
کارگر
Ahlak ve İrfan Yolcuları İçin İmam Cafer Sadık'tan İrfani Düsturlar / Unvani Basri Hadisi
Unvanı Basri Hadisi, Ehlibeyt (aleyhimu's selam) takipçileri için çok kıymetli ameli düsturları içine alan bir çok salik ve ariflerin üzerinde önemle durduğu değerli bir hazinedir. Maliki Mezhebinin kurucusu İmam Malik'in 94 yaşındaki öğrencisi Unvanı Basri adındaki bir kişinin bir gün gelerek İmam Cafer Sadık'tan öğüt ve nasihat istemesini konu alan bu hadisi şerifi Şia'nın çok değerli alimlerinden Şeyh Bahai kendisi el yazısı ile yazmış ve Allame Meclisi onu Biharu'l Envar kitabında nakletmiştir. İmam Cafer Sadık'ın (a.s) Unvanı Basri ve tüm Allah'a doğru yol kat etmek isteyenlere öğütlerini içeren bu altından daha değerli hadisi şerifi siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Unvanı Basri[1]Rivayeti ve Tercümesi
Unvan-i Basri ömrünün üzerinden 94 yıl geçmiş yaşlı bir adamdı. Kendisi şöyle anlatıyor: “Ben sürekli (Ehli Sünnet mezheplerinden Maliki Mezhebinin kurucusu) Malik b. Enes’in yanına gidip geliyordum ve onunla yakın bir irtibatım vardı. Cafer b. Sadık (aleyhi selam) Medine’ye geldiğinde ben o hazretin de yanına gidip gelmeye başladım. Malik b. Enes’ten yararlandığım gibi ondan da ilmi istifadeler elde etmek istiyordum.
Bir gün (İmam Cafer Sadık'ın) huzuruna vardığımda bana şöyle buyurdu: “Ben hükümetin denetimi ve gözetimi altında bulunan biriyim, takip edilmekteyim (serbest olmadığım için zamanımın kontrolü elimde değil, hükümet casusları ve denetleyicileri hareketlerimi takibe almış durumdalar) buna ilave olarak benim gece ve gündüzün belirli saatlerinde virt ve zikirlerim vardır ki onlarla meşgul oluyorum. Benim virt ve zikirlerime mani olma, istediğin ilimleri de Malik’ten öğren! Eskiden onun yanına gidip ilim öğrendiğin gibi şimdi de onun yanına git, ilmini öğren!”
Ben buna çok üzülmüştüm. Sonra oradan dışarı çıktım. Kendi kendime "Eğer Hazret bende birazcık hayır görseydi kesinlikle huzuruna varıp ilminden istifade etmeme izin verirdi" dedim.
Sonra bu düşüncelerle üzgün bir halde Mescidi Nebi'ye girdim ve Allah Resulü'ne (Allah'ın selam ve salatı ona ve ehlibeytine olsun) selam verdim. Ertesi gün Ravza'ya geri döndüm ve orada iki rekât namaz kıldım ve şöyle arz ettim: "Ya Rabbi! Ya Rabbi! Ben senden Cafer b. Sadık'ın (a.s) kalbini bana şefkatli kılmanı ve ilminden bir miktarını benim rızkım karar kılmanı istiyorum. Böylece ondan öğrendiğim ilimle sırat-i müstakim ve hak yol çizgisinde hareket edeyim."
Kırık bir kalp ve hüzünlü halimle evime döndüm. Kalbim Cafer b. Sadık'ın (aleyhi selam) sevgisiyle dolup taştığı için artık Malik b. Enes'in yanına gidip gelmemi kestim ve bir daha da yanına gitmedim. Dolayısıyla tamamen kabuğuma çekildim, artık sadece namaz için evimden dışarı çıkıyordum. (camide cemaatle namaz kılmak için)
Ama sabrım tükenmiş ve havsalam daralmıştı. İkindi namazımı kıldım. Sabrımın tükendiği ve sinemin üzüntüden sıkıştığı bir halde terliklerimi giydim, abamı omzuma attım ve Cafer b. Sadık'ı (aleyhi selam) ziyarete gittim.
Cafer b. Sadık'ın (aleyhi selam) evine vardığımda hazreti görmek ve ziyaret etmek için giriş izni istedim. O sırada hizmetkârlardan biri dışarı çıkarak bana "Ne istiyorsun?" diye sordu.
"Şerife (imama) selam vermek istiyorum" dedim.
Hizmetkâr: "O, kendi namaz mahallinde ibadetle meşguldür" dedi. Bu cevap üzerine ben Hazretin kapısının önünde oturdum ve beklemeye başladım. Bu şekilde çok kısa bir süre beklemiştim ki birden hizmetkâr dışarı çıkarak "Allah'ın bereketiyle içeri gel (ki Allah sana inayet etsin)"dedi. Davet üzerine içeri girdim ve Hazrete selam verdim. İmam selamımın cevabını verdi ve bana: "Otur, Allah seni bağışlasın" buyurdu.
Hazretin isteği üzerine oturdum. İmam Sadık (aleyhi selam) başını öne eğdi ve bir müddet düşünceye daldı. Sonra kafasını kaldırdı ve bana: "Künyen nedir?” diye sordu.
"Ebu Abdullah” (Allah kulunun babası) dedim.
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Allah künyeni sabit kılsın ve seni Muvaffak etsin ey Ebu Abdullah! Şimdi söyle hacetin nedir?"
Bu sırada ben kendi kendime "Bu ziyaretimden hazrete verdiğim selam ve hazretin hakkımda ettiği hayır duadan başka hiçbir şey elde edemezsem bile bu benim için büyük bir ödüldür" dedim.
Hazret kafasını kaldırdı ve "Ne istiyorsun?" diye sordu.
Arz ettim: "Allah'tan kalbinizi bana yönlendirmesini ve ilminizden beni rızıklandırmasını istedim! Allah'tan Hz. Şerif (İmam) hakkında istediğimin bana verilmesini ümit ediyorum."
İmam sadık (aleyhi selam) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Abdullah! İlim öğrenmekle elde edilmez, ilim bir nurdur ki Allah Tebareke ve Teâlâ onu hidayetini istediği kulunun kalbine yerleştirir ancak. O halde eğer ilim istiyorsan ilk merhalede 1. kendi katında (nefsinde) kulluğun (ubudiyetin) hakikatini talep etmelisin; 2. ilme amel ederek, ilmin talibi olmalısın; sonra onu sana anlatması ve kavratması için 3. Allah'tan istekte bulunmalısın."
Dedim ki: “Ey Şerif!”
Dedi ki: “Söyle ey Allah kulunun babası (Ebu Abdullah)”
Dedim ki: “Ey Ebu Abdullah! Kulluğun hakikati nedir?"
Dedi ki: Üç şeydir.
1. Allah’ın kulu, Allah’ın kendisine (emanet olarak) verdiği, yetkilendirdiği şeyler hususunda kendisi için bir sahiplik ve mülkiyet hakkı görmemelidir; Çünkü kullar mülkün (gerçek) sahipleri değildirler, onlar Allah’ı bütün malların ve mülklerin hakiki maliki (sahibi) olarak görürler ve o (malları) Allah’ın kendilerine infak edilmesini emrettiği yerlerde infak ederler.
2. Allah’ın kulu kendisi için maslahat ve tedbir gibi bir düşünce içinde olmamalıdır.
3. Kulun bütün zikri ve fikri şu olmalıdır ki Allah ona neleri emretmiştir ve onu nelerden sakındırmıştır. (Allah’ın kendisine neler yüklediğini, ondan neler istediğini ve nelerden sakındırdığını ve kendisine neleri haram kıldığını düşünür.)
Dolayısıyla eğer Allah’ın kulu, Allah’ın kendisine verdiği şeylerde kendisi için bir malikiyet hakkı görmez ise işte o zaman Allah’ın infak edilmesini emrettiği yerlerde harcaması kolay olur. Kul, işlerinin tedbirini asıl müdebbirine (Allah’a) havale ederse dünyanın sıkıntıları ve musibetleri ona kolay gelir ve kendisini Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeylerle meşgul ederse işte o zaman bu iki işten feragat edip kendisini insanlara göstermeye, gururlanma ve insanlara karşı böbürlenmeye fırsat bulamaz. Dolayısıyla eğer Allah kuluna bu üç şeyi ikram ederse o zaman dünya, iblis ve mahlûkat onun için kolay ve katlanılabilir hale gelir; artık dünyanın peşinden koşmaz, mal biriktirme, insanlara karşı övünme ve böbürlenme arzusunda olmaz (ki keşke benimde şu kadar malım mülküm olsaydı da bende aziz ve saygın biri olsaydım) demez, günlerini boş ve batıl işlerle geçirmez.
