
کارگر
Nükleer Müzakere heyetine yakın bir kaynak: “Nükleer Müzakereler ciddi bir şekilde ilerliyor”
İran ve 5+1 Grubu arasında bir haftalığına uzatılan nükleer müzakere süreci sona yaklaşırken, aktarılan haberlere göre müzakereler ciddi bir şekilde ilerliyor.
muhabirlerinin Viyana’dan aktardığı habere göre, Müzakere heyetlerine yakınlığı ile bilinen bir kaynak, İran ve 5+1 Grubu ülkeleri arasında devem etmekte olan görüşmelerin çok ciddi bir şekilde ilerlediğini belirterek, “Tüm taraflar müzakere sürecine aktif olarak katılmakta ve görüşmeler çok ciddi” diye açıklamada bulundu.
İsminin açıklanmasını istemeyen yetkili ayrıca İran ve 5+1 Grubu ve hatta 5+1 Grubuna üye ülkeler arasında hala bazı görüş ayrılıklarının devam ettiğini ve buraya kadar uzlaşı sağlanamayan bu konular üzerine yoğunlaşıldığı haberini verdi ve “Ama genel olarak müzakere sürecinin seyri pozitif ve ciddi ilerlemeler var” dedi.
İran nükleer müzakere heyeti ise geçen hafta uzatılan ve bugün süresi dolacak olan sürenin hiç bir önem taşımadığını ve süreden daha önemli olanın ise iyi bir anlaşmaya varmak olduğu açıklamasında bulunmuştu.
İran ve BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’ya ek olarak Almanya’dan oluşan 5+1 Grubu arasında ve nihai bir anlaşmaya varabilmek için geçen hafta uzatılan ek süre bugün akşam saatlerinde doluyor.
O.SH
Kadir Gecelerinin Müşterek Ve Özel Amelleri
1- Gusül almak. Merhum Alleme Meclisi bu guslün güneş batacağı sırada yapılıp onunla akşam namazının kılınmasının daha faziletli olduğunu yazmıştır.
2- İki rekât namazı her rekâtta Hamd’dan sonra yedi defa İhlâs suresini okuyarak kılmak. Namazın ardından da yetmiş defa: “Esteğfirullahe ve Etûbu İleyh” söyleyerek Allah’tan mağfiret dilemek ve tövbe etmek. Resul-i Ekrem’den (s.a.a) nakledilen bir hadiste şöyle buyurmaktadır. “Kim bu ameli yaparsa yerinden kalkmadan Allah onu ve anne-babasını bağışlar.”
3- Bir amel de şudur: Kur’an-ı Kerim’i açıp önüne kor ve şu duayı okursun:
اللَّهُمَّ إِنِّى أَسْأَلُكَ بِكِتَابِكَ الْمُنْزَلِ وَ مَا فِيهِ وَ فِيهِ اسْمُكَ الْأَكْبَرُ وَ أَسْمَاؤُكَ الْحُسْنَى وَ مَا يُخَافُ وَ يُرْجَى أَنْ تَجْعَلَنِى مِنْ عُتَقَائِكَ مِنَ النَّارِ
“Ey Allah! İndirdiğin kitabın ve onda bulunan büyük ismin ve güzel isimlerin hürmetine ve kitabındaki korkutan veya ümit veren (ayetlerin) hürmetine, beni cehennem ateşinden azad ettiğin kimselerden kılmanı dilerim Senden.”
Ve bu duanın ardından da hacet ve dileklerinizi Hak Teâlâ’dan istersiniz.
4- Bu gecelerde yapılan bir amel de şöyledir: Kur’an’ı alıp başınıza kor ve şöyle dua edersiniz:
اللَّهُمَّ بِحَقِّ هَذَا الْقُرْآنِ وَ بِحَقِّ مَنْ أَرْسَلْتَهُ بِهِ وَ بِحَقِّ كُلِّ مُؤْمِنٍ مَدَحْتَهُ فِيهِ وَ بِحَقِّكَ عَلَيْهِمْ فَلا أَحَدَ أَعْرَفُ بِحَقِّكَ مِنْكَ
Sonra da on defa “Bike ya Ellah”.
On defa “Bi-Muhammedin”.
On defa “Bi- Eliyyin.”
On defa “Bi-Fatimete”.
On defa “Bil-Haseni”.
On defa “Bil-Hüseyni”.
On defa “Bi-Eliyyibnil Hüseyin”.
On defa “Bi-Muhammed ibn-i Eliyyin”.
On defa “Bi-Ce’fer ibn-i Muhammed”.
On defa “Bi-Musa ibn-i Ce’fer”.
On defa “Bi-Eliyyibn-i Musa”.
On defa “Bi-Muhammed ibn-i Eliyyin”.
On defa “Bi-Eliyyibn-i Muhammed”.
On defa “Bil-Hesen ibn-i Eliyyin”.
On defa “Bil-Hucceti”.
Söyleyip hacetlerinizi istersiniz. Bu duada önce Allah-u Teâlâ’yı, Kur’an-ı Kerim’e ve O’nun gönderdiği peygamberine (s.a.a) ve Kur’an’ın methettiği müminlere sonra da Allah’u Tealayı kendi Mukaddes Zatına ve Ehl-i Beytten olan on dört Masumun her birinin hürmetine yemin ederek hacet ve dileklerinizi Hak Teâlâ’dan diliyorsunuz.
5- Bu gecenin bir ameli de imkânı olanlar için İmam Hüseyin’in (a.s) mukaddes türbesini ziyaret etmektir. Uzakta olanlar da uzaktan o hazreti selamlayarak ziyaret edebilirler.
6- Bu üç gecede ihya tutmak (bu geceleri yatmadan sabahlamak) da müstehaptır. Bir hadis-i şerifte şöyle geçer: “Kadir Gecesinde ihya tutan kimsenin günahlarını, Allah bağışlar.”
7- Her üç gecede de yüz rekât namaz kılmanın çok fazileti vardır. Bu namazlarda her rekâtta Hamd’dan sonra on defa İhlâs suresi okunursa daha faziletli olur.
8- Şu duanın okunması da bu üç gecenin müşterek amelidir:
اللَّهُمَّ إِنِّى أَمْسَيْتُ لَكَ عَبْدا دَاخِرا لا أَمْلِكُ لِنَفْسِى نَفْعا وَ لا ضَرّا وَ لا أَصْرِفُ عَنْهَا سُوءا أَشْهَدُ بِذَلِكَ عَلَى نَفْسِى وَ أَعْتَرِفُ لَكَ بِضَعْفِ قُوَّتِى وَ قِلَّةِ حِيلَتِى فَصَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ وَ أَنْجِزْ لِى مَا وَعَدْتَنِى وَ جَمِيعَ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ مِنَ الْمَغْفِرَةِ فِى هَذِهِ اللَّيْلَةِ وَ أَتْمِمْ عَلَىَّ مَا آتَيْتَنِى فَإِنِّى عَبْدُكَ الْمِسْكِينُ الْمُسْتَكِينُ الضَّعِيفُ الْفَقِيرُ الْمَهِينُ اللَّهُمَّ لا تَجْعَلْنِى نَاسِيا لِذِكْرِكَ فِيمَا أَوْلَيْتَنِى وَ لا)غَافِلا( لِإِحْسَانِكَ فِيمَا أَعْطَيْتَنِى وَ لا آيِسا مِنْ إِجَابَتِكَ وَ إِنْ أَبْطَأَتْ عَنِّى فِى سَرَّاءَ )كُنْتُ( أَوْ ضَرَّاءَ أَوْ شِدَّةٍ أَوْ رَخَاءٍ أَوْ عَافِيَةٍ أَوْ بَلاءٍ أَوْ بُؤْسٍ أَوْ نَعْمَاءَ إِنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاءِ
Bu duayı Merhum Kef’emi, İmam Zeyn-ül Abidin’den (a.s) nakletmiş ve şöyle demiştir; “İmam (a.s) bu duayı, Kadir gecelerinde hem ayak üstü, hem oturarak, hem rükuda ve hem de secdede okurdu.”
Merhum Meclisi bu gecelerin en değerli ve faziletli amellerini şöyle sıralamıştır:
İstiğfar etmek, zikir, kendimizin, anne babamızın akraba ve mümin kardeşlerimizin dünya ve ahiretleri ile ilgili hacetleri istemek, Hz. Muhammed’e (s.a.a) ve Ehl-i Beytine mümkün olduğu kadar selat-u selam etmek ve bazı rivayetlere göre Cevşen-i Kebir duasının da bu üç gecede okunması müstehaptır. Bir rivayette ise şöyle geçer: Resulullah’a (s.a.a) Kadir gecesine girdiğimizde (o gecede) ne isteyelim Hak Teala’dan” diye sorulduğunda, Resuli Ekrem (s.a.a) “afiyet dileyin” buyurdu.
Kadir Gecelerinin Her Birisinin Özel Amelleri
On dokuzuncu Gece
1- Yüz defa “Esteğfirullahe Rabbi ve Etûbu ileyhi” “Rabbim olan Allah’tan mağfiret diler ve ona tövbe ederim”. Demek.
أَسْتَغْفِرُ اللَّهَ رَبِّى وَ أَتُوبُ إِلَيْهِ.
2- Hz. Emir-ül Müminin Ali’nin (a.s) Kufe mescidinin mihrabında İbn-i Mülcem tarafından vurulmasının bu geceye tekabül etmesi münasebetiyle yüz defa “Ellahummel’an katalete Emir-il Müminin (a.s). “Ey Allah! Emir-ül Müminin’in Ali’nin katillerine lanet et” söylemek müstehaptır.
اللَّهُمَّ الْعَنْ قَتَلَةَ أَمِيرِ الْمُؤْمِنِينَ.
3- Bu gecenin bir ameli de, şu duayı okumaktır:
اللَّهُمَّ اجْعَلْ فِيمَا تَقْضِى وَ تُقَدِّرُ مِنَ الْأَمْرِ الْمَحْتُومِ وَ فِيمَا تَفْرُقُ مِنَ الْأَمْرِ الْحَكِيمِ فِى لَيْلَةِ الْقَدْرِ وَ فِى الْقَضَاءِ الَّذِى لا يُرَدُّ وَ لا يُبَدَّلُ أَنْ تَكْتُبَنِى مِنْ حُجَّاجِ بَيْتِكَ الْحَرَامِ الْمَبْرُورِ حَجُّهُمْ الْمَشْكُورِ سَعْيُهُمْ الْمَغْفُورِ ذُنُوبُهُمْ الْمُكَفَّرِ عَنْهُمْ سَيِّئَاتُهُمْ وَ اجْعَلْ فِيمَا تَقْضِى وَ تُقَدِّرُ أَنْ تُطِيلَ عُمْرِى وَ تُوَسِّعَ عَلَىَّ فِى رِزْقِى وَ تَفْعَلَ بِى كَذَا وَ كَذَا.
“Ey Allah! Kadir gecesinde, hükmedip mukadder buyurduğun ve hikmet üzere kararlaştırdığın şeyler ve değişmeyen hükümlerin arasında, beni de hac’ları kabul olan, saylarının karşılığı verilen, günahları affedilen, kötülüklerinin üstü örtülen hacılardan yaz.
Ömrümün uzamasını, rızkımın çoğalmasını mukadder buyur. Ve benim şu, şu hacetlerimi yerine getir.” Bu son cümle yerine istediği hacetleri zikreder.
Yirmi Birinci Gece
Bu gece on dokuzuncu geceden daha faziletlidir. Bu gecede de üç gecenin müşterek amellerini yerine getirmekle birlikte bu gece ve yirmi üçüncü gecenin gusül, ihya ve ibadetine daha çok önem verilmesi hadislerde üstelenmiş ve kadir gecesinin bu iki geceden birisi olduğu vurgulanmıştır. Muhtelif hadislerde nakledildiğine göre Masumlardan birisine kadir gecesinin bu iki geceden hangisi olduğu sorulduğunda, “istediğini bu iki geceden birisinde (her iki geceye de amel ederek) bulman kolaydır.” Veya “Neden her iki gecede de hayır amel işlemeyesin?!” gibi cevaplarla yetinmiş ve kesin belirlememişlerdir.
Merhum Şeyh Saduk’un bu iki geceyi ilahi olan ilmi müzakerelerle geçirmek daha efseldir, dediği nakledilmiştir.
Bu geceden itibaren Ramazanın son on günlerine ait duaların okunmasına da başlanır. O dualardan birisi Merhum Kuleyni’nin İmam Sadık’tan naklettiği duadır. İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: Ramazanın son on gününde şöyle söylersin:
أَعُوذُ بِجَلالِ وَجْهِكَ الْكَرِيمِ أَنْ يَنْقَضِىَ عَنِّى شَهْرُ رَمَضَانَ أَوْ يَطْلُعَ الْفَجْرُ مِنْ لَيْلَتِى هَذِهِ وَ لَكَ قِبَلِى ذَنْبٌ أَوْ تَبِعَةٌ تُعَذِّبُنِى عَلَيْهِ
“(Ey Rabbim!) Ramazan ayının bitmesi veya bu gecenin sabah olmasına rağmen benim boynumda azaba vesile olacak bir günahın kalmasında, Kerim veçhinin celaline sığınırım.”
Merhum Kef’emi’nin nakline göre İmam Sadık (a.s) Ramazan ayının son gecesinde farz ve sünnet namazlardan sonra şöyle dua ederdi:
اللَّهُمَّ أَدِّعَنَّا حَقَّ مَا مَضَى مِنْ شَهْرِ رَمَضَانَ وَ اغْفِرْ لَنَا تَقْصِيرَنَا فِيهِ وَ تَسَلَّمْهُ مِنَّا مَقْبُولا وَ لا ُؤَاخِذْنَا بِإِسْرَافِنَا عَلَى أَنْفُسِنَا وَ اجْعَلْنَا مِنَ الْمَرْحُومِينَ وَ لا تَجْعَلْنَا مِنَ الْمَحْرُومِينَ
“Allah’ım! Ramazan ayının geçmiş (günlerinin) hakkını bizden taraf eda et. Onun hakkında yaptığımız kusur ve ihmali bağışla. Onu bizden kabul buyur. Nefsimize yaptığımız zulümden dolayı bizi cezalandırma. Bizi rahmetine mazhar olanlardan kıl; mahrum olanlardan değil.”
İmam (a.s) şöyle buyurmuştur; “Kim bu duayı söylerse, Allah bu aydaki geçmiş kusurlarını bağışlar ve geriye kalan günlerinde ise, onu günahtan korur.”
Yine Seyyid İbn-i Tavus’un (r.a) nakline göre; İmam Sadık (a.s) Ramazanın son gününde her gece şu duayı okurdu:
اللَّهُمَّ إِنَّكَ قُلْتَ فِى كِتَابِكَ الْمُنْزَلِ شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْءَانُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ فَعَظَّمْتَ حُرْمَةَ شَهْرِ رَمَضَانَ بِمَا أَنْزَلْتَ فِيهِ مِنَ الْقُرْآنِ وَ خَصَصْتَهُ بِلَيْلَةِ الْقَدْرِ وَ جَعَلْتَهَا خَيْرا مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ اللَّهُمَّ وَ هَذِهِ أَيَّامُ شَهْرِ رَمَضَانَ قَدِ انْقَضَتْ وَ لَيَالِيهِ قَدْ تَصَرَّمَتْ وَ قَدْ صِرْتُ يَا إِلَهِى مِنْهُ إِلَى مَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّى وَ أَحْصَى لِعَدَدِهِ مِنَ الْخَلْقِ أَجْمَعِينَ فَأَسْأَلُكَ بِمَا سَأَلَكَ بِهِ مَلائِكَتُكَ الْمُقَرَّبُونَ وَ أَنْبِيَاؤُكَ الْمُرْسَلُونَ وَ عِبَادُكَ الصَّالِحُونَ أَنْ تُصَلِّىَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ وَ أَنْ تَفُكَّ رَقَبَتِى مِنَ النَّارِ وَ تُدْخِلَنِى الْجَنَّةَ بِرَحْمَتِكَ وَ أَنْ تَتَفَضَّلَ عَلَىَّ بِعَفْوِكَ وَ كَرَمِكَ وَ تَتَقَبَّلَ تَقَرُّبِى وَ تَسْتَجِيبَ دُعَائِى وَ تَمُنَّ عَلَىَّ ( إِلَىَ) بِالْأَمْنِ يَوْمَ الْخَوْفِ مِنْ كُلِّ هَوْلٍ أَعْدَدْتَهُ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ إِلَهِى وَ أَعُوذُ بِوَجْهِكَ الْكَرِيمِ وَ بِجَلالِكَ الْعَظِيمِ أَنْ يَنْقَضِىَ أَيَّامُ شَهْرِ رَمَضَانَ وَ لَيَالِيهِ وَ لَكَ قِبَلِى تَبِعَةٌ أَوْ ذَنْبٌ تُؤَاخِذُنِى بِهِ أَوْ خَطِيئَةٌ تُرِيدُ أَنْ تَقْتَصَّهَا مِنِّى لَمْ تَغْفِرْهَا لِى سَيِّدِى سَيِّدِى سَيِّدِى أَسْأَلُكَ يَا لا إِلَهَ إِلا أَنْتَ إِذْ لا إِلَهَ إِلا أَنْتَ إِنْ كُنْتَ رَضِيتَ عَنِّى فِى هَذَا الشَّهْرِ فَازْدَدْ عَنِّى رِضًا وَ إِنْ لَمْ تَكُنْ رَضِيتَ عَنِّى فَمِنَ الْآنَ فَارْضَ عَنِّى يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ يَا اللَّهُ يَا أَحَدُ يَا صَمَدُ يَا مَنْ لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ وَ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوا أَحَدٌ
Şu duanın da bu gecede sık sık tekrarlanması tavsiye edilmiştir:
يَا مُلَيِّنَ الْحَدِيدِ لِدَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلامُ يَا كَاشِفَ الضُّرِّ وَ الْكُرَبِ الْعِظَامِ عَنْ أَيُّوبَ عَلَيْهِ السَّلامُ أَىْ مُفَرِّجَ هَمِّ يَعْقُوبَ عَلَيْهِ السَّلامُ أَىْ مُنَفِّسَ غَمِّ يُوسُفَ عَلَيْهِ السَّلامُ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا أَنْتَ أَهْلُهُ أَنْ تُصَلِّىَ عَلَيْهِمْ أَجْمَعِينَ وَ افْعَلْ بِى مَا أَنْتَ أَهْلُهُ وَ لا تَفْعَلْ بِى مَا أَنَا أَهْلُهُ.
El- Kâfi, El-Muknia ve “Misbah” kitaplarında, yirmi birinci gece için şu dua nakledilmiştir:
يَا مُولِجَ اللَّيْلِ فِى النَّهَارِ وَ مُولِجَ النَّهَارِ فِى اللَّيْلِ وَ مُخْرِجَ الْحَىِّ مِنَ الْمَيِّتِ وَ مُخْرِجَ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَىِّ يَا رَازِقَ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ يَا اللَّهُ يَا رَحْمَانُ يَا اللَّهُ يَا رَحِيمُ يَا اللَّهُ يَا اللَّهُ يَا اللَّهُ لَكَ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى وَ الْأَمْثَالُ الْعُلْيَا وَ الْكِبْرِيَاءُ وَ الْآلاءُ أَسْأَلُكَ أَنْ تُصَلِّىَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ وَ أَنْ تَجْعَلَ اسْمِى فِى هَذِهِ اللَّيْلَةِ فِى السُّعَدَاءِ وَ رُوحِى مَعَ الشُّهَدَاءِ وَ إِحْسَانِى فِى عِلِّيِّينَ وَ إِسَاءَتِى مَغْفُورَةً وَ أَنْ تَهَبَ لِى يَقِينا تُبَاشِرُ بِهِ قَلْبِى وَ إِيمَانا يُذْهِبُ الشَّكَّ عَنِّى وَ تُرْضِيَنِى بِمَا قَسَمْتَ لِى وَ آتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَ فِى الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِنَا عَذَابَ النَّارِ الْحَرِيقِ وَ ارْزُقْنِى فِيهَا ذِكْرَكَ وَ شُكْرَكَ وَ الرَّغْبَةَ إِلَيْكَ وَ الْإِنَابَةَ وَ التَّوْفِيقَ لِمَا وَفَّقْتَ لَهُ مُحَمَّدا وَ آلَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ وَ عَلَيْهِمُ السَّلامُ.
Hammad b. Osman’dan şöyle nakledilmiştir: Ramazanın yirmi birinci gecesi İmam Sadık’ın (a.s) yanına gittim. İmam (a.s), “Ey Hammad! Gusül etmiş misin?” diye sordu. Ben de “Evet canım sana feda” dedim. İmam (a.s) bir hasır istedi ve bana “yaklaş ve namaza dur.” buyurdu. Böylece bir müddet İmam’la (a.s) birlikte namaza devam ettik. Ve bilahere namazlarımızı bitirdik. Sonra İmam (a.s) dua etmeğe başladı; ben de “âmin” diyordum. Bu durum şafak doğuncaya kadar devam etti; sonra İmam (a.s) bazı hizmetçilerini de çağırdı. Biz İmam’ın arkasında durduk; Ezan ve ikame okudu ve bize sabah namazını cemaatle kıldırdı. Birinci rekâtta Fatiha, Kadir, ikinci rekatte ise Fatiha ve İhlâs surelerini okudu.
Hak Teâlâ’ya, tesbih, tahmid, takdis, sena ve Resulullah’a salât-u selam’dan ve bütün müminlere ve Müslümanlara dua ettikten sonra, İmam (a.s) uzun bir zaman secdeye kapandı ve ben onun nefesinden başka bir şey duymuyordum. Sonra şu duayı okuduğunu duydum. Dua uzun olduğu için nakletmedik. İsteyen “İkbal” kitabına müracaat edebilir.
Merhum Kuleyni’nin nakline göre İmam Bakır (a.s) 21 ve 23. geceler olduğunda gece yarısına kadar dua eder ondan sonra da namaza dururdu.
Resulullah’ın (s.a.a) Ramazanın son on gününde her gece guslettiği rivayet edilmiştir. Bu on günde itikâf etmek müstehaptır. Ve çok fazileti vardır. İtikâf için en faziletli günler bu günlerdir. Ve sevabının iki hac ve iki umreye bedel olduğu rivayet edilmiştir. Yine Resulullah’ın (s.a.a) bu on günde mescitte itikâf ettiği ve yatağını toplayıp o ibadete meşgul olduğu rivayet edilmiştir.
Bu gecenin (21. gecenin) bir başka hususiyeti de Hz. Emir-ül Müminin Ali’nin (a.s) hicretin 40. yılında. Ramazanın 19. gecesinde yaralanıp, bu gecede şehadete erişmesidir. Rivayetlerde şöyle nakledilmiştir. “O gece kaldırılan her taşın altında taze kan görüldü. Hz. Hüseyin’in (a.s) şehadetinde olduğu gibi.” Evet bu gecede Al-i Muhammed’in (a.s) ve dostlarının hüzünleri yenilenmektedir. Bu yüzden Merhum Şeyh Mufid şöyle demiştir: “Muhammed ve Al-i Muhammed’e çok salâvat getirin ve Al-i Muhammed’e zulmedenlerin ve Emir’ül Müminin’in (a.s) katiline telin edin.”
Yirmi Birinci Gün
Bu gün Hz. Emir-ül Müminin Ali’nin (a.s) şehadet günüdür. Ve bu günde o Hazreti ziyaret etmek iyidir.
Yirmi üçüncü Gece
Bu gece diğer iki geceden (19. ve 21. gecelerden) daha faziletlidir. Birçok hadisten bu gecenin Kadir gecesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu gecenin zikrettiğimiz müşterek amellerin yanı sıra birçok has amelleri de vardır:
1- Ankebut ve Rum surelerini okumak. İmam Sadık’tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: “Bu iki sureyi bu gecede okuyan kimse, cennet ehlinden olur.”
2- Duhan suresini okumak.
3- Bin defa Kadir suresini okumak.
4- Bu gecede hatta her zaman Allah’a Hamd ve senadan sonra Hz. İmam Zaman (Mehdi a.s) hakkında nakledilen şu duayı okumak sünnettir:
اللَّهُمَّ كُنْ لِوَلِيِّكَ الْحُجَّةِ بْنِ الْحَسَنِ صَلَوَاتُكَ عَلَيْهِ وَ عَلَى آبَائِهِ فِى هَذِهِ السَّاعَةِ وَ فِى كُلِّ سَاعَةٍ وَلِيّا وَ حَافِظا وَ قَائِدا وَ نَاصِرا وَ دَلِيلا وَ عَيْنا حَتَّى تُسْكِنَهُ أَرْضَكَ طَوْعا وَ تُمَتِّعَهُ فِيهَا طَوِيل
5- Şu duayı okumak da bu gecenin amellerindendir:
اللَّهُمَّ امْدُدْ لِى فِى عُمُرِى وَ أَوْسِعْ لِى فِى رِزْقِى وَ أَصِحَّ لِى جِسْمِى وَ بَلِّغْنِى أَمَلِى وَ إِنْ كُنْتُ مِنَ الْأَشْقِيَاءِ فَامْحُنِى مِنَ الْأَشْقِيَاءِ وَ اكْتُبْنِى مِنَ السُّعَدَاءِ فَإِنَّكَ قُلْتَ فِى كِتَابِكَ الْمُنْزَلِ عَلَى نَبِيِّكَ الْمُرْسَلِ صَلَوَاتُكَ عَلَيْهِ وَ آلِهِ يَمْحُو اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَ يُثْبِتُ وَ عِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ.
6- Bu duanın okunması:
اللَّهُمَّ اجْعَلْ فِيمَا تَقْضِى وَ فِيمَا تُقَدِّرُ مِنَ الْأَمْرِ الْمَحْتُومِ وَ فِيمَا تَفْرُقُ مِنَ الْأَمْرِ الْحَكِيمِ فِى لَيْلَةِ الْقَدْرِ مِنَ الْقَضَاءِ الَّذِى لا يُرَدُّ وَ لا يُبَدَّلُ أَنْ تَكْتُبَنِى مِنْ حُجَّاجِ بَيْتِكَ الْحَرَامِ فِى عَامِى هَذَا الْمَبْرُورِ حَجُّهُمْ الْمَشْكُورِ سَعْيُهُمْ الْمَغْفُورِ ذُنُوبُهُمْ الْمُكَفَّرِ عَنْهُمْ سَيِّئَاتُهُمْ وَ اجْعَلْ فِيمَا تَقْضِى وَ تُقَدِّرُ أَنْ تُطِيلَ عُمْرِى وَ تُوَسِّعَ لِى فِى رِزْقِى.
7- Merhum Seyyid’in “İkbal” kitabında naklettiği şu duada bu gecede okunur:
يَا بَاطِنا فِى ظُهُورِهِ وَ يَا ظَاهِرا فِى بُطُونِهِ وَ يَا بَاطِنا لَيْسَ يَخْفَى وَ يَا ظَاهِرا لَيْسَ يُرَى يَا مَوْصُوفا لا يَبْلُغُ بِكَيْنُونَتِهِ مَوْصُوفٌ وَ لا حَدٌّ مَحْدُودٌ وَ يَا غَائِبا (غَائِبُ ) غَيْرَ مَفْقُودٍ وَ يَا شَاهِدا (شَاهِدُ) غَيْرَ مَشْهُودٍ يُطْلَبُ فَيُصَابُ وَ لا يَخْلُو ( لَمْ يَخْلُ) مِنْهُ السَّمَاوَاتُ وَ الْأَرْضُ وَ مَا بَيْنَهُمَا طُرْفَةَ (طَرْفَةَ) عَيْنٍ لا يُدْرَكُ بِكَيْفٍ ( بِكَيْفَ) وَ لا يُؤَيَّنُ بِأَيْنٍ ( بِأَيْنَ) وَ لا بِحَيْثٍ ( بِحَيْثُ) أَنْتَ نُورُ النُّورِ وَ رَبُّ الْأَرْبَابِ أَحَطْتَ بِجَمِيعِ الْأُمُورِ سُبْحَانَ مَنْ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ سُبْحَانَ مَنْ هُوَ هَكَذَا وَ لا هَكَذَا غَيْرُهُ.
Duanın ardından da hacetlerinizi dileyin.
8- Gecenin başında olduğu gibi sonunda da gusletmek bu geceye has bir ameldir. Bu gecenin önemi hakkında bir kaç hadis de zikrederek bu bölüme son vermek istiyoruz. Merhum Şeyh Tusi Ebu Basir’den şöyle rivayet etmiştir: İmam Sadık (a.s) bana şöyle buyurdu; “Kadir gecesi olması ümit edilen (şu gecede) yüz rekât namaz kılarak her rekâtta Hamd’dan sonra on defa İhlâs suresini oku”. Ben, “canım sana feda olsun bu namazları ayaküstü kılamaz isem ne yapayım?” dediğimde, “Oturarak kıl” buyurdu. Buna da gücüm yetmez ise ne yapayım?! Diye sorduğumda, “Yatağına uzandığın halde kılmaya çalış” buyurdu.
Deâim-ül İslam kitabında şöyle rivayet eder: Ramazan ayının son on günü olduğunda, Resul-ü Ekrem (s.a.a) yatağını dürüp, kemerini ibadet için sıklaştırdı. Yirmi üçüncü gece aile fertlerini uyandırır ve uyuyanların yüzüne su serperdi.
Hz. Fatıma (a.s) bu gecede aile fertlerini uyumalarını engellerdi. Bunu da onlara az yemek vermek ve gündüzler uyumakla sağlamaya çalışır ve şöyle buyururdu. “Asıl mahrum ve yoksun kimse, bu gecenin hayrından yoksun kalan kimsedir.” Rivayet edildiğine göre İmam Sadık (a.s) bir ara şiddetli bir şekilde hastalanmıştı. Ramazan ayının 23. gecesi olduğunda akrabalarından kendisini camiye götürmelerini istiyor ve o gece sabaha kadar camide kalıyor.
Merhum Allame Meclisi şöyle demiştir: Bu gecede Kur’an’ı mümkün mertebe çok okuyun ve nakledilen duaları okumaya ve amelleri yapmaya özen gösterin.
Hatırlatma:
Kadir gecesinin gündüzü de gecesi gibi değerlidir. Ve o günde Kur’an okumak, dua ve ibadetle meşgul olmak iyidir.
Yirmi Üçüncü Gecenin Duası
يَا رَبَّ لَيْلَةِ الْقَدْرِ وَ جَاعِلَهَا خَيْرا مِنْ أَلْفِ شَهْرٍ وَ رَبَّ اللَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَ الْجِبَالِ وَ الْبِحَارِ وَ الظُّلَمِ وَ الْأَنْوَارِ وَ الْأَرْضِ وَ السَّمَاءِ يَا بَارِئُ يَا مُصَوِّرُ يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ يَا اللَّهُ يَا رَحْمَانُ يَا اللَّهُ يَا قَيُّومُ يَا اللَّهُ يَا بَدِيعُ يَا اللَّهُ يَا اللَّهُ يَا اللَّهُ لَكَ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى وَ الْأَمْثَالُ الْعُلْيَا وَ الْكِبْرِيَاءُ وَ الْآلاءُ أَسْأَلُكَ أَنْ تُصَلِّىَ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ آلِ مُحَمَّدٍ وَ أَنْ تَجْعَلَ اسْمِى فِى هَذِهِ اللَّيْلَةِ فِى السُّعَدَاءِ وَ رُوحِى مَعَ الشُّهَدَاءِ وَ إِحْسَانِى فِى عِلِّيِّينَ وَ إِسَاءَتِى مَغْفُورَةً وَ أَنْ تَهَبَ لِى يَقِينا تُبَاشِرُ بِهِ قَلْبِى وَ إِيمَانا يُذْهِبُ الشَّكَّ عَنِّى وَ تُرْضِيَنِى بِمَا قَسَمْتَ لِى وَ آتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَ فِى الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِنَا عَذَابَ النَّارِ الْحَرِيقِ وَ ارْزُقْنِى فِيهَا ذِكْرَكَ وَ شُكْرَكَ وَ الرَّغْبَةَ إِلَيْكَ وَ الْإِنَابَةَ وَ التَّوْبَةَ وَ التَّوْفِيقَ لِمَا وَفَّقْتَ لَهُ مُحَمَّدا وَ آلَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِمُ السَّلامُ
İmam Humeyni’nin Dilinden Kudüs Günü
“Kudüs günü mustazafların müstekbirlere karşı direniş ve başkaldırı günüdür de aynı zamanda”
Mustazafların müstekbirlere karşı hazırlanıp teçhizatlanmaları ve onların burunlarını yere sürmeleri gereken gündür, münafıklarla gerçek dindarlar arasında fark gözetileceği gündür.
Kudüs Günü: Müslümanların Müstekbirlere Karşı Direniş Günü
Kudüs günü cihanşümul bir gündür, sırf Kudüs’e münhasır bir gün değildir; mustazafların müstekbirlere karşı direniş ve başkaldırı günüdür de aynı zamanda. Amerika ve diğerlerinin zulüm baskıları altında bulunan milletlerin bu zulme karşılık verme günüdür. Süper güçlere karşı… Mustazafların müstekbirlere karşı hazırlanıp teçhizatlanmaları ve onların burunlarını yere sürmeleri gereken gündür, münafıklarla gerçek dindarlar arasında fark gözetileceği gündür. Gerçek dindarlar bu günü Kudüs günü bilir ve bu cihette gerekeni yaparlar; Münafıklarsa, yani perde gerisinde süper güçlerle anlaşıp İsrail’le dostluk kuran yöneticilerse bugüne karşı ya kayıtsız kalırlar, ya da milletlerin gösteri ve protestoda bulunmalarını engellerler. Kudüs günü, mustaz’af milletin kaderinin belirlenmesi gereken gündür. Bugün mustaz’af milletler müstekbirlere karşı varlıklarını ilan etmelidirler; İran’ın kıyam edip müstekbirlerin burnunu sürtmesi gibi bütün milletler kıyam etmeli ve bu fesat tümörünü çöplüğe atmalıdırlar. Kudüs günü entrikacılarının durumlarının aşikâr olması gereken bir gündür; Mustaz’afları müstekbirlerin pençesinden kurtarmamız gereken gündür, dünya Müslümanlarının sahnede varlığını görmemiz gereken gündür. Bütün müstekbirlere, mustaz’afları rahat bırakmaları ve çekilip yerlerine oturmaları için ihtarda bulunulması gereken gündür. Bütün İslam ülkelerinden onların elinin kesilmesi gerekir; İslam ülkelerinden bütün satılmış uşak ve piyonları sahne dışı bırakılmalıdır. Kudüs günü, böyle bir gündür işte; İslam milletlerini sahne dışı bırakıp süper güçleri sahneye çıkarmak isteyen şeytanlara bunu anlatır. Kudüs günü onların bütün emellerini boşa çıkaracak ve eski günlerin artık geçtiğini ihtar edecek bir gündür.
Kudüs günü İslam günüdür; İslam’ın ihya edilmesi, ona yeniden canlılık kazandırılması gereken gündür; İslam’ı ihya edelim, İslam kanun ve hükümlerinin İslam ülkelerinde uygulanmasını sağlayalım. Kudüs günü bütün süper güçlere ihtarda bulunarak “bundan böyle İslam, habis piyonlarınız aracılığıyla sizin tasallutunuzda olmayacaktır artık!” dememiz gereken gündür. Kudüs günü İslam’ın hayat günüdür, Müslümanlar akıllarını başlarına devşirmeli ve sahip oldukları onca maddi ve manevi güç ve servetlerin farkına varmalıdırlar. Müslümanlar 1 milyarı -aşan- bir nüfusa sahipler, Allah gibi bir dayanakları, İslam gibi, iman gibi bir dayanakları var, neden korksunlar ki?! Dünyadaki devletler şunu bilmelidirler: İslam yenilmezdir! İslam ve Kur’an hükümleri bütün ülkelere hükmetmeli, galip olmalıdır, din, ilahi bir din olmalıdır; İslam Allah’ın dinidir ve bütün beldelerde ilerlemelidir. Kudüs günü böyle bir konunun ilanıdır işte; “Müslümanlar ileri!” diye haykırarak bunu ilan etmektedir. Bütün dünyada ilerlemek yani… Kudüs günü sadece Filistin günü değildir, İslam günüdür -aynı zamanda- İslam devleti günüdür, İslam cumhuriyeti bayrağının bütün ülkelerde dalgalanması gereken gündür. İslam ülkelerinde artık ilerleyemeyeceklerini süper güçlere anlatma günüdür.
Ben Kudüs günü’nü İslam ve Hz. Resul-ü Ekrem -sav- günü biliyorum. Bütün güçlerimizi hazır hale getirmemiz ve Müslümanları itildikleri inzivadan çıkarak bütün güçleriyle harekete geçip ecnebilerin karşısına dikilmeleri gereken gündür. Biz olanca gücümüzle ecnebilerin karşısına dikilmişiz ve başkalarının bizim ülkemize karışmasına izin vermeyeceğiz; Müslümanlar, başkalarının gelip onların ülkesine karışmasına müsaade etmemelidirler. Kudüs günü milletler ihanette bulunan devletlere ihtarda bulunmalıdır! Kimlerin ve hangi rejimlerin uluslararası komplocularla işbirliğinde bulunup İslam’a karşı olduğunu anlayacağımız gündür bu! Bugüne katılmayanlar İslam’a karşı ve İsrail’den yanadırlar; katılanlar ise dindar, ahdine sadık ve İslam’dan yana ve Amerika’yla İsrail’in başını çektiği İslam düşmanlarına karşıdırlar. Hakk’ın batıla üst geldiği, hakkın batıldan ayrıldığı gündür.
Allah Tebareke ve Teâlâ’dan İslam’ı bütün kesimlere ve mustaz’afları müstekbirlere üstün kılmasını dilerim. Aynı şekilde Allah Tebarek ve Teâlâ’dan dileğim Filistin ve dünyanın neresinde bulunursa bulunsun bütün kardeşlerimizi müstekbirler ve yağmacıların elinden kurtarmasıdır.
Kudüs Günü Canlı Tutulsun
Beyler dikkat etmeli, bütün Müslümanlar dikkat etmelidir buna: Kudüs günü bütün Müslüman milletlerin dikkat edip ilgi göstermesi ve canlı tutması gereken bir gündür. Eğer bütün Müslüman milletler hep birlikte seslenip gürültü koparacak olursa, mübarek Ramazan ayının son Cuması olan Kudüs gününde bütün milletler hep birlikte kıyam ederlerse, şu bildiğimiz gösteri ve yürüyüşleri yapacak olurlarsa, bu girişim, bu fesatçıların önünü almamız ve İslam beldelerinden bunların kökünü kazımamız için -iyi- bir başlangıç olur inşaallah. Gevşek davranıyoruz hep… Müslümanlar hep gevşek davranıyorlar… Milletler tarafsız kalıyorlar, çok az gösteride bulunuyor, bu hususlar için çok az harekete geçip çok az kıyam ediyorlar… Şundan emin olunuz ki gevşek davranmanız halinde bunlar -siyonist İsrailliler- Fırat’a kadar ilerleyeceklerdir; bütün oraların kendilerine ait olduğunu söylüyorlar -görmüyor musunuz?- Bunların karşısına güçlü ve kararlı bir şekilde dikilmeniz gerekir; eğer Müslümanlar, Müslüman milletler bunların karşısına dikilir, ama başlarındaki devletler bunu engellemek isterse ağızlarının payını verip yumruğu vurun! İran -milleti-Muhammed Rıza’nın -şah- ağzına nasıl yumruğu yapıştırdıysa -siz de öyle yapın- Muhammed Rıza İslam ülkelerinin başındaki devletler arasında en güçlü olanıydı, hepsinden fazla desteğe sahipti; ama bizim milletimiz kıyam etti ve İslamı istedi, Allah-u Ekber feryadıyla bu gücü -şahı- ortadan kaldırdı. Diğer güçler -için de durum- aynıdır. Nitekim bütün güçler sonuna kadar el ele verseler böyle bir millete hiçbir şey yapamazlar.
İnşaallah Kudüs’te Namaz Kılarız
İnşallah Allah Teâlâ bir gün Kudüs’te namaz kılmaya muvaffak eder bizi! Umarım Müslümanlar Kudüs gününü büyük bilir -gereken önemi verirler- ve mübarek Ramazan ayının son Cuma’sı olan Dünya Kudüs gününde gösteri ve programlar düzenlerler, camilerde programlar düzenleyip feryatlarıyla ses getirir, ortalığı çınlatırlar. Bir milyarlık bir cemiyet ortalığı bir çınlattı mı İsrail neye uğradığını şaşırır, bizzat bu feryatlardan korkar. Bugün bir milyarı aşkın sayıda bulunan Müslümanlar -Kudüs günü- evlerinden çıkıp sokaklara dökülerek “Amerika’ya ölüm!”, “İsrail’e ölüm!”, “Sovyetler’e ölüm!” diye haykıracak olurlarsa bizzat bu “ölüm” feryatları onlara ölüm getirecektir. Bir milyar nüfus… Bunca yeraltı ve yerüstü zenginliğine sahip… Bütün devletler sizin zenginliğinize muhtaçtırlar; bu yüzdendir ki sizi daima birbirinize düşürmek, aranızda ihtilaflar yaratıp siz bu ihtilaflarla uğraşırken varınızı-yoğunuzu yağmalamak, sonra da “kimse sesini çıkarmasın” demek istiyorlar!
Kudüs Günü Herkes Haykırırsa Zafer Kazanılır
Eğer Kudüs günü bütün milletler kıyam edip haykırsalardı o ahmak devlet onların haykırmasına engel olamazdı -ama ne yazık ki herkes değil- sadece az bir grup kıyam ediyor… Eğer Kudüs günü bütün Müslüman ülkelerin insanları hep birlikte kıyam ve feryat etselerdi, sırf Kudüs değil, bütün İslam ülkelerinde zaferi kazanırlar. Biz haykırıp feryat ederek Muhammed Rıza’yı -şahı İran’dan- kovduk. Biz onu tüfekle mi kovduk sanıyorsunuz? Bağırarak, feryat ederek Allah-u Ekber’lerle! Beyinlerine o kadar Allah-u Ekber balyozu çarptı ki neye uğradıklarını şaşırıp dehşetle kaçtılar bu memleketten. Müslümanlar feryat etmeli, bağırmalıdırlar; slogan ve bağırıp çağırmanın yararsız olacağı sanılmasın; hayır, slogan yararlıdır; ama herkes hep birlikte haykırırsa tabi. Benim tek başıma bağırmam hiçbir şey değildir. Bir mahalle veya bir şehrin bağırması da pek bir şey değildir. Bakınız; İran’da yükselen feryatlar Tahran, Kum veya Ahvaz şehirlerine münhasır değildir; bilâkis; bir bakarsınız İslam İnkılâbı -devrim- muhafızları millete “falan gece evlerinizin damına çıkıp tekbir getirin” der, herkes itaat eder.
Kudüs’te Vahdet Namazı
İnşallah bir gün bütün Müslümanlar yekdiğeriyle kardeş olacak ve bütün İslam ülkelerindeki hastalıklı kökler kazınıp temizlenecek ve İsrail -adlı- bu hastalıklı kök; Mescid’ul Aksa ve İslami ülkemizden sökülüp atılacak ve hep birlikte Kudüs’e gidip orada vahdet namazı kılacağız inşallah.
Politik Oyunları Bir Kenara Bırakmak ve Gücünü İmandan Alan Makineli Tüfekleri Kullanmak Gerekir!
Mübarek Ramazan’ın son Cuma’sı Kudüs günüdür ve Ramazan’ın son on günü büyük bir ihtimalle Kadir gecesidir. İhyasının sünnetullah olduğu bir gece… Kadri ve kıymeti, münafıkların bin ayından üstündür bu gecenin; kulların mukadderatının temellerinin atıldığı gece… Kadir gecesiyle komşu olan Kudüs günü Müslümanlar tarafından önemle ihya edilmeli, onların uyanma ve bilinçlenmelerine yol açmalı ve tarih boyunca; bilhassa son yüzyıllarda yakalandıkları gafletten silkinmelerini sağlamalıdır ki bu bilinç ve uyanış günü dünya münafıkları ve süper güçlerinin onlarca yılından daha üstün olsun ve dünya Müslümanları kendi kaderlerini kendi güçlü elleriyle hazırlayabilsinler… Kadir gecesi Müslümanlar Allah’a yalvarıp bütün geceyi dua ve ibadetle geçirerek Allah Teâlâ’dan gayrisine -ki bunlar insanlarla cinlerden müteşekkil şeytanlardır- kul olmaktan kurtulur ve Allah’a kulluk şerefine erişirler. Keza Şehrullah-ı A’zam’ın -mübarek Ramazan ayı- son günleri olan Kudüs gününde dünya Müslümanlarının süper güçlerle büyük şeytanların kulluk ve esaretinden kurtulup Allah’ın sınırsız kudretine katılmaları ve tarihin canilerinin elini mustaz’afların ülkelerinden keserek iştahlarını kursaklarında bırakmaları gerekir.
Ey dünya Müslümanları! Ey dünya mustaz’afları! Kalkın, harekete geçin ve mukadderatınızı kendi ellerinize alın. Ne zamana kadar oturup kaderinizi Washington veya Moskova’nın tayin etmesini bekleyeceksiniz böyle?! Sizin Kudüs’ünüz ne zamana kadar Amerika’nın artıklarının, gasıp İsrail’in çizmeleri altında ezilecek daha?! Kudüs, Filistin ve bu beldelerin mazlum Müslümanları daha ne zamana kadar canilerin egemenliği altında inleyecek ve sizler oturup seyredecek, başınızdaki kimi hain idareciler de onlara ateş koşturacak böyle?! Dünyadaki 1 milyarı aşkın Müslüman ve yüz milyonu aşkın Arap; sahip oldukları onca geniş ülkeler ve türlü sınırsız zenginliklere rağmen doğuyla batının çapulculukları ve onlarla onlara uşaklık eden artıklarının insanlık dışı cinayet ve katliamlarına daha ne kadar seyirci kalacak?! Afganistan ve Filistin’deki kardeşlerinin vahşice katliam edilmesine daha ne kadar susacak ve onların yardım isteyen seslerine ne zaman cevap verecek?! İslam düşmanlarına karşı durup Kudüs’ün kurtulması için askeri ve ilahi güçten, ateşli silah gücünden yararlanmak yerine daha ne zamana kadar politik oyunlar ve süper güçlerle uzlaşma yollarına giderek zaman öldürüp İsrail’e yeni cinayetler işleme fırsatı kazandıracak ve katliamlara şahit olacak böyle?!
Milletlerin başlarındakiler güçlü politikacılar ve tarihin canileriyle yapılan siyasi görüşme ve müzakerelerin Kudüs ve Filistin’i kurtarmayacağını, bilakis, cinayet ve zulümlerin günden güne artacağını görmediler mi ve bilmiyorlar mı?! Kudüs’ün kurtulması için İslam ve iman gücüne dayalı makineli tüfeklerden faydalanmak ve süper güçlerin fincancı katırlarını ürkütmemeye çalışma ve uzlaşma kokusu veren siyasi oyunları bir kenara bırakmak gerekir artık.
Müslüman milletler politik oyunlarla vakit geçirmeye çalışanları cezalandırmalı ve mazlum millet için zarar ve ziyandan başka netice vermeyecek olan siyasi oyunlara gelmemelidirler. Doğu ve batının yapmacık mitolojileri daha ne zamana kadar güçlü Müslümanları büyülemeye devam edecek ve içi kof propaganda borazanlarından korkacaklar böyle?! Bugün İran; ecnebi borazanlarıyla Amerika, Siyonizm ve inkılâptan şamar yiyenlerin onca propaganda araçlarına rağmen nihaî yapılanmaya doğru ilerlemektedir ki bu; İslami güçlerini bulmaları ve doğu, batı ve bunların artıkları olan bağımlı uşaklarının yaygaralarından çekinmeyerek Allah Teâlâ’ya güven ve İslam ve iman gücüne imanla harekete geçerek canilerin elini ülkelerinden kesmeleri ve değerli Kudüs’le Filistin’in kurtuluşunu birincil amaç edinerek Amerika’nın iğrenç artığı “siyonist sultası”na boyun eğme alçaklığından kurtulup Kudüs gününü canlı tutma yolunda İslam ülkeleri ve dünya mustazafları için -iyi bir- örnektir… Umarım bugünü canlı tutmak suretiyle kayıtsızlık ve gafletler giderilir ve değerli milletlerin kıyamıyla; Müslümanlar ve İslam’a rağmen İsrail’le el ele verip Amerika’nın emirlerini bekleyerek Müslümanların maslahatlarının aleyhine olan bu tavırla utanç ve cinayet dolu yaşamlarını sürdüren baştaki bazı hainler sahneden uzaklaştırılarak tarihin mezarlığına gömülürler. İsrail’le Saddam vb uşaklarının İslam’a karşı açtığı savaşta küffarın yanında yer alarak İslam’a ve Müslümanlara darbe vuran gasıp yöneticiler İslam -ve iktidar- sahnesinden uzaklaştırılmalı ve Müslümanlara hükmetme kanunundan dışlanmalıdırlar.
Kudüs Günü Mustaz’aflar Günü
İslami vahdet ve ilahi birlik sayesinde bugün bir tek safta birleşen İran millet, devlet, meclis, ordu ve diğer silahlı kuvvetleri insan haklarına tecavüzde bulunan her şeytanî güce karşı durarak mazlumları savunmaya ve Kudüs’le Filistin tekrar Müslümanlara dönünceye kadar aziz Filistin ve Kudüs’ü desteklemeye kararlıdırlar. Dünya Müslümanları Kudüs gününü dünyadaki bütün Müslümanların, hatta dünya mustaz’aflarının günü olarak kabul etmeli ve o hassas noktadan hareketle müstekbirler ve dünyayı sömüren yamyamların karşısına dikilerek mazlumları müstekbirlerin zulümlerinden kurtarıncaya kadar mücadeleden vazgeçmemelidirler.
Kudüs Gününde Milletlere Düşen Vazife
Kudüs günü ve insanlık tarihinin büyük insanının şehadet yıldönümünün eşiğinde bulunduğumuz şu sıralarda milletlere düşen vazife; gösteri, yürüyüş ve programlar düzenleyip başlarındaki devletleri ciddi olarak petrol ve silah gücüyle Amerika ve İsrail’in karşısına dikmeye çağırmalı ve bunu kabul etmemeleri halinde; bugün bütün bölgeyi, hatta Haremeyn-i Şerifeyn’i tehdit eden ve gerçek emelleri artık tamamen anlaşılmış bulunan İsrail’i onaylamaları halinde toplu grev, tehdit ve -türlü- baskılarla onları -ABD ve İsrail’e karşı- tavır almaya zorlamaktır. İslam ve onun mukaddes mekanları tecavüz tehdidi altındayken hiçbir Müslüman birey buna kayıtsız kalamaz. Bugün İsrail Müslüman beldelere karşı geniş bir saldırıya geçip hiçbir sığınağı olmayan savunmasız Müslümanları kanlı bir şekilde katletmekle meşgulken bölgedeki devletler tam anlamıyla manasızlık ve uzlaşmacılıktan başka bir şey yapmamakta… Daha da üzücü olanı, İsrail’in elinden Amerika’ya, yani asıl caniye sığınıyor ve gerçekte yılandan kaçıp ejderhanın kucağına atılıyor ve onlara karşı çıkabilecek gerekli şeylere sahip oldukları halde bir çift sert laf söylemeye veya tehditte bulunmaya yanaşmıyorlar… Bu durumda herkes yok olmaya ve hayatı boyunca her nevi alçaklık ve zillete katlanmaya hazırlanmalıdır!…
kudüsgünü
Ruhani: “Nükleer Anlaşmanın ihlali karşısında göstereceğimiz tepki düşünülenden daha sert olacak”
Cumhaurbaşkanı Ruhani, İran ve 5+1 Grubu arasında nihai nükleer anlaşmanın imzalanması halinde ona bağlı kalacaklarını ve karşı tarafın anlaşmayı ihlal ettiği taktirde bir an bile tereddüt etmeden İran’ın da farklı yol izleyeceğini bildirdi.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani İranlı basın mensupları ile bir araya geldiği iftar ziyafetinde, “Nükleer Müzakereler bir kaç günlüğüne uzatılabilir ve bu kısa süre zarfında bir anlaşmaya varabiliriz, anlaşmazlıkların büyük bir bölümü üzerinde anlaşma sağlandı ama küçük bir kısımı ise hala hal edilmiş değil ve bu küçük mevzular büyük önem taşımaktalar” diye konuştu.
Hasan Ruhani sözlerinin bir diğer kısmında ise “Müzakerelerin vardığı konum nedeni ile, karşı taraf gereğinden daha fazla puan istemez ise eğer ve müzakerelerin seyri de Lozan ve Cenevre bildirgeleri çerçevesinde yürütüldüğü zaman bir anlaşmaya varmak mümkün olacaktır” dedi ve bir anlaşmaya varıldığı taktirde ona bağlı kalmak zorunda olduklarını ama anlaşmanın uygulanmasının ise karşı tarafın da anlaşmaya bağlı kalması şartıyla mümkün olunacağını ekledi.
İran Cumhurbaşkanı ayrıca “Karşı taraf anlaşmaya bağlı kalırsa biz de anlaşmaya bağlı kalacağızdır ve bu anlaşmada belirtilen tüm maddeleri yerine getirmeye ve uygulamaya hazırız ama karşı taraf anlaşmayı ihlal ederse o zaman biz de gittiğimiz bu yoldan geri döner ve hatta onların düşünemedikleri kadar daha sert tepki gösteririz” diye ekledi.
İmam Hamaney: “İmam Hasan’ın barışı olmasaydı, Aşura hareketi gerçekleşmeyecekti”
Eğer İmam Hasan barış yapmasaydı, Peygamber ailesinin bütün büyükleri yok edilecek ve kimse sağ bırakılmayacaktı, bu durumda İslam’ın aslî değerlerini koruyacak kimse de kalmayacaktı. Her şey bütünüyle ortadan kaldırılacak ve İslam’ın adı silinecekti ve Aşura hareketi de gerçekleşmeyecekti.
İmam Mücteba'nın dönemi ve yüce insanın Muaviye ile yaptığı barış, yahut adına barış denilen şey, ilk yıllardaki İslam inkılabı süreci açısından hayatî ve belirleyici bir olaydı. Buna benzer bir olay daha yoktur. Bu cümleye ilişkin kısa bir açıklama yapayım ve sonra asıl konuya gireyim. İslam inkılabı yani İslam tefekkürü ve Allah'ın İslam adıyla insanlara gönderdiği emanet, ilk dönemde bir kıyam ve bir hareketti, büyük bir inkılabî mübareze ve hareket şeklinde kendini göstermişti. Bu, Allah Resûlü'nün Mekke'de bu fikri ortaya attığında, tevhid ve İslam tefekkürü düşmanlarının bu fikrin ilerleyişini durdurmak için karşısında saf tuttuğu bir zamandaydı. Peygamber mümin unsurların güçleriyle bu hareketi teşkilatlandırdı, çok zekice ve güçlü bir biçimde Mekke'de bir mücadele başlattı. Bu hareket ve kavga, on üç yıl sürdü. Bu ilk dönemdi.
On üç yıl sonra Peygamberin talimatlarıyla, ortaya koyduğu şiarlarla, oluşturduğu yapı ile göstermiş olduğu fedakârlıklarla, var olan bütün etkenlerle bu tefekkür bir hükümete, bir nizama, siyasi bir nizama, bir ümmetin yaşam nizamına dönüştü. Bu, Allah Resûlü'nün Medine'ye teşrif ettiği ve orayı kendine karargah kıldığı, İslam hükümetini orada yayıp, İslam'ı bir hareket şeklinden bir devlet şekline dönüştürdüğü zamandı. Bu, ikinci dönemdi.
Bu süreç Peygamberin hayatta olduğu on yıllık dönemdeydi ve ondan sonra, dört halife dönemi ve sonra da İmam Mücteba'nın yaklaşık altı ay süren hilafetine kadar devam etti ve İslam bir hükümet şekli olarak ortaya çıktı. Her şeyiyle toplumsal bir nizam şekline de sahipti, yani hükümet, ordu, siyasî işler, kültürel işler, hukuksal işler, insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerin düzenlenmesini de kapsıyordu ve bu, yayılmaya müsaitti. Eğer bu şekilde ilerleseydi, bütün yeryüzünü kuşatacaktı, yani İslam bu kabiliyette olduğunu göstermişti.
İmam Hasan döneminde, muhalif akımlar öylesine gelişmişti ki, gözle görünür bir engel halini almışlardı. Elbette bu muhalif akımlar, İmam Mücteba döneminde ortaya çıkmadı, yıllar önce ortaya çıkmışlardı. Eğer bir kimse inanç zaviyesinin dışında sadece tarihî olaylara dayanarak konuşmak isterse, belki de bu akımların, İslam döneminde ortaya çıkmadıklarını, bunların Peygamberin hareketi başlattığı dönemde -yani Mekke döneminde- var olan akımların devamı olduğunu iddia edebilir. Hilafet Osman döneminde -ki Benî Ümeyye'dendi- bu kavmin eline geçtiğinde, Ebu Süfyan, -üstelik o dönemde kör olmuştu- ve dostları bir araya toplandıklarında şöyle sordu: “Bu toplantıda kimler vardır?” Cevap verildi: “Falan, falan ve falanca.” Herkesin kendilerinden olduğuna ve aralarında yabancı birinin bulunmadığından iyice emin olduktan sonra onlara hitap ederek şöyle dedi: “Tıpkı bir top gibi kendi aranızda çevirin ve elinizden çıkmasına izin vermeyin.”[1] Bu olayı Sünnî ve Şîa tarihçileri nakletmişlerdir. Bunlar akidevî meseleler değildir ve biz kesinlikle akidevî açıdan konuşmuyoruz. Yani ben meseleyi o açıdan ele almayı sevmiyorum, aksine sadece tarihî açıdan gündeme getiriyorum. Elbette Ebu Süfyan o zaman Müslümandı ve İslam'a girmişti, ancak fetihten sora İslam'a girmiş, Müslüman olmuştu. İslam gurbette ve zayıf bir durumda değildi, İslam'ın güçlü olduğu dönemlerdi. Bu akım İmam Mücteba döneminde gücünün doruklarına ulaşmıştı, Muaviye bin Ebu Süfyan şeklinde İmam Hasan Mücteba'nın karşısında zuhur etmişti. Bu akım karşı çıktı ve İslamî hükümetin -yani hükümet şeklindeki İslam'ın- yolunu kesmiş, koparmıştı ve sorunlara zemin hazırlamıştı. Öyle ki, amelen, İslamî hükümet akımının ilerlemesine engel olmuştu.
İmam Hasan'ın barışı konusunda defalarca konuştum ve kitaplar da İmam Hasan'ın yerinde kim olsa, hatta Emirelmüminin dahi olsa, o şartlarla yüz yüze kalsa, İmam Hasan'ın yaptığının dışında bir şey yapmasının mümkün olmadığını yazar. Hiç kimse İmam Hasan'ın yaptığı işin bir zerresinin bile şüpheli olduğunu söyleyemez. Hayır, o yüce şahsiyetin yaptığı iş, yüzde yüz mantığa dayalıydı ve mantık dışı olarak görülmesi mümkün değildi. Peygamber ailesi içinde hepsinden daha coşkulu olan kimdir? Şahadete en yakın ve layık hayatı hangisi sürmüştür? Düşman karşısında dini koruma yolunda hangisi daha gayretliydi? Hüseyin bin Ali'ydi. O hazret bu barışta, İmam Hasan'ın ortağıydı. Barış yapan sadece İmam Hasan değildi, imam Hasan ve İmam Hüseyin bu işi birlikte yapmışlardır. Ancak İmam Hasan öndeydi ve İmam Hüseyin ise onun ardındaydı. İmam Hüseyin İmam Hasan barışını savunanlardandı. Özel bir mecliste yakın dostlarından biri -coşkulu ve hamasi bir şekilde- İmam Mücteba'ya itiraz ettiğinde İmam Hüseyin ona karşılık verdi "Hüseyin Hucr'a işaret etti (ve o da sustu)."[2] Hiç kimse, “Eğer İmam Hasan'ın yerinde İmam Hüseyin olsaydı bu barış gerçekleşmezdi” diyemez. Hayır, İmam Hüseyin, İmam Hasan ile birlikteydi ve bu barış gerçekleşti. Eğer imam Hasan olmayıp, sadece İmam Hüseyin olsaydı bile o şartlarda aynı şey gerçekleşir barış yapılırdı.
Tarih'in en kahramanca yapılan muhteşem barış hamlesi
Barış, kendi etkenlerine sahipti ve hiç bir kaçışı kurtuluşu yoktu. O gün şehadet mümkün değildi. Merhum Şeyh Razi Al-i Yasin Hasan'ın Barışı adlı kitabında -ki ben onu 1347 yılında tercüme ettim ve basıldı- şahadetin kesinlikle imkânsız olduğunu ispatlamıştır. Her ölen şehit olmaz, belli şartlarda gerçekleşen ölümler şehitlik makamındadır. O şartlar, orada oluşmamıştı ve eğer İmam Hasan, o gün öldürülseydi, şehit olmayacaktı. O gün hiç kimsenin o şartlarda maslahat üzere davranarak öldürülmesinin ve bunun adının intihar değil de şahadet konulmasının imkânı yoktu.
Barış hakkında çeşitli boyutlarıyla konuşmalar yaptık, ama şimdi mesele İmam Hasan'ın barışından sonra işin akıllıca ve zekice yürütülerek İslam'ın ve İslamî akımın, adına hilafet denilen ve gerçekte saltanat anlamına gelen kirli kanallara nasıl sokulmadığıdır. Bu, İmam Hasan-ı Mücteba'nın hüneriydi. İmam Hasan-ı Mücteba öyle bir iş yaptı ki, İslam'ın asli akımı -ki Mekke'den başlamış, İslam hükümetine, oradan Emirelmümininin zamanına ve nihayet kendi zamanına ulaşmıştı- başka bir mecraya kanalize olmamıştı. Ancak bir hükümet şeklinde değildi, çünkü bu imkânsızdı, en azından ikinci kez bir kıyam hareketi şekline dönüşmüştü. Bu, İslam'ın üçüncü dönemidir. İslam, tekrar bir kıyam hareketi haline geldi. Saf İslam, asil İslam, zulme karşı koyan İslam, uzlaşmaz İslam, tahriflerden uzak İslam, heva ve heveslerin oyuncağı olmadan ancak bir kıyam şeklinde baki kalabilirdi. Yani İmam Hasan döneminde, geçmişte var olup hükümet gücüne ulaşan, inkılabî İslam tefekkürü tekrar geri döndü ve bir hareket halini aldı. Elbette bu dönemde, bu hareketin işi Peygamber dönemindekine göre daha zordu, çünkü şiarlar dindarlık elbisesi giyen insanların elindeydi, oysaki onlar dinden değillerdi. Hidayet İmamlarının işlerinin zorluğu buradaydı. Ben rivayetlerden ve İmamların yaşamlarından şunu anladım ki, bu yüce şahsiyetler İmam Hasan'ın barış yaptığı günden başlayıp sonuna kadar daima bu hareketi yeniden Alevî ve İslamî bir hükümete dönüştürmek amacındaydılar. Bu alanda, rivayetler de vardır. Elbette başkaları bu noktayı bu şekilde görmeyebilir, başka türlü anlamlandırabilirler, ancak benim görüşüm bu yöndedir. İmamlar bu hareketin yeniden bir hükümete ve İslam'ın aslî akımına dönüşmesini ve nefsî hevalarla lekelenmemiş, bulanmamış, kirlenmemiş o İslamî akımın iş başına gelmesini istemişlerdir, ancak bu iş zorlu bir iştir.
İkinci hareket döneminde, yani Süfyanî, Mervanî ve Abbasî hilafetleri döneminde, insanların ihtiyaç duydukları en önemli şey, özgün İslam'ın, asil ve Kur'anî İslam'ın kıvılcımlarını farklı konuşmaların içinde görmek, işitmek ve hataya düşmemekti. Dinlerin bu kadar akletme ve düşünmeye dayanıyor olması boşuna değildir. Kur'an'ın insanları bu kadar akletmeye, düşünmeye ve tefekkür etmeye teşvik etmesi boşuna değildir, üstelik dinin en asli mevzularından olan tevhid konusunda. Tevhid sadece “Allah vardır, o iki değil, birdir” demek değildir. Bu, tevhidin görünen yüzü, zahiridir. Tevhidin bâtını, Allah'ın velilerinin boğuldukları uçsuz bucaksız bir okyanustur. Tevhid çok büyük bir vadidir, ama böylesi büyük bir vadide mümin, Müslüman ve muvahhidlerden yine de tefekkür, akletme ve düşünmeye dayanarak ilerlemeleri istenmiştir. Gerçekten de akıl ve tefekkür insanı ileriye taşıyabilir. Elbette farklı aşamalarda, akıl vahiy nurundan, marifet nurundan ve Allah velilerinin öğretilerinden beslenmektedir, lakin neticede ilerleyen şey akıldır. Akıl olmadan hiç bir yere gidilemez.
İslam milleti bir kaç yüzyıl boyunca adına hilafet denilen bir yapı tarafından yönetildi -yani Abbasî hilafetinin sürdüğü yedinci yüzyıla kadar, elbette Abbasî hilafetinin yıkılmasından sonra, yine kenarından köşesinden hilafet adıyla bir şeyler varlığını sürdürdü, tıpkı Mısır'da Memluklular ve sonraki yıllarda da Osmanlı ve diğerleri gibi- ve burada insanlar ihtiyaç duyduğu şeyi anlamak için aklı hakim kılmalıydılar. Böylece İslam'ın, Kur'an'ın, ilahîkitabın, sahih hadisleri var olan hakikatlerle uyuşup uyuşmadığını görebilirlerdi. Bu çok önemli bir şeydir.
... Süfyanî, Mervanî ve Abbasî hilafetleri dönemleri, İslamî değerlerin kendi gerçek muhtevalarının kaybolduğu, içinin boşaltıldığı bir dönemdi. Zahirler baki kaldı, ancak içerik cahili ve şeytani bir içeriğe dönüştü. İnsanları akıllı, dindar, mümin, özgür, kirlerden uzak, Allah huzurunda mütevazi, kibirliler karşısında kibirlenen kimseler olarak yetiştirip, eğitmek isteyen o sistem - ki en iyisi, peygamber dönemindeki islami yönetim sistemidir - insanları farklı düşüncelerle, dünya, heva ve heves ehline, maneviyattan uzak dalkavuk, şahsiyetsiz ve fasit çember içindeki insanlara dönüştürdü. Maalesef, Emevi ve Abbasi hilafetleri dönemleri tamamen böyleydi. Tarih kitaplarında, öyle şeyler yazılmıştır ki onları burada zikretmek istesek çok zaman alır. Muaviye'nin kendi zamanında başladı. Muaviyeyi meşrulaştırdılar, yani tarihçiler onun yumuşak huylu, zerafet sahibi biri olduğunu, muhaliflerine karşısında konuşma izni verdiğini ve istediklerini söyleyebildiklerini yazmışlardır. Elbette belli bir dönem ve işin başında belki böyle davranmıştır, ancak bu boyutunun yanında şahsiyetinin diğer boyutlarını neredeyse yazmamışlardır. İnsanları, liderleri, fertleri nasıl inançlarından ve imanlarından dönmeleri ve hatta hakka karşı durmaları için silahlanmaya zorladığını yazmamışlardır. Bunları pek çoğu yazmamıştır. Elbette yine de tarih bunları kaydetmiştir ve bunları biz şimdi bildiğimize göre birileri yazmıştır.
O sistemde yetişen insanlar, halifenin heva ve arzularına karşı hiç bir şeyi dile getirmeme üzerine şartlandırılıyorlardı. Bu nasıl bir toplumdur? Bu nasıl bir insanlıktır? Bu insanlardaki nasıl bir ilahi ve İslamî iradedir ki, bu halleriyle fesadı ıslah ederek ortadan kaldırıp toplumu ilahî bir topluma dönüştürmek istiyorlar? Böyle bir şey mümkün müdür?
…
O dönemde reislere ve halifelere dalkavukluk edenler iş başındaydı. İşler salahiyet ve liyakate göre verilmiyordu. Usul olarak Araplar, asıla ve nesebe çok önem verirlerdi. Falan kimse, hangi ailedendir? Babası kimdir? Bunlar asıl ve nesebe bile riayet etmiyorlardı...
Bu akım, aynı şekilde devam etti. Bunun yanında, asil Müslümanlık akımı, İslamî değerler akımı, Kur'anî İslam akımı -ki asla o hakim olan, değerlere karşı olan akımla bir araya gelmez- da devam etti ki, bunun en bariz ölçüsü, Hidayet İmamları ve bir çok Müslüman'ın onlarla beraber olmasıdır. İmam Hasan-ı Mücteba'nın bu İslamî değerler hareketinin bereketi İslam'ı korudu. Eğer İmam Mücteba bu barışı yapmasaydı, o değerler İslamı hareketi kalmayacak ve yok olup gidecekti. Çünkü Muaviye eninde sonunda galip gelecekti. Durum İmam Hasan-ı Mücteba'nın galip gelmesine imkân tanıyan bir vaziyette değildi. Bütün etkenler, İmam Mücteba'nın galibiyetinin önünde engel teşkil ediyordu. Muaviye kazanacaktı, çünkü propaganda gücünü elinde tutuyordu. Onun İslam açısından kişiliği ortadaydı. Eğer İmam Hasan barış yapmasaydı, Peygamber ailesinin bütün büyüklerini yok edecek ve kimseyi sağ bırakmayacaktı, bu durumda İslam'ın aslî değerlerini koruyacak kimse kalmayacaktı. Her şey bütünüyle ortadan kaldırılacak ve İslam'ın adı silinecekti ve Aşura hareketi de gerçekleşmeyecekti. Eğer İmam Mücteba, Muaviye ile savaşa devam etseydi ve bu Peygamberin ailesinin şahadetleriyle sonuçlansaydı, İmam Hüseyin de bu olayda ölmüş olacaktı, onun seçkin ashabı da ölecekti, Hucr bin Adiy'ler de ölecekti, bütün hepsi yok edilecekti ve geriye fırsatlardan istifade ederek İslam'ı sahip olduğu değerleriyle birlikte koruyacak kimse kalmayacaktı. Bu, İmam Hasan'ın İslam'ın baki kalması üzerindeki büyük hakkıdır.
Elbette bu dikte edilmiş bir barıştı, ancak neticede barış yapıldı. Hazretin buna gönüllü olmadığını söylemek gerekir. Hazretin öne sürdüğü şartlar, gerçekte Muaviye'nin yaptığı işin temellerini sarsmıştır. Bu barışın kendisi ve İmam Hasan'ın şartları, ilahî bir tuzaktan başka bir şey değildi. "Tuzak kurdular ve Allah da tuzak kurdu."[3] Yani eğer İmam Hasan savaşsaydı ve bu savaşta öldürülseydi -ki büyük bir ihtimalle Muaviye'nin casusları tarafından satın alınan kendi ashabı tarafından öldürülecekti- Muaviye “ben öldürmedim, kendi ashabı öldürdü” diyecekti. Yas bile ilan edecek ve Emirelmümininin bütün ashabını tarumar edecekti. Yani artık Şîa adına hiç bir şey kalmayacaktı ve yirmi yıl sonra İmam Hüseyin'i davet edecek olan Kufe'deki küçük bir grup dahi olmayacaktı. Kesinlikle hiç bir şey kalmayacaktı. İmam Hasan Şîa'yı korumuştur, yani yirmi, yirmi beş yıl sonra hükümetin tekrar Ehl-i Beyt'e dönmesi için ana gövdeyi korumuştur.
İmam Hasan Muaviye ile barış yaptıktan sonra, cahiller ve bilinçsizler farklı söylemlerle Hazreti eleştirdiler. Bazen ona müminlerin zelil edicisi[4] diye hitap ederek, “Siz Muaviye karşısında duran coşkulu ve cesur müminleri barışınızla utandırdınız ve Muaviye'ye teslim ettiniz” diyorlardı, bazense daha saygılı ve edeplice eleştiriler yöneltiyorlardı, ancak içerik aynıydı. İmam Hasan, bu itirazlar ve kınamalar karşısında onlara hitaben bir tek cümle söylüyordu ve bu cümle belki de Hazretin bütün konuşmalarından daha kapsamlıdır: "Ne biliyorsunuz, belki bu sizin için bir (fitne) denemedir, (belki de) belli bir vakte kadar yararlanma (meta)dır."[5] Ne biliyorsunuz ve nereden biliyorsunuz ki, bu belki de sizin için bir imtihandır. Belki Muaviye'nin biraz daha faydalanması için verilmiş bir mühlettir, bu cümle ayetten alınmıştır.
Bu açıkça göstermektedir ki, Hazret geleceğin beklentisi içindedir ve o gelecek, İmam Hasan'ın nazarında kabul edilemez olan bu hükümetin ortadan kalkıp yerine istenen bir hükümetin gelmesinden başka bir şey değildir ve olamaz da. Bu yüzden onlara “Sizin işin felsefesinden haberiniz yoktur” diyor. “Ne biliyorsunuz belki bu işin yapılmasında bir maslahat vardır.”
Barışın başlangıcında Şiîların liderlerinden iki kişi -Museyyib bin Necebe ve Süleyman bin Sured- bir grup Müslümanla beraber Hazretin huzuruna çıktılar. Dediler ki, biz çok sayıda askere sahibiz, Horasan'dan, Irak'tan... ve bunları sizin emrinize vereceğiz, Muaviye'yi Şam'a kadar kovalamaya hazırız. Hazret onları yalnız bir şekilde huzuruna çağırdı ve onlarla biraz konuştu. Dışarı çıktıklarında rahatlamışlardı, beraberlerindeki askerleri dağıttılar ve yanlarında bulunanlara da onları aydınlatıcı bir cevap vermediler.
Taha Yasin[6] bu görüşmenin Şîa'nın mücadelesinin temel taşı olduğunu iddia etmiştir, yani İmam Hasan'ın bunlarla oturup meşverette bulunmasını ve bu görüşmeyi büyük Şiî yapılanmasını meydana getirdiğini söylemektedir.
Dolayısıyla imam Hasan'ın yaşamında ve sözlerinde bu çok açıktır doğrusu o zaman böylesi bir kıyamın alt yapısı hazır değildi, çünkü insanların gelişimi yetersiz, düşmanın elindeki propaganda ve mali imkânlar çok fazlaydı. Düşman, İmam Hasan'ın baş vuramayacağı yöntemlerden faydalanıyordu, tıpkı sınırsız para dağıtarak salih olmayan bilinçsiz insanları toplamak gibi ki, İmam böyle bir işi yapamazdı.
Hazret-i Sadık'tan gelen bir rivayette şöyle buyruluyor: "Allah bu işin yetmişinci yılda olmasını taktir etti."[7]
İlahî taktir Emirelmümininin şahadetinden otuz ve İmam Hüseyin'in şahadetinden on yıl geçtikten sonra, hükümetin Ehl-i Beyt'in eline geçmesi yönündeydi. Ancak bu büyüklükte bir sonucu kim elde edecekti? İnsanlar bunun ön adımını irade ve kararlılıklarıyla hazırlamış olmalıydılar. Allah Teâlâ'nın kimseyle kavim ya da akrabalık bağı yoktur. İnsanların sorumluluğunda olan iş, yerine getirilmedi. İmam Hasan ve İmam Hüseyin sorumluluğunu üstlendikleri işleri yerine getirdiler, ancak seçkin insanların sorumluluğunda olan işler -Abdullah bin Cafer'den Abdullah bin Abbas'a kadar- yerine getirilmedi. Hatta sonradan Kerbela'ya gelerek İmam Hüseyin ile beraber savaşanlar, Müslim zamanında yapmaları gereken işi yapmadılar. Gevşeklik gösterdiler, yoksa Müslim o şekilde şehit edilmezdi. Meseleyi halletmeleri gerekirdi, ama halletmediler. İşte bu yapılmayanlar, Kerbela hadisesinin yaşanmasına neden oldu.
Sonra Hazret şöyle buyurdu: "Ardından Hüseyin şehit edilince, Allah'ın yeryüzü halkına gazabı arttı ve bu işi yüz kırk yıl erteledi."[8]
Yani zahiren ertelendi; bana göre yüz kırkıncı yıla ötelendi. Yani yetmiş yıl geriye atıldı. O yıllarda Abbasîler iş başındaydılar... Yani İmam Hasan'ın barışının büyük bir işin alt yapısını hazırladığı anlaşılmaktadır, yoksa İmamlar işin peşini bırakmazlar. Velayet ve hükümet meselesi küçük bir mesele miydi? Dinin esası ve mihveri buydu. Ancak artık böyle olmuştu.
Bu barış hakkında pek çok şey söylenmiştir, ancak benim arz etmek istediğim, İmam Hasan'ın barışına getirilen yeni bir yaklaşımdır. Bu olayın tarihin çok hassas bir döneminde olması olayın önemini artırmaktadır, İslam tarihi boyunca sürecek siyasi bir olaya dönüştürmektedir. İslam tarihi çeşitli olaylarla doludur -Peygamber zamanındaki olaylar, Peygamberden sonraki olaylar, Emirelmüminin dönemi, İmamların yaşadığı dönemler, Emevî ve Abbasî halifeleri dönemlerindeki olaylar- İslam tarihi farklı olaylarla doludur, ancak böylesine İslam tarihinin tamamının kaderini değiştirecek bir olay -İmam Hasan'ın barışı- çok azdır. Yani İslam tarihinde, bütün İslamî akımlar içinde yüzyıllar boyunca bunun gibi belirleyici olan belki bir iki olaya daha rastlayabiliriz. Olay bu açıdan çok önemlidir.
Özetle bu olay İslamî halifelik akımının saltanata dönüşmesinden ibarettir. Eğer üzerinde yeterince düşünecek olursak bu cümlenin çok dolu, akıl yüklü bir cümle olduğunu görürüz. Hilafet bir tür yönetim şeklidir, saltanat ise başka bir tür ve bunların ayrışması bir iki özelliklerinin farklı olmasından kaynaklanmamaktadır. Bunlar birbirinden tamamen farklı iki akımdırlar, Müslümanlar, ülke ve İslam toplumu üzerinde farklı idare ve yönetim şekline sahiptirler, biri saltanat diğeri ise hilafettir. Bu olayla birlikte İslam tarihinin ve İslamî yaşantının vagonları makas değiştirdi. Tıpkı bir yöne doğru giden trenin belli bir noktada makas değiştirerek yüz seksen derece dönerek ters yöne hareket etmesi gibi, kuzeye giden treni güneye yönlendiriyorlar, elbette bu yüz seksen derece dönüş bir anda olan bir şey değil, ancak insan dönüp geriye baktığında böylesi bir şeyi müşahede ediyor. Ben olayı bu açıdan görüyorum.
... İmam Hasan'ın barışından sonra bir akım yerini bir başka akıma bıraktı. Güç bir çizgiden, günümüz deyimiyle bir diğer çizginin eline geçti. Bu iki çizginin ayrıldığı ve farklı olduğu noktalar nelerdir? Yer değişen bu iki akımın özellikleri neydi? Birinci konu budur. İkinci konu gücü ele geçiren bâtıl akımların, gücü ele geçirmede ve insanlara musallat olmak için kullandıkları yöntemleri nelerdi? Üçüncü mesele, gücü kaybeden hak akımının -yani İmam Hasan'ın akımı- bâtıl akımına karşı koymak için uyguladığı yöntemler nelerdi? Hangi yöntemlere başvuruyordu? Dördüncü mesele, yenilginin tahlilidir. Hak akımı ne oldu da bu macerada yenildi? Bunu nasıl tahlil etmeliyiz? Beşinci konu, galip gelen güruhun mağluplara karşı nasıl davrandığıdır. Çok öğretici ve ibret verici konulardan biri de budur. Altıncı mesele mağlup olan güruhun, galip olanlara karşı tutumu nasıldı? İster siyasi, ister stratejik olarak bunların başvurdukları yöntemlerin sonucu ne oldu? Yedinci konu, neticedir. Ele alınması gereken yedi mesele bunlardır.
Bu iki akım arasındaki farklar konusunda birçok özellik hak hareketiyle bağlantılıdır, bir kısmı ise batıl akımıyla. Ki eğer tek tek sayarsak uzun bir liste olacaktır, ben burada özetlemekle yetineceğim. Hak akımı yani İmam Hasan'ın akımı, asliyeti dine vermektedir. Onlar için aslolan, din idi. Din yani ne? Yani hem insanların imanı, hem itikadı din baki kalmalıydı ve insanlar dine tabi olmalıydılar, iman ve amellerinde kalmalıydılar ve din toplum yönetiminde hakim olmalıydı. Bunlar için aslolan buydu, toplumun dinin idaresinde, dinin gücünün hakimiyeti altında hareket etmesi ve nizamın İslamî olmasıydı. Güç sahibi olmak, hükümet sahibi olmak, kendilerinin işin içinde olması ikinci, üçüncü, dördüncü... plandaydı diğer meseleler ayrıntıydı. Asli mesele dindi ki, bu nizam ve bu toplum dinin hakimiyeti altında idare edilmeliydi ve toplumdaki fertler dini, imanı gönüllerinde muhafaza ederek, gönüllerinde derinleştirmeliydiler. Birinci akımın özelikleri bunlardı. İkinci akım için aslolan ne pahasına olursa olsun gücü ele geçirmekti. Hakim olmak istiyordu. Bu ikinci akıma hakim olan siyasetti. Onlar için mesele gücü ele geçirmekti, sonrasında ne pahasına olursa olsun, hangi yöntemle, nasıl olursa olsun gücü elde tutmaktı. Dünya siyasetçilerinin sıradan yöntemi gibiydi. Değerler, esaslar onlar için asıl değildir. Eğer zihinlerinde olan esasları koruyabilirlerse korurlar, eğer koruyamazlarsa onlar için aslolan gücün kendi kontrollerinde kalmasıdır. Onlar için önemli olan budur. Bu çok önemli ve hassas bir sınırdır. Her iki akımın da dinî zahirlere göre amel etmeleri mümkündür, nitekim Emirelmüminin ve Muaviye arasındaki savaş da böyleydi.
…
Demek ki, bazen gücü esas alan akımın İslam'ın zahirine sahip olduğunu görürsünüz, bu bir şeyi ispatlamaz, işin bâtınına bakmak ve hangi akımın nereye uygun düştüğünü akıllıca teşhis edebilmek gerekir, bu birinci konu. Bu iki akımın belirgin özellikleri, bir tarafın güç peşinde olması, diğer tarafın esaslar ve değerlerin peşinde olmasıdır. İslamî yapılar, İslamî düşünsel yapılar; yani İslamî değerleri kabul etmek, onun için çalışmak, o yolda mücadele etmek. Bir tarafta öze temele sahip çıkma, esası isteme, asli değerleri koruma vardır, diğer tarafta ise güç peşinde olmak, gücü ele geçirmeyi istemek. Bir gün öyle, bir gün böyle, ama nasıl olursa olsun yönetim gücünü elde etmek istemektedir.
Ancak bâtıl akım hangi yöntemlerden faydalanmaktadır? Bu da çok dikkat çeken bir konudur. Bâtıl yöntemler genel olarak bir kaç şeyin bileşiminden oluşurlar, yani Muaviye'nin gücü elde tutma ve hakimiyetini derinleştirme planı bir kaç bölümden oluşmuştu, bu bölümlerin her biri bir operasyon ve uygulama içeriyordu. Bu bir kaç şey şunlardan ibaretti: Biri güç gösterisiydi. Bazı yerlerde şiddetle güç gösterisinde bulunuyor, orayı ezip geçiyordu. Bir diğeri, paraydı ki kötü işler yapılmasında en tesirli etkendi. Diğer bir tanesi, propagandaydı, dördüncüsü siyasi hareket etmekti, yani siyasi yöntemlerle, gevşek bırakıp sıkma siyasetiydi, bunlar Muaviye'nin genel yöntemleriydi.
Sizler Muaviye'nin bir yerde davranışlarının şiddetini öylesine arttırdığını hatta kendisine pahalıya patlayacak olmasına rağmen Peygamberin sahabesi Hucr bin Adiy'i bile öldürmekten çekinmediğini görüyorsunuz. Ruşeyd Hucr'ü takip edip, peşinden giderek öldürdü. Ziyad bin Ebih'i ki, zalim, kompleksli, köksüz, güç peşinde koşan kötü ahlaklı biriydi, bunu Kufe'ye -yani Şîa ve velayet düşüncesinin merkezine- yönetici olarak tayin ediyor ve ona istediği her şeyi yapma yetkisi veriyordu. Ziyad bin Ebih hakkında tarihçiler şöyle yazmışlardır: “Birinin Ehl-i Beyt taraftarı olduğundan küçücük bir şüphe dahi duysa onu tutukluyor, işkenceden geçiriyordu. Bir kimse Peygamber ailesiyle ve yenilmiş olan akımla işbirliği yapmakla suçlanırsa onu öldürüyor, ortadan kaldırıyordu.”[9]
Şîa ve Peygamber ailesinin hakimiyetinin merkezi olan Kufe'de yer yerinde oynuyordu. Bazen de bu şekilde güç gösterisinde bulunuyordu.
Aynı Muaviye'nin başka bir olayda, örneğin, falan kabileden ihtiyar bir kadın gelip yaptıklarından dolayı Muaviye'ye hakaret edip kötü sözler söylediğinde gülümsediğini, ona güzel sözler söylediğini, muhabbet gösterip, hiç bir cevap vermediğini görüyorsunuz. Adiy bin Hatem gözleri kör bir vaziyetteyken Muaviye'nin önüne geldiğinde Muaviye ona şöyle dedi: “Adiy! Ali sana haksızlık etti, sen iki oğlunu Ali'nin benimle yaptığı savaşta kaybettin, ama Ali iki oğlunu -Hasan ve Hüseyin'i- muhafaza etti.” Adiy bin Hatem ağlayarak şöyle dedi: “Muaviye! Ben Ali'ye karşı haksızlık yaptım, Ali şahadete ulaştı ve Allah'ına kavuştu ve ben henüz yaşıyorum.”[10] Muaviye'nin meclisinde Ehl-i Beyt bağlılarından biri olduğunda ve orada Emirelmüminine en küçük bir hakaret yapıldığında mecliste bulunan o kimse cesaretle, açıkça ve bütün gücüyle Muaviye ve dostlarına saldırıyordu, Muaviye de gülüyor, onu övüyordu, hatta bazen ağlıyor ve şöyle diyordu: “Evet, doğru söylüyorsunuz...” Belki inanmayacaksınız, ama bu gerçektir, propaganda böyle bir şeydir. Propaganda tarih boyunca bâtılın yararlandığı en zehirli en tehlikeli alettir. Hak hareketi propagandadan, asla bâtıl hareketinin yararlandığı gibi yararlanamaz. Çünkü bu propaganda zihinleri tamamıyla devre dışı bırakmak için kullanılacaksa, bir oyuncuya, yalana ve aldatmaya ihtiyaç vardır. Hak hareketi, yalancı ve aldatıcı değildir. Bâtıl hareket içinse hiç bir şeyin önemi yoktur. Önemli olan bir hakikatin insanların gözünde başka türlü gösterilmesidir. Bunun için bütün araçlardan yararlanırlar ve öyle de yaptılar.
Sizler farklı ağızlardan bunu duymuşsunuzdur, Emirelmüminin mihrapta şahadete ulaştığında, Şam halkı şaşırmıştı, “Ali'nin mihrapta ne işi var” demişlerdi. “Mihrap namaz kılanların bulunduğu yerdir.” Bazıları bunun gerçek olduğuna inanmıyorlardı. Bu yıllar içerisinde Muaviye hükümeti ve öncesinde de kardeşi -büyük kardeşi Yezid bin Ebu Süfyan- Şam'a öylesine kara propaganda yapmışlardı ki, zihinler bulanmış ve hiç kimse bunun dışında bir şey düşünemez olmuştu. Benî Ümeyye ve Muaviye ailesinin lehine, Peygamber ailesinin aleyhine propaganda yapılıyordu. İslam dünyasında hicretten sonra - yani Emirelmümininin döneminden yaklaşık kırk, elli yıl sonra takriben yüz yıl boyunca minberlerden Emirelmüminine lanet okumuşlardır- yapılan bu lanet olayı Muaviye'nin işidir, onun ahlakıdır, bunun böyle olduğu bir gerçekliktir. Bazıları Şîa'yı sahabenin bir kısmına kem gözle baktıkları ve lanet ettikleri için kınadılar, oysa bu işi yapan kendileridir, bu, Muaviye'nin yaptığı bir iştir. Emirelmüminini, Ali bin Ebu Talib'i insanların en faziletlisini[11] İslam'da en eski olanını[12], Peygamberin en yakın ashabını, bunlar yıllarca, onlarca yıl boyunca minberden kötülediler ve kınayıcı sözler söyleyerek ona lanet ettiler. Bu, Ömer bin Abdulaziz dönemine kadar böyle devam etti. O, halife olunca bunu yasakladı, “Bundan sonra kimsenin bunu yapmaya hakkı yoktur” dedi. Abdulmelik bin Mervan'dan sonra on iki, on üç yıl boyunca Velid ve Süleyman adındaki iki oğlu birbiri ardınca hükümetin başındaydılar, onlardan sonra Ömer bin Abdulaziz yaklaşık iki yıl hilafet makamına oturdu, ondan sonra tekrar Abdulmelik'in diğer iki oğlu -Yani Yezid ve Hişam- halife oldular. Ömer bin Abdulaziz o zamana kadar Emirelmüminine yapıla gelen lanetlerin önünü aldı. Yapılan işlerden biri de buydu. Elbette insanlar ilk önce şaşırmışlardı, lakin yavaş yavaş buna alıştılar.
İslam tarihinde okuduğuma göre, Muaviye ve onun yerine geçenler Ehl-i Beyt'e sövmek ve onların düşmanlarını övücü hadis uydurmak ve ayet tefsir etmek zorunda bırakmadıkları bir tek kari, muhaddis ve ravi bırakmamışlardır.
…
Hak akımının yöntemleri; hak taraftarları da bâtılın bu saldırıları karşısında boş durmuyorlardı. Onların da sahip oldukları yöntemler vardı. Bunlar en başından beri güçlü bir direniş ve faaliyetler olarak özetlenebilir. Bazıları İmam Hasan-ı Mücteba'nın savaşmaya korktuğunu zannediyorlar, hayır. İmam Hasan -ı Mücteba kararlı bir şekilde savaşa gidiyordu ve kendisi Arapların en cesurlarındandır. Okuduğum bir kitapta İmam Mücteba'nın çeşitli olaylardaki kahramanlıklarının anlatıldığını gördüm. O hazretin pek çok olayda sayısız kahramanlıkları vardır. Nitekim Emirelmümin yapmış olduğu savaşlarda, İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in kendilerini tehlikeye atmalarına engel olmak zorunda kalıyordu. Bazıları “Neden Muhammed Hanefiye'yi ön saflarda savaşmaya gönderiyorsun da İmam Hasan ve İmam Hüseyin'i göndermiyorsun, o da senin oğluydu değil mi?” diye sorular yönelttiklerinde, şöyle buyurdu: “Allah Resulü'nün soyunun kesilmesinden korkuyorum. Bunlar Peygamberden geriye kalan tek şeylerdir. Ben, Peygamberin neslini korumak istiyorum.” Savaş meydanlarında bir tehlike hissettiğinde, onların korunmasını istiyordu. Onlara olan sevgisinden dolayı değil, yoksa diğer evladını da seviyordu, Emirelmüminin kendisi de savaşçıydı, savaştan kaçmaz, korku nedir bilmezdi, tehlikeden korkacak biri değildi. Ancak bunlar Peygamberin çocuklarıydılar ve Emirelmüminin onları tehlikeye atmak istemiyordu. Onlar Emirelmüminin savaşlarında varlardı, onları fazlaca meydana göndermemesinin sebebi buydu, dolayısıyla bu iki yüce şahsiyetin -İmam Hasan ve imam Hüseyin- isimleri o dönemdeki kahramanlar arasında kayıtlara geçmemişti. Lakin İran ile yapılan İslam savaşlarında İmam Hasan vardı, İmam Hasan Emirelmüminin emriyle saldırganlara karşı Osman'ın evinin savunmasında yer almıştı ve daha birçok önemli olayda İmam Hasan varlığını ispatlamıştı. Cemel ve Sıffin Savaşında da çok önemli roller ifa etmiştir ki, ben İmam Hasan'ın adına Sıffin ve Cemel olaylarında -özellikle bu iki olayda- İmam Hüseyin'in adından daha çok rastladım. Yani o hazret -İmam Hasan-ı Mücteba- İmam Hüseyin'den daha fazla meydanlarda ve olayların içindeydi. Hayır, savaşçı, siyasetçi, tedbirli, adı anılası, güçlü bir insandı. İnsan, İmam Hasan-ı Mücteba'nın tartışma ve mücadelelerini okuduğunda tüyleri diken diken oluyor, gereğinden fazla güçlü ve kudretli olduğunu görüyor.
Barış olayında ve sonrasında bu yüce şahsiyetten öylesine kesin ve ezici sözler nakledilmiştir ki, bazı noktalarda Emirelmümininin sözlerinden daha keskin ve ezici olduğu göze çarpmaktadır. Ben, düşman karşısında Emirelmüminin ezici ve güçlü sözlerine daha az rastladım, belki bu, Emirelmümininin karşı karşıya olduğu düşmanlarının bu kadar alçak ve habis olmamalarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İmam Hasan'ın yapmış olduğu işlerde hiç bir eksiklik yoktur. Bütün eksiklik, zamanın şartlarındadır. Bütün gücüyle müdafaa için dik durmuştur bu, mümkün olduğu kadar yerine getirilen yöntemlerden biridir. Bazen bütün gücüyle karşı koymanın zarar vereceği durumlarda vardır. Bazı yerlerde karşı koymak ve bütün gücüyle işi devam ettirmek zararla sonuçlanır. Yöntem değişikliği ve manevra temel ve gerekli bir iştir.
İkincisi, propaganda. Hak saflarında propagandanın önemi çok büyüktür. Ancak -söylediğim gibi- hak hareketinin propagandada elleri bağlıdır. Her yöntemden, her yoldan yararlanamaz. Hak ve gerçeği beyan edebilir, halkın zihninde olan ve duymak istedikleri şeyleri batıl hareketi korkusuzca halkın istediği şekilde beyan edebilir. Ancak hak hareketi bunu yapamaz, acı da olsa gerçekleri beyan eder. Emirelmümininin yarenlerine karşı söylediklerine bakın, bazen insanı şaşırtacak derecede acı sözler ediyordu. Bazen o yöntemleri benimsemeyi isteyen bizler için bile şaşırtıcıdır. Muaviye hiç bir zaman böyle bir şey yapmıyordu. Muaviye insanlara dalkavukluk ediyordu. Muaviye ne pahasına olursa olsun halkın desteğini almak istiyordu. Ali bin Ebu Talib bu işi yapmıyordu. Bilmediğinden değil, takvaya aykırıydı, esaslara aykırıydı ve bizzat Ali bin Ebu Talib şöyle buyurmuştu: "Takva olmasaydı ben Arap'ın dahisi olurdum."[13]
Takva meselesi olmasa, değerleri koruma derdi olmasa, ben Muaviye'den daha zeki ve uyanık olurdum. Gerçek de böyledir, Ali'nin asaleti ve kökeni, onun peygambere yakınlıktaki geçmişi, büyüklüğü, onun yüce zihin ve ruhu, açıktır ki, Muaviye'den daha kapsamlı, daha büyüktür. İstese çok şeyler yapabilirdi, ancak hak izin vermemektedir.
Değerlerden taraf olmak, değerleri korumanın başka bir yöntemidir. Hak yapısında çok önem taşıyan şey ve dikkat edilmesi gereken yöntemler, değerlerin her ne pahasına olursa olsun korunmasını gerektirir ve sonunda mektebin bekası için belli bir yere kadar geri çekilmek pahasına olsa bile. Bunu da dikkate alın, yani hak eğer karşı koymasının mektebin aslını tehlikeye attığını görürse geri adım atar, bundan utanmaz ve sıkılmaz. İmam Hüseyin şöyle buyurdu: "Ölüm utançtan daha hayırlıdır ve utanç da cehenneme girmekten daha hayırlıdır."[14]
Gerekirse utancı kabul ederim, ama cehennem ateşine girmem. Bazen, bazıları kendilerini utandıracak bir iş yapmaktan kaçınırken, ilahî azap ve gazabı göze almaktadırlar. Utanç nedir? Esas olan insanın Allah'ın rızasını kazanmasıdır. Esas olan, insanın velev ki sözünden dönmeyi, hatasından vazgeçmeyi, bir konuda geri adım atmayı gerektirse bile vazifesini yerine getirmesidir. Allah ne istiyorsa, Allah neden razıysa, bakın bu, İmamların yaşamındaki bir esastır ve İmam Hasan da böyleydi. İmam Hasan zorunluluk ve olayların baskıları sonucu çaresizce Muaviye'yle barışı kabul ettiği zamana kadar, düzenli olarak ordu gönderiyor, birlikleri görevlendiriyor, asker topluyor, mektuplar yazıyor ve bir savaş için gerekli her şeyi yapıyordu, ancak sonradan baktı ki yapacak bir şey yok barışı kabul etti. Yakın dostları bile ondan yüz çevirdiler... İmam Hasan barışı kabul ettiğinde bir çokları sevindiler, gönülleri savaştan rahatsızdı, hatta için için sevinenler bile İmam Hasan'dan yüz çevirdiler, bu olayı kınama malzemesi olarak kullanarak şöyle dediler: “İmam! Sen neden sözünden döndün?” İsimlerini zikretmek istemediğim en yakın, en büyük parlak siması olan sahabeler gelip İmam Hasan'a uygunsuz kelimeler ettiler. Ama o yüce insan, mektebin korunması için geri adım attı.
Bir sonraki mesele, hak hareketinin yenilgisinin tahlilidir. İmam Hasan'ın yenilgisinin sebepleri, genelin zayıf görüşlü olmasıdır, asli sebebi ise imanın maddî heves ve beklentilerle iç içe geçmiş olmasıdır. Genel görüşteki bu zayıflık meselesinde insanlar gerçekten çok çok bilinçsizdiler, imanları ve dinleri de maddî heves ve beklentilerle karışmıştı. Onlar için maddiyat asıl hükmündeydi. Değerlerin sarsıntıya uğraması, o olaydan on, yirmi yıl öncesine dayanmaktaydı; İmam Hasan'ın barışından yaklaşık on beş yıl önce değerler tek tek sarsılmıştı. Biraz bu art niyetler ve biraz da bu türden olaylar meydana çıkmıştı ve bunların hepsi İmam Hasan'ın muvaffak olamamasında etkili olmuşlardır.
Galip tarafın mağlup tarafa karşı davranışları, İmam Hasan'ı ve yarenlerini tutuklayıp zindana atma yahut öldürmek yerine, çok fazla olmasa da saygınlıklarını koruma şeklinde oldu. Hazreti ziyarete gelerek çok ihtiram gösterdiler, ancak Muaviye ve kazanan güruh onun şahsiyetini zayıflatma ve mahvetme kararı almışlardı. Şahsiyeti yok etmek için şahsı korumuşlardı. Bu, onların yöntemiydi, dediğim gibi, propagandada bunu esas aldılar.
Mağlup taraf galipler karşısında ne yaptı? Onlar strateji olarak, fitne dolu, bulanık, çok tehlikeli ve zehirli bu ortamda, hak hareketi oluşturdular, şekillendirdiler ve bunun asli sütunu İslam'ı korumak olan bu hareketi geliştirdiler. Şu an bütün toplumu İslamî fikirle donatamıyorsak, kırılgan ve yok olacak bir hareket yerine -ki bu genel harekettir- daha derin ve asli bir hareketi İslam'ın esaslarını korumak için azınlık bir şekilde el altında gizlice koruyalım, dediler. Bu işi İmam Hasan yaptı. Sınırlı bir hareket oluşturdu, daha iyi bir ifadeyle teşkilatlandırdı, bu hareket Ehl-i Beyt'in yaren ve ashabının hareketidir, Şîa hareketidir. Bunlar İslam tarihi boyunca, boğucu karanlık dönemler boyunca kaldılar ve İslam'ın bekasının sebebi ve garantisi oldular. Eğer bunlar olmasaydı her şey tamamıyla değişecekti. İmamet hareketi ve Ehl-i Beyt görüşü hareketi gerçek İslam'ın garantörüydü.
Neticeye gelince, İslam dünyasının zihninde galipler, fatihler ve zorbalar mahkumlara dönüştüler ve mağluplar ve zayıf görülenler hakim ve fatihler haline geldiler…
Çev. Muaz Pazarbaşı
NOT: Bu yazı, İmam Hamaney'in sözlerinden derlenerek hazırlanmış olan “Ehl-i Beyt'in 250 Yıllık Mücadele Tarihi” adlı eserden alıntılanmıştır. Söz konusu eser, Önsöz Yayıncılık tarafından baskıya hazırlanmaktadır.
-------------------------------------------------
[1] Tabersî, El-İhticac alâ Ehli'l Lecac, c. 1, s. 234.
[2] İbni Ebi'l Hadid, Şerh-u Nehcu'l Belâğa, c. 16, s. 15.
[3] Al-i İmran Sûresi, 54.
[4] Tuhefu'l Ukul, s. 308, "Ya Muzille'l Mü'minin"
[5] Biharu'l Envar, c. 44, s. 56. Bu, Enbiya Sûresi 111. ayetten alınma bir sözdür.
[6] Çağdaş Mısırlı tarihçi.
[7] El-Kafi, c. 1, s. 368.
[8] El-Kafi, c. 1, s. 368.
[9] Biharu'l Envar, c. 44, s. 214.
[10] Ed-Derecat er-Refie, s. 360.
[11] El-Kafi, c. 15, s. 301.
[12] Evâmilu'l Ulum ve'l Maarif, c. 11, s. 383.
[13] El-Kafi, c. 8, s. 24
[14] Biharu'l Envar, c. 75, s. 128.
Kalp Huzuru, Namazın Ruhudur
Her şeyin bir bedeni, bir de ruhu vardır. Namazın ruhu da, “kalp huzuru”dur; kalp huzuru olmayan bir namaz, sadece kelime, hareket ve şekillerden ibarettir.
Namazda kalbî huzurun manası; insanın Allah’a kalben yönelerek O’ndan gaflet etmemesi, namazı idrak etmesi, ayrıca insanın ne istiyor, hareket ve fiillerinin manası nedir, kime yönelmiş, kıblesi neresidir, niçin namaz kılmaktadır, nasıl bir ilâh karşısında dua ve niyaza, hamdüsenaya, kulluk ve ibadete durduğunu iyice bilmesidir.
Eğer insanın zihni diğer meselelerle meşgul olursa, insan dalgınlığa düşerse, her ses, her manzara, her geliş-gidiş, her yazı ve resim kendisini meşgul eder, nerede durduğunu, ne yapmakta olduğunu bilmez, namazda olduğunu unutursa, bu, kalbî huzurun bulunmadığı manasına gelir.
Namazda kalp huzurunu elde etmenin yolu, insanın, namazın manasını, okuduğu şeylerin anlamını bilmesidir.
Diğer bir yolu, gidiş-gelişlerin, seslerin, resim ve tabloların dikkatini çekmeyeceği bir yerde namaz kılmasıdır.
Bir başka yolu, namazdan önce ve namaz sırasında, namaz kılan kimseye dikkat ve manevîyat veren, Allah’la olan irtibat ve bağını kuvvetlendirip kendi kulluğunu kendisine hatırlatan sünnet ve müstehapları yerine getirmesidir.
Önemli bir şahsiyetle görüşmeye gittiğinizde, en iyi elbiselerinizi giyinir, edepli bir şekilde, onun huzurunda durur veya oturur ve her türlü edep dışı hareketten kaçınırsınız. Onun ve kendinizin sözlerine dikkat eder ve görüşme müddeti boyunca o önemli şahsiyete hürmetle davranırsınız.
Yüce Allah, varlıkların en üstünüdür; kâinat ve bütün varlıkların kaynağı O’dur. Biz, O’nun nimetlerinden yararlanan zayıf ve muhtaç kullar olarak, verdiği nimetler karşılığında, şükür vazifesini yerine getirmek için namaz kılar ve ibadet için huzurunda dururuz.
Allah huzurundaki bu konumumuza dikkat etmemiz, kalbi yumuşatır; tevazu, huşu ve alçakgönüllülük meydana getirir.
Namaz “Allah’ın zikri”dir. Elimizden geldiği kadar, yüce Allah’ın azamet ve yüceliği, bizim ise muhtaç birer kul olduğumuz konusunu devamlı kalbimizde diri tutarsak kılacağımız namaz daha yapıcı olur.
Unutmamamız gerekir ki, rükularımızda, yüce yaratıcının azameti karşısında eğiliyoruz.
Secdelerimiz, bütün varlıklarla birlikte yüce Allah’a huşuyla itaat edip teslim olmamızdır.
Tesbihatımız, yüce Allah’a secde edip tesbih eden kâinatın bütün zerreleriyle eşlik etmemiz demektir.
“Değil sadece insanoğlu O’nu tesbih etmede/Dal-daki bülbül de lisan-ı hâliyle O’nu tesbih etmede.”
Sadece biz değil, bütün âlem, kendine has lisanıyla Allah’ı takdis ve tesbih etmektedir. Ve bu, O’nun hikmet ve kudretinin nişanesidir
“Gün yüzüne çıkan her bitkinin
İlk sözüdür, “Vahdehu lâ şerike leh!”
Kalbin huzuru, namazın can damarıdır.
İbadet ve namazlarımızda, Allah’tan başka hiç kimseyi düşünmemeye, kalbimizin, fikrimizin ve dikkatimizin başka yerlere dağılmamasına gayret edelim.
Üstad Muhsin Kıraati
Amerika’nın çirkin yüzünü basını kullanarak güzel göstermek isteyen hainler
İslam İnkulabı Rehberi şehit ailelerini kabul ettiği görüşmede, Amerika’nın kötü ve çirkin yüzünü basın ve propaganda makyajı ile kapatmak isteyenlerin hain olduğunu belirtti.
MHA’nın İslam İnkılabı Rehberi’nin Bilgilendirme Sitesi’nden aktardığı habere göre, İmam Seyyid Ali Hamanei Cumartesi 27 Haziran öğleden sonra gerçekleşen görüşmede 28 Haziran (7 Tir) olayı şehitlerinin ailelerini kabul etti.
İran İslam İnkılabı Rehberi 28 Haziran olayı şehitlerinin ailelerine hitaben yaptığı konuşmada, “Ülkenin bugün düşmanı tanımaya ve onunla kültürel, siyasal ve sosyal yaşam alanındaki propaganda savaşına hazır olmaya ihtiyacı var ve Amerika’nın çirkin yüzünü basın makyajı ile güzel göstermek isteyenler hainler” dedi.
Şehit ailelerinde onur ve izzet duygusunun oluşması ve halk içerisinde manevi coşku ve şevk ortamının oluşmasının şehitlerin toplum içindeki bereketlerinden olduğunu belirten İslam İnkılabı Rehberi konuşmasının devamında 28 Haziran 1981 olayına temasla, Ayetullah Beheşti, bakanlar kurulu üyeleri, milletvekilleri, siyaset ve inkılap aktivistlerinden kalabalık bir grubun şehid olduğu 28 Haziran olayı gibi büyük bir olay dolayısıyla İslam İnkılabının yenilgiye uğramasıyla sonuçlanması gerektiğini, ancak bu şehitlerin kanları bereketi sayesinde dakik olarak tasavvur olunan şeyin tam aksinin vuku bulduğunu ve bu olaydan sonra, halkın daha da birleşerek, İslam inkılâbının gerçek ve sahih istikametinde yer aldığını söyledi.
İmam Hamanei, 28 Haziran şehitlerinin akan kanlarının bereketlerinden bir diğerinin de bu cinayetin faillerinin gerçek yüzlerinin ifşa olunması olduğunu hatırlatarak, 28 Haziran olayından sonra yıllardır kendilerini farklı bir şekilde tanıtmaya çalışan bu büyük cinayetin faillerinin gerçek yüzünün artık halk ve özellikle gençler için tanındığını ve bu teröristlerin kısa bir süre sonra da Saddam'a sığınarak, İran halkına ve hatta Irak halkına karşı koymak için Saddam'la birleştiklerini söyledi.
28 Haziran olayının yerli ve yabancı gizli ellerin açığa çıkmasına ve hatta kendi sessizlikleri ile bu olaya rıza gösterenlerin ifşa olmasına sebebiyet vermesinin bu facia şehitlerinin kanlarının bereketlerinden bir başkası olduğunu belirten İslam İnkılâbı Rehberi, 28 Haziran olayından sonra, rahmetli yüce imam Hümeyninin bu olayı çok güzel kullanarak, kendi asıl istikametinden sapmaya yüz tutmuş İslam İnkılâbını kurtardığını ve İnkılâbın asıl akımını bir kez daha halkın gözleri önünde sergilediğini söyledi.
28 Haziran olayından sonra toplum içinde oluşan manevi dirayet ve coşkuya da değinen İmam Hamanei, bu olayın İslam İnkılâbının toplumun derinliklerine ne kadar nüfuz ettiğini ve etkili olduğunu düşmanlar için aydınlattığını ve inkılâba karşı şiddete başvurmanın hiçbir sonuç vermeyeceğini düşmanlara gösterdiğini söyledi.
İnsan hakları savunucusu olduklarını iddia eden müstekbir güçlerin gerçek hüviyetlerinin ifşa olmasının 28 Haziran faciası şehitlerinin kanlarının bereketlerinden bir başkası olduğunu belirten İmam Hamanei, 28 Haziran faciasının asıl faillerinin bugün Avrupa ülkeleri ve Amerika'da serbestçe faaliyet gösterdiklerini, bu ülkelerin yetkilileri ile görüştüklerini ve hatta onlar için insan hakları konulu sempozyumlar düzenlendiğini söyledi.
Bu gibi davranışların insan hakları savunucularının nifak ve ikiyüzlülüğünün doruk noktaya ulaştığını gösterdiğini hatırlatan İmam Hamanei, "ülkemiz genellikle esnaf, çiftçi, memur, üniversite hocası ve hatta kadın ve çocuklardan oluşan normal halkın oluşturduğu 17 bin terör şehidine sahiptir ama bu suikastlerin failleri bugün serbestçe insan hakları savunucusu ülkelerde varlıklarını sürdürmekteler" ifadesini kullandı.
Ümmet Önündeki Tehlikeyi Görmeli
Bir grup müminin namaz halinde şehadeti ile sonuçlanan tekfirci terör örgütü DAEŞ’in İmam Sadık (a.s) camiine yönelik saldırısı sonrasında Ayetullah Cevad Amuli şu mesajı yayımladı:
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
İnna lillah ve inna ileyhi raciun
Kuveyt İmam Sadık camiinde namaz kılan müminlerin şehadeti münasebetiyle İmam Mehdi hazretlerine (ona binlerse salat-u selam olsun) ve tüm İslam ümmetine başsağlığı diliyorum.
Allah’ın kutsi zatından bu şehitlerin pak ruhlarını İslam’ın ilk şehitleriyle birlikte haşretmesini, İslam ümmetine sabredenlerin mükâfatını vermesini, şehitlerin muazzez ailelerine ise dünya ve ahiret izzetini inayet etmesini diliyorum.
İslam ümmeti önündeki tehlikeleri görmeli ve kendisini korumalıdır. Bazılarının ilmi cehaleti, bazılarının ameli cehaleti ve siyonizmin entrikaları ümmetin önündeki en önemli tehlikeleri oluşturmaktadır.
Ümmetin basireti ve uyanık olması tekfirci selefi DAEŞ(İŞİD) tehlikesini onların kendisine çevireceği gibi İslam ümmetini de itidal çizgisinde tutacaktır.
Bu elim musibetten dolayı tekrar İslam ümmetine ve özellikle Kuveyt halkına tesliyet dileklerimi sunar, şehitler için Yüce Allah’tan üstün dereceler niyaz ederim.
Ğaferallahu lena ve lekum
Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatüh
Cevadi Amuli / 1436 Ramazan
İran: Şii-Sunni Ayrımı Olmaksızın Mazlumların Yanındayız
İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ruhani, hükümetin uluslararası kurumlarla işbirliği yaptığını ama aynı zamanda ve silahlı kuvvetlerle birlikte İslam Cumhuriyeti’nin haysiyetini savunduğunu söyledi.
Cumhurbaşkanı silahlı kuvvetler komutanlarına verdiği iftar merasiminde İran Ordusu Deniz Kuvvetleri’nin uluslararası sularda varlık gösterdiğini ve İran’ın terör örgütlerine karşı mücadele veren ülkelerin yanında yer aldığını belirterek, “İran İslam Cumhuriyeti için Şia veya Sünni, Yemen, Suriye, Lübnan, Irak ve Filistin arasında hiç bir fark yoktur ve biz hep mazlumların yanında durmaya devam edeceğiz” dedi.
Silahlı Kuvvetlerin üst düzey komutanlarını ağırladığı iftar yemeği merasiminde konuşan Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İran ve 5+1 Grubu arasında devam eden Nükleer Müzakerelere değinerek, hükümetin uluslararası kurumlarla işbirliği yaptığını ama aynı zamanda ve silahlı kuvvetlerle birlikte İslam Cumhuriyeti’nin haysiyetini savunduğunu söyledi.
Ruhani, İran’ın insanlığa karşı olan kitle imha silahı peşinde olmadığını belirterek,“Bu yalan propagandalar dünya halkı için ifşa edilmeli” dedi. Cumhurbaşkanı konuşmasının devamınde ise, hükümet ve silahlı kuvvetlerin İslam İnkılabı Rehberi’nin emirleri doğrultusunda hareket ettiğini vurguladı ve “Sözde ve pratikte beraber hareket etmeliyiz ve Devrim Muhafızları Ordusu, Ordu ve Hükümetin hepsi Veli-yi Fekih, tek bir lider, anayasa, Kuran ve Ehlibeyt’in bayrağı altında”diye konuştu.
İmam Hamaney ve Ramazan
Ramazan ayı, ganimet kabul edilmesi gereken eşsiz bir fırsattır...
Yüce Allah, insanı terbiye olmaya muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bu nedenle insanın hem dışarıdan (bedensel) hem de içeriden (ruhsal) terbiye edilmesi gerekir. Ruhsal terbiye kategorisine ait konulardan biri fikirsel eğitim ve aklın güçlendirilmesidir. Bir diğer mesele ise nefsin arındırılması, öfke, şehvet vb. kuvvelerin kontrol altına alınması ki bu konu genel olarak nefis tezkiyesi diye adlandırılır.
Doğru ellerde ve olması gerektiği gibi terbiye edilen insan, uygun fabrikalarda işlenerek istenilen şekle bürünen madde gibidir. Böyle bir insanın varlığı bereket ve hayrın kaynağı olacağı gibi dünyanın ve insanların kalbinin abat edilmesi için gerekli potansiyele sahip hale gelecektir. Arınmış bir nefse sahip her insanı bekleyen son, ilk günden bu güne ve bu günden yarına kadar herkesi bekleyen sonla aynıdır. Yani; kurtuluş, ebedi yaşam mutluluk ve cennet. İlk peygamberden ta insanların en üstünü olan son elçi Hz. Muhammed'e (s.a.a) kadar tüm peygambelerin gönderiliş amacı talim ve tezkiyedir. İnsanları zihinsel ve ruhsal olarak yetiştirip kemal mertebesine taşımak için görevlendirilmişlerdi.
Bana ve sizlere yerine getirmemiz için bir emir olan tüm ibadet ve şer'i vazifeler, aslında tezkiye ve terbiye için birer araçtır. Bizlerin kâmil insan vasfına erişmemizi sağlayacak bir nevi spordur. Spordan tamamen uzak bir beden zamanla güçsüz düşüp zarar görecektir. Eğer sağlıklı, güçlü ve güzel görünümlü bir vücuda sahip olmak istiyorsak spor yapmalıyız.
Bu bağlamda ibadette bir spordur ve ibadetten uzak olan beden de zaman içerisinde çürür. Oruç beden sağlığı için bir spordur. Yine namaz, infak, günahlardan uzak durmak seçimi, yalan konuşmamak, insanlarının iyiliğini istemek hepsi beden ve ruh sağlığı için birer spordur. Bu sporları yapan insan, güçlü ve temiz bir ruha sahip olur. Aksi durumda dış görünüş olarak göze hitap eden zahiri bir güzelliğe sahip olabiliriz belki ama eksik, hakir ve her türlü darbeye açık bir ruhumuz olur.
Tüm ibadetler insanı nefsanî lezzetlerin sultasına alıp zelilliğe sürükleyecek adımların önünü almak için sürdürülen bir mücadele yöntemidir aslında. Nefsi askeri gözetim altına almış gibisine sıkıyönetime tabi tutmak hüner değildir. Ulaşabildiği her şeyden lezzet alması, haz duyması insan için kemal değil. Bu, hayvana özgü bir durumdur. İnsanın hayvani bir boyutu olmadı doğrudur ancak hayvani güdülerin kontrol altına alınıp terbiye edilmesi gerekir. Yemek, içmek, uyumak, dinlenmek, mubah yollardan nefsi tatmin etmek vb. bizim birer parçamızdır. Kimse bu ihtiyaçların önünü almamıştır. Yasak olan şey aşırıya kaçmak ve boğulmaktır.
Materyalizm insanı maddi zevklerde boğulmaya davet eder. Semavi dinler ve fıtrata uygun bir akıl, insanın şehvet labirentinde kaybolmaması, benliğini yitirmemesi ve düşünme yetisini şeytana kiraya vermesi için insanın önünü alır. İnsanı şehvet girdabında boğulmaya sürükleyen her davet, ateşe, bedbahtlığa ve felakete davettir. Genel olarak ilahi elçilerin, semavi dinlerin ve aklın işi, nefsin şehvetin boyunduruğu altından azat edilmesidir ve oruç, bu yoldaki yardımcı faktörlerden sadece birisidir. Bu nedenledir ki Ramazan ayı, rivayetlerde günahları terk etmek için bir uygulama ve pratiğe dökme ayı olarak tabir edilmiştir.
İmam Cafer-i Sadık'ın (a.s) Muhammed bin. Müslim'e hitaben şöyle buyurduğu rivayet edilir:
"Ey Muhammed! Oruç tuttuğun zaman kulakların, burnun, dilin, derin, saçın hatta damarların bile oruç tutsun. Yalan konuşma, mümin insanlar için zorluk çıkarma, temiz kalpleri kırma, Müslüman kardeşin ve İslam ümmeti için kötü düşünüp planlar kurma. Kimseye iftira atma, kimsenin kötülüğünü isteme, emanete ihanet etme, alış verişe hile katma.
Ramazan ayında iradesine bir nevi muhalefet ederek yemek, içmek, nefsi ve cinsi isteklerine gem vuran insanı dili, gözü, kulağı ve tüm azaları oruç tutmalıdır. Kendini günahların pençesinden kurtulmuş olarak Allah'ın huzurunda görmelisin. Nefsini arındırmak için bu fırsatı ganimet saymalısın."
Yine Müminlerin Emir Hz. Ali'den (a.) şöyle nakledilir:
"Nefsi oruç, cisim ve mide orucundan farklıdır. Nefsi oruç tutan insanın tüm duyu organları günahtan kaçınır. Kalp, şer ve fesada sebebiyet verecek her şeyden uzaklaşır. Kalbini Allah'a ve kullarına karşı şeffaflaştırıp öfkeden arındırır. "
Değerli beyler ve hanımlar, azizlerim!
Ramazan ayı, ganimet kabul edilmesi gereken eşsiz bir fırsattır. Bu fırsattan yararlanalım. Benliğimizi Allah'a ve kemale yakınlaştıralım, fesat ve kötülüklerden uzaklaştıralım. Bu aya özgü müstehap dualar ve istiğfarlar bir nimettir. Allah korusun bu nimetlerden gafil olmayalım. Ramazan, bir göz kırpması kadar kısa bir zaman dilimidir, bir bakarsınız bitmiş. Bir sonraki Ramazan'ı görme şerefine nail olur muyuz, meçhul. Ramazan, her günü, her saati hatta her saniyesi bile bian aydan hayırlı bir aydır.
Ayetullah Seyyid Ali Hamaney
12.10. 1376 / 12 Aralık 1997
Cuma Hutbesi