
کارگر
Orucun Merhaleleri ve Bereketleri(4.Ders)
Bismillahirrahmanirrahim
“Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazılmıştır; umulur ki takvalı olasınız.” ( Bakara/183) Bu okuduğum ayet-i celile, geçen ümmetlere farz kılınan orucun bizlere de farz kılındığını beyan etmektedir. Beşerin tarih boyunca muhtaç olduğu ilahi farizelerden ve vacibattan biri de oruçtur. Oruç da namaz ve zikir gibi farzdır. Bütün zamanlarda, her durumda, bütün medeniyetlerde, beşer hayatının her asrında insan, sahip olduğu özellik gereği farizelere ve vacibata muhtaçtır. Bu amellerden biri de oruçtur.
İlahi teklif/görev olarak adlandırdığımız oruç hakikatinde ilahi bir şereflenmedir; oruç tutmak, isteyenler için çok kıymetli ve değerli bir fırsattır. Elbette zorlukları da vardır; hiçbir hayırlı ve mübarek amel zahmetsiz değildir, insan zorluklara tahammul etmeden bir yerlere ulaşamaz. İnsanın oruç tuttuğunda çektiği zahmet ve gördüğü zorluk, oruçtan elde edeceklerinin yanında naçiz kalır; az bir sermaye ile büyük karlar elde etmektedir. Oruç hakkında üç merhale zikr edilmiştir:
Açlık ve sussuzluk
Birinci merhale orucun genel merhalesidir; yani yemek içmekten ve orucu batıl eden diğer şeylerden kaçınmaktır. Orucun muhtevası sadece bu merhale olsa bile birçok faydaları vardır; hem bizi imtahan ediyor, hem bizi eğitiyor; yaşamımız için hem derstir, hem de imtahan, alıştırma ve idmandır. Beden için yapılan spordan daha önemli ve faydalı bir spordur. İmamlardan nakledilen rivayetler bu merhaleye işaret etmektedir; İmam Sadık (a.s) buyuruyor: “ Allah orucu, zengin ve fakir eşit olsun diye farz kıldı”. Allah-u teala orucu, belli günlerde ve günün belli saatlerinde fakir ile zengin aynı olsun diye farz kılmıştır; fakir ve eli boş olan insan günün her anında canı istediğini satın alamaz, bulup yiyemez-içemez, ama zengin ve varlıklı kimseler gün boyunca canlarının çektiğini temin etme imkanları vardır, herşey hazırdır onlar için. Zengin, bu bolluk ve varlığın içinde fakirin çektiği açlık ve sussuzluğu , yokluğu idrak edemez ama oruç tutulduğu zaman herkes aynıdır ve kendi seçim ve iradeleriyle isteklerinden elçekerler.
İmam Rıza’dan (a.s) aktarılan bir rivayette İmam, orucun bu merhalesinde açlık ve sussuzluğun başka bir boyutuna işaret etmektedir. İmam (a.s) şöyle buyuruyor: “ Açlık ve sussuzluktan doğan zorluklara sabr edin...”. Oruç insana açlık ve sussuzluğa dayanma ve sabır etme gücü kazandırmaktadır, nazlı büyüyen, açlık ve sussuzluk çekmemiş kimselerin zorluklara tahammul ve sabrı da yoktur. Mücadele meydanında çok çabuk meydanı terk ederler; hayatın zorlukları ve zor imtahanlar onları zorlar ve onlar bu zorluklar altında ezilirler. Açlık ve sussuzluğu çekmiş insan bunların manasını anlamaktadır ve yaşamın bu yönünden gelecek zorluklara karşı sabır ve tahammül sahibi olmuştur. Mubarek Ramazan ayı insana bu sabır ve tahammulü kazandırıyor. Diğer bir rivatette İmam Rıza (as ) şöyle buyuruyor: ” ...Oruç, insana hayatında diğer ilahi teklifleri/ emirleri yerine getirme gücü kazandıran riyazettir...”. Ramazan ayında açlığa ve sussuzluğa tahammül etmek ve nefsani isteklerden uzak durmak bir nevi riyazet olarak görülüyor; elbette şeri ve ihtiyari bir riyazet kasdedilmektedir. İnsanın iradesini güçlendiren ve hayatın zorlu yollarını aşma azmini artıran faktörlerden biri riyazet çekmektir. Bir çokları bu şeri riyazete sığınmışlardır. Öyleyse okuduğumuz bu bir kaç rivayette görülüyor ki orucun bu aşamasında zenginler de fakirlerle aynı renge bürünürler. Açlık ve sussuzlukla kıyametin açlığını insana hatırlatır, insana sabır ve tahammül kazandırır, ilahi riyazeti insana öğretir; bütün bu faydalar sadece bu birinci merhalede sözkonusudur. Bunların yanısıra oruç insana, midesini boş bırakarak normal zamanda mubah olan işlerden kaçınmasıyla insanın kalbine nuraniyet ve sefa bağışlamaktadır.
Günahtan kaçınmak
Orucun ikinci merhalesi günahtan kaçınmaktır; yani gözü, kulağı, dili ve kalbi günahlardan korumak gerekir. Hatta bazı rivayetlerde derisini, cildini haramdan koruması gerektiği zikr edilmiştir. Hz. Ali (a.s) buyuruyor: “Oruç haramlardan kaçınmaktır, insanın yemek- içmekten ( kendisini ) koruduğu gibi.” Yemek, içmek ve helal nefsani isteklerden kaçınıldığı gibi haramlardan da kaçınılması gerekir, bu merhale oruç için bir üst merhaledir. Ramazan ayı günahlardan kaçınmak için güzel bir fırsattır.
Gençlerden bazıları benden, kendileri için dua etmemi istiyorlar, devamlı diyorlar “ siz bizim için dua edin ki günah işlemeyelim”, elbette dua etmek iyi ve gereklidir ama günah işlememek insanın iradesine bağlıdır; günah işlememeye karar vermeniz gerekir, eğer karar verirseniz günahı terk etmek kolay olacaktır. Günahtan kaçınmak, insanın gözünde bir dağ kadar büyük görünür ama insanın azmi ve kararılılığıyla dümdüz bir yol olur. Ramazan ayı bunu denemek için en büyük fırsattır.
Hz. Fatıma Zehra (s.a) kendisinden nakl edilen bir rivayette şöyle buyuruyor: “Oruçlu kulağını, gözünü, dilini ve azalarını haramdan korumadıktan sonra orucun ona ne faydası vardır?”
Diğer bir rivayette şöyle naklediir; bir kadın, hizmetcilerinden birine ihanette bulunur, bunu duyan Resulullah (s.a.a) elindeki yiyeceği ona uzatır ve yemesini ister, o kadın: “Ben orucum”, deyince Resulullah (s.a.a) buyuruyor: “Sen nasıl oruçsun hizmetçine ihanette bulunuyorsun? Oruç sadece yemek-içmekten korunmak değildir. Allah orucu, bu ikisinin yanısıra sözlü ve ameli günahlardan korunmak için bir hicab/perde olarak karar kılmıştır.” Allah orucu farz kılmıştır ki, insan günaha doğru gitmesin, dilin günahlarından kendisini korusun, kötü söz söylemek başkasına ihanettir. Bu günahlardan biri de kalbin günahlarıdır. Kalpte başkalarına karşı düşmanlık, kin beslemek kalbi günahlardandır.
Öyleyse orucun ikinci merhalesi, insanın kendisini günhalarından uzak tutmasıdır. Özellikle siz gençler bu fırsattan yararlanın, çünkü siz gençsiniz; gencin bunu yapmaya hem gücü var, hem de kalbinin temizliği ve nuraniyeti onun için bir avantajdır/ bir fırsattır. Günahları terk etme çabası içinde olun.
Gafletten kaçınmak
Orucun üçüncü merhalesi, insana Allah’ı unuttuıran her şeyden kaçınmaktır. Bu merhale, orucun en yüksek mertebesidir. Resulullah (s.a.a) kendisinden nakledilen bir hadiste Allah-u tealaya arzediyor: “ Ey Rabbim! Orucun mirası nedir?” Yani oruç insana ne kazandırır, neyi miras bırakır? Rabbulalemin buyurur: “Oruç hikmeti miras bırakır; Hikmet, marifeti kazandırır; Marifet ise yakine ulaştırır; kul yakin derecesine ulaşınca artık kolay mı, zor mu sabahladığını düşünmez ( onun için fark etmez ).”
Oruç, hikmet çeşmelerini insanın kalbine de akıtır, hikmet insanın kalbine hakim oldu mu ilahi/nurani marifet gelir, marifet oluştu mu yakin derecesine ulaşır, bu yakin hz. İbrahim’in (a.s) Allah’tan istediği yakindir. Bu ayın dualarında devamlı tekrar edilmektedir. İnsan yakin derecesine ulaşınca hayatın bütün zorlukları ona kolay gelir, insan olumsuz olaylardan etkilenmez hale gelir. Bakın ne kadar önemlidir; yükselme ve tekamül yolunu bir ömür boyu katetmek isteyen bir insan yakin sayesinde yaşamın zorlukları ve dünyada meydana gelen olumsuzluklar karşısında etkilenmez hale gelir. Bunların hepsi orucun sayesindedir; oruç insanın kalbinde Allah’ı yad etmeyi ihya edip ilahi nurun kalpte parlamasını sağlayınca ve kalbi aydınlatınca bunların hepsi peşinden gelecektir.
İnsanı Allah’ı anmaktan alı koyan ( gaflete düşüren) herşey orucun bu merhalesine zarar verir. Ne mutlu kendisini bu merhaleye ulaştıranlara! Bizlerin arzusu ve Allah’tan isteğimiz bizi bu merhaleye ulaştırması olmalıdır.
Vesselamu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh.
İMAM HAMANEİ
Tercüme: RASTHABER
MÜSLÜMANLARIN KANIYLA İFTAR MI OLUR?!?!
Obama Müslümanlarla bir kez daha alay etti
Her gün binlerce Müslüman’ın yetim, evlatsız, öksüz, sakat ve çaresiz kalmasına neden olan ve binlerce Müslüman kadının namusunu kirleten ABD, katliamları sürdürdüğü Ramazan’da iftar vererek işbirlikçilerinin vicdanını rahatlattı!
Afganistan, Irak, Pakistan, Suriye, Libya ve diğer Ortadoğu ülkelerinde Müslümanların ülkelerini işgal edip can ve namuslarını ayaklar altına alan Amerika, her sene yaptığı gibi bu sene de Müslümanlarla alay edercesine iftar yemeği verdi. Ortalık, ABD tarafından katledilen Müslüman kanıyla doluyken, bazı Türk medyasının bu iftarı samimi bir iftar gibi gösterme telaşı ise şaşırtıcı bulundu.
SANKİ AFGANİSTAN'DA TAM DA ŞU RAMAZAN AYINDA MÜSLÜMAN ÇOCUKLARI ZEVK İÇİN SOKAK BAŞLARINDA G3 TÜFEKLERİYLE AVLAYANLAR ABD ASKERLERİ DEĞİLMİŞ GİBİ..
SANKİ MÜSLÜMANLARIN CESETLERİNE İŞEYEN ABD ASKERLERİ DEĞİLMİŞ GİBİ..
SANKİ KUR'AN 'I YIRTIP AYAKLARININ ALTINDA ÇİĞNEYEREK TEPİNENLER ABD ASKERLERİ DEĞİLMİŞ GİBİ..
SANKİ ÖLDÜRDÜĞÜ ZAVALLI AFGANLININ YÜZÜNÜN DERİSİNİ YÜSEN ABD ASKERİ DEĞİLMİŞ GİBİ..
İSRAİL'İ MÜSLÜMAN ÜLKELERİN BAŞINA BELA OLMASI İÇİN BÖLGENİN BAĞRINA SAPLAYIP BÜTÜN ÇIKARLARININ , HATTA ABD HALKININ MİLLİ ÇIKARLARININ BİLE ÜZERİNDE TUTAN ABD DEĞİLMİŞ GİBİ!!!.
MÜSLÜMAN KANIYLA İFTAR OLMAYACAĞI BELLİ DE, BU İFTAR SOFRASINDA KARDEŞLERİNİN KAATİLLERİYLE AYNI SOFRAYA OTURUP, KARDEŞLERİNİN KANIYLA İFTAR EDEN VE "ELHAMDULİLLAH MÜSLÜMANIM" DİYENLERE NE DEMELİ??!!
ABD Başkanı Barack Obama, Ramazan ayı münasebetiyle Beyaz Saray'da verdiği iftar yemeğinde Kur'an-ı kerimden bir ayet okudu
Başkan Obama, iftar yemeği öncesinde yaptığı konuşmada Kur'an-ı kerimden bir ayet okudu. Ramazan ayının, Müslümanlar için kutsal bir ay olduğunu belirten Obama, bu ayda kişinin Allah'a dua ve oruçla ibadet ederek bağlılığını gösterdiğini, ailelerin karşılıklı sevgi ve saygı içinde iftar yemeklerinde bir araya gelerek bağlarını güçlendirdiğini söyledi. Zilzal süresi 7. ayeti kerimesini okuyan Obama, "Kim zerre kadar hayır işlemişse onun karşılığını görecektir" diye konuştu.Obama yaklaşık 7 dakika süren konuşmasının devamında, Müslüman Amerikalıların Amerika'nın gücüne ve ulusal karakterine yaptığı katkılardan bahsetti.ABD'de yaşayan iki müslüman işadamını örnek gösteren Obama, müslümanların ülke tarihinin geçmişinden bugüne çeşitli sahalarda sunduğu katkıları anlattı.Amerika'da herkesin Allah'a istediği şekilde ibadet etme özgürlüğüne sahip olduğunu belirten Obama, ülkesinin dini ve siyasi eşitliğin yanı sıra sunduğu ekonomik özgürlüklerden bahsetti.Obama, ekonomik fırsat ve özgürlük arzusunun, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da görüldüğü gibi, değişimin başlıca nedenlerinden olduğunu söyledi. Başkan Obama konuşmasına, "daha fazla uzatmak istemiyorum, biliyorum ki karnınız aç" diyerek son verdi.Washington Büyükelçisi Namık Tan'ın katıldığı iftar yemeğine, Kongre üyeleri, Beyaz Saray yönetiminden üst düzey isimler, çeşitli cemaatlerin liderleri ve çok sayıda yabancı misyon temsilcisi katıldı.
Hz. Ali’nin(a.s) Şehatedinin yıldönümü münasibetiyle
Hz. Ali’nin(a.s) vasiyet ve tavsiyeleri
Hz. Ali’nin ilk ve son sözü her zaman takva olmuştur. O, şöyle buyurur: ‘evlatlarım, kendinize dikkat edin, Allah yolunda ve ilahi kriterlerle hareket edin. Takvaullah, bu demektir. Burada Allah’tan korkmak söz konusu değildir; bazıları takvayı Allah korkusu olarak tabir ediyorlar. Haşiyetullah ve Havfullah da başka değerlerdir. Ancak bu, takvadır. Takva demek, yani işlediğiniz her amelin yüce Allah’ın sizin için gözetlediği maslahata uygun olmasına dikkat etmeniz demektir. Takva öyle bir an bile bırakılabilecek bir şey değildir. Eğer bırakacak olursak yol kaygan ve dereler derindir, hemen kayar ve düşeriz, ta ki elimiz tutunacak bir taş, bir dal bulsun da kendimizi yukarı çekelim.