Bu (makam) takva merdiveninin ilk basamağıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir. (Kasas–83)"
Dedim ki: “Ey Ebu Abdullah! Bana nasihat et, öğüt ver”
Dedi ki: “Sana dokuz şeyi tavsiye ediyor ve öğütlüyorum; Bu öğütlerim Allah yolunda yürümek isteyen kimselere nasihatimdir ve Allah’tan seni onlara uymaya muvaffak kılmasını ve bu yolda sana tevfik merhamet etmesini diliyorum! O dokuz şeyden üç tanesi nefsi terbiye ve eğitme hakkındadır, onlardan üçü hilm ve sabır hakkında ve üç tanesi de ilim ve marifet hakkındadır. O halde ey Unvan! Onları ezberle, aklına yerleştir, sakın bunlara amel etme konusunda gevşeklik gösterme!
Unvan şöyle diyor: “Ben, Hazretin bana buyuracaklarını alıp, onlara amel etmek için düşüncemde ve kalbimde olan her şeyi boşalttım ve kendimi can kulağıyla hazrete odakladım."
Sonra İmam Cafer Sadık (aleyhi selam) şöyle buyurdu:
“Nefsi terbiye edip, eğitmeye gelince:
1. Sakın istek ve iştahının olmadığı bir şeyi yeme! Çünkü iştahsızlıkla yenen yiyecek insanda ahmaklık ve cehalet icat eder
2. Sakın acıkmadan bir şey yeme
3. Bir şey yemek istediğinde helal olan şeylerden ye, Allah’ın adını an ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) şu hadisini hatırla: “İnsanoğlu, karından daha kötü bir kabı doldurmamıştır.” Dolayısıyla karnın yemeğe ihtiyaç duyacağın kadar acıktığında yemek ye, karnının üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya ayır!
Hoşgörü Ve Sabra Ait Üç Şey
1. Biri sana şöyle derse: “Eğer sen bana bir söz (hakaret, küfür vb. gibi sözler) söylersen sana on misli cevap vereceğim” Sen ona şöyle cevap ver: “Eğer sen bana on söz (küfür, çirkin sözler vb.) söylersen benden tek bir cevap bile işitmeyeceksin!”
2. Seni azarlayıp, sana çirkin sözler ve hakaret edene şöyle de: “Eğer hakkımdaki sözlerin doğruysa Allah’tan beni affetmesini istiyorum ve eğer dediklerin yalan (ve iftira ) ise o zamanda Allah’tan seni affetmesini diliyorum."
3. Eğer biri sana “Sana küfür edeceğim, kötü sözler söyleyeceğim” diyerek korkutursa sen ona “ben senin hakkında hayır dileyeceğim ve hakkına riayet edeceğim” diyerek onu müjdele!"
İlim Hakkında Olan Üç Şey
1. Bilmediklerini âlimlere sor
2. Sakın âlimleri hataya düşürmek, onların (ilimlerini) sınamak ve onlara galebe etmek amacıyla soru sorma
3. Sakın kendi rey ve görüşünle bir işi yapmaya kalkışma ve yolunu bilmediğin (içinden çıkamadığın) bütün işlerinde Allah’ın emrine muhalefet etme hatasına düşmemek için ihtiyat yolunu kendine ilke edin! Yırtıcı bir aslandan kaçtığın gibi (kendi görüşüne göre ) fetva vermekten öyle sakın! Ve boyunu insanlar için geçiş köprüsü yapma.
Artık yanımdan kalk ey Allah kulunun babası (Ebu Abdullah)! Şüphesiz sana öğüt verdim. Virt ve zikrimi bozma. Kuşkusuz ben, ömür ve zamanımdan geçen her an için hesap yapmaktayım. Ve onun bir anının bile boş bir şekilde telef olmasından endişeliyim. Allah'ın selam ve selamet derecelerinin tamamı hidayete tabi olanların üzerine olsun.
* İmam Cafer Sadık’tan (aleyhi selam) rivayet edilen bu rivayeti Allame Meclisi Biharu’l Envar kitabının 1. Cildinin 224. Sayfasında nakletmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] — Ayetullah Seyyid Muhammed Hüseyin Tahrani “Ruhu Mucerred” kitabında şöyle diyor: “Ağa Gazi, (Allame Tabatabai’nin ahlak üstadı) menşei genellikle kin, hırs, şehvet, gazap ve dünya lezzetlerinden yararlanmada aşırıya gitmekten kaynaklanan nefs-i emmareyi ve maddi isteklere galebe etme hususunda seyri ve suluk yolunda yürümek isteyen öğrencilerine ve müritlerine “Unvan-i Basri Rivayeti’ni” tavsiye ediyordu. Üstat öğrencilerinden bu uygulamalı ahlaki desturları yazmalarını ve içeriğine amel etmelerini istiyor ve bunun seyri sulukta esasi ve çok mühim bir destur olduğunu hatırlatırdı. Üstat buna ilave olarak şöyle diyordu: “Bunu yazın cebinizde taşıyın ve haftada en azından bir ya da iki defa mütalaa edin."
Karaman’a Teşekkür ve Beşir’e Cevap
Bismillahirrahmanirrahim
Yenişafak gazetesinin 25 ağustos tarihli sayısında iki yazı yayınlandı; biri “Caferîler, Nusayrîler ve Hizbullah” başlığı altında Sayın Hayrettin Karaman’a aitti, diğeri de “Yaratan bilmez olur mu? başlığıyla Faruk Beşer’e. Sayın Karaman adı geçen yazısında, siyasi yönden, Şia camiasının Hizbullah Teşkilatı gibi bazı siyasi kurumlarını eleştirmenin yanı sıra -ki bu siyasi eleştirlere cevap vermek konumuz dışındadır- Caferî Şiasının akidesi hakkında doğru bilgi vermekten çekinmemiştir. Bu da onun gerçekleri gören ve bildiği gerçekleri söylebilen bir alim olduğunu gösterir. Biz, bu yüzden kendisine teşekkür ediyoruz.
Ama Faruk Beşer adlı yazara gelince; o “Yaratan bilmez olur mu?” başlıklıklı yazısında Allah’ın ilminin cüz’ileri ve vuku bulmamış şeyleri kapsadığına dair akidevi ve aynı zamanda felsefi konuyu işlemeye çalışmıştır; ama ne yazık ki adı geçen şahıs yazısının bir bölümünde Şia’yı dolaylı olarak suçlayarak şöyle demiştir:
“Rafızilerin önde gelenlerinden Hişam bin Hakem (v. 230) Allah'ın eşyayı yaratmadan önce sadece küllileri bilebileceğini, cüz'ileri ve insanların gelecekte neler yapacaklarını bilemeyeceğini söylemiş. Allah'ın da insanlar gibi etten kemikten oluştuğunu, boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu vehmetmiş. Yani bir bakıma o da tanrısını kendi yaratmış. Bunları söylerken de Kuranı Kerim'deki 'Biz sizi imtihan edeceğiz, hanginiz cihat ediyor, hanginiz sabrediyor bilelim diye…' (47/31, 11/7) gibi ayetlerden hareket etmiş. Razî gibi dirayetli müfessirler de böylelerine hak ettikleri cevabı vermişler.”
Rafiziler “reddedenler” anlamına gelir; diğerlerinin kabul ettiği bazı görüşleri Şia’nın reddettiğini ifade eder; bu vasfı muhalifler ve düşmanlar, Şia hakkında yermek maksadıyla kullanırlar. Böylece o dolaylı olarak Şia’nın da -neuzubillah- Allah’ın her şeye ilmi olmadığı veya onun cisim olduğu gibi batıl inançlara sahip olduğunu ima etmiştir.
Oysaki Beşer’in bu sözü, Şia akidesiyle tanışıklığı olan bir kimse nazarında batıl ve gülünç bir iftiradan ibarettir.
Çünkü biri çıkıp da “Peygamberin sahabilerinin büyükleri puta tapan idiler!” ve buna karşı bir kimse: müslüman birisi puta tapmaz, diye itiraz ederse o: Sahabiler müslüman olmadan önce puta tapıyorlardı, maksadım işte budur, demesine benzer.
Evet Hişam b. Hakem de rical ve teracim alimlerinin yazdığına göre, Şia mezhebine intisap etmeden önce “Cehmiye” fırkasına ve bazılarınca “Dehriye” fırkasına bağlıydı. Bu fırkalardan ikincisi Allah’ı inkar ettiğinden kafirdirler; birinci fırka ise zahiren müslüman olmalarına rağmen cebre (kulları Allah işlerine mecbur yarrattığına) ve Allah’ın ilmini muhdes yani bir şey oluşumundan sonra onu bilmek türünden olduğuna ve bir şey oluşmadan onu bilmediğine inandıklarından en azından sapık ve batıl bir fırkadırlar.
Ama Hişam, amcası Ömer b. Yezid’in yardımıyla İmam Ca’fer Sadık’la (a.s) tanıştıktan sonra İmam’ın çabaları sonucu bütün bu batıl inançlardan uzaklaşmış ve akide de hakka sarılmıştır; İmam Ca’fer Sadık ve İmam Musa Kazım’dan ve onların özel talebelerinden aldığı derslerle Şia’nin önde gelen kelamcilarından sayılmıştır.
Faruk Beşer’in naklettiği görüşler, Zehebi’nin Siyer-i A’lam kitabında İbn-i Hazm’den naklen Hişam’a isnat edilmişse de Zehebi, bunun için hiçbir tutarlı kaynak zikretmemiştir ve bu görüşlerin onun hayatının hangi dönemine ait olduğu da zikredilmemiştir. Bir de Zehebi’nin kitabının muhakkiki dipnotta bu bilgilerin kitabın asıl nushasında Hişam b. Hakem’e değil, Hüşam b. Amr’e ait olduğunu ama kendisinin İbn-i Nedim’in Fihrist’ine nazaran Hişam b. Hakem’in adının altına aktardığını söyleyerek kitapta açık bir tahrif yaptığına itiraf etmiştir.
Ayetullah Uzma Hoi, Mu’cem Rical’il-Hadis adli değerli eserinde Hişam b. Hakem hakkında gelen bütün rivayetleri inceldikten sonra onu yeren veya onun mucessime’den olduğunu ileri süren rivayetlerin senedinin zayıf hatta uyduruk olduğunu ifade etmiş ve onun yüksek bir ilmi mevkiye sahip güvenilir ve değerli bir Şia kelamcısı olduğunu bildiren onlarca hadise dayanarak onun hakkında bu tür isnatlara itibar etmenin mümkün olmadığını delillendirmiştir. (bk Mucem Rical’il-Hadis c. 19 272 – 294.)
Faraza, Hişam b. Hakem’in Allah’ın ilmi ve Onun cisim olduğu konusunda yanlış akidelerinin varlığını kabul edelim, yine de onun bu inançlarının Şia’yı bağlamadığı açıklanmalıdır; çünkü Şia’nın akidesi yüzyıllar boyunca tedvin edilen akide, kelam, tefsir ve diğer kitaplarında açıkça belli olduğu gibi, bu akideyi taşıyan milyonlarca insanın nezdinde de malumdur ve bunu gizlemek veya farklı göstermek mümkün değildir.
Buna göre “Şia’nın ilk dönem önde gelen kişilerinin inancı Allah’ın cisim bilmek yönündeydi sonradan görüşleri değişti,” demek de Şia’da tedvin edilen bütün eserlerin ve kaynakların Allah’ı cisim olmaktan tenzih yönünde olmasını nazara aldığımızda taasuptan kaynaklanan bir iddia sayılır.
Konunun açıklık kazanması için Şia’nın Allah’ın ilminin kuşatıcı oluşu ve cisim olmadığı görüşüne kısaca değinelim:
Şia’nın, Allah’ın ilmi Hakkındaki İnancı:
Şia, Allah’ın her şeyi ve her olayı geçmişte olsun veya gelecekte bildiğine ve hiçbir şeyin kulli olsun veya cüz’i ona gizli olamdığına inanır.
Allah Teal Kur’an’da buyuruyor ki:
Gökte ve yerde olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. (Al-i İmran, 5)
Yine buyruyor ki:
Gaybın anahtarları O'nun katındadır; O'ndan başka kimse onları bilmez. Karada ve denizde olan her şeyi O bilir. (Ağaçtan) bir yaprak bile onun bilgisi olmadan (yere) düşmez. Yerin karanlıklarındaki her tane, her yaş ve kuru, mutlaka açıklayıcı bir kitapta kaydedilmiştir. (En’am: 59)
Yine buyuryor ki:
Göklerde ve yerde zerre ağırlığında bir şey O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük veya daha büyük ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır. (Sebe: 3)
Hz. Ali buyurmuştur ki:
“Allah gökten yağan yağmur damlalarının sayısını ve yıldızların sayısını, rüzgarın akışını, kayalar üzerindeki karıncanın ayak izini, zerrelerin karanlık gecelerdeki yerini, yaprakların düşüşünü bilir.( Nehc’l-Belağa Hütbe: 178)
Yine buyurmuştur ki:
“Allah çöllerdeki yabani hayvanların sesini, kulların halvetlerde işledikleri günahları, büyük denizlerdeki balıkların hareketini ve kasırglar vasıtasıyla suların dalgalanmasını bilendir.” (a.g.e: 198)
İmam Ca’fer Sadık (a.s)’tan bu konuda nakledilen bir rivayet şöyledir:
Mansur b. Hazim diyor ki İmam Ca’fer Sadık’a: Sizce vuku bulmuş ve kıyamete kadar vuku bulacak olan her şey Allah’ın bilgisi dahilinde mi? diye sordum. İmam: Evet, gökleri ve yeri yaratmadan önce bunları biliyordu, dedi. (Tevhid-i Saduk, s. 135)
Yine İmam Ali Riza (a.s) şöyle demiştir:
“Allah Azze ve Celle eşyaları yaratmadan kadimden onlara bilgisi vardı O Rabbimiz ne yücedir, eşyalar olmadan onlara ilmi vardır, dilediği gibi.” (a.g.e: 137)
Şia’nın akidesi bu çerçevede şekillenmiş ve Şia akidenin tedvin edildiği kitaplar da istisnasız açıkça bunu delilleriyel ispatlamaktadır.
Şia’nin büyük muhaddislerinden olan Allame Meclisi bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Şia Mezhebinin zaruriyatından biri Allah’ın ezelden ebede her şeyi, -Onun ilminde de hiçbir değişiklik olmadan- cüziyat olsun kulliyat olsun bildiğidir. Ama felasife’nin çoğunluğu bu konuda muhalif görüşe sahiptirler. Onlar (Felasife) Allah’ın cüziyatın bilgisini Allah’tan nefyetmişlerdir. Eski felasifenin Allah’ın ilmi konusunda garip görüşleri vardır. Bazıları, Allah’ın hiçbir şeyi bilmediğini iddia etmiş; bazıları kendisinden başka bir şeyi bilmediğini söylemiş; bazıları bunun aksini söylemiş; bazıları da kendisinden başka her şeyi bilmez sadece bazı şeyleri bilir, demiştir ve bazıları da aşyayı ancak vuku bulduktan sonra bilir, demişlerdir. Bu son görüş bazı rivayetlerde de yer aldığına göre Eb-i Hüseyin Basrı’ya ve Hişam b. Hakem’e isnat edilmiştir. Belki de hak mezhebi seçmeden onun (Hişam b. Hakem) görüşü buymuş veya nakledenler onun bazı sözlerini iyi anlamamışlar. Bütün bu batıl görüşler, açıkça küfürdür. Kesin deliller, bu görüşlerin batıl olduğunu bildirmektedir.” (Biharu’l-Envar c. 4 s. 88.)
Şia’nın Allah’ın Cisim Olmadığına Dair Akidesi
Bu konuda da Şia’nın akidesi açıktır; Şia Allah cisim olmadığına ve bir mekan veya zamana sınırlanamayacağına ve bu yüzden de görülmesinin imkansız olduğuna inanmaktadır.
Şia’nın büyük fakıhleri Allah’ın gerçek manada cisim olduğunu söyleyenlerin kafir olduklarına hükmetmiştir. Bu husuta Şeyh Tusi onların müşrikler gibi necis olduklarını ve artıklarını yemenin haram olduğunu açıkalmıştır. Muhakkik Hilli ve diğer fakıhler de aynı görüşü savunmuşlardır. Her halukarda Allah’a cisim özelliklerini veren fırkaların sapık ve batıl inanca sahip olduklarında hiçbir Şia alimi ve fakıhı terddüt etmemiştir. (Bk. El-Mebsut, Şeyh Tusi, c. 1 s. 14; Er-Resailu’tsi’ Muhakkik Hilli, s. 277; Tehriru’l-Ahkam, Allame Hilli, c. 1. S. 157.)
Kısacası sayın Faruk Beşer, bilgi yetersizliğinden mi veya başka sebeplerden mi bu yazısında, dolaylı olarak Şia mezhebini tohmet altına almış oysa açıklandığı üzere bu taasupla yoğrulmuş insafsızlık ve bilgisizliktir.
Bir de Beşer’in yazısında Hişam b. Hakem vefatı 230 hicri olarak nakledilmiştir, bu da açık bir hatadır; çünkü onun vafatı hakkında Necaşi, 299 hicri, Keşşi 279, İbn-i Nedim, 175 tarihlerini zikredilmişlerdir ve araştırdığımız kadarıyla hiçbir muteber kaynakta onun 230 yılına kadar yaşadığı yer almamaktadır.
Murtaza Turabi – Kum İlmi Havzası
26 Ağustos 2013
İntikam Bekleyişinin Sonuna Gelmiş Olabiliriz
1. 27 Mart 2003 tarihinde, yani ABD ordusunun Irak'a saldırısından 7 gün sonraki galibiyet gününde, dönemin ABD başkanı George Bush Beyaz Saray'ın bahçesine acil olarak çağırdığı gazetecilere ABD'nin rakipsiz üstünlüğünü yansıtan bir gururla şöyle demişti “Iraq is over” (Irak'ın işi tamam). Bush'un bu kibirli ifadesi bir saat sonra medyanın birinci başlığı haline geldi. Bundan 9 sene sonra, 2011'in Aralık ayında Obama'nın emriyle en son Amerikan askeri Irak'ı terkettiğinde, Amerikan Forbes dergisi, Bush ve Obama'yı ortak muhatabı kılan manşetinde ise şöyle yazacaktı: “Irak'a Askeri Saldırı ve 9 Senelik İşgalden Elde Ettiklerimiz: 4500'den fazla asker kaybettik, Amerikalı vatandaşların ödediği 5 trilyon dolarlık vergiyi boşa harcadık, İran'ın bölgedeki en büyük düşmanını ortadan kaldırdık, ABD'yi savaş düşkünü olarak tanıttık ve en sonunda da ülkeyi İran'ın dostlarına ve müttefiklerine emanet ettik.” İşte o günlerde, Arabistan'ın dışişleri bakanı Suud el Faysal Washington Post'a verdiği röportajda “Amerikalılar 9 senenin ardından Irak'ı altın tepside İran'a takdim ettiler” demişti.
2. ABD'nin Irak'a yaptığı saldırıdan istediği sonucu alamaması, dahası tam tersini elde etmesinin ardından, Amerikan savaş bakanı ve CIA'nin sabık başkanı Panetta birkaç strateji merkezinin araştırmalarına dayanarak Amerika'nın bölgeye yapacağı her çeşit doğrudan askeri müdahaleyi sonuçsuz ve tehlikeli olarak vasfetmiş ve Amerikan gazetesi USA Today NATO'daki bazı yetkililerin doğrudan askeri müdahale yerine vekalet savaşının (PROXY WAR) zorunluluğuna işaret eden sözlerine vurgu yapmıştı.
3. Direniş ekseninin en temel halkalarından biri ve İslami İran'ın stratejik müttefiği olan Suriye'deki fitneye, işte bu vekalet savaşından yararlanmak suretiyle start verildi ve Türkiye, Arabistan, Katar, Ürdün ve sonraları Mısır (Mursi) Amerika ve müttefiklerinin vekili olarak bu savaşı üstlendiler. Fakat ilk tasavvurlarına ve teröristlere verdikleri geniş askeri, mali ve siyasi desteğe rağmen, bu vekalet savaşı -her ne kadar Suriye halkı için facia doğursa da- Suriye devletini yenilgiye uğratamamakla kalmadı, aksine mukavemetin stratejisinde yeni bir mevsime girmesine ve kader belirleyici yeni kazanımlar elde etmesine yol açtı. Vatan Savunması (Difau'l-Vatani) adlı fedakar ve tecrübeli bir kuvvetin kurulup örgütlenmesi bu kazanımlardan biridir. Defau'l-Vatani, ülkemizdeki Besic kuvvetlerine benzemektedir ve onbinlerce üyesi vardır. Tatbikatlar yerine gerçek savaş meydanında yer almak Orduyu ve Vatan Savunma Kuvvetlerini gerçek savaşı görmüş, tecrübeli bir güce çevirmiştir. Suriye'nin örnek direnişi, mukavemetin mihver güçlerinin Mısır, Yemen, Libya ve Tunus'ta gerçekleşenlerin aksine askeri çatışmalarda yenilgi değil de yeni başarılar elde ettiğini ve bölgesel dengeleri değiştirebileceklerini göstermiştir. Nitekim Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi'nin bu konuda hazırladığı bir raporda, 33 Gün Savaşı'nın Hizbullah'ın yok olması yerine Lübnan'daki etkisinin ve yaygınlığının daha da artmasıyla sonuçlandığını ve daha önce zayıf olan bu ülkenin bölgedeki siyasi ve askeri denklemlerde etkili bir güce dönüştüğü yazılmıştır.
4. Bu günlerde Amerika ile Avrupalı ve bölgesel müttefikleri birkaç senelik vekalet savaşından sonra artık sahneye aşikar şekilde çıkmış ve Suriye direniş mihveri ile çatışmak için askeri pozisyon almış durumdalar. ABD, bazı Avrupalı ve Arap ülkelerin Suriye'ye saldırıda bulunma ihtimali dünya medyasının ilk haberi haline gelmiştir. Bazı uzmanlarca gerçekleşmesi kesin sayılan bu muhtemel savaşın bahanesi de Suriye devletinin teröristler karşısında kimyasal silaha başvurması olarak gösteriliyor. Irak savaşında gösterilen ve daha sonra Bush hükümetince bu yönde hiçbir bulguya rastlanılmadığı itiraf edilen bahanenin tam olarak aynısı. Burada Pazar günü Amerikan Foreign Policy dergisinde benzersiz bir itirafta bulunularak, Irak'ın İran-Irak savaşında İran askerleri karşısında ve Halepçe halkının katliamında kullandığı kimyasal silahların CIA tarafından sağlandığının belgeleriyle ifşa edildiğini de belirtelim.
Suriye ordusunun Şam civarında kimyasal silah kullanmakla itham edilmesinin ardından BM'ye bağlı uzmanlar Suriye devletinin çağrısıyla bu ülkeye geldiler. Uzmanların ilan ettikleri ilk sonuçlar teröristlerin kimyasal silah kullanmak suretiyle 635'ten fazla sivili Şam etrafında öldürdükleri yönünde. Öte yandan BM uzmanlarının elindeki bazı uydu görüntüleri (bunlar belge olarak kaydedildi) teröristlerin kimyasal silah kullandıklarını doğruluyor
5. Son patırtının ilerde gerçekleşecek olan Cenevre Konferansı'nda Suriye'ye taviz verdirmek amacıyla yapılan bir psikolojik savaş operasyonu olması ihtimali mevcuttur. Zira Amerikalılar Irak'a ordu sürdükleri Mart 2003 tarihinden çok daha zayıf ve kırılgan durumdalar ve pek çok Amerikalı ve Avrupalı uzmanın ve muteber medya kaynağının da itiraf ettiği gibi Suriye'ye müdahaleyi tanımlamak için en uygun kelime sadece ahmaklık olabilir. Fakat Bertrand Russell'in dediği gibi “Birkaç kez ahmaklık yapan kişinin tekrar ahmaklık yapması uzak ihtimal değildir.” Burada şunları söylemek zorundayız:
A) Amerikalılar savaş başlatabilirler ama bunu bitirmek onların ve müttefiklerinin elinde değildir. Bu nedenle, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin, çoğu savaşa karşı olan Amerikan halkını ikna etmek için söylediği sadece 2, en fazla da 3 gün yapacakları füze saldırılarıyla yetinecekleri sözünün gerçek hiçbir zemini bulunmamaktadır. Bir Alman gazetesi News Deutschland'daki analizde belirtildiği üzere: “Amerikalıların Irak'tan çıktıktan sonra yeni bir savaş başlatma güçleri yok, tıpkı 1982'de Lübnan'ın işini 48 saatte bitirmek isteyen ama buradan çıkması 18 sene süren İsrail gibi.”
B) İsrail, ABD'nin ve Avrupalı müttefiklerinin Aşil topuğu(tek ve en önemli zayıf noktası) konumundadır ve en ufak şüphe olmaksızın Suriye'ye saldırı başlar başlamaz her gün binlerce füze işgal edilmiş toprakların üzerine yağacak ve buradaki hayati tesislerini yerle bir edecektir. Özellikle de 33 Gün, 22 Gün ve 8 Gün Savaşlarında Patriot füzelerinin ve Demir Kubbe füze savunma sisteminin Tel Aviv'i koruyamadığı belliyken.
C) ABD, İsrail ve bazı Arap ülkelerinin fitneleri İslam dünyasının canına tak dedirtmiştir ve uşaklarıyla uğraşmaktansa doğrudan Siyonistlerle yüzleşmek için gün saymaktadır. Suriye'ye yapılacak bir saldırı Müslüman halklara bu altın fırsatı verecektir.
D) Arabistan, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelerin Suriye'ye yapılacak bir saldırıya katılacaklarını resmen ilan etmiş olmaları nedeniyle, savaşın başlaması halinde buradaki hükümetlerin devrilmesi için bölge halklarına uygun bir fırsat doğacaktır. Elbette daha çok ticarethaneye benzeyen Katar'ın durumu daha da kırılgandır.
E) Savaşın patlak vermesi durumunda, sahte İslamcılık maskesi altında ABD ve İsrail lehine kaos ve terör eylemleriyle meşgul olan selefiler ve tekfirciler gibi bağımlı ve kiralık akımların artık bu tablo içinde yer almaları mümkün olmayacaktır. Zira İsrail'e ve bölgedeki Amerikan çıkar merkezlerine yapılacak olan saldırılara katılmamaları durumunda yalancı projeleri aksayacak ve halkın şiddetli hücumuyla karşılaşacaklardır.
F) Suriye'ye yapılacak bir saldırı, saldırgan devletlerin maskesini düşüreceğinden Şii-Sünni ve Arap-Acem gibi tefrika doğuran sınırları ortadan kaldıracaktır ve açıktır ki bu şeffaf alan, İslam dünyasının Amerika, İsrail ve kendilerini satmış Arap liderleri karşısında genel seferberliğine yol açacaktır. ABD ve İsrail'in Mısır'da yürüttükleri ortak projenin çöküşü de bunun kesin sonuçlarından biri olacaktır.
6. Şimdi burada şu soru bakidir, acaba Amerika ve müttefiklerinin bu muhtemel ahmaklıklarını iyiye yormalı değil miyiz? İslam'ın ve Müslümanların ezeli düşmanlarının Müslüman halkların yıllardır kendilerini bekledikleri helak vadisine doğru kendi ayaklarıyla yürüdüklerine emin olmalı değil miyiz? Bütün bu tanıklar gösteriyor ki, eğer bu son gürültü psikolojik operasyon değilse, uzun yıllar boyunca süren intikam bekleyişinin sonuna yaklaşılmıştır.
Hüseyin Şeriatmedari - Keyhan Gazetesi
Çev: Ozan Kemal Sarıalioğlu
medyasafak.com
"Bu bir projeler savaşıdır.."
İran İslami Şura Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komitesi Başkanı Alauddin Brocerdi dün Beyrut’ta Lübnan geçici hükümetinde Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanı Adnan Mansur ve Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah ile başta Suriye ve Lübnan olmak üzere bölgenin gündemini masaya yatırdı.
Suriye’deki bunalımın dış müdahale olmaksızın siyasi yolarla çözülmesi gerektiğini belirten Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, “Ben, Suriyelilerden silahı bırakıp siyasi diyalog süreci başlatmalarını talep ediyorum” dedi.
Suriye’deki her türlü şiddeti kınadığını belirten Hizbullah Genel Sekreteri, Lübnan’ın sınırı olan bu Arap ülkesinde kan dökülmesine son verilmesini istiyorum” diye konuştu.
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah konuşmasının son bölümünde şu an bölgeye saldırı projesi Suriye’de gerçekleşiyor. Amerika, Avrupa, birçok Arap ülkesi, Körfez ülkesi, bunun bütçesini temin ediyor. Medyada insanlar, yazılar yazıp küfretmeye hazırlar, şu anki ortam bir korkutma ortamı. Gerçekleri açıklamak isteyen birinin tutumuyla ilgili binlerce hesap yapması gerekiyor, özellikle de katliamlar yapılması için birçok fetvaların yayımlandığı bu ortamda…
Bölgeyi tehdit eden tehlikeler konusunda tarafların görüş birliği kaydettiklerini belirten Brtojerdi; bölgenin büyük bir tehlikeden uzak tutulmasında çabaların başarılı olması temennilerinde bulundu.
Brocerdi görüşmenin ardından basına yaptığı açıklamada; Suriye'ye yönelik muhtemel askeri saldırının önlenmesi amacıyla çabaları birleştirme ve yoğunlaştırma olanaklarını ele aldıklarını belirtti.
Brocerdi; muhtemel saldırının olması halinde en büyük hasara uğrayacak olanın İsrail olduğuna dikkat çekti.
İran milletvekillerine yakışır bir tavır... "Suriye’yi savunmaya hazırız.."
İran İslami Şura Meclisi'nden 170 milletvekili bir bildiri yayınlayarak, düzenin iradesi doğrultusunda Suriyeli kardeşlerin yanında yer alarak zulme karşı canlarını feda etmeye hazır olduklarını bildirdi.
Suriye’deki direniş cephesine destek amacıyla yayınlanan ve meclis oturumunda okunan bildiride, 170 milletvekili, her gün tekfirci vahşi teröristler tarafından öldürülen Suriye halkına yapılan bu katliama karşı sessiz kalınması sorgulandı.
Suriye’nin direniş cephesine desteklerine vurgu yapan İranlı milletvekilleri, dünya mustazafların ümidi olan Veleyeti Fakih'in emrine tam destek verdiklerini ve düzenin iradesi doğrultusunda dünyayı emperyalist zulmünden temizlemeye hazır olduklarını vurguladılar.
MHA
Şii çocukları dahi katlediyorlar
Teröristler Irak'ta Şiileri hedef alırken, çocuklara dahi acımıyorlar.
Dün gece yarısı, teröristler Bağdat'a 40 km uzakta bulunan Latife Bölgesi'nde Şii bir ailenin oturduğu iki eve saldırdı.
Irak polisinin verdiği bilgiye göre, teröristler ilk önce her iki evde bulunan Şiileri kurşuna dizdiler. Daha sonra bombalarla iki evi de yerle bir ettiler.
Saldırı sonucu 6'sı çocuk, 5'i kadın ve 5'i erkek olmak üzere aynı aileden 16 kişi hunharca katledildiler
Saldırıyı henüz hiç bir gurup üstlenmedi.
"Namaz Kültürünü yaymak müminlerin asli vazifesidir"
İmam Hamanei namazın kalitesini artırmak, namaz kültürünü yaymak ve genelleştirmenin tüm müminlerin en öncelikli vazifesi olduğunu bildirdi.
22. Yıllık Genel Namaz Kongresine bir mesaj gönderen İmam Hamanei , namazın kalitesini artırmak, namaz kültürünü yaymak ve genelleştirmenin tüm müminlerin en öncelikli vazifesi olduğunu bildirerek, Fikir ve düşünce sahipleri dilleri ve kalemleri ile ve teşkilatların sorumluları ise teşkilatlarının konumuna uygun olarak bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceklerini bildirdi.
İmam Hamanei mesajının bir bölümünde, "Namazın kaliteli olması şu anlamdadır ki namaz huzur ve huşu içinde eda olunsun, namaz kılan kişi namazı Allah'la mülakat, görüşme yeri olarak değerlendirmeli ve namaz üstündeyken Allah Taala ile konuştuğunun farkında olmalı, kendini onun huzurunda hissetmelidir" ifadesine yer vererek cami azlığı, stadyumlar, parklar, istasyonlar ve benzerleri gibi yerlerde mescitlerin olmayışı, uzak yolculuklar araçlarında namaz vakitlerine riayet edilmemesi, ders kitaplarında namazın gerektiği gibi işlenmeyişi, camilerde temizlik ve sağlık koşullarına gerektiği gibi uyulmaması ve benzeri diğer tüm noksanlıkların, büyük irade ve himmetleri sayesinde giderilmesi gereken önemli zaaf noktaları olduğunu bildirdi.
22. Yıllık Genel Namaz Kongresi İran'ın önemli erkanı ve yetkililerinin katılmasıyla İmam Hamanei'nin mesajıyla İran'ın batısında yer alan Lorestan üniversitesinde çalışmasına başladı.
İrib
Amerika Suriye’de de zarar görecek
Tahran, 28 Ağustos 2013 – Suriye’ye askeri müdahelenin faciayla sonuçlanacağını ifade eden İslam İnkılabı Rehberi, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’de de zarar göreceğini söyledi.
Mehr haber ajansının İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah İmam Hamanei’nin bürosuna dayandırdığı habere göre, bu sabah 11. devletin bakanlar kurulunu kabul eden İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah İmam Hamanei, konuşmasının bir böülümde dış politika hususnda yaptığı değerlendirmede, bölgenin mevcut hassas ve kriz durumuna işaret etti.
İmam Hamanei, “Biz Mısır’ın içişlerine karışmak niyetinde değiliz, fakat Mısır halkının öldürülmesine karşı gözlerimizi kapatamayız”diyerek, İran’ın silahsız olan Mısır halkının öldürülmesini kınamakta olduğunu ifade etti.
İslam İnkılabı Rehberi, "Mırıs halkının öldürülmesinde kimin parmağ varsa İran bakımından kınanmalı" diye konuşmasına ekledi.
Mısır halkı iç savaşa yönelmemesi gerektiğini, zira Mısır’da iç savaşın İslam dünyası ve müslümanlar için beraberinde facia getireceğini söyleyen İslam İnkılabı Rehberi, Mısır’a demokrasi ve halk oyu geri gelmesi gerektiğini vurguladı.
İmam Hamanei, yıllar sonra Mısır halkı İslami uyanışı bereketiyle diktatör bir hükümeti devirerek sağlam bir seçim düzenlediğini, bu durumda ise demokrasi süreci durdurulmayacağını hatırlattı.
Suriye gelişmelerine de işaret eden İslam İnkılabı Rehberi, Amerika’nın Suriye’ye askeri müdahelesi bölge için faciayla sonuçlanacağını dile getirerek, Amerika’nın Irak ve Afganistan’da olduğu gibi Suriye’de de zarar göreceğini söyledi.
İmam Hamanei, bölge dışı ve yabancı güçlerin bu ülkeye müdahelesi ateşi alevlendirmeden başka sonucu olmayacağı gibi milletlerin nefretinin artırılmasına yol açacağını konuşmasına ekledi.
Bu ateşle oynamaları depoda olan fıçı barutlarla oynamaya benzeten İslam İnkılabı Rehberi, sonuçlarını tahmi edilemeyecek durum meydana geleceğini kaydetti.
Hırçınlıktan Çılgınlığa ve Yalana Tevessül
Bismillah
Tetikçilerin Çılgınlığı:
Yenmeye, güce, nüfuz alanlarına, yeni imparatorluğa odaklanmış iktidarın tetikçiliği görevini üstlenmiş kalemler ve medya araçları bir türlü hedefe ulaşamamanın vermiş olduğu çılgınlıkla gerginliği zirveye tırmandırma peşindeler. Bir yerlerden düğme basıldığı belli, yoksa tetikçilerin çıldırmışcasına birden bire sağa sola saldırmaları alışılagelmiş bir durum değildir.
Başbakan ve Dışişleri bakanının Batı'ya endeksli olarak Suriye konusunda son günlerde dolaylı olarak gerginliği tırmandırma çabaları, verilen görev üzere tetikçiler tarafından pervasızca, perdesiz olarak ivmesi durmadan artırılarak hızlandırılmış bulunuyor. Batı şerr ekseninden yapılan açıklamalar hükümet yetkililerini heyacanladırdığı gibi tetikçileri müthiş bir şekilde çılgınlık derecesinde coşturmuş gözüküyor. Son bir haftadır hükümet yandaşı medyanın tetikçiliğinde halk kitlelerinin İran'a karşı aleni bir şekilde tahrik edilmesi şerr güçlerine endeksli yeni bir planın habercisi gibi.
Mısır'daki son gelişmelerle bölgede oyun kurucu ve hatta oyuncu olmadıkları, sadece taşeron rolü üstlenebilecekleri Batı emperyal gücü tarafından kendilerine açık seçik bir şekilde gösterilen AKP hükümeti, hazmedemediği bu durumu ne yapıp yapıp telafi etmek için yeni maceralara teşebbüs ederken halkı da tetikçileri aracılığıyla tehlikeli bir şekilde hazırlamaktadır. Bu hazırlığın ilk adımı olarak da halk arasında İran ve Şia düşmanlığını yaymaya başlamış bulunuyorlar.
Bahane ise Suriye'de başkent Şam yakınlarında Guta banliyösünde kimyasal silah kullanıldığı iddiası. Kullanılıp kullanılmadığı belli olmadan ve kimin tarafından kullanıldığı kesinlik kazanmadan Suriye Yönetimine saldıran Dışişleri Bakanı Davutoğlu, mal bulmuş mağribi misali, Türkiye'ye taşeronluk rolü biçmiş Batılı emperyal güçleri (görünürde ise uluslararası camiayı) Suriye'ye saldırmanın zamanı geldiğine ikna etmeğe, daha açık bir ifadeyle yalvarıp inlemeye başladı.
Hileyi İlke Olarak Görmek:
Bu kimyasal silah kullanma konusunda rasthaber'de verilen haberler, yazarlarımızın değerlendirmelerinde ve alıntı yazılarda yeterince bilgi verildiği kanaatindeyim. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler bunlara başvurabilirler. Dolayısiyle daha çok imparatorluk hayali kuranlarla tetikçilerinin izledikleri gayri İslami ve gayri insani taktikler üzerinde durmak istiyoruz.
Bir yıl önceki bir yazımızda İslamcı diye geçinen bağnaz çevrelerin Suriye’de efendilerince planlanmış hedeflere ulaşamadıkları için her geçen gün biraz daha hırçınlaştıklarını, hırçınlaştıkça bağnazlık sınırlarını zorladıklarını kaydetmiştik. Suriyede iktidarı devirmek için biçtikleri birkaç hafta ve ardından birkaç aylık süreler şimdilerde birkaç yıla çıkmış bulunuyor ve bu süre uzadıkça hırçınlıklar artık çılgınlığa dönüşmüş bulunuyor. Gerçi Suriye’deki isyancıların genelinin durumu cinnet sınırlarını çoktan aşmış olup bizim kastettiğimiz çevreler onların Türkiye'deki yandaşlarıdır.
Bilim ve iletişim çağında bu fanatik çevrelerin içleracısı durumunu görünce iletişimin zayıf olduğu İslam’ın ilk asrında ve daha sonraları yaşanmış hadiseleri anlamak daha kolay geliyor insana. Çevrede olup biten hadiseleri anlamak, değerlendirmek için bunca imkana sahip olunan bu çağda bu kadar kör taassup sergileyenleri görünce böyle imkanlara sahip olmayan ilk asır müslümanlarının hilekarlarca sergilenen hileler karşısında düştükleri hatalar hususunda onlara hak vermemek elde değil.
Savaş meydanında düşmanı yanıltmak için bir takım hileye dayalı taktikler geliştirilebileceğine ve yalan söylenebileceğine dair hadislere sığınanlar bir süredir bu sınırlı izinleri temel stratejileri olarak sarılmış ve savaş hileden ibarettir meşhur sözünü her alanda ilke edinmiş görünüyorlar. Böylece verilen savaş artık her alanda ve her yönüyle yalan üzerine kurulmuş gibi. Bugün Suriye’de sürdürülen iç savaş hususunda bu gerçeği apaçık görmekteyiz. Açıkca komplo planları kurulmakta, hedefe varmak için her yola ve cinayete başvurulmakta, yalan olduğu bilindiği halde bazı haberler halkın duygularını sömürmek, halkı çirkin planlara araç etmek için hayasızca kullanılmaktadır. Ve işin en acı yanı ise bunu İslam devleti kurmak iddiasında olanların yapmasıdır.
Yalana Tevessül Başarı Getirmez:
Suriye’de geçen Çarşamba günü gözlenen kimyasal silah saldırısının kimin tarafından yapıldığı daha belirlenmemesine rağmen halkı dolduruşa getirmekle görevli bu bağnaz tetikçiler iktidarın da tahrikiyle halk arasında açıkca mezhep kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. Yandaşlarının Suriye ve başka ülkelerde başarısızlığını duydukça çılgınlıkları artan bu fanatik çevrelerin yarınlarda neler yapacakları ise toplumsal açıdan oldukça kaygı verici bir duruma dönüşmektedir maalesef.
Bu kısa değerlendirmede başvurulan yalan ve saptırmalardan bazılarına işaret etmek istiyoruz:
Savaşın başlangıcı yalanı: Suriye’deki savaşın barışçıl gösterilere saldırılması ardından başlatıldığı iddiaları tam bir yalandan ibarettir. İlk günlerdeki birkaç sınırlı ve küçük hadise dışında daha ilk haftadan itibaren göstericiler arasında silahlı kişiler bulunmaktaydı ve güvenlik güçlerine silahlı saldırılar planlı bir şekilde başlatıldı. Hatta Suriye içindeki muhalifler hazırlıklı olmadıkları halde bizzat şerr ittifakı tarafından silahlı mücadeleye teşvik edildiği inkar edilmez bir gerçektir.
Suriyedeki savaşın önceden planlanlanmadığı yalanı: Suriyedeki savaşın Batı’lı emperyalistler ve bölgedeki müttefikleri tarafından önceden planlanmış olduğu gerçeği önceleri açıkca dile getirilirken Suriye yönetiminin devrilmesi gerçekleşmeyip iç çatışmalar üzerinden aylar geçmesi ve meselenin barışçıl yollarla çözümüne dair teklifler gündeme gelince reddedilmeye başlandı. Libya'da Kaddafi rejiminin devrilmesi ardından Suriye yönetiminin devrilmesini çantada keklik görenler ve pastadan büyük pay almaya heveslenenler, Suriye'nin çetin ceviz olduğunu görünce stratejik ortaklarıyla çizmiş oldukları yol haritasını inkar etmeye başladılar. Çünkü bu işin taşeronluğunu üstlenmiş ve işverenin isteklerini yerine getirememişlerdi. Suriye'ye insani ve İslami kaygılarla müdahil oldukları yalanına sarıldılar.
İsrail’le işbirliği yalanı: İsrail’in isyancılara yardımılarını gizleyip Baasçı rejimi desteklediği yalanının yayılması. Taşeronlar müslüman halkları siyonist rejim konusunda yanıltma görevini tetikçilerine devretmişlerdi. Çünkü açıktan açığa böyle bir yalana tevessül etselerdi herkesten önce müttefiklerinden fırça yiyeceklerdi, aynen Mısır'daki darbenin İsrail ile ilişkilendirilmesi ardından azarlandıkları gibi. Ama mutassıp tetikçileri bu alanda serbestiler, bırakın Suriye yönetimini İran ve Hizbullah'ın bile görünürde İsrail ile, ABD ile düşman olmalarına rağmen gizlide bunlarla işbirliği içinde olduklarını söyleyecek kadar alçalaşacaklardı. Taşeronların İslam düşmanlarıyla kurdukları ittifakı müslüman halklara başka türlü nasıl tevil edebilirlerdi? Kendi üstlendikleri rolü başkaları üzerine atacaklardı ki müslüman kitleleri arkalarına alsınlardı.
Yabancı savaşçıların varlığını inkar: Libya'da verilen görevi başarıyla tamamlayan, bu ülkeyi kan gölüne çevirip efendilerine teslim eden El-Kaide ve benzeri gruplar boş bırakılmamalı ve başka bölgelerde yeni görevlere sevkedilmeleri gerekirdi. Aksi takdirde savaşmaya, öldürmeye, cinayete ayarlanmış bu çeteler kendi başlarına bela kesilebilirdi. Başta Libya olmak üzere çeşitli Arap ve Kuzey Afrika ülkelerindeki teröristler sistemli bir şekilde silahlarıyla birlikte Suriye'ye aktarıldı ve hala bile bu ülkelere ilaveten Afganistan, Pakistan ve Çeçenistan'dan terör gruplarıyla takviye edilmektedirler.
Silah sevkiyatı gerçeği: İsyancılara silahların ABD, İsrail, AB ülkeleri ile Katar ve Suudi Krallığı tarafından sağlandığı ve Türkiye, Lübnan ve Ürdün üzerinden Suriye’ye aktarıldığı ortadadır. Libya’dan gönderilen silah dolu gemilerin Türkiye ve Lübnan üzerinden Suriye’ye sokulduğu, Katar’dan, gönderilen silah dolusu uçakların Türkiye üzerinden Suriye’ye aktarıldığı, Suudilerin silah yardımlarını Ürdün üzerinden isyancılara ulaştırdığı belgeleriyle ortaya konulmasına rağmen Suriye savaşının uluslararası propaganda kanadı hala bu gerçekleri inkar etmektedir.
Kafirlerle işbirliği: Bu hususta da bahaneleri ise hazır; zalime karşı mazlumu destekleyen kim olursa olsun desteği kabul edilebilir, İslam ülkeleri yardım etseydi veya falanca ülke Esad’ı desteklemeseydi kafirlerin yardımlarına ihtiyaç duyulmazdı, Esad rjimini devirene kadar kafirle de müşrikle de işbirliği yapılabilir, zafer(!) sonrasını daha sonra düşünürüz vb bahanelere sıkça rastlanır.
Kimyasal silah yalanı: Kimyasal silahların Suriye yönetimince kullanıldığı yalanı bu yalanlar zincirinin en son halkasını oluşturuyor. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözü gereği yalanları her defasında ifşa edilmesine rağmen yine de yeni yalanlar uydurmakta veya eski yalanlarını tevil yoluna başvurmaktalar. Kesinlik kazanmamakla birlikte son kimyasal silah saldırısının büyük bir ihtimalle emperyal güçleri Suriye'ye çekmek için terör grupları tarafından kullanıldığı sanılmaktadır.
Taşeronların görünürde ağlayıp sızlanmalarına rağmen bu son kimyasal komploya bir can simiti olarak baktıkları tavır ve ifadelerinden açıkca okunmaktadır. Çünkü Mısır da dahil Kuzey Afrika ülkelerindeki bahar esintisinden bu cenaplara pay verilmediği bir yana bölgeden kovulmuş bulunuyorlar. Pay almayı umdukları son kale Suriye olduğuna göre her bahaneyi kullanılabilecek bir fırsat olarak değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorlar.
Ancak kafirlerle gizli açık işbirliğini inkar eden, gerçek niyetlerini gizleyerek yalana tevessül edenlerin unuttuğu bir hakikat var; o da sünnetullahtır, ilahi takdirdir:
"...Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez." Mü'min/28
Y. ZİYA T.YILMAZ
"Vahdetin sağlanması için alimlere büyük görevler düşüyor"
"Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir..."
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez İranlı âlimlerden oluşan bir heyeti makamında kabul etti. İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Mohsen Eraki’nin başkanlığındaki heyette, İslam Dünyası İşleri Rehberlik Makamı Yüksek Danışmanı ve Kurum Yüksek Konseyi Başkanı Ayetullah Muhammed Ali Tehsiri, Dr. Mehdi Mustafavi, Huccetulislam Muhammed Şafiinia de yer aldı.
Kana bulanmış bir ümmet coğrafyasında, İslâm topraklarına yüzyıllık fitne tohumlarının ekildiği bir dönemde gerçekleşen buluşmayı karanlıkların ortasında yanan bir ışık olarak değerlendiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “İslam coğrafyasında olup bitenlerde Sünnisiyle, Şiisiyle İslâm âlimlerinin, dinî kurumların, din eğitimi veren müesseselerin vebali ve sorumluluğu yok mudur? İnsanlığa ezeli hikmet, evrensel adalet ve iki cihanda saadet sunmak üzere gönderilen İslâm, eğer bugün bağlılarının birbiriyle savaştığı, birbirinin canına kastettiği, camilerinin birbiri tarafından bombalandığı bedbaht bir süreç yaşıyorsa Hz. Peygamberin mirasçısı konumundaki âlimlerin suçu yok mudur?” dedi.
Hz. Hüseyin’in haccı yarım bırakarak Kufe’ye gitmeden önceki son hutbesinde ibret alınması gerektiğini vurguladığı ayetleri okuyan Başkan Görmez’in konuşmasından bazı satır araları şöyle;
“Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir…”
“Bunları, kendilerini Rabb’a adamış kimseler ve âlimler günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür. (Maide 5/63) İsrailoğullarından inkar edenler, Davud ve Meryemoğlu İsa diliyle lanetlendi. Bu, onların isyan etmeleri ve hadlerini aşıyor olmalarından ötürüydü. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü. (5/78)
Bu ayetlerde Allah’ın onları kınamasının sebebi, onların aralarında bulunan zalimlerin yaptıkları kötü işleri ve fesatları görüp onlardan yetişen dünya mal ve makamına olan meyilleri ve maruz kalmaktan sakındıkları baskı ve zulmün korkusu yüzünden onların men etmemelerinden dolayıdır. Hiçbir strateji Müslüman kanının dökülmesini önlemekten daha değerli değildir. Hiçbir siyaset Müslümanların parçalara ayrılarak birbirini katletmesini önlemekten daha önemli değildir. Muhlis İslâm âlimlerinin tek stratejisi vardır, o da kardeşlik ve vahdettir. Yapılması gereken zalimin karşısında mazlumun yanında yer almaktır.
“Asıl hepimizi kahreden husus ise uluslararası hile, entrika ve oyunların ürünü olan bu fitnelerin, mezhepçilik, Sünnilik-Şiilik ihtilafı adına yapılıyor görünmesidir…”
Bugün Bağdat’ta, Necef’te her gün bombalar patlamakta, ansızın müminler ölmekte, Şam’da, Halep’te yüzbinler çatışmalar sonunda ölüme gitmekte, Beyrut’ta, Trablus’ta Müslümanlar camilerde Cuma namazlarını bombalar altında eda etmekte, Pakistan’da bayram günlerinde dahi ölümler yaşanmakta, Kahire’de meşruiyet arayışında bulunan insanların üzerine ölüm kusulmakta, İslâm beldelerinin her yerinde kan ve gözyaşı, zulüm ve şiddet hüküm sürmekte. Asıl hepimizi kahreden husus ise uluslararası hile, entrika ve oyunların ürünü olan bu fitnelerin, mezhepçilik, Sünnilik-Şiilik ihtilafı adına yapılıyor görünmesidir.
Bazı ülkeleri Sünnilik üzerinden bazı ülkeleri de Şiilik üzerinden birer temsile dönüştürme ve her iki ülke üzerinde İslâm’la veya İslâm’ın herhangi bir mezhebi ile ilişkisi olmayan sorunları yeniden tanımlayarak Müslümanları birbirine düşüren entrikaları, hile ve oyunları bozmak bütün âlimlerin, mütefekkirlerin, yazarların birinci vazifesi olmalıdır. Bugün Sünnilik ekseninde de Şiilik ekseninde de, her iki yönelimin temel sabitelerini hiçe sayan unsurların söze dâhil olma, sözü ve eylemi ele geçirme atakları karşısında sadece vicdanlar değil hemen her şey incinmekte ve kahrolmaktadır.
“İşte bugün bilhassa İslâm ümmetini bir uçuruma götüren, ateş dolu bir çukurun kenarından ateş dolu çukurlara yuvarlayan mezhepçilik fitnesini söndürmek için bir âlimler inisiyatifi başlatmak üzere buradayız…”
İnadına kardeşlik, inadına vahdet demek için buradayız. Bilumum takrib projeleri hiç kuşkusuz hayatidir ve mezheplerin sosyal gerçekliğini devre dışı bırakmaksızın gayr-i İslâmi duyarlılıklar ekseninde mevcut gelenekte bölünme yaratan eğilimleri elimine etme çabası taşımaktadır.
“Bugün bizler İslam’ın özünü ve gayesini öncelememiz gerekir. Bu da tevhiddir, adalettir, uhuvvettir; ahlaki kaygıları önceleyen ümmeti oluşturmaktır ve vahdettir…”
Bugün bir vahdet ve kardeşlik inisiyatifi başlatmak istiyoruz. Yapacağımız toplantılar ve görüşmeler alışık olduğumuz birbirimizi tanımak ve birbirimize güzel temennilerde bulunmak için bir araya gelinen resmi toplantı ve görüşme kapsamında değildir. Bu toplantımız öncelikle mezheplerin birbiriyle teolojik ve akademik yapacağı tartışmaları içeren toplantı da olmamalıdır. Önceliğimiz ehl-i sünnet ve ehl-i beyt kavramlarıyla dini anlama ve farklı yorumlamaları birbirimize anlatma çabasının ötesinde ehl-i tevhid olarak birliğimizi ve beraberliğimizi yani vahdeti nasıl oluşturacağımıza yönelik olmalıdır. Bu toplantılar, kan gövdeyi götürürken Bizans rahiplerinin meleklerin kanadı var mıdır yok mudur tartışması üzerine yaptıkları dini çalışmalar gibi olmamalıdır. Bugün İslam dünyasında her gün kan akmakta; düşünün bizler toplanmışız namazda eller bağlanmalı mı bağlanmamalı mı bunu tartışıyoruz. Hayır hayır, böyle bir dini tartışma ne Allah’ı razı eder ne de müminlere bir faydası olur. Bugün bizler İslam’ın özünü ve gayesini öncelememiz gerekir. Bu da tevhiddir, adalettir, uhuvvettir; ahlaki kaygıları önceleyen ümmeti oluşturmaktır ve vahdettir.
“Umarım ve dilerim ki, herkes için daha güvenli hayat alanları oluşturmanın misakını oluşturmuş oluruz…"
Bu toplantılarda bizler, sadece ulemayı ilgilendiren konuları değil, bütün Müslümanları hatta bütün insanlığı doğrudan ilgilendirmekte olan hakkın, hukukun ve adaletin ikame edilmesi ve yüceltilmesine yönelik vicdanlarımızın sesini dinlemeliyiz. Bu toplantının sonunda umarım ve dilerim ki, herkes için daha güvenli hayat alanları oluşturmanın misakını oluşturmuş oluruz. Bölgemizin, tüm İslam toplumlarının, Şiisiyle, Sünnisiyle zor günler geçirdiği şu günlerde herkesin hayati sorunlarıyla yüz yüze gelerek bu sorunlara çözüm üretebilme duyarlılığını gösterebilirsek bu toplantılarla bölgemizin ve insanlığın huzuruna katkı yapmış oluruz.
Bizler geçmişten bugüne kadar aynı medeniyet havzasında var olmuş toplulukların mensuplarıyız. Modern zamanlara kadar barış içinde bu coğrafyayı birlikte imar ederek aynı atmosferi soluyup bu toprakları kendimiz için darü’s-selam yaptık. Yani barışın yurdu. Evet, bu topraklar binlerce yıl barışın ve esenliğin diyarı oldu. Elbette zaman zaman çatışmalar yaşandı ancak bunlar kitleler nezdinde derinleşmedi. Ancak bu günlerde yaşananlar geleceğimizi de tehdit ederek büyük kırılmalara neden olacak potansiyeli taşımaktadır.
İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumu Genel Sekreteri Ayetullah Mohsen Eraki ise ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ümmet arasındaki vahdetin korunmasının dinin korunmasıyla eş değer olduğunu söyledi. Eraki, “Dinin korunması bütün farzların üstünde olduğu gibi vahdetin korunması da öyledir. Müslümanlar arasında temel olarak bir ihtilaf varsa vahdetin sağlanması gerekir. bu vahdetin sağlanması için alimlere büyük görevler düşüyor” diye konuştu.
Kabulde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Dr. Ekrem Keleş, Strateji Geliştirme Başkanı Dr. Necdet Subaşı ve Müslüman Ülkeler ve Toplulukları Daire Başkanı Erdal Atalay hazır bulundu.