Hamaney tarafından, ortak düşmanla savaşan direniş gruplarına destek sunan ve bölge dışı operasyonlarla görevlendirilen Kudüs Gücü’nün komutanı olarak atandı. Bu teşkilat, başta Siyonist rejim ve IŞİD olmak üzere ABD’nin bölgedeki emperyalist araçlarını boşa çıkarmaya odaklandı.
 

Süleymani, hayatının son yıllarında daha çok tanındı ve Filistin direnişini güçlendirmek için perde arkasında gösterdiği büyük çabalar, ömrünün son yirmi yılının büyük bir bölümünü oluşturdu.

Direniş gruplarını koordine etmek

"Mezhepler ve ideolojiler arasında ayrım yapmadı, sadece işgale karşı savaşmak isteyenlerle teslimiyetçi gruplar arasında fark gözetti." (Ebu Ahmed Fuad - FHKC Genel Sekreter Yardımcısı)

Süleymani, Filistin ve Lübnan direniş dosyalarını hızla açarak Hamas, Filistin İslami Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC)-Genel Komutanlık, FHKC ve Halk Direniş Komiteleri ile Kudüs Gücü arasında koordinasyon sağladı ve tüm bu fraksiyonları ayrı ayrı değil işbirliği içerisinde hareket edecekleri bir stratejiye yöneltti.

“Onun seçkin biri olduğunu hissediyorduk; olayları doğrudan ve sürekli takip ediyor, Direnişin sorunlarını, gündem ve ihtiyaçlarını soruyor ve çeşitli senaryolar ortaya koyuyordu.” (Ziyad Nakhalah – İslami Cihad Lideri)

1999'da Süleymani, Şeyh Ahmed Yasin'in (Hamas'ın kurucusu), bir sonraki aşamanın kilit kilometre taşlarının çizildiği İran ziyaretini ayarladı. Süleymani'nin odak noktası Direniş’in kapasitesinin nasıl güçlendirileceği ve kurtuluş aşamasına nasıl geçileceğiydi.

O yıl, "İsrail'in" Lübnan'dan çekilme niyeti kamuoyuna sızdırıldı. Ana tartışma, “İsrail'in” geri çekilmesinin etkisinin Filistin'e nasıl aktarılabileceğine odaklandı.

İkinci İntifada

'İran intifada sırasında tüm gücüyle ahlaki, parasal, saha ve güvenlik desteği verdi' – (Ebu Yaser Shashnyeh – Halk Direniş Komiteleri lideri)

Eylül 2000'de Ariel Şaron, Mescid-i Aksa'yı bastı ve bu da geniş çaplı protestolara yol açtı. Süleymani ve fraksiyonların beklediği an buydu. İntifadayı geliştirmek ve teoriyi somut eyleme dönüştürmek amacıyla Kudüs Gücü’yle Filistinli ve Lübnanlı gruplar arasında, Süleymani'nin öncülüğünde bir çalışma komitesi kurulmasına karar verildi.

“İlk günden itibaren, bu intifadanın işgale karşı stratejik bir proje olarak nasıl kullanılacağına odaklanan toplantılar yapıldı. Süleymani'nin her zaman katıldığı ve fikirleri dinlediği haftalık toplantılar düzenlendi. Kendisinin geliştirip ileriye taşımadığı hiçbir fikir ortaya atılmadı.” (Üsame Hamdan – Lübnan'daki en üst düzey Hamas temsilcisi)

Süleymani, silahların Gazze'ye taşınması için çok çalıştı ve bunun için birçok yol kullanıldı. Direniş savaşçılarına bomba yapımının yanı sıra bireysel silah ve patlayıcıların nasıl kullanılacağını öğreten sayısız video üretildi.

"Hiçbir Filistinli fraksiyon, Hac Kasım’ın Direniş için sağladığı silah sevkiyatında kusur görmedi." (Üsame Hamdan – Hamas'ın Lübnan temsilcisi)

Oslo Anlaşmaları yüzünden İran ve Yaser Arafat arasında doğan derin anlaşmazlığa rağmen, Arafat’ın isteği üzerine İran yapımı 45 ton silah Karine A adlı bir gemiyle gönderildi ve bunlar daha sonra “İsrail” tarafından ele geçirildi.

“İran, Batı Şeria ve Gazze'ye silah dolu 20 gemi gönderdi. Çoğu insanın bu gemilerden haberi yok.” - (Talal Naci – FHKC-Genel Komutanlık lideri)

2004 yılında Şeyh Ahmed Yasin öldürüldü. Aynı gün Şam'daki Hamas karargâhına taziye ziyaretleri yapıldı. Birkaç saat sonra Süleymani geldi ve Ayetullah Hamaney'den, içinde “Bu şehadet hepimiz için bir kayıp ve hepimiz için bir onurdur” diye yazan bir mektup getirdi. Süleymani, Yasin’in 1998'deki Tahran ziyareti sonrasından 2004’teki suikasta kadar Direnişin rolü, eylemliliği ve etkisindeki büyük gelişimi vurguladı. Aynı yıl, Yaser Arafat da bir İsrail istihbarat operasyonu ile zehirlenecekti.

Siyonist rejim içerisinde intifadayı nasıl bitirecekleri tartışılmayı başlandı. 25 Ağustos 2005'te Gazze özgürleştirildi ve “İsrail” tek taraflı olarak çekildi. O zamana kadar Direnişin kapasitesi güçlendirildiğinden yüzlerce “İsrail” askeri öldürülmüştü. İşgalciler Gazze Şeridi’nden kaçtılar. “İsrail” Gazze yükünden kurtulduğunu düşünüyordu, ancak geri çekilmesinin Direnişin sahadaki koordinasyonunu ve kapasitesini nasıl geliştireceğini öngörememişti

Lübnan Savaşı

Süleymani'nin Lübnan'daki 33 günlük savaş sırasında Filistin dosyası dışında bir önceliği yoktu. Savaşın Gazze'ye de sıçrayacağını tahmin etti. Bu nedenle Lübnan'daki İslami Direniş'ten Filistinli gruplara sahip oldukları her şeyi, hatta Temmuz Savaşı’nda kullanılmayan bazı silahları vermelerini istedi. Savaşçıların çatışmayı yönetirken uyguladıkları taktik planlama sürecinin komutan ve manga seviyelerindeki eğitiminden başlayarak, Lübnan'ın 20 yıllık deneyiminin tamamı Filistin’e aktarıldı.

Aynı şekilde esirler de bir öncelik olarak kabul edildiler; bu nedenle Direniş, Filistinli tutsakları serbest bırakmak için işgal askerlerini yakalamaya başladı. Çoğu operasyon başarılı olmadı; ancak, Gilad Shalit Haziran 2006'da ele geçirildi ve bir mahkûm değişimi anlaşmasının parçası olarak beş yıl boyunca esir tutuldu.

Dökme Kurşun Operasyonu

Aralık 2008'in sonlarında Direniş grupları, Gazze'ye yönelik İsrail saldırganlığıyla Şam’daki garnizonlarında yüzleştiler. Süleymani burada 22 günün tamamını, Gazze'nin ayrıntılı bir haritasıyla stratejiler oluşturarak, sahadaki gerçekleri inceleyerek geçirdi.

“İsrail” saldırısının amacı, Gazze direnişinin kapasitesini yok etmek, devrik Filistin Yönetimini yeniden iktidara getirmek ve hapsedilen “İsrail” askeri Şalit'i kurtararak kuzeydeki yasadışı yerleşimlerini korumaktı. “İsrail” saldırganlığı bu hedeflerin hiçbirine ulaşamadan sona erdi.

Bu savaş, 2000 yılında gelişmeye başlayan, 2005 yılında Gazze'nin özgürleştirilmesiyle güçlenen ve “zayıf” Gazze Şeridi’ni “İsrail'in” en büyük hedeflerinden birine dönüştüren Direnişin yeteneklerini deneme fırsatı sundu.

Süleymani, 2009 yılında prestijli Rus Kornet tanksavar füzelerinin Gazze'ye girmesine izin verdi.

“Siyonist düşman, tankları yok edildiğinde çok şaşırdı. Gurur duydukları bir tankları var, Merkava. Bu tanklar 2009'da imha edildiler ve bu başarı, General Süleymani'nin damgasını taşıyordu.” (FHKC-Genel Komutanlık lideri Talal Naji)

Süleymani sadece silah transfer etmekle kalmadı, onun gözetiminde Gazze'nin roketler de dâhil olmak üzere kendi silahlarını üretme kabiliyetini geliştirmesine karar verildi. Ayrıca Filistin Direnişi ile askeri tecrübesini paylaştı ve örgütlere daha önce başka bir yerden elde edemedikleri taktikleri öğreterek, onlara kendi silahlarını üretmek için gerekli altyapıyı inşa eden yolları açtı.

“Tüm güvenlik uzmanları, işgal altında roket üretme fikrini anlaşılmaz olarak değerlendiriyordu. Haritadaki pek çok ülke mermi bile üretemezken biz roket yapmayı mı düşünüyoruz?” (Üsame Hamdan – Hamas'ın Lübnan temsilcisi)

“Arap Baharı”

Süleymani, “Arap Baharı” sonrasında 2011’de Filistinli gruplarla bir araya geldi ve 2011'de, Amerika ve “İsrail”in Direniş Cephesini hedef almak için kaos yaratmak istediğini açıkladı. Onların söyleyeceklerine karşı da çok açıktı.

Süleymani, “Sadece Filistin'e odaklanın ve Suriye'de yaşananların sizi olumsuz etkilemesine izin vermeyin” dedi. Ve hiçbir zaman Hamas'tan Suriye konusunda bir duruş talep etmedi. (Üsame Hamdan – Hamas Lübnan temsilcisi)

2013'te Mısır'da Mursi darbesi gerçekleştiğinde, iki Filistinliden oluşan bir heyet Süleymani'yi ziyaret etti ve ortaya çıkan olayların Filistin Direnişi için ne anlama geldiğini anlattı.

Süleymani'nin “Biz size zamanında şöyle şöyle dedik ve haklı çıktık” demesini beklerdiniz ama Süleymani'nin sergilediği ahlaki tavır çok yüksekti. Hamas'ın bu konudaki tutumuna dair bir sonuç bile çıkarmadı ve sadece Ayetullah Hamaney'in tutumunu açıklamakla yetindi. (Üsama Hamdan – Hamas'ın Lübnan temsilcisi)

“Koruyucu Hat Operasyonu”

Süleymani, silahları etkili bir şekilde taşıyabilecek tünel ağlarının gelişimini koordine etti ve denetledi. Bu silahların Gazze’ye sokulmasına yardım etmeleri için birkaç ülkeye doğrudan başvurdu. İsrail’in 2012’de bu nedenle bombaladığı Sudan (Hartum’daki askeri kompleks) bunlar arasında yer alıyordu. Bu silahlar yüzlerce kilometre yol kat ettiler ve Süleymani, Gazze Şeridi sınırına ulaşana kadar tüm süreci denetliyordu. Bir füze 20.000 dolara mal olurken böyle yüzlerce füze ihraç edildi.

“İsrail” tünelleri ve Direniş’in silahlarını yok etmek için 2014 yılında Gazze'ye savaş açtı. Süleymani, roketlerin hassasiyetini, menzil ve etkisini artırmaya odaklanmıştı. Bir misilleme olarak direniş, ilk kez "Tel Aviv"in kalbini vurdu. Mısır'da gerçekleşen dolaylı müzakerelerde, "İsrail"in taleplerinden biri Hamas'ın tünelleri kullanmayı bırakmasıydı, ancak bunu yapmadılar. Bu durum işgalci rejime verdikleri zararın büyüklüğünü gösteriyordu.

Savaştan sonra Süleymani, Direnişin altyapısını “en kısa zamanda yeniden inşa etmek için çalıştı ve bir yıldan daha kısa bir sürede, öncekinden daha iyi hale geldi”. (Üsama Hamdan – Hamas'ın Lübnan temsilcisi)

*Almayadeen’den Batool Subeiti’nin  ‘Süleymani’nin Filistin’deki etkin rolü: Direnişten özgürlüğe’ başlıklı yazısı

Medya Şafak

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:11

“ Zekât ve Humus” ile Sigorta

  Allah’ın adıyla...  
 

Sigorta hayatımızın hemen hemen her alanında mevcuttur. Başta Sağlık sigortası olmak üzere araba, ev, ev eşyaları, hatta aldığımız televizyon, çamaşır makinesi, buzdolabı vs. gibi eşyaların garantilerini uzatmak için de ekstra sigorta yaptırmak mümkündür.

Tabi sigortanın çeşitleri vardır. Mesela bir arabayı standart sigorta yaptırabileceğiniz gibi orta dereceli veya full kasko da yaptırabilirsiniz. Tabi bunların hepsinin ayrı ayrı ödemeniz gereken pirimleri vardır.

Madde aleminde çoğu zaman hayatımızı kolaylaştıran, zor durumda bizlere destek olan bu sigorta işlemi elbette gereklidir. Hangi durumlarda ve ölçüsü ne olmalıdır, bunlar kişiye ve yaptıracağınız şeye göre değişir.

Beş-on yıllık ömrü olan arabanın, televizyonun, bilgisayarın vs. bozulduğunda veya çalındığında yerine yenisini alma veya tamir etme için her ay öncesinden sigorta pirimini kuzu kuzu ödüyoruz.

Aksi taktirde kaza anında çalıntı vs. durumlarda sigorta şirketleri geri ödeme yapmıyor. Bunu hepimiz biliyoruz ve ona göre de her ay düzenli olarak ödüyoruz.

 Peki sonsuzluk aleminde ahiretimizin sigortasını, hatta yaptığımız ibadetlerin kabul noktasında sigorta yaptırmamız gerekmez mi?

Ahiret sigortasını nasıl ve ne şekilde yapmalıyız?

Tabi hemen aklımıza gelen namaz, oruç, hac ve genel manada ibadetlerdir. Bunlar elbette olması gerekenlerden bazılarıdır.

Hadisi şerifte buyrulur ki; “sadaka ömrü uzatır, belayı defeder,” yani belalardan korur. Bu şekilde bu gibi ameller ile hem hayatımızı, hem de ahiretimizi sigortalı yapmış oluruz. Buna benzer bircok ameller vardır ki, bunlar gönüllü yapılmış sigortalardır. İnfak etmek, fakirin yoksulun elinden tutmak, silayi rahim etmek gibi gönüllü ve daha kapsamlı sigortalara örnek olarak verebiliriz. Bu gönüllü sigortalar insanın imkanları, imani ve takvası ile alakalıdır. 

Bir de mecburi sigortalar vardır. Tıpkı sağlık sigortası veya araba sigortası gibi aynı şekilde İslam dininde de mecburi sigortalar mevcuttur. Zekât ve humus gibi, ‘’Zekat ve Humus’’ hattı zatında namaz gibi, oruç gibi “furu-i din” dendir.

Kur’an-ı kerim’de namazdan sonra çoğu kez hemen zekat zikredilmiştir.

Hac suresi 78’de şöyle buyrulur:  .... Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. ….

Yine Neml suresi 3.ayeti kerimede : Ki onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve onlar, ahirete kesin bilgiyle iman ederler.

Buna benzer onlarca ayeti kerimeyi örnek verebiliriz.

Yani namazı kılmak bize nasıl farz ise malımızın zekatını veya humusunu vermekte o kadar farzdır. Hatta dosdoğru namaz kılmak zekat vermekle ilintili olacağı vurgulanmaktadır.

Yerine getirmeme gibi bir lüksümüz yoktur. Ama çoğu zaman toplumun büyük çoğunluğu namaz ehli, oruç ehli hatta hac ehli olmasına rağmen zekat ve humus konusunda maalesef gevşek davranabiliyor.

 Yani insan namaz kılar, oruç tutar, hacca gider ve birçok farz amelleri yerine getirir ama malının zekâtını veya humusunu vermezse bu ibadetlerini sigortalı yaptırmış sayılmaz.

Örneğin; insan namazı, zekatı veya humusu verilmemiş bir elbise ile kılsa, zekatı verilmemiş para ile aldığı bir halının üstünde kılsa, namaz kabul olmaz. Zira zekat fakirlerin hakkıdır ki verilmediği taktirde fakir fukaranın hakkını gasp etmiş oluruz. Ve humus sigortası yaptırmamış ve pirimlerini ödememiş oluruz. Yani yaptığımız ibadetleri bir de ayrıca sigorta yaptırmak durumundayız.

Yani yukarıdaki ayeti kerimelerde vurgulandığı gibi “dosdoğru namazın sigortası zekat vermektir.” Aynı şekilde Hacca humusu verilmemiş para ile gitse bu Hac sadece sıfat değiştirmek için gidilen hacclardan sayılır.

Bakara suresi, 110. Ayeti kerimede şöyle buyrulur;        

 Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir.

Yani Allah yolunda neyi verirseniz onun karşılığını bulacaksınız, Allah-u Teala ile yaptığınız sigorta anlaşmasının pirimlerini gereği gibi ödediğiniz taktirde karşılığını kat kat alacaksınız.

Yine Bakara suresi, 277.de   İman edip güzel amellerde bulunanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve zekatı verenler; şüphesiz onların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.

Yine tabiri caizse, yapılan sigorta anlaşması üzere hareket edildiğinde zor durumlarda müminlerin korkmalarına gerek yoktur.

 Ayrıca humusu ve zekatı vererek toplumun sosyal düzeninin sağlanmasına da bir katıda bulunmuş oluruz ki zekat ve humus gerçekten verildiğinde toplumda fakirlik ve yoksulluğu ortadan kaldırmış oluruz.

Yoksul olmayan bir toplumda malınızda genel manada güvende olur; hırsızlık, gasp vs gibi toplumun asayiş ve düzenini bozucu durumlar ortadan kalkar, zira çoğu zaman hırsızlık, gasp gibi durumlar fakirlikten ileri gelir.

Gerçi toplumda bu işi meslek haline geitirenler de mevcuttur. Bunu bir meslek haline getirenler organizeli bir örgüt kurup yapanlar da yine fakir ve yoksul insanların bu zaafından faydalanmakta ve kötü amelleri için kullanmaktalar. Varlıklı insan bu gibi kriminel olaylarda kendini elbette kullandırmaz.

 Zira imam Ali(as) şöyle buyuruyor;

Fakirlik bir kapıdan girince, din öbür kapıdan çıkar.” (!) 

Yoksul durumdaki ihtiyaç sahiplerinin iman eksikliği gözönünde bulundurulduğunda kriminal örgütlerin bunları kullanmaları daha kolay olur.

Yine meyve yetiştiriciliğinde kaliteli ve bol ürün alabilmek için toprak işleme, sulama, gübreleme gibi tedbirlerin yanında her yıl budamanın da yapılması zorunludur. Ağacın ömrü boyunca yapılan budama verimi, meyve kalitesini ve ağacın sağlığını doğrudan etkilemektedir. Oysa ağaç budandığında bazı dallarının kesildiğini ağacın zahirde küçüldüğünü görürsünüz. Oysa ki bu budama işleminden sonra işi bilen çiftçi daha bol ve kaliteli ürün elde edeceğini bilir.

İşte zekat ve humus verildiğinde de şeytan, insanı malının azalacağı yönünde kandırır. Oysa ki tıpkı budama işleminden sonraki meyvenin daha bol ve verimli olduğu gibi zekat ve humusda da olay aynıdır.

Zekat ve humusun birçok toplumsal, sosyal, kültürel, faydaları vardır ki bunları burda sıralamak asıl hedefimiz değil, bu yazımızda sadece sigorta ile ilişkisini açıklamaya çalıştık.

Kıldığımız namaza, tuttuğumuz oruca, gittiğimiz hacca güvenipte “Zekat ve Humus” sigortası yapma gafletinden uyanma umudu ile….

 

Mehmet Yüksek

Çarşamba, 19 Ocak 2022 08:01

Şehitlerimizin Mirasçıları Bizler

   BismilahiRahmaniRahim
 

“Bu güzel haslete ancak hakkiyle sabredenler erişebilir; buna ancak insânî kemâl ve faziletten yana nasîbi bol olanlar ulaşabilir!” (Fussilet-35)

İslam dini, Peygamberimiz zamanından bu yana isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz mallarını & canlarını ortaya koyan birçok şehitlerimizin pak kanları üzeri ayakta dimdik durmakta.

Şehit nedir?  Herkesin inançlı & inançsızlarında kullandığı bir slogan var “şehitler ölmez”, “şehitlerimizin kani yerde kalmayacak”. Kelime doğrudur, şehitler ölmez ve kanı yerde kalmaz çünkü Allah diyor ki “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rableri katında rızıklanırlar.” (Al-Imran-169) diğer bir ayette ise “Allah yolunda öldürülenler için “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara-154) 

Şehit nedir? şahadet nedir? Etimolojik olarak tanımı nedir? neden şehit kelimesini kullanıyoruz? Şehit kelimesi Türkçemiz de: 1. Tanık (şahit) 2. din uğruna ölen (şehit) kişi anlamına gelir ve bu kelime Arapça şhd (شهيد) kökünden gelen şahīd;  1. tanık, 2. din uğruna ölen kişi sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Aramice/Süryanice aynı anlama gelen “sāhdā סהדא” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Aramice/Süryanice ’de shd סהד "tanık olma, tanıklık etme" kökünden türetilmiştir. Ayrıca, Aramice sözcük, Eski Yunanca mártys, mártyros (1. tanık, 2. din uğruna ölen kişi) çevirisidir.

Şahadet kelimesi ise; Arapça  şhd kökünden gelen  şahādat شهادة ."1. şahitlik, 2. “Şehitlik" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça  şahida شهد  "tanık oldu, tanıklık etti, mahkemede yemin etti, kelime-i şehadet getirdi" fiilinin mastarıdır.

Kuran terminolojisiyle yaptığımız da Şehit, Allah yollunda canını ve malını tanık(şahit) olarak ortaya koyan kişi anlamındadır. Kuran diliyle; “Ey iman edenler! Sizi, elem verici azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve resulüne iman edersiniz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihat edersiniz. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saff-10,11) 

Allah yolunda canın & malını “tanık” olarak ortaya koyan kişi kimdir?

Her şehit, insanlara geride bir miras bırakır. Kimileri bu mirası ideolojileri için bırakır, kimileri idealleri için yapar fakat her yapan bir şehit midir? 

Şehit olmak; Allah'ın rızasını arayarak, Allah (cc) ve Resulü Muhammed Mustafa (s.a.a) itaatin & teslimiyetin tanklığı için mallıyla & canıyla verilen insanlık (hürriyet) mücadelesinin adıdır. Belirli bir ideoloji veya sistem (kominizim, kapitalizm, demokrasi vb.) veya maddi kazanç (mevki, unvan) rızasını arayarak yapılan bir mücadele değildir. İnsan, vatanı için mallını & canını ortaya koyar çünkü o vatan, Allah'ın rızasın arayan & yaşayan, koruyan ve insanları hüsrana teşvik edilmediği bir toprak parçasıdır. O toprak parçası “Beledi-l Emin” (huzur ve güven yeri), “Beledi-l mukaddes” (ilahi değerlere sahip olan yer), Küfrün, şirkin, zulmün olmadığı, hakkaniyetin adaletin olduğu yerdir. Genelde İslam ümmetinin yaşadığı tüm topraklardır. (Ama velakin!!!)

Şehitlerin güzel hasletleri nedir?

IMAN; Allah (cc) ve Resul'ünün itaat edenler ki onlar, Allah (cc) ol dediği yerde olanlar ve men ettiği yerde olmayanlardır. “Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihat etmekten geri kalmak maksadıyla özür aramazlar, senden asla izin istemezler.” (Tevbe-44). Kısaca TEVHID “A” dan “Z” kadar yaşayan ve yaşatanlardır. Tevhidi “A” dan “Z” kadar yaşamak nedir?

A-) Allah'ını varlığını bilmek (Tanımak)

2-) Bildiğine inanmak & ilan etmek (teslim olmak)

3-) İnandığını yaşamak (İhlasla özür aramadan uygulamak)

Z-) Yaşadığını, inandığını & teslimiyetini ilan ettiği Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak (Ne açık ne gizli hiçbir şirk yapmamak)

“Yüzlerinizi doğu ya da batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan; malını sevdiği halde akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, dilenenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren; namazı dosdoğru kılıp zekâtı ödeyen, antlaşma yaptığında sözünde duran; sıkıntı, darlık, hastalık ve şiddetli savaş zamanlarında sabredenlerin yaptığıdır. Kulluklarında samimi ve dürüst olanlar işte bunlardır; gerçek takva sahipleri de yine bunlardır.” (Bakara-177)

SALIH AMEL; Iman göstergesi ve tecellisi olan TAKVA elbisesini giymek.

Allah'ın sende razı olacağı, hem Farz kıldığı amelleri yerine getirmek hem de her türlü açık & gizli günahtan sakınmak. Bir elinle yaptığını diğer elinle yıkmamak. Egosantrik her türlü amellerinden (gösterişten, bencilikten, zorbalıktan, cahillikten …vb.)  kurtulmuş olarak açık & gizli her turlu haramdan uzak durmak. “Allah Takvalı olanların amelini kabul eder” (Maide-27) “sizin Allah katında en değerli olanınız en çok Takvalı olanınızdır” (Hucurat-13)

HAKKI Savunma; Hakkı bilmeyi, Iman etmeyi, bildiklerini hayatında uygulayarak yaşamayı (Salih amel), hayatını ona göre adalet & hakkaniyet üzeri tanzim etmektir. 

Bu tanzim etme sadece konuşmak veya hikâye anlatır gibi anlatmakla değil! amel etmeyi şart koşar. Bir yerde, haram/zulüm/sapıklık/adaletsizlik varsa ve hükmediyorsa o mutlak düzeltilir, değiştirilir ve hakikat yerini bulur. İlahi emir, Emri bil maruf nehyi anil münker farzı yerine getirilir. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” (Al-Imran104). İmam Hüseyin (as) Kerbalada Yezid ordusuna yaptığı sesleniş “Ben ne taht için ne iktidar için buradayım, gördüm ki helali haram haramı helal kılmışsınız, ben sadece dedemin dinin emirlerini yerine getirmek (emri bil maruf nehyi anim münkir) için size kıyam ediyorum” 

SABR Etmek; Allah (cc), dost ve destekçi olarak kendi yanına almaktır. Sabır, her kapıyı açan bir anahtardır. Sabır etmesini bilmeyen ne iman edebilir ne Salih amel işleyebilir nede Hakki savunabilir. Sabır, Allah’a olan teslimiyettin en büyük nişanesidir. Sabır kurtuluşun ve nihai hedefe varmanın şartıdır.

Sabır etmeyenler Allah (cc) gereği gibi sevemezler, Sabır etmeyenler Allah'ın kadirini gereği gibi bilemezler, Sabır etmeyenler Allah’a gereği gibi şükür edemezler, Sabır etmeyenler gereği gibi ibadetlerini yerine getiremezler, Sabır edemeyenler haytalarını gereği gibi yaşayamazlar ve istediklerine de adil olarak sahip olamazlar. Sabır, her işimizde bizlerin ilerlemesi, sahip olması için gereken en önemli ilahi güçtür. Sabır etmek insanın değerini artır ve insanın yüceltir. Çünkü hayat imtihanın en güzle yaşamanın ve kazanmanın tek yol Sabırdır. “Gerçek şu ki, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri ayırt edinceye; söz ve davranışlarınızdaki samimiyetinizin doğruluğunu ortaya çıkarıncaya kadar biz sizi sınamaya devam edeceğiz.” (Muhammed-31), “Mallarınız ve canlarınız husûsunda mutlaka imtihan edileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve günahlardan sakınırsanız, elbette bu davranış, yapılmasında azimli ve kararlı olunması gereken en mühim ameldir.” (Al-Imran-186), “Allah’ın huzuruna çıkacaklarını kesin olarak bilenler ise: ‹Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir’ dediler.” (Bakara-249)

(Bir nüans notu düşmek istiyorum; Sabır etmek (Patience) ile boyun eğmek (soumise/submissive) karıştırılmamalı. Sabır etme sonucunda hüsran olmak yoktur. Boyun eğme sonuncunda züllüme ortak olma ya da dünyanın her türlü çekiciliği önünde ruhuyla ve bedeniyle köle olmak, nefsinin arzularına teslim olmak vardır.  Iman Ali (as) der ki “Züllüme sesiz kalmak (boğun eğeme) züllüme ortak olmaktır”. “Zorluğa dik durarak onun var ettiği sıkıntıya sabır edersin.” Örnek; Sigara içme arzuna dik durusun, arzuna boyun eğmezsin ciğerlerini (sağlığını) korumuş olursun” ya da “Sıkıntıya katlanırsın ama zorluğuna boyun eğersin” Örnek; “Şeker hastası olmana rağmen tatlı yersin ama şekerin sana verdiği zararlarına da katlanırsın sabır etmiş olmazsın”) İmam Hüseyin (as) Kerbelada 70 kişiyle şehit olması görüntü olarak bir yenilgi olmasına rağmen zulme, adaletsizliğe, zalime ve batıla karşı alınmış en büyük zafer ve Allah'ın emirde yerine getirilmiş olup, bugün Muhammed İslami dimdik ayakta durmaktadır.

Şehitlerimizi anarken kendi halimize bir bakalım, şehitlerimiz Allah'ın o yüce makamın ermişiler ama bizler, şehitlerimizin bıraktığı mirası yüklenecek kapasiteye (yollarını takip edecek güce) sahipmiyiz? Yoksa bizler; “Ey şehit iyi ki varsın yoksa ben ne yapardım?” diyerek şehitlerimizi güzellikleriyle kendimizi tatmin mi ediyoruz? Neden şehitlerimize gerektiği gibi imrenip onlar gibi olma & yaşama arzusu taşımıyoruz? Bunu derken canımızla şehit olmamaktan bahsetmiyorum, mallarımızın şehit olabiliriz; bizler, onların sahip olduğu güzel huylara, hasletlere, takvaya, onların işlediği hayırlı amelleri yapmayı, hakkı her ortamda ve her konumda savunarak ilan edip yaşamayı, açık ve gizli haramlardan riyadan uzak durmayı ve de “Sabrı Cemile” gücene sahip olabiliriz! Neden “Allah'ım mallım & canım, Sana (cc) ve resulün Muhammed Mustafa (saa) itaatimin & teslimiyetimin bir tanığı (şahitti) olarak ortaya koyuyorum” diyemiyoruz.  Acaba zorumuza mı gidiyor? Herhalde!

Ey Allah yolunda şehit olan kalpleri pak insanlar! Sizlere hayranım, sizlerin mevkiinde olamadığım için de çok üzgünüm. Dünyanın süsüne ve metasına samimiyetle sizler gibi yüz çeviremediğimden dolayı, sizlerin ve tüm Allah dostlarının yanında kendimden haya ediyorum. Allah’tan niyaz ediyor ve istiyorum, Ya Rabbi beni ve tüm inanları hüsrana uğrayanlardan kılma, canını & mallını tanık (şahit) olarak sana feda edenler kervanında kıl.  Allah'ım beni ve rızanı arayan tüm inanları, velilerinle ve masum İmamlarımızla hem bu dünyada hem de Ahirete birlikte kıl. Âmin ya İlahi.

Mustafa Kemal TASPINAR