‘Takvalı insan şeytanın temasını hissedince hemen kendine gelir ve toparlanır.’ Şeytan bizden uzaklaşmaz. Bu yüzden ilk vasiyet takvadır.
Takvanın yapı taşları: dünya peşinde koşmamak
Takvanın ardından bir başka şey geliyor, o da dünya peşinden gitmemektir, hatta dünya sizin peşinizden gelse bile. Bu ikinci meseledir. Bu, takvanın yapı taşlarındandır. Tabii ki tüm iyi ameller takva malzemesidir. Dünya peşinden koşmamak gibi. Size dünyayı bırakın demiyor, dünya peşinden gitmeyin, dünya talebinde olmayın, diyor.
Gerçekte bizim dilimizdeki tabiri ‘dünya peşinden koşmayın’ şeklindedir. Dünya ne demek? Yani yer yüzünü bayındır hale getirmek mi ? Yani ilahi servetleri ihya etmek mi? Acaba peşinden gitmeyin denilen dünya bu mu? Hayır, dünya sırf kendi zevkiniz için istediğiniz ve tatmin olmak istediğiniz şeydir, buna dünya derler. Yoksa yer yüzünü imar etmek eğer beşeriyetin hayır ve maslahatı için olursa bu ahiretin ta kendisidir. Bu, sözü edilen iyi dünyadır. Kötülenen ve bizlerden peşinden gitmememiz istenen dünya bizleri çabadan alıkoyan ve kendine çeken dünyadır. Bizim bencilliğimiz, kibirimiz ve servetimizi kendimiz için istemek, sözü edilen kötü dünyadır ve peşinden gidilmemesi gerekir.
Elbette bu dünyanın haram biçimi de vardır, helal olanı da. Yani kendimiz için istemenin her çeşidi haramdır diye bir şey söz konusu olamaz. Hayır, bunun helal biçimi de vardır. Ama hatta helal olan kısmının da peşinden gitmeyin demiştir. Eğer dünya bu manada ise helalı da iyi değildir. Her ne kadar maddi yaşantının simgelerini Allah yolunda kullanırsanız bir o kadar kar etmiş olursunuz ve bu da ahiret demektir. Ticaret yapmak da eğer halkın yaşantısının iyileşmesi için olur da mal biriktirmek için olmazsa ahiretin ta kendisi olur. Dünyanın diğer işleri de buna benzer sayılır. O zaman ikinci nokta, dünya peşinden gitmemektir.
Hz. Ali’nin bu vasiyette buyurduğu espri, başlı başına her şeyi açıklıyor. Onun hayatına baktığınızda bu kısa vasiyetinde zikredilenleri görürsünüz.
Bir başka konu şu ki, eğer kötülenen bu dünyadan elinize bir şey geçmez ise üzülmeyin. Başkasının zenginliği, lezzeti, mevkii veya refahının hasretini çekmeyin. Bu da üçüncü nokta.
Bir başka vasiyet, hakkı söyleyin ve gizlemeyin, vasiyetidir. Eğer sizce bir şey hak ise ve belli bir yerde beyan edilmesi gerekiyorsa, bunu yapın. Hakkı gizlemeyin. Hakkı gizleyen ve batılı gündeme getirenler veya batılı hakkın yerine yerleştirenlere karşı hakkı savunanlar hakkı söylerse, hak mazlum kalmaz, hak yalnızlık hissetmez ve batıl ehli olanlar hakkı yok etmeye kalkışmaz.
Bir başka vasiyet, ilahi ve gerçek mükafat için çalışmaktır. Boşuna çalışmayın. Ey insanoğlu, senin işin, ömrün ve nefes alman, senin tek sermayendir, bunları boşuna harcama. Eğer bir ömür yaşıyorsan, eğer bir iş yapıyorsan, eğer nefes alıyorsan ve eğer bir rızkın varsa, tüm bunları bir mükafat için yap. Mükafat nedir? Bir insanın varlığının mükafatı ne kadardır? Sarf edilen ömrün mükafatı nedir? Acaba başkalarının hoşuna gitmesi mi mükafatımız? Hayır.
Yine imam Ali şöyle buyurur: ‘Zalimin hasmı ve mazlumun yardımcısı olun.’
Zalimin hasmı olun. Hasım, düşmandan farklı bir şeydir. Biri zalimin düşmanı olabilir. Yani zalimi sevmeyebilir ve onun düşmanı olabilir. Bu, yeterli değildir. Zalimin hasmı olacaksın. Yani karşısında iddian olacak. Hasım, iddiası olan düşman demektir, öyle bir düşman ki zalimin yakasına yapışır ve bırakmaz. Beşeriyet,Hz. Ali’den sonra bu güne dek, zalimlerin yakasına yapışmadığı için bedbaht oldu. Eğer imanlı eller zalimlerin yakasına yapışmış olsaydı zulüm, bu dünyada bu kadar ilerlemezdi, bilakis kökünden kururdu. Hz. Ali, bunu istiyor.
Zalimin hasmı olun, dünyada, nerede zulüm ve zalim varsa. Eğer sen orada isen kendini onların hasmı bil. Hani şimdi yola çık da dünyanın öbür ucuna git de zalimin yakasına yapış demiyoruz. Biz diyoruz ki husumetini göster, nerede ve ne zaman olursa olsun zalimin hasmı ol ve yakasına yapış. Bir zaman olur ki insan zalimin yanına yaklaşıp husumetini beyan edemez, bu yüzden uzaktan husumet eder. Bakın bugün Hz. Ali’ninyalnızca bu vasiyetine uymamakla dünyada nasıl bir bataklık oluşmuş ve beşeriyet ne acılara garkolmuştur. Bakın milletler ve özellikle müslümanlar nasıl mazlum konumuna düşmüşlerdir. Oysa eğer Hz. Ali’nin yalnızca bu vasiyetine uyulsaydı, bugün bir çok zulüm ve bu zulümlerden doğan musibetler olmazdı.
Ve nerede bir mazlum varsa ona yardım et. ‘Mazlumun taraftarı ol’ demiyor, hayır, ona yardım et diyor, nasıl olursa ve ne kadar olursa önemli değil, yardım et diyor.
Buraya kadar olan vasiyet, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (S)’yı muhatap alıyor. Tabi bu sözler İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e özgü sözler değil, onlara hitaben sarf edilen sözlerdir, ama aynı zamanda bütün herkese aittir.
Vasiyetin sonraki ifadelerinde Hz. Ali, genel bir hitapta bulunuyor ve ‘siz iki evladıma ve tüm evlatlarıma ve tüm akranlarıma ve bu mektubun ulaşacağı herkese vasiyet ediyorum’ diyor. Bu hesapla sizler ve bu vasiyetnameyi okuyan ben, hepimiz Hz. Ali’nin muhatabıyız.
Hz. Ali, ‘hepinize vasiyet ediyorum’ diyor. Neye? Takvaya. Tekrar takva. İşte onun ilk ve son sözü takvadır. Ve ardından ‘işinizde düzenli olun’ diyor. Ne demek bu? Yani hayatınızda yaptığınız her şeyde düzenli olun diyor. Acaba anlamı bu mu? Belki bu olabilir. Ama ‘işlerinizi düzeltin’ demiyor. Yani tek bir şeyi kastediyor, bir kaç şeyi kastetmiyor. İşte burada insan o işin tüm insanlar arasında ortak bir şey olduğunu anlıyor. Bence bu faktör, İslami hükümet ve velayeti ikame etmektir. Anlamı şu ki hükümet ve nizamda düzenli davranın ve kargaşalardan sakının.
Karşılıklı anlaşma ortamı
Vasiyetin 2. bölümünde vurgulanan 3. temel bir birinizle iyi geçinmenizdir. Gönüller şeffaf olmalı, vahdet içinde olmalı ve ihtilaflardan sakınmalı. Hz. Ali bu ifadeyi kullanırken peygamberin kelamından bir şahid getiriyor. Belli ki bunun üzerinde önemle duruyor ve hatta çekiniyor. Hani iyi geçinmenin düzenli olmaktan daha önemli olması açısından değil, daha çok kırılgan olmasındandır. Bu yüzden İslam peygamberinden şunları naklediyor:
‘İnsanlar arasında iyi geçinmek her namazdan ve oruçtan daha iyidir.’ Burada tüm namazlardan ve tüm oruçlardan daha iyi demiyor, her namazdan ve oruçtan daha iyidir diyor. Siz isterseniz namazınız ve orucunuzla ilgilenin, ama bir iş var ki her ikisinden daha faziletlidir. Nedir bu iş? Eğer bir yerde İslam Ümmeti arasında bir ihtilaf gördüyseniz gidin ve bu ihtilafı giderin. Bu işin fazileti namaz ve oruçtan daha fazladır.
Yetimlerle ilgilenmek
Hz. Ali, bundan sonra çok daha derin ve anlamlı bir ifadeyi gündeme getiriyor:
‘Ne olur, Allah için yetimlerle ilgileniniz.’
Bu çok önemlidir. Sakın unutmayın ve elinizden geldiğince yetimlerle ilgilenin. Bakın insanı ve Allah’ı böylesine tanıyan psikolog insan, ne kadar incelikle bakıyor meselelere ? Evet, yetimlerle ilgilenmek, sadece ferdi bir acıma duygusu veya sıradan bir duygu değildir. Bir çocuk babasını kaybetmiş, bir insan en temel ihtiyacını kaybetmiş ve bu ihtiyaç, baba sevgisidir. Bunu bir nevi telafi etmelisiniz. Gerçi telafi edilmesi mümkün değil, ama dikkat etmeliyiz ki babasını kaybetmiş çocuk veya bu genç adam yokolup gitmesin..
‘Sakın onların açlık çekmesine izin vermeyin.’ Sakın bazen bir şeylerin yetiştiği, bazen de onlara hiç bir şeyin ulaşmadığı durumlar yaşanmasın.
‘Sakın bunlar yitirilip gitmesinler ve sizler varken ilgisizliğe uğramasınlar.’ Eğer onlar arasında değilseniz, haberiniz de yok demektir. Ama sakın orada olmanıza rağmen bir yetim ilgisizlik ve ihmalkarlığa uğramış olmasın. Herkesin yalnızca kendi işinin peşinde koşuşturması durumunda, yetim çocuklar yalnız kalmasın sakın.
Komşuluk haklarına riayet etmek
‘Komşuluk meselesini küçümsemeyin.’ Bu mesele de çok önemlidir. Bu, büyük bir sosyal bağdır ve İslam dininde özel ilgi görür ve insanların fıtratına uygundur. Ancak maalesef insani fıtrattan uzak medeniyetlerde bu değerin kaybolduğunu görmekteyiz.
Komşularınızın halini gözetin. Bu, sadece iktisadi ve mali boyutta değil; tabii ki bunlar da önemli, ama aynı zamanda tüm insani yönlerle de ilgilenmek gerekir. Bakın o zaman toplumda nasıl bir yakınlık oluşur ve devasız dertlere deva bulunur. Bu, İslam peygamberinin de nasihatidir.
İslam peygamberi komşular hakkında öylesine tavsiyelerde bulunmuştur ki bizler adeta ‘komşuya miras payı belirlenecek’ diyorduk.
‘Sakın Kur’an-ı Kerim’e inanmayanlar bu kitaba amel edip sizden öne çıkmasın ve imanı olan sizler, amel etmeyip de geri kalmayasınız.’
Yani bugün karşı karşıya bulunduğumuz durum. Bu dünyada öne geçen insanlar çabaları, iyi amelde bulunmaları, yüce Allah’ın sevdiği iyi sıfatlarla öne geçtiler; fesadları ile, şarap içmekle veya ettikleri zulümlerle değil…
‘Var olduğunuz müddetçe Allah’ın evini boş bırakmayın.’
‘Eğer Allah’ın evi terk edilirse, size süre tanınmaz, ya da yaşama imkanı bulamazsınız.’ Bu ibare farklı şekillerde yorumlanmıştır.
Allah yolunda cihadı terk etmemek
‘Sakın Allah yolunda malınız, canınız ve dilinizle cihadı terk etmeyin.’ Bu cihad, İslam Ümmeti’nce sürdürüldüğü takdirde dünyada örnek bir millet olduğu ve bırakıldığı zaman da zillete düştüğü cihaddır.
İslami biçimi ile cihad, kendine göre sınırları olmasına rağmen, zulüm değildir. Cihadda insanların haklarına tecavüz söz konusu değildir. Cihad, onu bunu öldürme bahanesi değildir. Cihadda müslüman olmayan herkesin öldürülmesi söz konusu değildir. Cihad, çok azametli bir ilahi hükümdür. Cihad varsa, onurlu milletler de vardır.
Daha sonra şöyle buyurulur:
‘Bir birinizle irtibat içinde olun ve bir birinize yardım edin, bağışta bulunun.’
‘Bir birinize sırt çevirmeyin, bağlarınızı koparmayın.’
‘Asla emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker’i terk etmeyin. Eğer terk edecek olursanız, iyiliğin davet edeni ve kötülüğün sakındıranı olmadığı yerde şerler işbaşına gelir ve iktidarı ele geçirir.’ Eğer insanlar kötülükleri kötü sayma huyundan vaz geçecek olursa kötüler iş başına gelir ve her şey onların kontrolü altında olur. Daha sonra da siz iyiler Allah’ım bizi bu kötülerden kurtar diye dua edersiniz, ama yüce Allah dualarınızı kabul etmez.
Mehmet Şevket Eygi’ye Cevap
Bismillahirrahmanirrahim
Sayın Mehmet Şevket Eygi
Mübarek Ramazan münasebetiyle Yüce Allah'tan size ve tüm Müslümanlara afiyet ve bağışlanma dilerim.
19 Temmuz 2013 Cuma günü tarihli "Başbakan'a mektup" başlıklı yazınızda yer alan bir konunun aydınlatılması gerektiğini düşündüğüm için bu satırları kaleme aldım, eğer gazetenizde yayınlarsanız okurlarınıza "sözleri duyup en güzeline uyma" fırsatını sağlamış olursunuz.
Yazınızın bir bölümünde şu ifadeler yer alır:
"Peygamberimiz “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlar, biri dışında cehennemliktir” buyurmuş, kurtulacak fırkanın kendisinin ve Ashabının yolunda yürüyenler olduğunu bildirmiştir."
Sonra, Ehl-i sünnet dışındaki mezheplere işaretle:
"Onlar Ehli Sünnet ile çatışan bir tek iddia ve görüşlerinde bile haklı, isabetli, doğru değildir." demişsiniz.
Hatırladığım kadarıyla önceki bazı yazılarınızda da yukarıdaki hadise istinat etmiş ve Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerin kurtuluş yolu dışında olduğunu savunmuştunuz. Bu yüzden yukarıdaki hadisle ilgili olarak bazı hususların açıklanmasında yarar vardır:
a. Bu hadis çeşitli kaynaklarda yer almasına rağmen kesinlikle tevatur derecesine ulaşmış değildir yani haber-i ahat kısmındandır ve haber-i ahada istinaden "bir mezhep kurtuluş yoludur ve diğer mezhepler cehenenmliktir" gibi akide ile ilgili bir konu ispatlanamaz. Akide konuları sadece, Kur'an Kerim'in açık nassı ve mütevatir hadislerle ispatlanır, haber-i ahatla değil. Haber-i ahat kabilinden olan hadisler sahih hadisler bile olsalar ancak ameli konularda geçerli sayılırlar kesin ilim ve yakîn gerekli olan akide konularında bu tür hadislere istinat edilmez. Bunu İslam mezheplerinin geneli kabul etmişlerdir.
Örneğin:
İbn-i Hacer Askalani Fath'ul- Bari'de şöyle diyor: "Ahbar-i ahat ameli konularda geçerlidir, itikadi konularda hüccet değildir." Fathfulbari c.13 s. 231.
Muhaddis Ali el-Kari de aynı şeyi Şarhu'n-Nuhbe'de Kirmani'den nakleder.
Zahirilerden olan İbn-i Hazm kendisi kabul etmemesine rağmen bu konuda diğer mezheplerin görüşünü şöyle nakleder:
"Hanefiler, Şafiiler ve Malikilerin ekseri ve mutezile ve Havaric ahbar-i ahadın ilim ifade etmediği görüşündedirler." El-İhkam fi Usuli'l ahkam c.1 s. 107
Bu görüş Hanbelilerin yanında da tercih edilen görüştür. Bk. El-Makdisi, Ravzatu'n-Nazir s. 91
Nevevi de, aynı görüşün fakihler ve usulilerin görüşü olarak nitelemektedir. Bk Sarhi Muslim c. 1 s. 131
Hanefilerden olan Sarahsi de, bütün şehirlerin büyük alimleri habari ahadın ilim ve akideyi ispatlamadığını açıklamıştır. Bk. Usul-i Sarahsi c. 1 s. 321
Yine İbn-i Abidin Reddu'l-Muhtar c. 1 s. 354 ahbar-i ahat gereği akidenin şekillenmeyeciğini bir örnekte açıklamıştır.
Aş'ariler ve Maturidiye ve diğer kelam ve usul-i fıkıh alimlerinin de görüşleri aynı çerçevededir. Taftazani, İmam Gazali, Kasani bu görüşü desteklemişlerdir. bk. El- Mustesfa, Bedai.
Buna göre bir haber-i vahide dayanarak bir mezhebin hak olduğunu savunmak ilke itibarıyla doğru değildir.
b. Ümmetin yetmiş üç fırkaya bölüneceğine dair hadis bir manada iki bölümden oluşur; birinci bölüm ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrıldığı, ikinci bölüm de bu fırkalardan cennetlik ve cehennmlik olanların kimler olduğunu belirlemek hakkındadır. Hadisin birinci bölümü genelde çeşitli kaynaklarda aynı şekildedir, ama ikinci bölümle ilgili olarak ihtilaf mevcuttur. Bu ihtilaflardan bazıları şöyledir:
1- Tirmizi, Ebu Davud ve İbn-i Mace, Ebu Hureyre'den bu hadisin birinci bölümünü yani "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılır." nakleder; geri kalan kısmını nakletmez. Bk Ebi Davut c. 12 s. 195 Şerhu's-sünne babı; İbn-i Mace babi iftiraku'l-Umem.
2- Tirmizi: …Hepsi ateştedir yalnız ben ve ashabımın üzerinde olduğum hariç. Bk Sunen-i Tirmizi, Babu Ma Cae fi iftirrak… c. 9 s. 235; El-Müstedreku'alas'sahiheyn c. 19 s. 202.
3- Hâkim'in sahih diye vasıflandırdığı bir nakli de şöyle: "Ümmetim yetmişe aşkın fırkaya bölünecek en çok ayrılığa düşeni konuları kendi görüşlerine göre kıyas eden sonuçta helâlı haram ve haramı helal eden kimselerdir." Hakim, bu hadisin şeyheyn yani Buhari ve Muslim'in şartına göre sahih olduğunu kaydeder. Mustadrak ales-Sahihayn c. 4 s. 477
4. Ahmet b. Hanbel, İbn-i Mace ve diğerleri Muaviye'den bu hadisin son bölümünü şöyle naklederler: …"Ya Resulullah onlar kimlerdir?" denildi: "Onlar cemaattir." Müsnet Ahmed, Hadis-i Muaviye bölümü, Sunen-i İbn-i Mace c. 11 s. 493.
Buhari, bir rivayete istinaden cemaati “ilim ehli” olarak açıklar, İbn-i Mesut'tan nakle göre o cemaati çoğunluktan ibaret bilir. Ömer b. Abdu'l-Aziz'e göre cemaat ashaptan ibarettir. Taberi'ye göre ise hak İmam etrafında bir araya gelen topluluktur.
Cemaat'ten maksadın cisimlerin toplanması olmadığına göre dinde toplanmak ve hak üzere toplanmak anlamında geldiği ortadadır. Demek cemaatte kişi sayısı asla ölçü değil neyin üzerine toplanmak önemlidir. Bunu teşhis etmek için de diğer Peygamber'in neyin üzerinde toplanılmasını emrettiğine bakmak gerekir.
5- Tabarani hadisin son bölümünü şöyle nakleder: … "Onların vasfını bize anlat dediklerinde şöyle buyurdu: Onlar büyük kalabalıktır." Tabarani Mu'cem-i Kebir c. 8 s. 273.
6- Yine Tabarani ve Mustedrek başka bir nakilde şöyle nakleder:
"O fırka hangi fırkadır" dediler, şöyle buyurdu: "Benim ve ashabımın bugün üzerinde olduğum durum üzere olan kimselerdir." Tabarani el-Mucemu'l-Evsat c. 8 s. 22; bu naklin 2. Nakille farkı bugün kelimesinin içinde yer alışıdır ki manada değişikliğin oluşmasına sebep olur, yani Peygamber döneminin sahabelerinin tutumu ölçü sayılır.
7- Kuleyni El-Kafi'de (Şia kaynağı)
Hadisin son kısmını şöyle nakletmiştir: "Bu yetmiş üç firkadan yetmiş ikisi ateşte ve bir fırkası cennettedir. Yetmiş üç fırkadan on üç fırkası bizim velayetimize bağlıdırlar ve (bunlardan da yalnız ) bir fırkası cennettliktir ve altmış fırka da diğer insanlardan ateştedirler." El-Kafi, c. 8 s. 224.
8- Hurr-i Amili Vesailuş'Şia'da (Şia kaynağı)
Hadisin sonunu şöyle nakleder: "Onlardan bir fırka kurtululur, diğerleri helak olur kurtulanlar siz (Ehl-i Beyt'in) velayetine sarılanlar, ilminizden pay alanlar ve kendi görüşlerine göre hareket etmeyenlerdir." Vesailuş'Şia c. 27 s. 50
9- Mufit El-Emali'de şöyle nakleder: (Şia kaynağı), Hz. Ali şöyle dedi: "Bu ümmet yetmiş üç fırkaya ayrılır; canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki hepsi sapıktırlar, sadece bana uyan ve benim takipçiçerim olanlar hariç." El-Emali, Mufit s. 213
Görüldüğü gibi hadisin son bölümü ihtilaflı şekilde nakledilmiştir. Özellikle bazı rivayetlerin senetlerinde Hz. Ali'ye sebbeden nasibiler (örneğin Ezher b. Abdullah) de mevcuttur.
Bu ihtilafları genelde birkaç bölümde değerlendimek mümkündür
1. Ashabı genel manada ölçü gösteren hadis
2. Peygamber'in dönemindeki ashabı ölçü gösteren hadis
3. Çoğunluğu ölçü gösteren hadis
4. Cemaati (topluluğu) ölçü gösteren hadis
5. Ehl-i Beyt'e uymayı ölçü gösteren hadis.
Son kısım hadisleri tercihli kılan bir çok teyit edici delil mevcuttur. Bunlardan bazıları şöyle:
Peygamber (s) sahih hadiste şöyle buyurmuştur:
"Benim Ehl-i Beyt'im nuhun gemisi gibidir kim o gemiye binerse kurtulur ve kim o gemiye binmezse helak olur" Hakim, el-Mustadrak alessahihayn c. 3 s. 173; hadis: 4720 Hakim, bu hadisin Muslim'in şartına göre sahih olduğunu kaydeder. Tabarani ve diğer birçok kaynak da bu hadisi nakletmiştir.
Tirmizi, Ahmet b. Hanbel ve diğer birçok muhaddisin nakline göre Resulullah şöyle buyurmuştur:
"Ben sizin aranızda öyle şey bırakıyorum ki onlara uysanız asla benden sonra sapmazsınız biri diğerinden daha üstündür: Allah'ın kitabını o gökten yere uzanan bir iptir ve öz soyumdan olan Ehl-i Beytimi. Bunlar Havuz başında bana kavuşuncaya kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar." Bk. Tirmizi Menakıp Ehl-i Beyt babı Hadis: 3720
Elbani bu hadisi sahih olduğunu vurgulamıştır. Tabarani ve diğer bir çok kaynak bu hadisi nakletmiştir Muslim'de de hadis farklı tabirle geçmektedir.
Yukarıda açıklananlara nazaran yetmiş üç fırka hadisine istinaden Ehl-i Sünnet mezhebinin hak olduğunu söylemek delilsiz bir iddia kabilinden bir sözdür.
Hatta sizin tercih ettiğiniz nakli ölçü alsak bile yine durum değişmez. Yani sahabe tek başına ölçü ola bilmez, çünkü birçok konuda sahebe ihtilafa düşmüş bu yüzden diğer ölçülere başvurmak gerekir.
Başka bir ifadeyle ihtilaf Hz. Peygamber'in ve ashabının hangi yol üzere olduğunu ve Peygamber'den sonra çıkan ayrılıklarda hangi görüşün Peygamber'in dönemindeki yolu temsil ettiğini teşhis etmek konusunda odaklanır.
Oysaki sahabeler birçok önemli konularda ihtilafa düşmüş ve çıkan savaşlarda onbinlerce sahabe ve gayri sahabe ölmüştür.
Hilafet konusunda sahabeler arasında ihtilaf meydana gelmiş başlangıçta bu ihtilaf Ehlibeyt ile sahabelerin çoğunluğu arasında cereyan etmiş Pak Ehl-i Beyt'ten olan Hz. Fatıma ölünceye kadar biat etmemiş, sonraları bu ihtilaf geniş boyutlar kazanmış ve sahabelerin ikiye bölünmesine yol açmış. Üçüncü halife döneminde bu ihtilaflar yaygınlaşmış Ebuzer sürgüne gönderilmiş ve Resulullah'ın Medine'den sürgün ettiği kimselere büyük mevkiler verilmiş ve icraata karşı çıkan sahabelerle destekleyenler arasındaki fitne yaygınlaşmış ve halife evinde öldürülmüştür. Giderek bu ihtilaflar sahabeler arasında daha da büyümüş bir tarafta Hz. Ali ve ashabın çoğunluğu ve diğer tarafta yine Talha ve Zübeyr ve Aişe ve sonra Muaviye ve Amr As gibi sahabelerin arasında çıkan savaşlarda onbinlerce sahabe ve gayri sahabe ölmüştür.
Sonraları bu gedik daha da büyümüş ve sahbilerden ve aynı zamanda Pak Ehlibeyt'ten olan Resulullah'in göz nuru Hz. Hüseyin ve yaranları Kerbela'da, içinde onlarca sahabinin olduğu Yezid'in ordusu tarafından şehit edilmiştir.
Kısacası eğer hadisi bu bölümünü sahih kabul etsek bile Resulullah'tan sonra ashap arasındaki ihtilaf ve bölünmelerde kıstas olacak diğer ölçüler lazımdır; sırf sahabelerin çoğunluğunu veya güçte olanını haklı görmek İslam mantığına ters düşer. Aksi takdirde Hz. Hüseyin'in haksız ve Yezid'i haklı görmemiz gerekir; çünkü sahabelerin çoğunluğu Yezid'in ordusunda veya onun destekçişi durumundaydılar.
Kaldı ki Peygamber kendisinden nakledilen onlarca sahih hadiste ashabın bir kesiminin kendisinden sonra yoldan çıkacağını ve ateşe gireceklerini beyan buyurmuştur. Şu örneğe dikkat edin:
Peygamber (s) şöyle buyurdu:
"Ben (mahşerde durduğum) bir zamanda bir zümreyi görürüm ve onları tanırım bu sırada bir kişi (melek) ortaya çıkar ve onlara haydi gelin der. Ben nereye derim, o ateşe doğru der. Onların durumu nedir? derim. Onlar senden sonra gerisin geriye döndüler, ben onlardan ancak sahipsiz kalan develer miktarınca (çok az bir kısmının) kurtulduğunu görürüm." Buhari c. 5 s. 2407 (Bab-i Havz)
c. Bu hadisi kabul eden büyük Ehl-i Sünnet alimleri, Ehl-i sünnettin hangi fırkasının kurtuluş ehli olduğu ve gerçek Ehl-i sünnet olduğu konusunda da ihtilaf içerisindeler.
Örneğin Eş'ariler ve Maturidiler gerçek Ehl-i Sünnet'in kendileri olduğunu söylerken ehl-i hadis olan kesim kendilerinin gerçek Ehl-i sünnet olduklarını iddia etmişlerdir:
İbn-i Cevzi Hanbelîleri ve hadisçileri Ehl-i sünnet'ten bilmiş ve Aş'arileri Ehl'i sünnete karşı olan bid'at ehlinden saymıştır. İbn-i Cevzi Saydu'l-Hatır s. 181
Buna karşılık Ebu Ishak Şirazi eş-Şafii, Hanbelileri kınamış ve Aş'arileri Ehl-i Sünnet'en bilmiştir. (Subuki Tabakat, c. 3 s. 374-400
Yine Subuki Hanbelileri bidat ehli ve Eş'arileri Ehl-i Sünnet bilmiştir bk. Et-Tabakat c. 3 s. 356
Kazi İbn-i Ebi Ya'la Hanbelileri Ehl-i sünnet bilmiş ve Eş'arileri ehl-i bid'attan saymıştır. Tabakatu'l Hanabile c. 2 s. 210
Selefi âlimlerinden Şeyh Salih Al Şeyh şöyle yazmıştır: Aş'ariler ve Maturidiler Ehl-i Sünnet'e muhaliftirler ve Ehl-i sünnet ve cemaatten sayılmazlar kendileri bu konuda iddialı olsalar bile. Bk. Şeyh Salih al-Şeyh Al-Akide s. 2 c. 5
Bu ihtilaflar bile açıkça yukarıdaki hadise dayanarak bu hadise istinaden bir mezhebin kurtuluş yolu ve diğer mezheplerin cehennemlik veya bir yolun hak diğer mezheplerin batıl olduğunu söylemek şer'i ve mantıki açıdan hiçbir sağlam esasa dayanmamaktadır. Bu hadis hakkında diğer bazı konular da vardır biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Hücce-ul İslam Murtaza Turabi
(14. Ramazan-i Mubarek 1433 / 23. 7. 2013)
Kaynak : Ehlader Haber
AB Hizbullah'ı kara listeye alsa ne olur...
Avrupa Birliği, Hizbullah’ın askeri kanadını terör örgütleri listesine aldı.
Hizbullah Lübnan’da konuşlanmasına rağmen, Suriye’deki isyanda Esad’a verdiği destekle biliniyor. Esad’ın muhalif güçlere karşı kazandığı zaferde Suriye’nin yanındaki bu örgütün payı büyük.
AB’nin karardaki maksadı fiilen bu savaşın içinde yer alan ve ölüm korkusu bilmeyen örgütün önünü kesme çabasından başka bir şey değildir. Ancak AB ülkelerinden zaten parasal bir yardım görmeyen Hizbullah’ın karardan etkilenmeyeceği ortada.
Bizce tam tersine bu karar Müslüman Suriye’nin ve Hizbullah’ın azmini tahrik edecektir.
Hizbullah’ın saldırgan bir grup olmadığı malum. Meşru müdafaa hakkını kullanmaktaki ustalığı da...
Geçmişte İsrail, Lübnan’ın güneyini işgal ettiğinde, verdiği mücadele ile İsrail’e dünyayı dar etmiş ve bu bölgeden silip atmıştı.
Kararın Hizbullah’ın üzerinde psikolojik baskı etkisi oluşturacağından bahsedilmekte.
Bu psikolojik etki yılgınlık şeklinde olmayacak, tam tersine örgütü İsrail’e karşı bileyecektir.
Zira Suriye işgalinde veya Ortadoğu’daki diğer gelişmelerin arkasında Büyük İsrail’in temelleri vardır. Ancak Rusya’nın devreye girerek Suriye’yi desteklemesi ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki planlarını alt üst etmiştir.
Hizbullah’ın Avrupa ülkelerinin terör listesine alınması yönündeki kararı, Rusya’ya karşı duramayan bu ülkelerin kendilerini tatmin kararıdır.
Rusya’nın liderliğinde Cenevre Konferansı’na hazırlanan taraflar şu anda psikolojik bir savaşın içindeler.
ABD Genelkurmay Başkanı, Afganistan ve Irak işgallerinden yola çıkarak yaptığı değerlendirme de Suriye’ye muhtemel bir askeri müdahalenin ABD’ye pahalıya mal olacağının altını çizdi.
Bu sebeple Birleşik Devletler Suriye’ye direkt müdahale yerine muhaliflere istihbarat ve silah yardımı, eğitim gibi alanlarda faaliyette bulunuyor.
Rusya’nın hamiliğindeki Suriye karşısında AB - ABD - İsrail ile devam eden bu psikolojik taarruzdan Suriye ve Hizbullah daha da güçlenerek çıkacaklar.
Batı son şansını deniyor, Suriye bataklığına gömülmüş durumda…
Prof.Haydar Baş
KÜRT MESELESİNE FARKLI AÇIDAN BAKIŞ
Bismillah
Kürt meselesi yeni ortaya çıkmış bir husus değil. Avrupa’da ortaya çıkan ulusalcılık akımının etkisiyle 19.yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkan Pan Türkizm, Pan Arabizm ve Pan İranizm akımlarına paralel olarak Kürt meselesi de ortaya çıkmıştır. Daha çok Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altındaki bölgelerde yerleşik Kürtler, Osmanlının yıkılması sonrasında sınırları sömürgeci İngilizler ve Fransızlar tarafından çizilen Irak, Suriye ve Türkiye'ye ilaveten bir bölümü de İran’da yaşıyor.
Bu ülkelerde Türkçülük, Arapçılık ve İrancılık ideolojilerine dayalı devlet sistemleri egemen kılınmaya çalışılırken Kürtler de haklı olarak kendi ulusal devletlerini kurma çabası içine girdiler ve her dört ülkede de zaman zaman ayaklanmalar başlattılar. Ancak adı geçen ülkelere hakim devletler toprak bütünlüğü ve ulusal birliği korumak adına bazen zorla, bazen uzlaşma yöntemleriyle şimdiye kadar kendi egemenlik sınırları içinde Kürt devleti kurulmasına fırsat tanımadılar.
Suriye’nin Kuzeyindeki Kürt bölgelerinde son günlerde meydana gelen gelişmeler, çeşitli kesimlerden aydınların Kürt meselesine yeniden yoğunlaşmalarına yolaçtı. Hemen her kesimden yazarlar, gazeteciler, yorumcular kendi bakış açılarından Kürt meselesine yaklaşmaktadır. Bazıları statükonun korunması için mümkün olan her yola başvurulmasını önerirken bazı yorumcular da artık Kürt varlığı gerçekliğinden hareketle ortaya çıkan sonucun olduğu gibi kabullenilmesinin daha yararlı olacağını vurgulamaktadır. Ancak bu kesimlerin hemen hiç biri teklif ettiği önergeye temel teşkil edecek bir ilke sunamamaktadır. Kürt meselesine ortam hazırlayan sebeplere ve bu sebepleri ortadan kaldırmak için neler yapılması gerektiğine kimse yaklaşmak bile istemiyor. Bazıları problemi hala görmezden gelirken ötekiler sonuçtan hareketle ve daha fazla kan dökülmesin edebiyatıyla teslimiyet içindeler.
Ortada bir nahoş durum varsa önce buna teşhis konulmalı ve ona göre tedavi geliştirilmelidir. Bunun için Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki Kürtler meselesine kısaca değinelim. Kürtlerin adı geçen ülkelerdeki konumları ve kazanımları farklılık arzeder. Bu dört ülke yönetimlerinin izlediği Kürt siyasetinin ve Kürtlerle ilişkilerinin haklı veya haksız oldukları konusunda yargıda bulunmadan önce Kürtlerin bu ülkelerdeki geçmişi, bu konuda sundukları pratik çözüm yolları ve son durumlarını kısaca inceliyelim.
Türkiye: Osmanlı ülkesinden geriye kalan Anadolu ve Trakya’nın bir bölümü üzerinde kurulan yeni devlete Türkiye adı verildi ve Türkçülük ideolojisi bu devletin temel ideolojisi olarak anayasa ve bütün siyasal kurumlara hakim kılındı. Türk kimliği dışındaki bütün kimlikler ve bu cümleden olarak öteki kavmi gruplara oranla daha kalabalık olan Kürt kimliği de görmezden gelinmekle kalmadı, inkar edildi ve bazen zor kullanılarak sindirildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan şu ana kadar çeşitli adlar altında ortaya çıkan bazen İslami, bazen ulusalcı ayaklanmalar Kürt meselesinin inkar edilmeyecek bir gerçek olduğunu ispatlamaktadır. Geçen süre içerisinde işbaşına gelen hükümetler meselenin farkında olarak çözüm yolları aramaya çalışsalar da sorunun temel sebebi Pan Türkizm ideolojisinden vazgeçemedikleri veya buna cesaret edemedikleri için sorunun daha da derinleşmesine yardımcı oldular. Bölge dışındaki sömürgeci güçler, özellikle de son yarım asırdır ABD ve Avrupalı müttefikleri, resmi ideolojinin çarpıklığını ve yöneticilerin zaaflarını fırsat bilerek Kürt meselesine müdahil olmuş ve kendi uğursuz çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Stratejik müttefik olarak işbirliği yapılan bu ülkeler, çarpık sistem tarafından hazırlanan ortamdan yararlanarak Kürt meselesini ülkenin toprak bütünlüğü aleyhinde ustaca kullanmış ve hala da kullanmaktalar. Mevcut hükümet öncekilere oranla daha cesur davranarak meseleyi çözmeye kararlı görünse de izlediği yöntem ve ABD tarafından dayatılan reçete nazara alındığında meseleyi çözmek yerine daha riskli sonuçlarla karşılanabilir. Çünkü Türkiye’de Türkler, Kürtler ve öteki kavimlerin hepsini kapsayacak bir şemsiye/üst kimliği tanımlanmadığı sürece Kürt meselesine çözüm bulunması imkansız görünüyor. Hatta bu şemsiye kimliğinin oluşturulmasında geç kalındığı bile söylenebilir. Kürt meselesi hakkında yazıp çizen aydınlar da dahil kimse bu gerçeği tam olarak dile getirmeğe cesaret edememektedir. Revize edilecek anayasada hala şemsiye kimlik olarak “Türkçülük”te ısrar edildiği sürece kavmiyetçi/ulusalcı Kürt liderlere ve sömürgeci Batı’lı müttefiklerimize(!) ülkeyi parçalamaları için daha çok koz verilir. ABD ve İsrail’in bölge ülkelerini paraçalara ayırmak ve sultalarını genişletmek için bölgesel planlarından bir an bile geri durmayacakları kesindir ve onlardan merhamet beklemek safdilliktir. Ama en azından şeytani planların uygulanmasına ortam hazırlanmamalı ve alt kimliklerin hepisini bir yana bırakarak bütün kavimleri kucaklayacak bir üst kimliğe sarılmakta gecikilmemelidir.
Irak: Irak’ın Osmanlı’nın parçalanması sonrası İngiliz emperyalizminin denetimine bırakıldığı andan itibaren Kürt meselesi var olagelmiştir. Başta Barzani ailesi olmak üzere nüfuzlu Kürt aşiretleriyle merkezi hükümet arasındaki çatışmalar, savaşlar sonucu yarım asırdan beri özerk bir bölge olarak tanınan Irak Kürdistanı, Saddam Hüseyin döneminde liderlerinin İran’a sığınmalarıyla bir dönem bu haktan mahrum kalsa da genellikle sınırlı bir özerkliğe sahip olmuştur. ABD öncülüğünde Batı emperyalizminin 1992 yılında Kuveyt işgalini bahane ederek Irak’a saldırmasıyla birlikte Irak Kürdistanı uçuşa yasak bölge içine alınarak şimdiki Irak Kürdistanı bölgesel hükümetinin temelleri atılmaya başlandı. Resmen açıklanmasa da Irak’ın kuzey bölgelerinde Türkiye, İran ve Suriye’ye komşu ve ABD’nin himayesinde artık bir Kürt Devleti fiilen(de facto) kurulmuş bulunuyor. Mesut Barzani’nin başkanlığını yaptığı bu devlet, öteki bölge ülkelerindeki Kürtlerin bağımsızlık ideallerini desteklediğini artık gizlememekte ve bu hedef doğrultusunda Ulusalcı-Kürtçü liderlerin katılımıyla Kürt Ulusal Kongreleri düzenlemektedir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi olarak tanıtılan Kürt Devleti, başta ABD ve İsrail olmak üzere Batılı sömürgeci ülkelerin desteğinde büyük Kürdistan’ı kurma planları yapmaktadır.
Suriye: Bölgede Kürt nüfusu barındıran ülkeler arasında Kürt nüfusa ve Kürtlerin yaşadığı alanlara en az sahip olan ülke Suriye’dir. Hatta bu ülkedeki Kürtlerin bir bölümünün komşu ülkelerden gelen göçmenler olduğu bahanesiyle bunlara son sıralara kadar Suriye vatandaşlığı bile verilmemekteydi. Ancak son üç yıl içerisinde Suriye yönetimine yönelik uluslararası güçlerin güdümünde başlatılan savaş sonucu bu ülkedeki Kürtler beklenmedik bir konum kazanmış bulunuyor. Suriye yönetimi daha kötüsünden (Selefi teröründen) korunmak adına ülkenin Kuzeyinde yaşayan Kürtlerin özerk bir bölge kurmalarını istemeyerek de olsa kabullenmiş görünüyor. Bu durum ise Suriye’de yönetimi devirmeyi açıkca dile getiren ve PKK çizgisinde bir Kürt Özerk bölgesiyle komşu olan Türkiye hükümetini ciddi olarak kaygılandırmaktadır.
İran : İslami üst kimliğini anayasasının temel ilkesi olarak alan İran, öteki üç ülkenin aksine devlet sistemi ve resmi ideolojisinde herhangi bir kavmin üstünlüğünü esas almadığı gibi bütün kavimlerin varlığı ve haklarını resmen tanımaktadır. Sadece Kürt kimliğini değil, Türk, Fars, Arap, Beluç gibi yaygın ve belirgin kavimlerin dilleri ve kültürlerini anayasal ve fiili olarak kabul ettiği gibi daha az yaygın olan Lor, Gilek, Türkmen vb. Kavimlerin lehçeleri ve alt kültürlerini de içselleştirmiştir. Farsça asırlardan beri resmi dil olarak kabul edilmekle birlikte adını saydığımız öteki kavimlerin dillerini kendi bölgelerinde idarelerde, televizyon kanalı, radyo, matbuat ve kitaplarda kullanmaları anayasada ve uygulamada teminat altına alınmıştır. Bölgesel dillerin okullarda ve eğitim-öğretim merkezlerinde kullanılması şimdilik uygulanmasa da anayasada bu hakk tanınmıştır.
Eyalet sisteminin hakim olduğu İran’da Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı eyaletin adı Kürdistan ve merkezi ise Senendec şehridir. Böylece Kürt kimliği ve kültürü resmen tanınmasına rağmen Kürdistan eyaletinin özerkliğinden veya federal bir yapıdan söz edilemez. Kürtler kendi bölgelerinde ve başka bölgelerde yerel yönetimlere seçilebildikleri gibi parlamento (İslami Şura Meclisi) ve Rehberlik Uzmanlar Meclisine de seçilebilmektedir.
Kürtlerin Kürdistan Eyaletinde yaşayanların ekseriyeti Şafii mezhebine, Kirmanşah ve öteki eyaletlerde yaşayanların ekseriyeti ise Şia- Caferi mezhebine bağlıdırlar. Şafii mezhebine bağlı Kürtlerin şer’i – fıkhi konularda kendi mezheplerine göre amel etmeleri, dini medreseler kurmaları, medeni mahkemelerde özellikle de ahvali şahsiyyede(nikah, talak, miras vb konularda) Şafii fıkhına bağlı hakimlere başvurma hakları vardır. Şafiilerin yoğunlukta olduğu bölgelerde din dersi ve tarih kitapları Ehli Sünnet inancına göre düzenlenmekte, radyo ve televizyonlarda Şafii mezhebinin öğretilerine riayet edilmektedir.
İran’da kavimler adına parti kurulması ve kavmiyetçi söylemler anayasa ve kanunlar uyarınca yasaktır. Bu kurallar sadece daha küçük kavmi gruplar olan Kürtler, Araplar ve Beluçlara yönelik olmayıp nüfusun yaklaşık %80’ini oluşturan Farslar ve Azeri Türklerini de kapsamaktadır.
Bütün bunlara rağmen İran’da da Kürt meselesi vardır. Ancak bu İran’daki sistem ve yönetimden değil dış faktörlerden kaynaklanmaktadır. İslam inkılabının zaferi sonrası ilk ciddi karışıklık Kürdistan’da başgösterdi ve uzun süre devam etti. Irak’ın ABD ve müttefiklerince işgali sonrasında İran’da kavmiyetçi Kürt hareketi yeniden canlandı ve son yıllarda bu ülke güvenlik güçleriyle Kürt gruplar arasında meydana gelen şiddetli çatışmalar sonucu isyancı Kürtler sindirildi veya Kuzey Irak’a çekildiler. İran’daki kavmiyetçi Kürt gruplar halk desteğinden yoksundurlar. Çünkü ideolojisini İslami temellere ve İslam birliği ilkesine göre düzenleyen İran yönetimi hiç bir kavmi öteki kavimlere üst tutmamaktadır. İran’da çoğunluk-azınlık kriteri sadece dini azınlıklara (Hristiyan, Yahudi ve Zerdüşt) uygulanır. Müslüman olan kavimlerin hepsi birlikte çoğunluk olarak kabul görülür. Uzun sözün kısası İran’da da Kürt meselesi yok değil. Ama Kürtlere ayrıcalık uygulandığı için değil, kavmiyetçilik ideolojisinden ve dış tahriklerden kaynaklanır.
Devletin temelini belli bir kavmin önceliğini esas alarak atanların Kürt kavmine böyle bir hakkınız yoktur deme hakkı olamaz. İran’daki teorik ve pratik söylem ve yaklaşım diğer bölge ülkelerinde de uygulansaydı Kürt meselesi bu kadar kaygı verici bir düzeye ulaşmazdı herhalde.
Y. ZİYA T.YILMAZ
Batı İran aleyhinde "anti anti yaptırım" odaları kurdu
FHA muhabirine bakanlığı süresince yaptığı icraatı anlatan İran Petrol Bakanı Kasımi, bu göreve başladığında en önemli önceliği, komşu ülkelerle ortak petrol ve doğalgaz sahalarına giriş yapmak olduğunu, bunun için kendisinden önce bakanlıkta gereken programların hazırlandığını belirtti.
Kasımi, maalesef bakanlığın başına geçmesinin üzerinden bir kaç gün geçtikten sonra Batı'nın İran'a dayattığı petrol ambargosu başladığını, yaptırımların İran'ın petrol gelirlerini hedef aldığını ifade etti.
Kasımi, bu yüzden tüm enerjisini petrol için yeni müşteri bulma üzerinde odakladıklarını ve eski müşterileri de korumaya çalıştıklarını kaydetti.
Kasımi, Amerika ve Avrupa ülkeleri İran'ın çabalarına karşı İran petrol alıcılarını caydırmak için başka ülkelerdeki elçiliklerinde anti anti yaptırım odaları kurduklarını belirtti.
Kadir Gecesi
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyuruyor:
“Kim Kadir Gecesi’nde inanarak, ihlas ile o geceyi ibadetle geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.”
“Kadir Gecesi yatsı namazında cemaatte hazır bulunan, ondan nasibini almıştır.”
Müminlerin annesi Hz.Aişe (r.a.) şöyle diyor :
-Dedim ki: Ya Resullullah, Kadir Gecesi’ni bilirsem onda ne şekilde dua edeyim? Şöyle buyurdu:
- Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa’fü anni. (Allah’ım sen affedicisin, affı seversin, beni affeyle.)
Peygamberimiz (sav) buyuruyor:
“Kadir gecesinde bir defa, Kadir sûresini okumak, (başka zamanda) Kur’ân-ı kerîmi hatmetmekten daha sevâptır. Bu gece koyun sağma müddeti kadar namaz kılmak, ibâdet etmek, bir ay her geceyi ibâdetle geçirmekten daha kıymetlidir.”
Bu mübarek gecede dua sünnettir. O icabet vakitlerinden birisidir. Süfyan-ı Sevrî demiştir ki, o gece dua etmek, namaz kılmaktan daha sevaptır. Kur’ân okuyup da dua ederse güzel olur.
Yüce İslam dininde bazı özel günler ve özel geceler bulunmaktadır. Eyyamullah (Yevmullah) denilen bu günlere mahsus olmak üzere yapılması tavsiye edilen bir çok rivayetler de bulunmaktadır.
‘Kadir gecesi’de bu özel günler içerisinde yer alan, üzerinde özel vurgu yapılan önemli gecelerdendir. ‘Kadir Gecesinin’ önemi konusunda hiç bir islam mezhebi farklı düşünmez. Ama, bu gecenin ne zaman olduğu konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır.
K. Kerim’de kendi adına inmiş olan Kadir süresinde “ Doğrusu biz Kuran’ı Kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bir aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. “ Kadir suresi 1-5 ayetler.
Bu geceye kadir gecesinin, bu gecede Kur’an-ı Kerim’in inmeye başlamış olması, bu gecedeki ibadetlerin bin aydan hayırlı olmasını, bu gecede meleklerin yeryüzüne inerek, insanların ibadetlerini kaydetmesi ve esenlik ve kötülüklerden uzak olunması gibi sebeblerden dolayı Kadir gecesi adı verildiği söylenir.
İslam kaynaklarında, ‘kadir gecesi’nin hangi gün olduğu konusunda net bir rivayet bulunmaz. Kadir Gecesinin hangi gece olduğu kesin olarak bilinmez. Ramazan ayının son on gecesinde olduğuna dair rivayetler çoktur. Bir takım hikmetler sebebiyle de Rabbimiz, bize Kadir Gecesinin hangi gün olduğunu bildirmemiş, ama; kadir gecesinin bulunması ve aranması konusunda Peygamber’imizden gelen sahih rivayetler bulunmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in Nüzulünün Keyfiyeti ve Kadir Gecesi Üzerine
Ayetullah Cevadi Amulinin konuşması:
Kum İlimler Havzası'nın önde gelen müfessir, filozof ve ariflerinden Ayetullah Cevadi Amuli'den Kadir Gecesi ve Kur'an-ı Kerim'in nüzulunun keyfiyetine dair ufuk açıcı bir yazı...
Bahis konusu edilmesi gereken önemli meselelerden birisi de Kur’ân- Kerim’in nüzul ve tecellisinin keyfiyeti meselesidir. Yüce Allah, mübarek Kadir suresinde Kur’ân-ı Kerim’i Kadir gecesinde nazil ettiğini beyan eder: “Şüphesiz biz onu Kadir gecesinde indirdik.” (Kadir, 1) Başka bir ayeti kerimede ise Kur’ân’ın mübarek bir gecede nazil olduğunu belirtir: “Hâ-Mim. Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.” (Duhân, 1-3) Bu iki ayeti ve konuyla ilintili diğer ayetleri bir araya getirdiğimizde Kur’ân-ı Kerim’in Kadir gecesinde bir defada topluca nazil olduğu sonucuna ulaşırız.
Öte yandan; tarihî gerçekler ve ayetlerin iniş sebepleri, Kur’ân’ın tedricî olarak, yirmi üç yılda nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim bizzat Kur’ân’da tedricî nüzule işaret eden açıklamalar mevcuttur. Sözgelimi bir ayeti kerimede şöyle buyrulur: “Biz onu, Kur\'ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (ayet ayet, sure sure) ayırdık ve onu peyderpey indirdik.” (İsra, 106) Kâfirlerin “Kur’ân sana niçin Tevrat’ın Musa’ya nazil olduğu gibi bir defada nazil olmadı” şeklindeki itirazları dile getirilirken de bu hususa işaret edilir: “İnkâr edenler: Kur’ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler.” (Furkan, 32) Yüce Allah bu itirazın cevabında Resul-i Ekrem’e (s.a.a) şöyle buyurur: “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.” (Furkan, 32)
Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerim’in nüzulüyle ilgili ayeti kerimelerin zahiri birbirlerinden farklıdır; kimi ayeti kerimeler Kur’ân’ın bir defada topluca nazil olduğuna, kimileri ise Hz. Peygamber’in (s.a.a) risaleti süresince peyderpey nazil olduğuna delalet eder. Hâlbuki ayeti kerimeler arasında herhangi bir tutarsızlık ve çelişki olmadığı bizzat Kur’ân-ı Kerim tarafından açıkça beyan edilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Eğer o (Kur’ân), Allah\'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisa, 82) Fakat Allah tarafından geldiğinden Kur’ân’da hiçbir tutarsızlık ve çelişkiye yer yoktur; bilakis baştan sona bütün ayeti kerimeler arasında harikulade bir uyum ve insicam söz konusudur. “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi.” (Zümer, 23)
Yüce Allah’ın mukaddes Zatı’nın tecellisi olan Kur’ân-ı Kerim, ayeti kerimeleri birbirleriyle uyumlu, benzer ve bağlantılı olan en güzel sözdür. Ayeti kerimeler arasında herhangi bir çelişki olması ihtimali bir yana, birbirlerini kemale ulaştırır ve tamamlarlar. Söz konusu ayeti kerime gruplarından her birinin bir diğeriyle örtüşen ve bağdaşan bir sebebi vardır. Ayeti kerimeler arasındaki insicamı açıkça ifade edebilmek için şunu söyleyebiliriz: Biri topluca bir defada nüzul, diğeri zaman içerisinde peyderpey nüzul olmak üzere Kur’ân-ı Kerim iki kez nazil olmuştur. Nüzule dair ayeti kerime gruplarından her biri bu iki nüzul şeklinden birine delalet etmektedir.
Bir Görüşün Eleştirisi
Kimileri bu ayeti kerimelerin arasını bulmak için şöyle bir teori geliştirmiştir: Kur’ân-ı Kerim yalnızca bir kere nazil olmuştur. Kur’ân’ın Kadir gecesinde nazil olduğuna delalet eden ayeti kerimeler ise Kur’ân’ın nüzulünün başlangıcıyla ilgilidir. Nitekim zaman içerisinde tamamlanan önemli bir işin başlangıcı o işin gerçekleşmeye başladığı tarih kabul edilir. Buna göre nüzulün başlangıcı esas alınarak Kur’ân-ı Kerim’in Kadir gecesinde nazil olduğu söylenmiştir.
Bu görüş Kur’ân’ın zahiriyle bağdaşmamaktadır. Çünkü “Biz onu Kadir gecesinde indirdik” ayeti kerimesi ile Duhan suresinde Kur’ân’a and içildikten sonra buyrulan “Biz onu mübarek bir gecede indirdik” ayeti kerimesinin zahiri, Kur’ân’ın bir bölümünün değil, tamamının kastedildiğini göstermektedir. Ayrıca bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Kur’ân’ın nüzulünün mübarek Ramazan ayında gerçekleştiği ifade edilmektedir: “Ramazan ayı, Kur\'an\'ın indirildiği aydır.” (Bakara, 185) Kadir gecesi de Ramazan ayının içinde olduğundan şayet kastedilen nüzulün tamamı değil de yalnızca başlangıcı olmuş olsaydı Hz. Peygamber’in (s.a.a) risalet görevinin başlangıcının da Ramazan ayında olması gerekirdi. Hâlbuki İmamiye Şiası tarihine göre Hz. Peygamber Recep ayında mebus olmuştur. Öte yandan kastedilen vahyin nüzulünün başlangıcı değilse mübarek Kadir gecesinin herhangi bir özelliği kalmaz. Çünkü buna göre Kur’ân-ı Kerim’in her bir bölümü belli bir zaman diliminde nazil olmuş olur. Dolayısıyla mübarek ayın ve mübarek gecenin Kur’ân-ı Kerim’in tamamının nazil olduğu zaman dilimi olması gerekir; yalnızca nüzulün başladığı zaman dilimi değil. Çünkü bu durumda risaletin Recep ayında değil de mübarek Ramazan ayında başlamış olması gerekirdi. Şayet Kur’ân’ı Kerim’in bir bölümünün Ramazan ayında nazil olduğu ileri sürülecek olursa bu durumda Ramazan ayının diğer aylardan herhangi bir ayrıcalığının olmaması gerekirdi. (Daha fazla bilgi için bkz: A. Cevadi Amuli, Tefsir-i Tesnim, Bakara 185’inci ayetin tefsiri.)
Üstad Allame Tabatabai (k.s) kıymetli el-Mizan Tefsiri’nde şöyle buyurur: “Kur’ân-ı Kerim iki aşamada nazil olmuştur. Bu aşamalardan birisi bölünme özelliği olmayan (basit), yekpare ve her türlü değişimden masundur. Diğeri ise tafsilî, bölünebilir ve nasih-mensuh tarzında değişime ve dönüşüme açıktır. Kur’ân-ı Kerim, mübarek Kadir gecesinde Resul-i Ekrem’in (s.a.a) pak kalbine birinci aşamadaki özellikleriyle nazil olmuştur. Yirmi üç yıllık risaleti süresinde ise ikinci aşamadaki özellikleriyle nazil olmuştur. Bu süreçte nüzul, tafsilîdir, bölünebilir ve hükümleri değiştirilip dönüştürülebilirdir.” (bkz: el-Mizan, c.2, s. 15-18.)
Allame Tabatabai’nin bu görüşü her ne kadar bazı ayeti kerime ve hadisi şeriflerle uyumlu olsa da Kur’ân-ı Kerim’in Kadir gecesindeki nüzulünün basit olduğu söylenemez; çünkü Kur’ân’da da ifade edildiği üzere Kadir gecesinde her yekpare hikmetli iş parçalanır ve ayrılır: “Onda (o gecede) her hikmetli iş ayrılır.” Kadir gecesi takdir gecesidir. Böyle bir gece, Kur’ân’ın sırf basit (tek, parçalanamaz) olan nüzul aşamasıyla bağdaşmaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, diğer bütün işler gibi, hem hikmetli, basit ve sabittir, hem de tefrik, terkip, teksir vb. aşamalara sahiptir. Buna göre Kadir gecesinde nazil olan vahyin de tefrike uygun olması gerekir; çünkü o gecede her hikmetli iş tefrike uğrar.
Tafsilî Keşifle Eşzamanlı İcmalî Nüzul
Kur’ân-ı Kerim üç mertebeye sahiptir: Yüce, orta ve nüzul etmiş. Kur’ân’ın yüce mertebesi, ledün makamında ve Mukaddes Zat’ın nezdinde olan Ümmü’l-Kitab ve Kitab-ı Meknûn’dur. İkinci mertebesi ise mukarrep meleklerin elinde bulunur. Üçüncü mertebesi ise lafızlara ve kavramlara ihtiyaç duyan, Arapça nazil olan ve insan toplumunun kendisine ihtiyaç duyduğu Kur’ân-ı Kerim’dir. Nazil olan Kur’ân tafsilîdir. Nüzulü yıllar sürmüştür ve peyderpey nazil olmuştur. Bu, tartışmasız kabul gören bir husustur. Resul-i Ekrem (s.a.a) Kur’ân’ı yüce mertebesinde gönlünün yüce mertebesiyle, nüzul mertebesinde gönül gözü ve kulağıyla, Kadir gecesinde ise gönlünün orta mertebesiyle almıştır. Ledün makamında olan Kur’ân’ın yüce mertebesi, basit bir hakikattir; hiçbir şekilde tafsile ve teksire uğramaz. Yüce mertebesinin Resul-i Ekrem’e (s.a.a) nüzulü Miraç gecesinde, meleklerin aracılığı olmadan, doğrudan gerçekleşmiştir. Resul-i Ekrem (s.a.a) hakikat makamında Kur’ân’ın gizini (Meknun) Mukaddes Zat’tan almıştır. Bu nüzul, mukarrep meleklerin ve Cebrail’in “Gelirsem kanatlarım yanar” (Bihar, c.18, s. 382) dediği makamda gerçekleşmiştir.
Ledün makamı ilahî kaza makamı ve Hz.Peygamber’in (s.a.a) vasıtasız olarak vahyi aldığı Kur’ân’ın salt basit mertebesidir. Kur’ân-ı Kerim, her kazanın kaderleştiği gece olan Kadir gecesinde Emin Ruh Cebrail aracılığıyla Hz. Peygamber’in pak kalbine nazil olmuştur: “Onu Ruhu\'l-emin (Cebrail) indirdi. Senin kalbine; uyarıcılardan olman için.” (Şuara, 193-194) Elbette bu mertebede, Kur’ân’ın sırf basit aşaması, ledün makamının salt basitlik (besatet) halinin dışına çıkmıştır; her hikmetli işin tafsil olunduğu Kadir gecesinin doğasına uygun olarak bir çeşit tafsile uğramıştır: “Onda her hikmetli iş ayrılır.” Dolayısıyla Kadir gecesinde nazil olan Kur’ân, yüce mertebe ile nüzul etmiş mertebe arasında bulunan tafsilî orta mertebeye aittir. Bu bakımdan, basit olduğundan Kadir gecesinde vaki olan toplu nüzulle, sırf basit olmayıp tafsili içinde barındırdığından da Kadir gecesinin takdir ve tefrik özelliğiyle uyumludur.
Bir Eleştiriye Cevap
Bu açıklamalarımız neticesinde şu eleştiri de cevaplanmış olur: “Kadir gecesi takdir gecesi ise ve takdir, Kur’ân’ın basit olmamasını gerektiriyorsa niçin ayeti kerimede ‘inzal’ kelimesi kullanılmıştır?” “Nezele” maddesi “ifal” babına gittiğinde “inzal” şeklini alır ve “inzal”, karine olmaksızın kullanıldığında bir anda topluca nüzul anlamına gelir, peyderpey ve tafsilî nüzul anlamına değil. Ve eğer söz konusu madde “tefil” babına giderse “tenzil” şeklini alır ve karine olmaksızın tedriç ve tafsil söz konusu olduğunda kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’in Kadir gecesinde nazil olduğunun beyan edildiği ayeti kerimelerde “tenzil” değil “inzal” kelimesi kullanılmıştır. Zira her ne kadar inzal kelimesi bir defada topluca nüzul anlamıyla bağdaşıyorsa da Kadir gecesinin takdir ve tafsil özelliğiyle uyuşmamaktadır. Bu sorun önceki açıklamalarımızla ortadan kalkar: Kadir gecesinde Kur’ân’ın nüzulü basit ve yekpare bir iş olsa da sahip olduğu basitlik ve icmal, Kadir gecesinin ayrıştırıcı özelliğiyle bağdaşan tafsil özelliğine sahiptir. Burada kullanılan inzal kelimesi Kur’ân’ın bu geceye özgü basitliğine gönderme yapar. Kur’ân’ın Ramazan ayında ve Kadir gecesinde nazil olduğuna dair elimize ulaşan bilgiler bu anlama geliyor olabilir; hiçbir şekilde Kur’ân’ın topluca nazil olan ve (şeklî değil) manevî tedvine sahip Hz. Musa’nın levhaları gibi Hz. Peygamber’e (s.a.a) nazil olduğu anlamına gelmez. Çünkü böyle bir defada topluca gerçekleşen nüzul, tedricî nüzulün kimi ayeti kerimelerde işaret edilen hikmetiyle bağdaşmaz. Elbette Kur’ân’ın bir defada topluca nüzulü aklî açıdan mümkündür. Fakat böyle bir durumda söz konusu hikmet, Müslüman ümmeti göz önünde bulundurur, Hz. Peygamber’in (s.a.a) şahsını değil…
Irak’ta Ramazan ayına rağmen şiddet durmak bilmiyor..
Kerkük’te teravih namazı sırasında patlama: 28 ölü, 20 yaralı
KERKÜK - Günün erken saatlerinde, Ninova, Kerkük, Diyala ve Salahaddin illerinde meydana gelen patlama saldırılarında yedisi polis olmak üzere 28 kişi öldü, çok sayıda kişi de yaralandı.
Irak’ın kuzeyinde bulunan Kerkük şehrinde Ramazan ayına rağmen şiddet durmak bilmiyor. Teravih Namazında iki farklı camide meydana gelen patlamada28 kişi öldü, 20 kişi de yaralandı.
Olay Kerkük’ün Güneydoğusunda bulunan Birazar Semtinde bulunan Camilerde meydana geldi.
Ömer Bin Hattap Camisi ile Salihin Camisine teröristlerce mayın düşendi. Cemaatin Teravih namazı kıldığı sırada teröristlerce patlatılan mayınların patlaması sonucu 7 kişi hayatını kaybetti, 20 kişi de yaralandı. Olayla ilgili polis diğer camilerde önlem alırken vatandaşları da bu konuda duyarlı olmaya çağırdı
Şia Mezhebine Atılan Abdullah İbni Sebe İftirası ve Cevabı (2)
Bu arada okuyucunun dikkatini bir hususa çekmek istiyoruz. Taberi, bu kıssayı Muaviye’yi mazur görenlerin anlattıklarını anlatıyor. Bunlardan maksat ona taassup derecesinde bağlı kimselerdir. Taassubun insanı ne tür yalanlar üretmeye sevk ettiğini anlatmaya gerek var mıdır? Rivayet son derece meşhurdur. Burada da körü körüne tabi olma, aklı dondurma, araştırmayı bir kenara bırakma, ve hayat kanunlarına aykırı unsurları görmemezlikten gelme, insanların rivayet ettikleri ve ortaya attıkları şeyleri aklın kıstaslarıyla değerlendirmeyi unutma işlevini görmüştür. Öyle ya, İbn Sebe kıssasının sıhhatine herhangi bir itirazın gelmemesini sağlayan hangi güçlü dayanak vardır? Yoksa Taberi gibi sika birinden sadır olmuş olması mıdır? Oysa Taberi tarihindeki bütün rivayetleri onaylamamış, onlar için sıhhat garantisi verdiğini belirtmemiştir!...
Rivayet Zincirindeki Rical
Taberi h. 30. yıl hadiseleri ile ilgili olarak şunları söylüyor: Bu tarihte Ebu Zer’le ilgili olarak zikredilen olaylar meydana geldi. Muaviye onu Şam’dan Medine’ye gönderdi. Şam’dan Medine’ye gönderilmesinin sebebiyle ilgili olarak çok şey anlatılmıştır. Ben bunların çoğunu burada zikretme gereğini duymadım. Bu konuda Muaviye’yi mazur görenler bir kıssa anlatıyorlar ki Sırrı bana yazıp göndermiştir. Diyor ki Şuayb, Seyf’ten bana aktardı, o Atiye’den, o da Yezid el– Fak’asi’den dinlemiş: İbn Sevda (kara kadının oğlu/İbn Sebe) Şam’a geldiğinde Ebu Zer’le karşılaştı ve dedi ki: Ey Ebu Zer! Hayret ediyorum şu Muaviye’ye! Mal Allah’ındır, diyor…” [1] Nitekim Ahmed Emin de görüşlerini delillendirmek bağlamında İbn Sevda’nın Ebu Zer’e Mecusi Mazdek’in görüşlerini telkin ettiğini söylemişti. Diyor ki: Ebu Zer’in görüşü ile Mazdek’in görüşleri arasında sadece iktisadi açıdan benzerlik görüyoruz. Çünkü Taberi bize şunları anlatıyor:
Ebu Zer Şam’da şunları söylüyordu: Ey Zenginler topluluğu ve ey acınası haldeki yoksullar! Altın ve gümüşü biriktirenleri…müjdele.” Daha önce buna işaret etmiştik.
Sonra şöyle diyor Ahmed Emin: Ama bu görüş nereden ulaştı Ebu Zer’e? Taberi, bize İbn Sevda’nın Ebu Zer’le karşılaştığını ve ona bu görüşleri telkin ettiğini anlatıyor…” [2]
Bizim de işaret ettiğimiz husus budur. Taberi’nin rivayeti, Sırrı’nın kendisine, Şuayb’dan duyduğu, onun Seyf’ten, onun Atiye’den, onun Yezid el–Fak’asi’den duyduğu hikayeyi bir mektupla kendisine yazdığını anlatıyor.
İşte kıssanın rivayet zincirinde yer alan rical bunlardır. Ahmed Emin’in, Ebu Zer’in Mazdek gibi düşündüğüne bu görüşleri İbn Sevda’dan aldığına dair hükmünün dayanağı da budur.
Kim bu rical? Rical ilmi açısından değerleri nedir? Doğruluk açısından hangi konumdadırlar? İnşallah kısa bir süre sonra bu sorulara cevap vereceğiz.
Bu arada okuyucunun dikkatini bir hususa çekmek istiyoruz. Taberi, bu kıssayı Muaviye’yi mazur görenlerin anlattıklarını anlatıyor. Bunlardan maksat ona taassup derecesinde bağlı kimselerdir. Taassubun insanı ne tür yalanlar üretmeye sevk ettiğini anlatmaya gerek var mıdır?
İbn Sevda meselesiyle ilgili diğer konulardan, İslam memleketlerinde dolaşmasına, bazı bölgelerde çabalarının sonuçsuz kalmasına, sonunda Mısır’da karar kılmasına, orada “ricat” ve “vasilik” ile ilgili görüşlerini açıkça yaymasına, propagandasını yapan adamları İslam aleminin her tarafına yaymasına–Taberi öyle rivayet ediyor–, yoldan çıkarıp ifsada teşvik ettiği kimselerle mektuplaşmasına, ona gizlice mektuplar yazarak durumlarını açıklamalarına ve Taberi’nin [3] rivayet ettiği bunun gibi Şeyh Ebu Zehra ve benzeri yazarların aktardıkları daha bir çok hususa gelince…
Kaynağa baş vurduğumuz zaman Taberi’nin sözlerinin şöyle başladığını görüyoruz: Bana Sırrı, Şuayb’dan, o Seyf’ten, o Atiye’den, o Yezid el–Fak’asi’den aktararak yazdı ki: Abdullah b. Sebe San’alı bir yahudiydi. Annesi siyahtı. Osman zamanında Müslüman oldu. Sonra müslümanların memleketlerinde dolaşmaya başladı. Müslümanları saptırmaya çalıştı. Önce Hicaz’dan işe başladı, ardından Basra’ya, oradan da Kufe’ye geçti….” (c.5, s. 98/99)
Rivayet Taberi, Sırrı, Şuayb, Seyf, Atiyeve Zeyd el–Fak’asi etrafında dönüyor. Rivayetin senedinde yer alan rical bunlardır. İbn Sebe olayını kitaplarında anlatan, onu abarttıkça abartan, ondan Müslümanların tarihini etkileyen, daha doğrusu tarihin akışını değiştiren güçlü bir şahsiyet meydana getiren yazarların dayanakları da bunlardır.
Rivayet son derece meşhurdur. Burada da körü körüne tabi olma, aklı dondurma, araştırmayı bir kenara bırakma, ve hayat kanunların aykırı unsurları görmemezlikten gelme, insanların rivayet ettikleri ve ortaya attıkları şeyleri aklın kıstaslarıyla değerlendirmeyi unutma işlevini görmüştür. Öyle ya, İbn Sebe kıssasının sıhhatine herhangi bir itirazın gelmemesini sağlayan hangi güçlü dayanak vardır? Yoksa Taberi gibi sika birinden sadır olmuş olması mıdır? Oysa Taberi tarihindeki bütün rivayetleri onayladığını, onlar için sıhhat garantisi verdiğini belirtmiş değildir!...
Ayrıca her rivayet senedi itibariyle değer kazanır. İbn Sebe kıssası ise sadece Taberi’ye sınırlıdır. O da Seyf’in diliyle aktarıyor olayı. Başka güvenilir hiçbir tarihçi bu hikayeyi aktarmamıştır..
Seyf’in rivayetinden önce İbn Sebe hikayesi nerede idi?
Emanetin gereği ve araştırmanın kuralı uyarınca tahkik ışıklarını İbn Sebe kıssasının ricalinin üzerine tutuyoruz.
Böyle yalanları tasdik etmememiz gerekiyor, fakat realitede olup bitenleri daha bir açıklığa kavuşturmak, meseleyi daha iyi aydınlatmak için rivayetin ricalini ilmi araştırma masasına yatırıyoruz.
Tahkik
Taberi: Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et–Taberi (öl: h. 310). Tarih–i Taberi adıyla bilinen “et–Tarihu’l Kubra”nın yazarı. Taberi’nin şahsiyetine yönelik bir araştırma sunma gereğini duymuyoruz. Kendisi bilinen, tanınan bir şahsiyettir. Bağlıları kalmadığı için yok olan mezheplerden birinin kurucusudur. Kendisi aşağıda sunacağımız açıklamasıyla bu hikayeyi nakletmiş olmanın sorumluluğundan teberri etmiştir: “Bu kitabımızda geçmiş bazı kimselerden aktardığımız bazı haberler, sahih kabul etmelerini gerektiren bir özellikleri olmadığı ve hakikatte bir anlam da ifade etmedikleri için okuyanlara kerih, duyanlara çirkin gelebilir. Bilinmelidir ki bunların bizimle bir ilgisi yoktur. Bunlar bize nakledenlerden kaynaklanmaktadır. Biz bu haberleri bize aktarıldıkları gibi aktardık sadece.” [4]
Bu açıklamadan dolayı sorumluluk, Taberi’nin rivayeti aldığı ravilere aittir. Bundan dolayı biz de araştırma objektiflerimizi Taberi’nin rivayeti aktardığı diğer rical üzerine yöneltiyoruz:
Yani Sırrı, Şuayb, Seyf b. Ömer, Atiye, Yezid el–Fak’asi. Bu adamlar kimdir? Rivayeti aktarmış olmalarının değeri nedir? Rical uleması onlar hakkında ne diyorlar?
1– Sırrı
Rivayet zincirinin başı odur. Taberi bir olayı ondan rivayet ederken “Sırrı bana şöyle yazdı” veya “Sırrı’nın bana yazdığına göre” diye söze başlar ve onu babasına veya aşiretine nispet etmez.
Ama bir keresinde de “Bana Sırrı b. Yahya anlattı” şeklinde onun kendisine sözlü olarak aktardığını belirtir. [5]
Bu da gösteriyor ki Taberi’nin sözünü ettiği kişi Sırrı b. Yahya’dır. Bununla beraber tanınmayan, meçhul birisidir. Bu isimle anılan birkaç kişi var:
Sırrı b. Yahya b. Eyas. Bu adam Taberi’yle çağdaş değildir. Çünkü adı geçen Sırrı b. Yahya h. 167 yılında ölmüştür. Yani Taberi’nin doğumundan elli yedi sene önce. Çünkü Taberi h. 224 yılında doğmuş, h. 310 yılında da vefat etmiştir. Dolayısıyla Taberi’nin ravisi Sırrı b. Yahya’nın bu adam olması mümkün değildir.
Hennad b. Sırrı’nın kardeşi Sırrı b. Yahya b. Sırrı. H. 327 yılında vefat eden İbn Ebu Hatem ondan söz etmiştir. Bu tarih Taberi’nin yaşadığı döneme denk düşmektedir. Çünkü Taberi, İbn Ebu Hatem’in çağdaşıdır. Ama herhangi bir rivayetin ondan aktarıldığından söz edilmemiştir. Hiç kimse herhangi bir rivayetin ondan geldiğine işaret dahi etmemiştir. Kimse onun muhaddis olduğunu veya birinden hadis rivayet ettiğini yahut birilerinin ondan hadis aktardıklarını belirtmemiştir. Bu yüzden meçhul bir kimsedir.
Kısacası bu nispetiyle hadisçi olarak tanınan veya rivayetleriyle meşhur olan bir kimse yoktur. Bazılarına göre Taberi’nin kendisinden hadiseler rivayet ettiği bu kişinin eş–Şa’bi’nin amcasının oğlu ve katibi Sırrı b. İsmail el–Hemedani el–Kufi olduğun söylemişlerdir. Bu da doğru değildir. Çünkü eş–Şa’bi h. 103 yılında vefat etmiştir. Taberi ise h. 224 yılında doğmuştur. Adı geçen Sırrı’nın ömrünün bu kadar uzun olması ve Taberi’nin ondan olayları rivayet etmesi mümkün değildir. Bununla beraber bazı sıfatlara da sahiptir ki bunlar onun rivayet ettiklerinin reddedilmesini gerektirici niteliktedir. Çünkü zayıftır ve hadisi metruktur. Nitekim İbn Mübarek, Ebu Davud ve Nesai bu değerlendirmeyi yapmışlardır. Dolayısıyla sika değildir. Rivayet ettiği hadislere İbn Adiy’nin dediği gibi kimse uymamıştır. İbn Hibban şöyle der: Rivayetlerin senetlerini tersine çevirir ve mürsel hadisleri merfu yapardı…”Bunun gibi onunla ilgili söylenmiş daha bir çok olumsuz değerlendirme vardır. [6]
Bazılarına göre Taberi’nin kendisinden hadis rivayet ettiği bu kişi, halife el–Mu’tezz billah’ın müeddibi Sırrı b. Asım b. Sehl Ebu Asım el–Hemedanidir. Bu kişi dedesine nispet edilirdi. Bu adam Taberi’nin çağdaşıdır. Çünkü h. 258 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Adı geçen Sırrı’nın vefat ettiği tarihte Taberi otuz yaşındaydı. Dolayısıyla Taberi’nin kendisinden hadis rivayet ettiği şahsın bu Sırrı olması mümkündür.
Bununla beraber İbn Herraş onun yalancı olduğunu, İbn Adiy de onun zayıf olduğunu belirtmiş ve: Başkasının hadisini kendisine mal ederek rivayet eden bir hadis hırsızıdır, derdi. En–Nakkaş, hadis uydururdu, demiş, ez–Zehebi ise onun uydurduğu iki hadisten bahsetmiştir. [7]
Kısacası Taberi’nin kendisinden hadis rivayet ettiği bu raviyi bilinmezlik çevrelemiştir. Diyelim ki bu adam tanınan ve sika biridir, bu sefer de onun hadis rivayet ettiği şeyhini araştırmamız gerekir. Yani Şuayb’i tanımamız lazımdır.
2– Şuayb kimdir?
Şuayb b. İbrahim. Meçhul biridir. Zehebi diyor ki: Şuayb b. İbrahim bir ravidir ki Seyf onunla ilgili olarak “pek bilinen biri değildir” demektedir. İbn Adiy ondan bahsetmiş ve bilinen biri değildir, demiştir. Aslında konuyu fazla uzatmaya gerek yoktur. Çünkü onun üstünde bilinmezlik kalın bir perde gibi inmiştir. Bilinen tek şey Seyf b. Ömer’in ravisi olmasıdır.
3– Seyf kimdir?
Seyf b. Ömer ed–Dabbi el–Esedi et–Temimi el–Bercemi. Es–Sa’di el–Kufi olarak da bilinmektedir. H. 170 yılında ölmüştür. Sakife ve ridde ile ilgili olayların, Osman döneminin hadiselerinin ravisidir. İbn Sebe efsanesinin başlangıç noktasıdır. İbn Sebe ile ilgili bütün haberler onun etrafında dönüyor. Bunları ortaya atıp İslam aleminde yayan kişidir. Bu bağlamda ortaya atılan bidatların, meydana getirilen ihtilafların kaynağı odur.
Bu efsaneleri uyduran, bu hadiseleri icat eden, İbn Sebe kişiliğini ortaya atan, onunla ilgili bir sistem oluşturan odur.
Bazıları onun hadis uydurmacısı bir yalancı, ispattan uzak uydurma meseleleri rivayet eden bir zındık olduğunu söylemişlerdir. [8] O halde ilk önce Seyf’in kimlerden hadis rivayet ettiğine, daha açık bir ifadeyle kimlerin adına hadis uydurduğuna bakalım, sonra Seyf meselesine dönelim.
Atiyye Kimdir?
Seyf’in hadis rivayet ettiği Atiyye’nin kim olduğu bilinmiyor? H. 110 yılında vefat eden Atiyye el–Avfi midir? Yoksa h. 121 yılında ölen Atiyye b. Kays midir? Ya da bir başkası mıdır? Eğer kast edilen el–Avfi ise bu son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü el–Avfi tabiin kuşağından olup 110 yılında vefat etmiştir. Seyf b. Ömer onu hiç görmemiştir. Ondan çok sonraları yaşamıştır. Seyf o sıralarda rahimlerden rahimlere aktarılıyordu. Bu yüzden Seyf’in görmediği bir adam adına hadis uydurması pek zor olmasa gerektir. Atiyye b. Kays el–Kilabi ise Şamlıdır. Seyf onunla görüşmemiştir. Kim olduğunu bilmiyoruz. Kim olduğunu bilsek de bir değişmeyecek. Çünkü Seyf hadis uydurmacısıdır.
Öte yandan rivayet zincirinin sonu ve efsanenin başlangıcı konumundaki Yezid el–Fak’asi’nin de kim olduğu bilinmemektedir. Hadis ricali arasında bu isimle ve el–Fak’asi lakabıyla anılan biri yoktur. Zaten rivayet zinciri de bu noktada kopuyor. Onun tıpkı Abdullah b. Sebe gibi mevhum bir şahsiyet olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Seyf b. Ömer bin bir şahsiyet icat etmeye ve binlerce efsane uydurmaya kadirdir. Usta bir uydurmacıdır o. Olmayan bir şeyden çok şey meydana getirebilir. Onunla ilgili yapılan tavsiflerin bazılarını aşağıda sunuyoruz.
Seyf b. Ömer terazide
Bu kıssanın, yani İbn Sebe kıssasının ravileri tahkik edildikten sonra bu efsanenin kahramanı Seyf b. Ömer’i değerlendirme terazisine koymak istiyoruz. Ki rical alimlerinin onun durumuyla ilgili değerlendirmelerinden hareketle rivayetinin değerini tespit edelim.
İbn Hacer şunları söylüyor: Seyf b. Ömer et–Temimi el–Bercemi, bazılarına göre es–Sa’di, bazılarına göre ed–dabği, bazılarına göre el–Esedi el–Kufi. Er–Ridde ve’l futuh kitabının yazarı. Abdullah b. Ömer el–Ömeri ve Ebu Zübeyr’den hadis rivayet etmiştir…
İbn Muin: Hadisi zayıftır, diyor. Mürre: Onda hayır yoktur–yani ondan hayır gelmez–diyor. Ebu Hatem: Hadisi metruktur, el–Vakidi’nin hadisine benzer, diyor. Ebu Davud: Ciddiye alınacak biri değildir, diyor. Nesai ve Darekutni, zayıftır, demişlerdir. İbn Adiy: Bazı hadisleri meşhurdur. Ama geneli münkerdir, onlara uyulmaz, demiştir. İbn Hibban: İspattan uzak mevzu hadisler rivayet etmiştir, demektedir. Yine İbn Hibban: onun hadis uydurduğu, zındıklıkla itham edildiği söylenmiştir, demektedir. El–Burkani, Darekutni’den, metruktur, diye rivayet etmiştir. Hakim ise: Zındıklıkla itham edilmiştir, demektedir. [9]
Ez–Zehebi anlatıyor: Seyf b. Ömer ed–Dabbi el–Esedi et–Temimi elBercemi, bazılarına göre es–Sa’di el–Kufi. El–Futuh ve’r Ridde kitabının yazarı.
Sonra Zehebi’nin anlattıklarına benzer şekilde rical alimlerinin onunla ilgili değerlendirmelerine yer verir. Rivayet edildiğine göre Cafer b. Eban, İbn Numeyr’in şöyle dediğini duymuş: Seyf hadis uydururdu ve zındıklıkla da itham edilmiştir. [10]
İbn Ebu Hatem şunları söylüyor: Seyf b. Ömer ed–Dabbi. Yahya b. Muin’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: el–Muharibi’nin kendisinden hadis rivayet ettiği Seyf b. Ömer ed–Dabbi’nin hadisi zayıftır. Babama Seyf b. Ömer ed–Dabbi soruldu, hadisi metruktur, hadisi el–Vakidi’nin hadisine benzer, diye cevap verdi. [11]
İbn Ebu Hatem, el–Ka’ka’ın hayatını anlatırken Seyf b. Ömer’in Ömer b. Temmam’dan, onun da babası Ka’ka’dan rivayet ettiği bir hadise yer verir ve şöyle der: Seyf’in hadisi metruktur. Bu yüzden hadisi batıldır. Biz sadece bilinsin diye bu hadise yer verdik. [12]
Sözünü ettiği hadis, Seyf’in Ka’ka’ b. Ömer’den rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah’ın (s.a.a) vefatını gördüm. O gün öğle namazını kıldığım sırada bir adam geldi ve mescidde ayağa kalkarak Ensar’ın Sa’d’i–Sa’d b. Ubade’yi–halife yapmak ve Resulullah’ın (s.a.a) yolunu terk etmek üzere toplandıklarını haber verdi. Bu olay muhacirleri ürkütüp endişelendirdi. [13]
İbn Seken diyor ki: Seyf b. Ömer zayıftır. İbn Hacer ise, İbn Ebu Hatem’in, Seyf b. Ömer’in hadisi metruktur, sözünü aktarmıştır. İbn Abdulberr de el–İsabe’nin hamişi olarak el–İstiab (3/263)da bu görüşü tekrarlar.
Suyuti, Seyf hadis uydurmacısıdır, dedikten sonra Sırrı b. Yahya kanalıyla Şuayb b. İbrahim’den, Seyf’ten bir hadis rivayet eder ve şöyle der: Hadis mevzudur. Rivayet zincirinde zayıf raviler var. Bunların en zayıfı da Seyf’tir.
Rical alimlerinin görüşlerinden derlediğimiz bu açıklama bu efsanenin rivayet zincirinin bilinmesini sağlamak bakımından yeterli olduğunu düşünüyoruz. Özellikle efsanenin ilk kahramanı Seyf b. Ömer’in kimliğinin iyice belirginleştiğine inanıyoruz. Onun ağırlığının ne olduğu anlaşılmış, durumu belirginleşmiştir. Görüldüğü gibi onun hakkında övücü bir söz söyleyen tek bir rical alimi yoktur.
Denebilir ki: Tirmizi, Seyf b. Ömer’den bir hadis tahriç etmiş ve sahihinde yer vermiştir. Bundan hareketle onun ahkamla ve başka konularla ilgili hadisler rivayet ettiği de sanılabilir. Ya da Tirmizi’nin onun hadisini sahih kabul ettiği de söylenebilir. Bundan da Seyf b. Ömer’den güvenilir bir şahsiyet çıkarmak isteyenlerin bunu gerçekleştirmeleri mümkündür denebilir.
Fakat Tirmizi ondan sadece bir hadis rivayet etmiş ve hadisi aktardıktan sonra da, bu hadis münkerdir, demiştir.
Tirmizi’nin rivayet ettiği hadis şudur: Ebubekir b. Nafi’den, o Seyf b. Ömer es–Sa’di’den, o Abdullah b. Ömer’den, o Nafi’den, o İbn Ömer’den rivayet etmiştir ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Ashabıma sövenleri gördüğünüzde onu lanetleyin.
Tirmizi şöyle der: Bu hadis münkerdir. Bu da söz konusu hadise itibar edilemeyeceğini gösterir. [14]
Seyf b. Ömer’in durumunu, rivayetleri aktarma gücünü anlamamız için daha fazla açıklamaya ihtiyacımız yoktur. Gördüğümüz gibi hadis uydurmacısı bir yalancıdır. Hadisi metruk bir zındıktır. Rivayet ettiği hadisler münkerdir…
Şayet konuyu efsanenin ve Seyf’in aktardığı ve realiteden alabildiğine uzak diğer hadislerinin rivayet zinciri bağlamında ele alıyorsak bütün amacımız bazı insanların bu efsanenin meşhur olduğunu, bir çok tarihçinin aktardığını, dolayısıyla bu tarihçilerin nakledenleri güvenilir bulduklarını, bu yüzden hikayenin meşhur olduğunu sanması tehlikesine dikkat çekmektir.
Doğrusu efsanenin meşhurluğu tevatür düzeyinde olmasından ya da Seyf’in aktardığı hadisin sahihliğinden kaynaklanmıyor. Hikayenin tek kaynağı daha önce de söylediğimiz gibi Taberi’dir. İbn Esir, İbn Kesir, İbn Haldun ve Ebu’l Feda gibi tarihçilerin tümü de hadisi ondan almışlardır.
İbn Esir tarihinin mukaddimesinde açıkça Taberi’nin kitabından aldığını ve eklemede bulunduğunu belirtir… [15]
İbn Kesir ise –sadece– Seyf b. Ömer’e dayanarak grupların Osman’a karşı birleşip harekete geçmelerinin sebebini şöyle açıklar: Abdullah b. Sebe adlı bir adam vardı. Bu adam zahiren Müslüman görünen bir yahudiydi. Mısır’a gitti. Orada bazı insanlara kendisinin uydurduğu şeyler anlattı. Anlattığının içeriği, karşısındakine şöyle demesiydi…” [16] Sonra kıssayı aktarır ve arkasından Seyf b. Ömer’den –169. sayfada olduğu gibi–bazı hadiseler nakleder. 246. sayfaya kadar olayları aktarmaya devam eder ve şöyle der: Ebu Cafer Muhammed b. Cerir’in (r.a) anlattıklarının özeti budur.
İbn Haldun’a gelince, ed–Dar ve Cemel hadiseleri bağlamında Sebeiye grubundan söz eder ve şöyle der: Ebu Cafer et–Taberi’nin kitabında Cemel savaşıyla aktardıkları özetle bundan ibarettir. [17]
Aynı eserin 457. sayfasında da şunları söylüyor: İslam hilafetine, bu çerçevede yaşanan ridde ve fetihler, ardından ittifak ve toplumsal birliğin sağlanması ile ilgili açıklamaların sonu budur. Bu açıklamaları Muhammed b. Cerir et–Taberi’nin büyük tarih adını verdiği kitabından özetleyerek aktardım…
İbn Asakir “Tarihu Medineti Dımaşk” adlı eserine gelince, bu eser ya doğrudan ya da İbn Bedran’ın ona dair tezhibi dolayısıyla bir çok yazara kaynaklık etmiştir. Bazıları ise ikisine birlikte müracaat etmişlerdir.
İbn Asakir Sebeiye ile ilgili açıklamalarını –İbn Bedran’ın tezhibinde olduğu gibi– Taberi’den ibareye neredeyse hiç değiştirmeden aktarır. Ama 7/429 da rivayet zincirini terk ederek, Seyf b. Ömer, Ebu Harise ve Ebu Osman’dan rivayet etmiştir, der. Ardından İbn Sebe’nin Mısır’a geliş hikayesini aktarır.
İbn Asakir tarihinde Ebu’l Kasım es–Semerkandi’den, o Ebu’l Hasan en–Nakur’dan, o Ebu Tahir el–Muhlis’ten, o Ebu Bekir Seyf’ten, o Sırrı b. Yahya’dan, o Şuayb b. İbrahim’den, o da Seyf b. Ömer’den şeklindeki rivayet zincirine dayanarak olayları aktarır.
İbn Asakir’in İbn Sebe ile ilgili olarak naklettiği bütün rivayetlerin senedi budur. Gördüğün gibi bu hadiseleri aktarırken dayandığı rivayet zinciri itibariyle Taberi’le uyuşmaktadır.
Sözün özü: İbn Sebe olaylarıyla ilgili olarak aktarılan rivayetlerin bütün yükü Taberi’nin veya Seyf’in omuzlarındadır. Daha önce de söylediğimiz gibi Taberi tarihinde aktardığı rivayetlerin sihhatini garanti etmemektedir. Bilakis o bir nakildir ve araştırma ve ayıklamayı okuyucularına bırakıyor. Çünkü tarihinde aktardığı rivayetlerin sorumluluğundan beri olduğunu ifade etmiştir. Bütün sorumluluğu ravilere bindirmiştir. Daha önce belirttiğimiz gibi ravi de Seyf b. Ömer’dir ve bundan başka kanaldan da aktarılmamıştır.
Bu noktada, eğer mesele gerçek olanı bulmaksa, gerçeği tanımaksa ve demagoji yapmadan, taassuba kapılmadan ilmin hakemliğini kabul etmekse bu konu ile daha fazla araştırma yapmaya ihtiyacımızın olmadığını düşünüyoruz.
Böylece İlmi araştırma bu hikayenin gerçeklik oranını ortaya koymuştur. Diğer bir ifadeyle ilmi olarak bu hikayenin gerçekle uzaktan yakından alakasının olmadığını kanıtlamıştır.
Efsanenin mesnetsizliğine ve rivayet zincirinin eleştirisine dair burada anlatılanlar konuyla ilgili değerlendirmelerin tümünü oluşturmaz. Bilakis özet bir çalışma olduğu için burada anlatmadığımız daha bir çok değerlendirme vardır.
Herhalde burada Allame Seyyid Murtaza el–Askeri’nin “Abdullah b. Sebe” adlı eserinde Seyf b. Ömer hadisleri ve İbn Sebe efsanesi ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmelere değinmek bir hakşinaslık ve insaf örneği olsa gerektir. Allame, adı geçen eserinde geniş bir çerçevede Seyf’in hadislerini tarihi hadiseler bağlamında yeniden gözden geçirmekte, uydurduğu olay ve hadiseleri kritik etmektedir.
Bu arada Seyf b. Ömer’in uydurduğu sahabe isimlerini ortaya koyuyor ki bu isimler ondan başka hiçbir kanaldan gelmemişlerdir. Daha doğrusu tamamen onun tarafından uydurulmuşlardır.
Daha önce belirtmiştik. Allame Emini “el–Gadir” adlı eserinin 8. cildinde Seyf b. Ömer’in mevzu hadislerini ele almış ve 701 hadis uydurduğunu belirtmiştir. Alleme, “Taberi tarihine bir bakış” başlığı altında şunları söylüyor:
Taberi, hadis uydurmacısı yalancı Sırrı’dan, meçhul ve tanınmayan Şuayb’dan ve hadis uydurmacısı metruk, değer verilmeyen ve zındıklıkla itham edilen Seyf’ten aktarılan rivayetleri yazmak suretiyle tarihini bulandırmıştır. H. 11 yılından h. 37 yılına kadar süren üç halifenin döneminde meydana gelen olayları çarpıtmak amacıyla uydurulan ve rivayet zincirine dayandırılan 701 rivayete sayfalar ayırmıştır ki kitabın diğer bölümlerinde bu sakat rivayetten sadece h. Onuncu yıla dair bir hadis rivayet etmiştir.
Bu uydurma rivayetlere Peygamberimizin (s.a.a) vefatındaki sonraki dönemlerle ilgili olarak yer vermiş ve bunları da kitabın üçüncü, dördüncü ve beşinci cüzlerine serpiştirmiştir. Beşinci cüzden sonra da bir daha bu rivayet zincirine dayalı olarak aktarılan hadislere yer vermemiştir.
Üçüncü cüzde 210 sayfadan itibaren h. 11. yılın hadiseleri ile ilgili olarak 67 hadis aktarmıştır.
h. 12. yılın hadiseleri ile ilgili dördüncü ciltte ise 427 hadis tahriç etmiştir.
h. 23 ten 37 yılına kadar süren dönemin hadiselerine ayırdığı beşinci ciltte ise 207 hadis rivayet etmiştir. Dolayısıyla toplam 701 hadise yer vermiştir. [18]
Her halükarda bu efsane toplum bünyesinde yapacağını yapmış, yıkıcı etkiler bırakmıştır. Bu ise kişiyi doğru yoldan uzaklaştıran, aklına vehim ve hurafeler yerleştiren kör taassubun bir neticesidir. Üzerinden asırlar geçmesine rağmen hala tarih kitaplarında önemli bir yer tutmaktadır. Hiç kimsenin aklına araştırmak, bu önemli konumu hak edip etmediğini sorgulamak gelmemektedir.
Bir çok yazar vehimlerine bağlı olarak, arzularının peşinden giderek hikaye üzerinde akıl almaz tasarruflarda bulunmuştur. İlmi çaplarına ve doğal yeteneklerine göre hareket edip meseleyi irdeleme gereğini duymamışlardır.
Elbette bazı yazarların böyle bir olayın varlığını inkar ettiklerini, gerçeklikle alakasının olabilmesine ihtimal vermediklerini inkar edecek değiliz. Bu yazarlara göre bu efsanenin İslam tarihinde bu kadar önemli bir konumda algılanması kabul edilecek gibi değildir. Bu yüzden varlığı iddiasına karşı yoğun bir mücadele başlatmışlar. Bazıları bu efsaneye kuşkuyla yaklaşmış ve olumsuzlamak ya da olumlamak yönünde bir tavır sergilemekten kaçınmışlardır.
Asıl garip olanı ise İbn Sebe meselesiyle ilgili olarak taassup içinde hareket eden, varlığını kesin olarak kabul eden ve sahabeler arasında fitne çıkardığını ısrarla savunan kimselerin varlığıdır. Bunlar, İbn Sebe’nin varlığını inkar edenlere şiddetlere saldırmaktadırlar. İbn Sebe olayına o kadar taassupla yaklaşırlar ki onun varlığını inkar etmeyi, Meryem oğlu İsa’nın varlığını veya güneşin varlığını inkar etmekle eşdeğer görüyorlar. Bu tutumun hiçbir delili yoktur. Peki İbn Sebe’nin varlığını inkar edenlere şiddetle saldıran bu zat kimdir? Muhammed Zahid el–Kevseri. Bakın neler söylüyor:
el–Kevseri diyor ki:
İbn Sevda el–Yemani adıyla bilinen Abdullah b. Sebe, sahabeler arasında fitne çıkarmak için durmadan çalışan bir kimseydi. Bu amaçla Yemen’den Hicaz’a, Basra’dan Kufe’ye, Mısır’a ve Şam’a gitmiştir. Müslümanların saflarını bozmak, aralarına fitne tohumlarını atmak, özellikle Osman ve Ali (r.a) zamanlarında kargaşa çıkarmak için didinip durmuştur. O dönemlerde Müslümanlar fitnecilerin, komplocuların yöntemlerini iyi bilmiyorlardı, fitnecilerin fitnelerinden habersizdiler. Hile, yalan ve günah ehli topluluklardan gelecek entrikaları kestiremiyorlardı. Bunları Sahih–i Buhari’de ve diğer kaynaklarda görebiliyoruz. Bu fitnelerin sonuçları her araştırmacının önünde somut olarak durmaktadır. İbn Ebi Heyseme, İbn Cerir, İbn Asakir, İbn Kesir ve İbn Sem’ani gibi güvenilir tarihçiler ve ümmetin alimleri kitaplarında tedvin etmişlerdir. Bununla beraber günümüzde bazı safsatacılar Abdullah b. Sebe adlı bir adamın varlığını temelden inkar ediyorlar, bu tür hadiselerin meydana gelmiş olmasını kabul etmiyorlar ve bu alimlerin aktardıkları rivayetleri tutup duvara fırlatıyorlar. Ki böyle bir şey de akrabalık gayretinden (İbn Sebe’nin amca çocukları olmaktan) kaynaklanıyor olsa gerektir–çünkü kan bağı sinsidir–. Bu tür yazarlar İsmail Peygamberle (a.s) Mekke arasında bir bağlantı olmasını inkar edenlere benzerler. Bunlar, adı Meryem oğlu İsa olan bir şahsın varlığını inkar edenler gibidirler. Gündüzün ortasında güneşin varlığını inkar edenlerden farkları yoktur.
Devamla şöyle diyor: Yahudilerin Müslümanlar arasında fitne çıkarmak için gecelerini uykusuz geçirdiklerini itiraf ettikten sonra bu olayları inkar etmek bir bakıma Yahudileri temize çıkarmak sayılır. Kaldı ki Seyf b. Ömer Camiu’t Tirmizi’nin ricalindendir. Onun rivayetlerine bigane kalınamaz…” [19]
Şeyh el–Kevseri’nin İbn Sebe kıssasına ilişkin yargısı budur. Gündüzün ortasında parlayan güneş misaliymiş! Bu kıssayı inkar eden yazarlar İbn Sebe’nin amca çocuklarıymış! Yani Yahudilermiş! Çünkü–onun tabiriyle–kan bağı sinsiymiş! Seyf b. Ömer ise aktardığı rivayetlerden bigane kalınmayacak kadar önemli biriymiş! Çünkü Tirmizi ricalindenmiş! Ravi de sika tarihçilerden Taberi’ymiş!...
El–Kevseri’nin, fitnenin kahramanı, Halife Osman’a karşı başlatılan ayaklanmanın komutanı İbn Sebe meselesini ispat etmek için ortaya koyduğu deliller bunlardır işte!
Bu açıklamaları okuyan biri el–Kevseri’nin araştırma yaptıktan ve konuya iyice kanaat getirdikten sonra bu hükmü verdiğini sanabilir. Ama öyle değildir.
Bu hüküm taassubunun, gerçekleri gizleme, çarpıtma gayretinin ve tartışma çabasının bir sonucudur. Biz, bizzat onun ağzından dökülen sözlerle onun bu hükmünü çürüteceğiz.
Senin Delilinle Seni Çürütüyoruz…
Elimizde Şeyh el–Kevseri’nin “Halid b. Velid ve Malik b. Nuveyre’nin Öldürülmesi” başlıklı bir makalesi var.
Bu makalede Kevseri, Malik b. Nuveyre olayına, Halid’in onu öldürmesine ve tarihçilerin aktardıkları gibi onu öldürdüğü gece karısıyla evlenmesine dair değerlendirmelerini sunuyor.
Halid’i savunarak bu olayı aktaran batılı yazarları eleştiriyor ve şunları söylüyor: Batılı yazarların İslam’a yönelik hınçlarını tatmin etmek için izledikleri yol sadece kara çalmaktır…
Sonra Muhammed b. İshak gibi siyer yazarlarını eleştiriyor, onları yalanlıyor, rivayetlerinin yalan olduğunu belirtiyor.
El–Vakidi’nin kitabının ispat edilemediğini ifade ediyor, onun önüne gelen her şeyi rivayet ettiğini, yalan haberlere yer verdiğini dile getiriyor.
Sonra İbn Sebe olayının tek ravisi Taberi’ye geliyor ve şöyle diyor: Taberi tıpkı İbn Esir, Ebu’l Feda, İbn Kesir, İbn el–Verdi gibi temel kaynaklardan biridir. Taberi, tarihinde aktardığı her hadisenin sahihliğini garanti etmemiştir. Bilakis sorumluluktan teberi ederek aktardığı rivayetlerin sorumluluğunu ravilerine yıkmıştır.
İşte Kevseri, Halid’i böyle savunuyor, tarih kitaplarını eleştiriyor ve ravilerini yalancılar olarak nitelendiriyor.
Maksadımız bu olayı anlatmak değildir. Asıl maksadımız Seyf b. Ömer’i ve şeyhlerini, ondan rivayet edenleri savunmasına dair sözlerini dinlemektir. Daha önce, Seyf’i Tirmizi’nin rivalinden sayan sözlerine yer vermiştik.
Bakalım Kevseri, Halid’i savunmak bağlamında Seyf hakkında neler söylemiş: Seyf b. Ömer et–Temimi er–Ridde ve’l futuh kitabının yazarıdır. Ebu Hatem onunla ilgili olarak şöyle demiştir: Hadisi metruktur. Hadisi el–Vakidi’nin hadisine benzer. Hakim de şöyle demiştir: Zındıklıkla suçlanmıştır, rivayeti muteber değildir. İbn Hibban’ın ona dair değerlendirmesi şöyledir: O, hadis uydururdu. İspatlanmış şeylerle ilgili olarak mevzu hadisler rivayet ederdi. Zındıklıkla suçlanmıştır. Birden çok kişi onu zayıf bulmuştur…
Ondan hadis rivayet eden Şuayb b. İbrahim için ez–Zehebi, onda cehalet var, demektedir.
İbn Adiy: Bilinen biri değildir. Bazı hadisler ve haberler rivayet etmiştir ki selefe haksızlık içermektedirler.
Ondan rivayet eden Sırrı sika değildir. İbn Cerir’in Seyf’ten gelen rivayetlerle ilgili şeyhi odur. Rivayet zincirinin Seyf’ten sonraki ravileri ise genelde bilinmeyen kimselerdir. [20]
Kevseri, Halid b. Velid’i savunurken bunları söylüyor. Görüldüğü gibi Seyf’in rivayetlerini eleştiren, onu yalanlayan bir tutum içindedir. Ama bu rivayet zinciri, Taberi’nin İbn Sebe olayına dair hadisleri rivayet edip tahriç ettiği isnadın aynısıdır.
O halde İbn Sebe olayıyla ilgili olarak bu rivayet zincirini sahih saymasının, gündüzün ortasındaki güneş gibi parlak olduğunu söylemesinin, buna karşılık aynı rivayet zincirini Halid b. Velid’in Malik’i öldürüp karısıyla yatması söz konusu olduğunda onu yukarıda gördüğümüz gibi zayıf kabul etmesinin anlamı nedir? Kaldı ki Halid olayı ve Malik b. Nuveyre’nin karısıyla zina etmesi hikayesini Taberi başka bir kanaldan şöyle rivayet etmiştir: Abdulhamid isnadıyla Abdurrahman b. Ebubekir’den rivayet etmiştir: Rivayette Ömer b. Hattab’ın Halid’i zem maksadıyla Ebubekir’e şöyle dediği belirtilmektedir: Allah’ın düşmanı bir müslümana saldırıp onu öldürdü, sonra da onun karısıyla yattı. Halid, geri çağrıldı. Mescide girdiğinde Ömer ayağa kalktı ve dedi ki: Aptal! Müslüman bir adamı öldürüp sonra da karısıyla mı yattın? Allah’a yemin ederim ki seni senin taşlarınla recmedeceğim.!” [21]
Konumuz bu kıssayı anlatması ve bu kıssaya yer vermiş olması değildir. