
کارگر
İlerlemiş bir İran’a doğru: Washington’un değil, İranlıların yolu
The New Yorker gazetesinin manşeti, ultra-liberal rüyayı açığa çıkarıyor: “İranlı seçmenler katı muhafazakarlara bir mesaj verdi”. Hayır Robin Wright, Obama Acem ülkesinde Ronald Reagan’la savaşmıyor! Evet, yüksek katılım oranı ve sonuçlar Cumhurbaşkanı Ruhani için bir güç aşısı oldu. Ama hayır, hayır ve üçüncü kez hayır: İran Cumhurbaşkanı Ortadoğu’nun Angela Merkel’i olmaya hazır değil.
Varsayımsal okuma, manipülasyon, kaba propaganda: ana akım Batı medyası artık sürpriz yapmıyor. Amerikan ve İngiliz gazetelerinde yer alan, İran seçimleriyle ilgili haberler, hayalgücü üzerine kurulu bir liberalleşmiş İran betimliyor. Haberleri okuyunca, adeta neo-con'lar bir tür trans yaşıyormuş gibi bir görüntü oluşuyor. İran halen temel olarak İran tipidir; bu, Obama'nın dünyanın kafasını ütülediğinden farklı türden bir demokrasidir. Bu yüzden, İran seçimlerine dair basitleştirilmiş bir analiz arayanlar için, önceki Cuma günü yapılan seçimlerde gerçekte ne olduğuna bir bakalım.
Atlantic'ten New Yorker'a kadar ana akım medya kuruluşlarında muhtelif fikirler ve görüşler okuyabilir ve bu şekilde çok kısa bir süre içinde, Batılı yazarların İran hakkında ne kadar az şey bildiğini görebilirsiniz. Son birkaç gündür haber takipçilerine sunulan her türden yanlış bilgilendirmeye ve tek noktaya odaklı standartlara bakılırsa, Tahran Pluton'da bile olabilir. The New Yorker gazetesinin manşeti, ultra-liberal rüyayı açığa çıkarıyor: “İranlı seçmenler katı muhafazakarlara bir mesaj verdi”. Hayır Robin Wright, Obama Acem ülkesinde Ronald Reagan'la savaşmıyor! Evet, yüksek katılım oranı ve sonuçlar Cumhurbaşkanı Ruhani için bir güç aşısı oldu. Ama hayır, hayır ve üçüncü kez hayır: İran Cumhurbaşkanı Ortadoğu'nun Angela Merkel'i olmaya hazır değil. Elbette Batılı haber kuruluşlarının sahibi olan milyarderler, enerji rezervlerinde trilyonlar bulunan bir vekili sevecektir, ancak İranlıların yaptığı şey yalnızca Meclis'in bazı üyelerini değiştirmekten ibaret oldu. Halk, Washington ve Londra'nın bekleyen kollarına koşmadı.
Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin çevresindeki “reformcular” yalnızca budur, bundan fazlası değil. İran değişiyor, bu kesin, fakat ülke, onyıllardır ülkenin yıkılmasına azmetmiş hegemonyaya katılmaktan çok daha ilerici bir stratejiye yöneldi. İranlıların Batıya yönelik tutumlarının kanıtı, Maryland Üniversitesi tarafından IranPoll.com aracılığıyla, 29 Ocak 2015-15 Ocak 2016 tarihleri arasında yapılan ve bu linkte yer alan örnek gibi çalışmalardan görülebilir. Bahsi geçen çalışmanın ortaya koyduğu dikkat çekici olgularan biri, İranlıların mevcut hükümetten memnuniyetsiz olduğu şeklindeki savın tam zıttı olan verilerdir. Buna göre İranlıların yalnızca çok küçük bir azınlığı özgürlüklerinin çok sınırlı olduğunu düşünüyor. Baskın çoğunluk, bu seçimden önce en önemli meseleler olarak görülen işsizlik ve ülkenin düşük performanslı ekonomisiyle baş etmek için yeni Meclis'e işaret ediyordu. Dahası, bu çalışma ve öteki çalışmalar bize, İranlıların büyük ölçüde ülkelerinin savaşın yıprattığı Suriye'de IŞİD'i ve öteki grupları yenilgiye uğratmak için Suriye hükümetine ve Rusya'ya yardım etmesini desteklediğini gösteriyor. Daha da önemlisi, araştırmaya dahil edilen insanların büyük çoğunluğu, ABD'nin Suriye müdahalesinin tek amacının Esad'ı devirmek olduğuna inanıyor.
İran gerçek anlamda ilerlemiş ülkeler arasında yerini alma yolunda büyük bir hızla ilerlerken, kesin surette kendi en iyi çıkarlarına odaklanmış durumda ve olması gereken de bu. İranlıların Rusya ve Çin hakkındaki görüşleri hayli olumlu ve en azından son birkaç yılda yapılan anketlerin çoğuna göre, bu olumlu yaklaşım zaman içinde de kaydadeğer düzeyde arttı. Bu esnada, Almanya hariç olmak üzere Batı ülkelerinin gösterdiği güvensizlik, herhangi bir ankete gerek kalmaksızın aşikar duruyor. Benim önde gelen İranlı işadamlarıyla yaptığım kişisel yazışmalar, bir başka önemli gerçeği daha teyit ediyor: İranlılar Amerikan halkı karşısında kesinlikle kuşkucu değil, yalnızca Amerikan hükümeti karşısında kuşkucu. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ülke içinde yüksek oranda desteğe sahip, ancak bu yüksek destek oranlarının köktenci din adamlarından kurtulma yönündeki hayali arzularla hemen hemen hiçbir ilgisi yok. Bilakis Ruhani, bir altüst oluş olmaksızın değişim için mücadele edebilme becerisi nedeniyle saygı görüyor. İran'daki “katı muhafazakarlar” da çizgilerini, çok daha basit nedenlerden ötürü yumuşatıyor.
İran'ın insanları dar anlamda, Arap Baharı'nın barışçıl bir versiyonu olmadı. Tipik İranlı, Amerika'daki veya İngiltere'deki insanların çoğunun düşünebildiğinden çok daha akılcıdır ve dünyanın mevcut ekonomik durumunu anlama becerileri çok daha yüksektir. Öncelikle, nükleer anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle bile İran'daki halkın yarısı, Amerika Birleşik Devletleri yöneticilerinin İran'a taviz verdirmeye çalışmak için baskı ve yaptırımlar yoluna gideceğine inanıyor. İşte, İran'ın “katı muhafazakarlık” hususundaki gerçek pozisyonuna ilişkin bazı başka rakamlar:
· Ankete katılanların %84'ü, Suudi Arabistan'ın bölgedeki etkisinin azaltılmasını destekliyor;
· Aynı %84, İran'ın bölgedeki etkisini arttırmasını destekliyor;
· Ankete katılanların %80'i, Suriye çatışmasının yayılmasını engellemenin hayati önemde olduğunu söylüyor;
· İranlıların tam %77'si bölgede ABD ve İsrail politikalarına karşı çıkmak gerektiğine inanıyor.
Görebileceğiniz gibi “katı muhafazakarlar” terimi, Batı basınının İran siyasetine ilişkin hemen hemen bütün analizlerinde hatalı kullanılıyor. Washington'daki düşünce kuruluşlarının ve şirket medyasının kalıcı hale getirmeye çalıştığı “fikir”, Amerikalıların 1979 yılında Başkan Jimmy Carter'ın 12170 nolu başkanlık kararnamesini yayınladığı zaman akıllarda bulunan İran'la aynıdır. Tahran'daki rehine krizi 37 yıl önce sona erdi, fakat başarısız politikalar takip eden yıllarda giderek kötüleşti. Irak İran'a saldırdığı zaman ABD yaptırımları sertleştirdi. Bill Clinton kendi döneminde İran'a yönelik yaptırımları daha da sertleştirdi. 1995 yılında Kongre baskıyı arttırdı, ardından 2005 yılında George W. Bush oyunu son aşamasına vardırdı ve bunu Barack Obama dönemindeki yeni yaptırımlar izledi. Şimdi ise birdebire, Tahran'da Amerikan demokrasisi çiçek açmaya başladı!
Birkaç yıl önce Washington İran'a yönelik “sakatlayıcı yaptırımlar”ı düşünürken, bazı dünya liderleri Obama'nın öncülük ettiği inisiyatiflere eşlik etme noktasında sessiz kaldı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 2012 yılında, “İran ekonomisini boğmanın Batı ülkelerine yönelik daha da büyük bir memnuniyetsizlik yaratacağını ve negatif bir yönelime yol açma potansiyeli taşıdığı” ikazında bulundu. New York Times gazetesinden Laura Secor, İran'ın ilerlemesini bir “devrim”, “gelişmekte olan bir eser” olarak adlandırıyor ve zeki bir gazetecilik aracı olarak kullanıyor. Aptal diye küçük düşürmeyelim, Amerikalı gazetecilerin arasında böyleleri olabilir. “Cennetin Çocukları: İran'ın Ruhu İçin Mücadele” kitabının yazarının yücelttiği “merkezciler” en azından bir tür gerçekliktir. Batılılar yeniden şekillendirilmiş İran stratejileri ve sinerjisi ile, çalkalanan bir politik ekosistem, “doğru yolun” Batı yolu olduğu bir demokratik teraryum arasındaki ayrımı nasıl yapamadığını anlayamıyorum. İran hakkındaki Batılı konsept, “ya hep ya hiç” kavgasından ibarettir. Onlara göre ya Ayatullah Humeyni ABD'yi yok etmeye kararlı Şeytan'dır, ya da yeni bir siyasi filozoflar neslinin ülkeyi, Iowa'lıların ve California'lıların tolere edebileceği bir yere çevirmesi gerekecektir.
Gerçeklik, bu eğitimli akademisyenlerin ve dolgun maaşlı gazete yazarlarının bir tanesinin bile İran gerçekliğini kafalarında canlandıramadığıdır. ABD'nin ve müttefiklerinin gerçek anlamda boğduğu ülke, azalan getiriler kanunundan – düşük fırsat maliyetlerinden – etkilenmiştir ve bu gelecek nesiller için bugün kimsenin ayrımına varamadığı bir potansiyel yaratmaktadır. İsrail Filistinlilerle birlikte dünyayı yok edebilir ve nükleer silahlara sahip olabilir, Amerika dünya üstündeki herhangi bir yeri istila edip bunu meşrulaştırabilir, fakat İranlılar Şah gibi bir diktatörü başından atıp cezasız kalamaz. Hele hele nükleer reaktör inşa etmesi, Avrupa'ya bir miktar doğalgaz satması, Boston'dan farklı davranış biçimleri içinde olmaya cesaret etmesi asla kabul edilemez! Eh, tutsak edilmiş bir ekonomiden yola çıkıldığında, seçimde bazı sürprizler çıkması normaldir. Belki İran'daki şu “katı muhafazakarlar” artık o kadar da katı olmaz, yani örneğin bir BRICS üyesi ülke olarak İran'ın böyle sert bir muhafazakarlığa ihtiyacı olmaz, değil mi?
Phil Butler
New Eastern Outlook
İran’ın Caydırıcı Gücüne Vurgu
İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri füze tatbikatının ardından yaptıkları açıklamada, İran'ın düşmana karşı caydırıcı gücüne vurgu yaptılar.
İran İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Hava Uzay Kuvvetleri Komutanı, halkın güvenliğinin kırmızı çizgisi olduğunu ve Devrim Muhafızları'nın bu bağlamda kimseyle pazarlık yapmayacağını belirtti.
Katıldığı bir televizyon programında konuşan İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Hava Uzay Kuvvetleri Komutanı General Emir Ali Hacizade, İran savunma ve füze kudretinin ülkenin kırmızı çizgisi olduğunu belirterek, son füze denemesinin kesinlikle KOEP anlaşmasına aykırı olmadığını bildirdi.
Amerika'nın İran'ın füze gücüne sahip olmasına karşı olduğunu ve bunun için de İran'ın güven içinde olmasını istemediğini belirten General Hacizade, Amerika'nın KOEP anlaşmasının ardından İran'ın füze kabiliyetini sınırlamak için kendi tüm casusluk ve baskı araçlarını devreye soktuğunu ve İran'ın böyle bir imkan elde etmesini engellemek istediğini söyledi.
Öte yandan İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu Genel Komutan Vekili General Hüseyin Selami, Devrim Muhafızlarının son füze tatbikatının düşmanlar için mesajının, İran'ın füze sistemini geliştirmede hiç bir gücün siyasi iradesine bağımlı olmadığını göstermek olduğunu söyledi.
General Selami, dün gece İRİB Kanal1'e yaptığı açıklamada, "Kadr" ve "Kıyam" adlı füzelerin geçen Salı ve Çarşamba günü denemelerinin yapılmasına temasla, İran'ın sözkonusu füzeleri denemesiyle dünyanın bir daha İran'ın caydırıcılık gücünü gördüklerini söyledi.
General Selami, İran füzelerinin kalite açısından dünyada günün en son teknolojisine sahip olduğunu belirterek, bu füzelerin İran'a yönelik yaptırımların bir sonucu olduğunu söyledi.
General Selami, düşmanlar İran'a karşı kötü niyetle hareket etmeye kalkıştıkları takdirde İran'ın balistik füzelerinin düşman hedeflerine doğru fırlatılmaya hazır vaziyette olduğunu bilmeleri gerektiğini belirtti.
İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü de bu bağlamda bir açıklama yaparak, İran İslam Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin son askeri tatbikatı ve bu tatbikatta kullanılan silahların kesinlikle Kapsamlı Ortak Eylem Planı KOEP'e aykırı olmadığını bildirdi.
İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusunun son tatbikatıyla ilgili bir takım Batı kaynaklarının iddialarına tepki gösteren İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Caberi Ensari, bu tatbikatın BM Güvenlik Konseyinin 2231 sayılı kararnamesini ihlal etmediğini ve bu yöndeki iddiaların tümünün boş olduğunu bildirdi.
Öte yandan İran Dışişleri Bakanlığı'ndaki bir kaynak, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kerby Dışişleri Bakanı John Kerry'nin İranlı mevkidaşı Muhammed Cevad Zarif ile telofonla görüşerek, Washington'un İran'ın füze denemesiyle ilgili endişesini Tahran'a ilettiği sözlerini tekzip etti. Bu görüşmenin İran Dışişleri Bakanı Muhammed CevadZarif'in Asya turunu sürdürmekte olduğu için gerçekleşmediğini bildirdi.
İslam İnkılabı Muhafızlar geçen hafta, İran'ın caydırıcı gücünü göstermek amacıyla yeni füze denemesi gerçekleştirmiş ve yer aldı füze silolarının görüntülerini yayınlamıştı.
İslam İnkılabı Muhafızları Ordusunca ülkenin dört bir yanında düzenlenen "Velayet İktidari" füze tatbikatında, uzun, orta ve kısa menzilli füzeleri ateşledi.
Bu tatbikatın son gününde Kadr F ve Kadr H uzun menzilli balistik füzeleri başarıyla test edildi.
Kadr füzeleri, İran'ın iç kesiminde yer alan Doğu Elborz dağlarından ateşlendi, 1400 kilometre yol katettikten sonra Umman sahilindeki hedeflere tam isabet etti.
Bu Tatbikat, dünya basınında geniş yankı buldu.015
İlkeli ve Erdemli Olmak...
Erdemli, onurlu, ilkeli olmak kadar, erdemli, ilkeli, onurlu kalmak ve yaşamak da önemlidir. İslam dini insan onuru söz konusu olduğu zaman bunun üzerinde önemle durmuştur.
İnsanın adamlığı, dolayısıyla Müslümanlığı namaz, oruç ve benzeri ibadetler ile ölçülmez. İnsan ister namaz kılsın ister namaz kılmasın adamlığı erdemli, ilkeli, onurlu yaşayıp başkalarının onur ve haysiyetine duyduğu saygı ile orantılıdır. Hadislerimiz kişinin namazı, orucu sizi aldatmasın; kişinin yalan konuşup konuşmadığına, emanete riayet edip etmediğine ve ahde vefa gösterip göstermediğine bakılmasını tavsiye etmişlerdir. Zira başkalarının onur ve haysiyeti onurlu, erdemli ve gerçek Müslümanlar için hadis metinlerimizde emanet olarak kabul edilmiştir. İşte bu noktada adam olanları ve gerçek Müslümanları başkalarının emanet olan onur ve haysiyetlerine gösterdikleri titizlik ölçüsünde değerlendirmek gerekir. Zira bu insan hayatında en fazla önem verilmesi gereken bir konudur. Ama ne yazık ki menfaat ve çıkar ilişkileri, nefse tutsak, şeytana esir olma; ilkeli, erdemli ve onurlu olma kavramlarını bazılarının dünyasında yok etmiştir. Sadi Şirazi ne de güzel demiştir; “Allah gördüğü halde insanın ayıbını gizler, insan görmediği halde yaygara koparır.”
Yaygaracılar erdemden, onurdan ve ilkeli olmak ve ilkeli yaşamaktan kopuk insanlardır. Böyleleri ilkeli ve erdemli olmaktan söz etseler bile ilkesiz ve erdemsizliğin şahlığını yaparlar. Yaygaracı olan insanlar erdemsiz ve ilkesizlerdir ve daima kusur ve noksanlık arayışı içerisinde olurlar. Kusur ve noksanlığı bulamadıkları zaman kendi hayal dünyalarında vesveselere kapılarak iftiralar üretmeye ve ürettikleri iftiraları da yaygaraya başlarlar ve kendileri gibi başkalarını da kendi yaygaralarına inandırmaya uğraşırlar. Yaygara üretenler de, yaygaralara inanlar da ilke ve erdemden uzak kimselerdir.
Erdemli, ilkeli, onurlu olmanın zor olduğu günümüz dünyasında yaşamak ağır imtihanları gerektirir. Önemli olan erdemlilik ve ilkeyi bozmadan, onur ve haysiyeti koruyarak yaşayabilmektir. İlkeli ve onurlu insanların her konuda ölçüler “hak”dır. Zira İmam Ali (aleyhisselam) şöyle buyuruyor: "Gözlerinin gördüğü haktır, kulaklarının duyduğu çoğu şey ise batıldır." (Bihar'ul-Envar, c. 75, s. 196) Onurlu, erdemli ve ilkeli insanlar bu kıstasa göre düşünürler, yaşarlar, konuşurlar ve yazarlar. Yine ilkeli ve erdemli insanlar okuduklarını, işittiklerini bu kıstasa göre değerlendirirler.
“Her şeyin bir ilkesi vardır. Dostluğun, düşmanlığın, ticaretin, siyasetin, sevginin, nefretin, rekabetin, ilim sahibi olmanın, hizmet etmenin, tebliğ etmenin, hacılığın, hocalığın, hatta hovardalığın bile bir ilkesi vardır.” Her şeyin bir ilkesi olur da adam gibi yaşamanın, mümin olarak yaşamanın bir ilkesi olmaz mı hiç. Elbette ki olur. Adam gibi olmanın, mümin olmanın ilkesi ise takva, Allah korkusu ve ihlas ile orantılıdır.
Bugün sosyal anlamda bazılarının yaşantısında ilke halini alan ilkesizlik, eşine asla rastlanmayacak kadar garip ve bazılarının yaşantısında has bir hal almıştır.
Medya da bazı siyasi ve dini içerikli tartışma programlarına baktığımız zaman, durum öyle akıl almaz bir hal aldı ki, söylemde, düşüncede, yaklaşımda ilke diye bir kavramdan söz etmenin bile imkânsız bir hal aldığı günleri yaşamaktayız. Dün emperyalizm ve siyonizme adeta kan kusanlar bugün emperyalizm ve siyonizmin ağzı ile konuşur olmuşlar. DünHizbullaha dua edenler bugün vahabiSuudi ve Arap krallarının ağzına bakarak Hizbullahın bir terör örgütü olduğunu dile getirmekteler. Dün her konuşmasında İsrail zulümlerinden söz edip, bu zulümleri tel’in edenler bugün sus pus olmuşlar. Dün bazı İslam ülkeleri hakkında kardeş İslam ülkeleri nitelemeleri yapanlar bugün aynı İslam ülkelerini düşman olarak addetmekteler.
Kısa zamanda ikilem dolu bu yaklaşımlar dönen dolapları göstermektedir. Buradan da ilkeli olmanın zor bir iş olduğu kolayca anlaşılmaktadır. “Normal günlük hayatta bile belden aşağı vurmak, hayatın ilkeleri içinde yer almaya başladı. Yalan, iftira, dedikodu, çamur atmak, ne varsa her şey mubah görülmeye başlandı.” Ancak unutmamak gerekir ki; hakiki bir Müslüman ve gerçek bir mümin hayatın tüm aşamalarında kendisine Kuran, Hz. Fahri kâinat ve Ehlibeyt imamlarının ilkelerini kendisine ilke ve prensip edinir ve son noktaya kadar ilkeli yaşar ve ilkeli ölerek imtihanı kazananlardan olur. Allah bizleri ilkeli yaşayarak, son noktaya vararak Azrail’in huzuruna çıkanlardan ve böylelikle imtihanı kazananlardan karar kılsın. Amin.
Selam ve Dua ile…
Mehdi AKSU
Türkiye-İran ilişkilerini yeniden kurgulamak
İran, Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkilerindeki bozulmanın Türkiye ekonomisine olumsuz etkilerinin artık iyice anlaşıldığı bir sırada Türkiye için önemli bir ortak olarak da görülüyor.
1639 yılında Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması'nın Türkiye ile İran arasında bugünkü sınırı belirleyen anlaşma olduğu bilinir. Bu anlaşma ayrıca iki ülke arasında ne kadar köklü ve karşılıklı saygıya dayalı biçimde süren ilişkiler mevcut olduğunu anlatmak için de sık hatırlatılan tarihi bir belgedir.
Türkiye ile İran arasındaki sınırın büyük bir kısmının Kasr-ı Şirin Anlaşması ile belirlendiği, zaman içinde çok önemli değişikliklere uğramadığı doğrudur. Bununla beraber anlaşmanın asıl önemli yönü Osmanlılar ile Safeviler arasında Bağdat üzerinden süren rekabetin sonucunu ve bugünkü Irak topraklarını kimin kontrol edebileceğini belirlemiş olmasıdır. Buna göre, Bağdat, Basra, Kerkük ve Doğu Anadolu Osmanlı Devletinde kalmış, Revan ve Azerbaycan Safevi Devletinde kalmıştı. Irak'ın devletler arası ilişkiler sahnesine çıkması ile Kasr-ı Şirin Anlaşması'nın belirlediği sınırın bu bölümü de bugünkü İran-Irak sınırını oluşturmuştu.
Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasındaki rekabet büyük ölçüde bir mezhep rekabetiydi. İşin bu boyutunu hatırlamak, asırlardır süren bu coğrafya birlikteliğinin bugün neden hala huzurlu bir ortama kavuşamadığının anlaşılması bakımından da yararlı olur.
Safevi Devleti bir Şii Devletiydi. 1979'da gerçekleşen devrimden sonra İran yeniden bir Şii Devleti özelliğine büründü. Bu durumun yıllardır bölge ülkelerinde bir "İran fobisi" yarattığı malum. Hele Irak'ta 2003 yılında Saddam rejiminin devrilmesiyle birlikte Şii ağırlıklı bir siyasi kadronun yönetimi ele geçirmesi, ülkede Sünni mezhebine mensup olanların maruz kaldıkları baskıların bölgede Şii-Sünni kutuplaşmasını oluşturması, ardından Suriye'de benzer bir senaryonun bu defa Sünnilerin iktidar olmaları için sahneye koyulduğu iddialarının gündeme gelmesi, İran'ın bu nedenle Esad rejimini kollaması, IŞİD probleminin bütün bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıktığının ileri sürülmesi alt alta yazıldığında ortaya çıkan tablo bugün bölgeyi anlamak için yeterli.
Başbakan Sayın Ahmet Davutoğlu'nun son Tahran ziyareti elbette Türkiye ile İran arasındaki ilişkilerin son yıllarda yaşadığı inişli çıkışlı seyrin istikrara kavuşturulmasını hedefliyor. Her ne kadar bu ihtiyacın özellikle Türkiye'nin Suriye politikasında belirlediği tüm hedeflerin kaybolması, Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkilerinin bozulması ve Türkiye'nin dış politikasında "kırmızı çizgi" diye altı çizilen söylemlerin pespembe olmasından kaynaklandığı kuşkusu yaygınsa da, yine de ziyaret önemli. Kuşkulara verilecek yanıt da herhalde "ülkede seçimlerin yapılması beklendi" diye gerekçelendirilecektir.
Türkiye İran'dan başta Suriye sorununun çözümlenmesi için destek bekliyor. Bölgede akan kardeş kanının durdurulması ve Suriye'nin huzur ve istikrara kavuşması için elbette öncelikle Türkiye ve İran'ın işbirliği yapmaları gerekirdi. Bu eşgüdüm aslında beş yıl önce sağlanmalıydı. Türkiye Esad rejiminin gitmesi üzerine kurduğu Suriye planını ikili girişimleri sonuç vermeyince bölgesel düzlemde Arap Ligi'ne götürmeseydi İran devre dışı bırakıldığı izlenimini de edinmezdi. Bugün gelinen noktada İran'ın Esad'dan vazgeçmesi beklenmeyeceğine göre, Türkiye'nin Esad'ın gitmesi konusundaki ısrarını gözden geçirmiş olması ihtimali daha büyük bir ağırlık kazanıyor. Esasen uluslararası kamuoyunun da en azından görülebilir bir süre için IŞİD'le mücadelede ve Suriye'nin geçiş dönemi sürecinde Esad'a ihtiyaç olduğunu dolayısıyla Esad'ın birden bire buharlaşmayacağını anladığı görülüyor.
Türkiye'nin bölgesel sorunların bölge ülkeleri tarafından atılacak adımlar ve yapılacak önerilerle çözüme kavuşturulmasına ilişkin tezi gerçekten çok değerli. İran da muhtemelen bu görüşün değerinin bilincindedir. Ancak İran gerçekleri de görüyordur herhalde. Esad rejiminin yeniden konumunu güçlendirmesinin ardında yatan tılsımın İran ile Rusya arasındaki eşgüdüm olduğunu, Rusya'nın "bölge dışı aktör" olmasına rağmen Suriye'nin içine İran kadar nüfuz etmiş olduğunu görmemesi mümkün mü? Kaldı ki, nükleer dosyanın sonuca ulaştırılmasında ve İran'ın yeniden uluslararası toplumla kucaklaşmasında Rusya'nın ne kadar önemli bir rol oynadığı hatırlandığında, İran herhalde Rusya'yı artık bölge dışı bir ülke olarak görmüyordur. O halde Türkiye'nin "bölge dışı aktörlerin bölgeye karışmasına birlikte engel olmak" söyleminden de Rusya'nın kastedilmediğini düşünecektir. Kastedilen ABD ise bunu da anlamak zor, zira İran uluslararası toplumla yeniden buluştuğu, yaptırımlardan kurtulduğu ve özellikle yabancı yatırımları yeniden kabul etmeye hazırlandığı bir dönemde ABD ile de arasını hoş tutmak gerektiğini düşünüyor. Bu da İran ile Türkiye arasında bölgesel sorunların çözümüne yaklaşımda bir farklılık daha oluşturmuyor mu?
İran, Türkiye'nin Rusya ile olan ilişkilerindeki bozulmanın Türkiye ekonomisine olumsuz etkilerinin artık iyice anlaşıldığı bir sırada Türkiye için önemli bir ortak olarak da görülüyor. Türkiye enerji ithalatında karşılaşabileceği sıkıntıları İran'dan almakta olduğu petrol ve doğal gaz miktarını artırmakla gidermeyi umuyor. Rusya ile bozulan ilişkilerin dış ticaretine yaptığı olumsuz etkileri İran pazarına girmek, yeni yatırımlar ve artan ticaretle dengelemeyi de planlıyor. Rus turistlerin Türkiye'ye gelişlerinin engellenmesi nedeniyle turizm sektöründe yaşanacak krizin de İran'dan gelecek turistlerle kapatılabileceğini umuyor. Bu da ilişkilerin ikili boyutunun önemini gösteriyor.
Ziyaret sırasındaki görüşmelerde herhalde Suudi Arabistan tarafından bölgede terörle mücadele amacıyla kurulması hedeflenen askeri oluşuma Türkiye'nin neden dahil olduğu da gündeme gelmiştir. Türkiye tarafı da muhtemelen bunun bir Sünni ittifak olmadığını, esasen Türkiye'nin bir Sünni devleti de olmadığını, laik, demokratik bir hukuk devleti olduğunu, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, adalet, ifade ve basın özgürlüğü ilkelerine saygı esasına dayalı bir yapısı olduğunu anlatarak cevap vermiştir. İran'ı asıl rahatlatacak olan da budur. Zira artık İran değişiyor ve Türkiye olan ilişkilerini de dünya ile olduğu gibi 1639 vizyonuyla değil 2016 vizyonuyla kurgulamak istiyor.
BM: İran barışçıl nükleer faaliyetlerinden sapmadı
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, İran'ın incelenen nükleer malzemelerinde silah yapımına dair herhangi bir emareye rastlanmadığını söyledi.
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Yukiya Amano, İran'ın deklare ettiği nükleer malzemeler üzerinde yaptıkları incelemelerde, bunların atom bombası yapılmak üzere kullanıldığına dair bir emareye rastlamadıklarını açıkladı.
İran'la dünya güçleri arasındaki anlaşmaya göre, UAEK'nin İran'ın nükleer programını denetleme görevinin yıllarca süreceğini ifade eden Amano, bunun için yeni bir büro kurduklarını belirtti.
Kuzey Kore'nin nükleer programının büyük endişe kaynağı olduğunu da ifade eden Amano, Pyongyang'ın bu hareketinin BM Güvenlik Konseyi kararlarının açıkça ihlali anlamına geldiğini kaydetti.
Zika virüsü ile ilgili de açıklama yapan Yukiya Amano, virüsün hızlı bir şekilde teşhis edilmesini sağlayacak seyyar aygıtları Güney Amerika'ya göndereceklerini dile getirdi.
Hakiki Ve Sahte Dostluklar...
“Havariler Hz. İsa (a.s)'a şöyle dediler: Ey Ruhullah, kimler ile oturup kalkalım/dost olalım?
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem): “Havariler Hz. İsa (a.s)'a şöyle dediler: Ey Ruhullah, kimler ile oturup kalkalım/dost olalım? Hz. İsa (a.s) şöyle cevap verdi: Gördüğünüzde sizlere Allah'ı hatırlatan, sözleri ilminizi arttıran ve amelleri, sizleri ahirete sevk eden kimseler ile oturup kalkın.” (Bihar'ul-Envar, c. 1, s. 203)
İmam Ali (aleyhisselam): “Her kim Allah’a itaat yolunda yardımcı olursa en iyi dosttur.”(Gurer’ul Hikem, 1142)
Dost vardır insanı nara götürür, dost vardır insanı nura götürür. Dost vardır yılan gibidir; zahiri rengi rengârenktir, güzeldir ama içi zehir doludur. Dost vardır sana kamburdur, yükünü ağırlaştırır, dost vardır yükünü, kederini hafifletir. Dost vardır; dostluğu her gün ahiretine bir şeyler kazandırır, dost vardır cehennemine her gün odun toplatır. Dost vardır; her şeye rağmen dosttur, dost vardır dostluğu çıkar ve menfaate dayalıdır.
Günümüz dünyasının insanın en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi gerçek dostluk ilişkisidir. Komşuluk, akrabalık, iş arkadaşlığı, yol arkadaşlığı, inanç ve dava arkadaşlığı ve hatta hayat arkadaşlığında bile genelde sahteciliğin, riyanın, çıkar ve menfaatin kol gezdiği bir zaman dilimini yaşamaktayız.
Güvenden, inanmaktan, sevgiden, dayanışmadan, samimiyetten, birlikten, aynı davayı savunmak ve paylaşmaktan, aynı yolu yürümekten mahrum ilişkilerde ve birlikteliklerden uzak dialoklarda insanın hayır görmesi ve huzur bulması zaten mümkün değildir. İnançlı ve ahiret kaygısıyla yaşayan her insan içinde menfaatin ve çıkarın, sahtecilik ve yapmacılığın olmadığı bir dostluk, bir ilişki ile karşılaşılınca da, insan kaybettiği bir cevherini bulmuş gibi sevinmektedir. Zira böyle bir dost cevherdir, çok sıcak bir havada susayan insana serin sudur, nefesi tükenip nefes için havaya ihtiyacı olan için havadır, karanlıkta olan için çıradır. İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Seni baki yurda çağıran ve onun için amel etmen hususunda sana yardımcı olan kimse şefkatli dostundur.”(Gurer’ul Hikem, 8775)
Günlük yaşamda huzur ortamının sağlanması ve korunması için gerçek dostlar bulmak ve var olan gerçek dostlar ile gerçek dostane ilişkilerin devamını sürdürmek gerekir. Hakiki dostlukların dostane bir şekilde devam etmesinin yolu fedakârlıkla orantılıdır. Dost dostuna her anlamda ayna olabiliyor ise bu dostluk samimi/dostane bir dostluktur demektir. Ayna seni olduğun gibi yansıtıyor ise sana iyilik yapmaktadır, senin dostundur. Ama ayna seni sen olarak değil de, farlı gösteriyor ise sana kötülük etmektedir ve kırılmayı hak etmektedir. İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Sadık dost ayıpların hususunda sana nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.”(Gurer’ul Hikem, 1904)İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Hikmet sahipleriyle otur ki aklın kemale ersin, nefsin şereflensin ve cehaletin ortadan kalksın.”(Gurer’ul Hikem, 4787)
İslam dinine göre her müminin kendisine dost edinebileceği, oturup konuşabileceği, dertleşebileceği üç kişi vardır. Bunlar; “Refik, Sedig ve eğ”’dir. Yani dost dostuna ya “refig” olup refakat edecek ya “sedig” olup sadakat edecek yahut “eğ” olup uhuvvet edecektir. Bu üçünden başkasının dostluğu maddi ve manevi olarak zarardır, ziyandır, derttir, musibettir. Bu üç kavramın üçü de Kuran’da zikrolunmuştur.
Refig kimdir? Hz. İmam Ali aleyhisselam şöyle buyuruyor; “Senin refigin ayıpların hakkında seni basiretlendirendir.”
Sedig kimdir? “Sizin günaha düşmemeniz ve sürçmemeniz için daima sizi gözetleyendir.” Zira sizin günaha düşmeniz onu üzer, perişan eder. Bundan dolayı refig sizin günaha düşmenize asla razı olmaz.
Eğ (uhuvveti olan) kimdir? “Senin elinden tutup manevi yollarda ilerlemeni sağlayan ve Allah’a ulaşmana vesile olan insandır.”
Bu üçünün dostluğunda maddi, manevi, dünyevi ve uhrevi hayır vardır, bunlardan başkalarının dostlukları çıkar, menfaat, madde üzerine oluşan dostluklardır ve çıkar, madde ve menfaate dayalı dostluklar ahirette düşmanlığa dönüşeceği gibi dünyada zarardan başka bir şey doğurmayacaktır. Allah’u Teala şöyle buyuruyor:“Dostların bir kısmı, bir kısmına düşman olur o gün, ancak takvalılar müstesnâ.” (Zuhruf, 67)
Ne mutlu gerçek dostu (refig, sedig, eğ’i) bulanlara, ne mutlu gerçek dostların kadir/kıymetini bilenlere ve dostunu kendisine ayna görebilenlere…
Selam ve dua ile…
Mehdi AKSU
Zarif: İran, Filistin davasını desteklemeye devam edecek
Dışişleri Bakanı, “Son 40 senede uygulanan bütün baskılara rağmen İran, Filistin davasına desteğini sürdürecek” dedi.
Endonezya’nın başkenti Cakarta’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı 5. Olağanüstü Konferansı’na İran’ın temsilcisi sıfatıyla katılan İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif yaptığı konuşmada, “Filistin günden güne Siyonistlerin zorbalıklarına kurban edilmiş ve İsrail’in vahşice işgalini sürdürmesiyle birlikte, uluslararası insancıl hukukun en önemli ilkeleri çiğnenmiştir” diye konuştu.
İsrail rejiminin Mescid-i Aksa ve çevresindeki mekanlara karşı yürüttüğü yayılmacı politikalarını örtbas etmek için, coğrafi demografiyi değiştirerek Mescid-i Aksa ve Kudüs’ü Yahudileştirmeye çalışmaktadır” diye açıkladı.
BMGK’nin ve özellikle Amerika’nın birkaç nedenden dolayı BM Sözleşmesi’nde belirtilen görevlerini yerine getirmemesini eleştiren Zarif, İsrail’in dünya barış ve güvenliğine karşı ortaya çıkardığı tehdidin devam etmesine neden olduğunu belirtti.
Müslümanların kendi anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak Filistin’in işgaline son verilmesi için icraat yapılması gerektiğini vurgulayan Zarif, “Filistin’in tamamen özgürlüğe kavuşması için İsrail işgalcilerinin Kudüs şehrinin dokusunu değiştirmeye yönelik yaptıkları yasadışı eylemlerinin karşısına geçmeliyiz” açıklamasında bulundu.
Filistin ve Kudüs meselesinin İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ana görevi olduğunu ve bu husustaki bütün vaatlerini yerine getirmesi gerektiğini ifade eden Zarif, “Bugün birçok meseleyle meşgulüz ancak bunların hiçbirisi bizi İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ana konusu ve var oluş felsefesinden uzaklaştırmamalıdır” diye kaydetti.
İsrail’i destekleyen devletler ve STK’ların günden güne bu rejimi desteklemekten vazgeçmeye başladıklarını da dile getiren Zarif, “İran İslam Cumhuriyeti, Filistin’e karşı üstlendiği bütün sorumluluklarını yerine getirmeye vurgu yapıyor ve son 40 senede kendine karşı uygulanan baskıların Filistin’i desteklemesinden kaynaklandığını bilmesine rağmen, Filistin davasını desteklemeye devam edecek” diye ekledi.
"İran Ziyareti İçin Dönüm Noktası Denilebilir!"
Ehlibeyt Alimleri Derneği-EHLADER Genel Sekreteri Kadir Akaras, Tv on4'de Cuma günleri ana haber bülteninden sonra yayınlanan 'Haftanın Yorumu' programında gündemi değerlendirdi.
Kadir Akaras, Suriye'de bir haftadır uygulanan ateşkes, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin Hizbullah Hareketi'ni 'terör örgütü' ilan etmeleri ve Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun İran ziyareti gibi gündemin önde gelen haberlerini 'Haftanın Yorumu' programında analiz ederek, değerlendirdi.
Terör örgütlerinin saldırılarına rağmen Suriye'de kısmen ateşkesin uygulandığını belirten Akaras, "Suriye bölgemizin 5 yıllık kanayan yarası. Birinci derecede Türkiye'yi de ilgilendiriyor, çünkü yanı başımızda. Çok acımasız bir savaş, aslında teröre karşı bir savaştır bu. Bu konu bölge ülkelerini, Irak, Lübnan, İran, Arabistan ve İsrail kısaca bölgeyi ve bütün dünyayı ilgilendiren bir alan. Suriye, uluslararası bir arena haline dönmüş durumda. Suriye'deki vekaletler savaşında terör örgütleri ciddi kayıplar vermeye başladı ve ateşkes daha ciddi olarak gündeme alındı. Ateşkeste bir tarafta devlet bir tarafta da terör örgütleri var. Meşru hükümete karşı silahlı mücadele verenler terör örgütüdür demiştik. Ateşkeste müzakere masasında bazı gruplar terör örgütü olarak açıklanırken bazıları da bunun dışında tutuldu. Haberlere bakılırsa birçok örgütle hükümet arasında anlaşmalar yapıldı ve silah bırakıldı. Cumhurbaşkanı Beşar Esad'da genel af çıkardı." açıklamasında bulundu.
Ateşkes bu şekilde devam ederken "bundan rahatsız olanlarda var" diyen Akaras, "Kaybeden taraflar, özellikle Nusra, IŞİD ve benzeri terör örgütlerini destekleyenler bu ateşkesten rahatsızlıklarını diplomatik bir dille dile getirdiklerini görüyoruz. Rusya ve ABD arasında varılan anlaşma ve Suriye'nin ikna edilmesi ve terör örgütlerinin bu ateşkes dışında tutulması saha açısından önemli gelişmelerdir. Yakın bir gelecekte Suriye'de ciddi bir rahatlama olacağını görüyoruz." dedi.
Suriye'deki bu gidişatın iyi yönde olduğunu belirten Akaras, "IŞİD ve Nusra gibi terör örgütlerinin ateşkes dışında tutulması, uluslararası camiada bir rahatlamayı getirdi. Türkiye ve Suudi Arabistan içinde bu önemli. Çünkü, adı sayılan bu ülkeler uluslararası camia tarafından sayılan örgütlere destek iddiası ile suçlanıyordu. Suriye'deki ateşkes nedeniyle Türkiye'de sınırlarını daha iyi kontrol edecek. Bu teröristler dış ülkelerden gelen kişiler. 80 ülkeden 360 bin tekfirci militanın Suriye'de olduğu belirtiliyor. Türkiye'den giden militan sayısı ise 25 bin olarak belirtiliyor. Bu militanlara katşı uluslararası arenada ülkeler değişik güvenlik tedbirleri almaya başladı. Ateşkesin tarafı hükümettir. Düne kadar hükümeti meşru kabul etmediklerini söyleyen taraflar (Türkiye'de dahil) bugün ateşkesin tarafı olarak hükümeti kabulleniyorlar. Fakat bölgedeki fitne bitmiyor. Savaş bitse de bölgede yeni sorunlar, Irak'ta, Türkiye'de sorunlar yaşanacak. Ama bir şekilde sükûnete doğru hızlı adımlar atılıyor." İfadesini kullandı.
Diğer önemli bir gündem ise Körfez İşbirliği Ülkeleri'nin Lübnan2daki Hizbullah Hareketi'ni "terör örgütü" olarak kabul etmesi konusu var. Akaras, "Hizbullah kurulduğu günden beri, kendi ülkesine karşı herhangi bir eylemi söz konusu değil. Hizbullah, Lübnan ordusu ile birlikte yıllarca Lübnan'ı işgal eden işgalci, terörist, gasıp İsrail'e karşı savaşan bir gruptur. Bizde nasıl halk köy korucusu şeklinde ordu ile beraber teröre karşı savaşıyorsa, Lübnan'da da Hizbullah halk olarak ordunun yanında İsrail'e karşı savaşan, siyasi parti olan ve mecliste milletvekili olan, hükümet içinde de bakanı olan ve işgale karşı direnen bir gruptur Hizbullah. 1967'den beri işgalci İsrail'e karşı Arap ve İslam dünyasında da şimdiye kadar devletlerin yapamadığını başaran bir tarihi yaşatmıştır. Hizbullah özellikle 1982'den sonra sürekli İsrail'e yenilgi tattıran ve Lübnan'ı işgalden kurtaran bir harekettir Hizbullah. Bundan dolayı Lübnan içinde Sünni, Marunİ, Dürzi, Hristiyan hangi grup, topluluk, etnik yapıyı dikkate alırsanız alın, hepsinin içinde Hizbullah sempatizanı vardır. Hizbullah'ın içerisinde bu gruplarda vardır. Hizbullah, Lübnan'da bir şekilde ordunun yardımcısıdır. Halktan alınan destek ve Lübnan hükümeti içinde resmiyeti olan bir yapıdır bu. Hizbullah hakkında, terör eylemi yaptığına dair bir belge bilgi yoktur. Hizbullah da açık bir şekilde bizim savaşımız İsrail ile diyor." dedi.
Hizbullah'ın Suriye'ye giriş meselesine de değinen Akaras, "Oradaki tekfirciler sadece Suriye ile kalmadı, Irak, Ürdün, Lübnan'a da saldırılar düzenledi. Hizbullah ise Suriye ile Lübnan'ın sınır bölgesi olan Kalamun bölgesinde tekfircilere karşı mücadeleye başladı. Bu sınır hattı korunarak kendisine gelecek tehlikelerden korunmaya çalıştı ve Lübnan ordusu ile bu bölgede güvenliği sağlamaya çalıştı. Kalamun'daki varlık sebebi de budur. Burada da Suriye hükümeti ile beraber hareket ediyor. Yani Hizbullah Suriye'ye hükümetin bilgisi ve onayı ve daveti ile girmiştir." açıklamasında bulundu.
Akaras, "Körfez ülkeleri ve özellikle Suudi Arabistan'ın Yemen'de, Suriye'de ve Lübnan'daki yenilgileri, Suudilerin Lübnan ordusuna yapılan yardımların kesilmesine sebep oldu. Suudiler kendi üzerinde bulunan terör örgütlerini destekliyor ithamından da kurtulmak amacıyla, aslında psikolojik savaş sonucunda Hizbullah'ı terör örgütü olarak itham etti. Bu Hizbullah'ı etkilemez." dedi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun İran'a ziyareti konusuna da değinen Akaras, "İki komşu ülkenin arasında ciddi bir sorun yoktur. Her zaman bir açık kapı vardır. Fakat son zamanlarda özellikle Suriye ve Irak üzerinden siyasi anlamda ciddi görüş ayrılıkları söz konusu. Suriye'de İran farklı bir yerde duruyor, Türkiye farklı bir yerde duruyor. Irak'ta, Bahreyn'de, Yemen'de aynı şekilde. Ortadoğu'nun genelinde farklı cenahlarda duruyorlar. Büyük devletlerde bu gibi durumlar ortak çıkarları kenara atmaya sebep olmaz. Türkiye ve İran'ın bölgede ve dünyada ortak çıkarları söz konusu. Bunu hem İran biliyor hem Türkiye biliyor. İran üzerindeki yaptırımlar kalktı, artık ülke seçici davranıyor. Suriye olayları sonrasında İran ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler hep azalmış. Suriye'deki ateşkes ve Rusya'nın Suriye'de olması ve Türkiye'nin Rus savaş uçağını düşürmesi ile gerilen ilişkiler söz konusu. Böyle bir zamanda Başbakan Davutoğlu'nun İran'a yapacağı sefer çok çok önemli." ifadesini kullandı.
Akaras, "Ziyaret için, bir dönüm noktası denilebilir. Ekonomik ve siyasi anlamda iki hedef söz konusu. Davutoğlu İran'dan Rusya ile Türkiye arasında arabuluculuk isteyebilir. Türkiye ise Arabistan ile İran arasında arabulucu olabilir. Suriye'deki ateşkes sonrası bu ülke ile daha yakın iş birliğine gitmek istenebilir. IŞİD konusunda anlaşıldığı gibi (terör örgütü) diğer bazı konularda da bir yakınlık söz konusu olabilir. Suriye sorununun masa başında çözümlenmeye başlanmış olması Türkiye'yi İran'ın görüşlerine yaklaştırıyor. Ekonomik olarak Rusya'da kayıp yaşayan Türkiye, bunu gidermek durumunda. Önümüz yaz tatili ve Nevruz yaklaşıyor. İran'da Nevruz'da 15 günlük bir tatil söz konusu. İran'ın bu turistlerini kazanabilmek açısından, bu sefer ekonomik açıdan da çok büyük önem taşıyor." yorumunda bulundu.
On4haber
Babek Zencani'ye idam cezası
Türkiye'nin işadamı Rıza Zarrab'ın ortağı olarak tanıdığı, İran'da milyar dolarlık yolsuzluk suçlamasıyla yargılanan Babek Zencani'ye idam cezası verildi.
İran'da milyar dolarlık yolsuzluk suçlamasıyla yargılanan işadamı Babek Zencani'ye idam cezası verildiği duyuruldu. Zencani, İran devletini 2.8 milyar dolar dolandırma suçlamasıyla Aralık 2013'te tutuklanmıştı.
Zencani'nin dosyası, İran tarihinin en büyük yolsuzluk dosyası olarak tanımlanıyor. Geçen hafta yolsuzluktan idam edilen iş adamı Hüsrevi dosyası ise Zencani'den sonra geliyordu.
İranlı iş adamı Babek Zencani, yıllarca İran'a uygulanan BM ambargosunu deldiğini itiraf etmişti. Zencani, tutuklanmadan iki gün önce yazdığı 'Gerçek Nedir' başlıklı yazısında; "İran Merkez Bankası'na ve İran Ulusal Petrol Şirketi'ne uygulanan ambargoya rağmen buralara yıllarca para aktardım. Ambargoyu delerek kendi şirketlerimin ve yurtdışında ortaklığım bulunan şirketlerin kara listeye alınmasını göze aldım. Eğer Amerikalıların eline düşseydim kendimi Guantanamo'da bulurdum" demişti.
Nasrallah: Teröristlerle mücadele ederken nasıl terörist olabiliriz?
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, bugün yaptığı konuşmada, "Biz, oybirliğiyle terör örgütü olarak kabul edilen bir örgüte karşı savaşıyoruz. O zaman biz nasıl terörist olabiliriz?" diye sordu.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Hizbullah komutanı Ali Fayyad'ın Suriye'nin Halep kentinde öldürülmesinin ardından bugün bir konuşma yaptı. Hizbullah lideri, Körfez İşbirliği Konseyi'nin kendilerini ‘terör örgütü' ilan etmesi ve bölgedeki gelişmeler hakkında açıklamalarda bulundu.
‘IŞİD ŞİİLERDEN DAHA ÇOK SÜNNİLERİ ÖLDÜRDÜ'
IŞİD'le savaşmaları için, gelen talep üzerine Irak'a gizlice generaller gönderdiklerini açıklayan Nasrallah, sözlerini, "Irak'a neden müdahale ettik? İstatistik olarak, IŞİD, Irak'ta Şiilerden daha çok Sünnileri öldürdü. Irak hükümeti, bilim insanları ve halk yardım istedi ve en yüksek ses Ayetullah Ali Sistani'nindi. Bizden yardım istendi. Onların liderlere ve generallere ihtiyacı vardı — askerlere değil. Gece yarısı birkaç kişiyi aradık ve onları Irak'a gönderdik. Görevimizin farkındayız. Obama, Irak'ta IŞİD'in işgal ettiği toprakların yüzde 40'ının geri alındığını söylüyor. Bunu kim yaptı? Siz mi biz mi?" şeklinde sürdürdü.
Nasrallah'ın konuşmasından satır başları şu şekilde:
— Suudi Arabistan'ın sinirlenmesini anlıyoruz, çünkü başarısız olan herkes sinirlenebilir.
— Biz, oybirliğiyle terör örgütü olarak kabul edilen bir örgüte karşı savaşıyoruz. O zaman biz nasıl terörist olabiliriz?
— Lübnan ordusu, Lübnan halkı, Lübnan direnişi Lübnan'ı koruyor. Körfez'deki Araplar değil.
— Bizim terör örgütü olarak ilan edilmemizin sebebi, tüm dünyada ezilenlere umut vermemiz.
— Bugün Suudi Arabistan Lübnan'a kızgın. Hizbullah'a da kızgın olabilir, bunu anlıyorum. Çünkü bize karşı sürekli yeniliyor.
‘ARAP REJİMLERİ İSRAİL'E KARŞI KOYANLARA KOMPLO KURDU'
— Özellikle Suudi rejimi olmak üzere Arap rejimleri her zaman İsrail'e karşı koyanlara yönelik komplo kurdu.
— Bazı Arap krallıkları İsrail'in koruması olmadan yola devam edemeyeceklerini biliyor.
— Arap ülkelerine diyoruz ki, bizi rahat bırakın. Sizden hiçbir şey istemiyoruz.
— Suudiler Yemen'de kaybediyor ve bu, onları savaş suçu işlemeye itiyor.
— Suriye'deki savaşa dahil olmak bizim görevimiz.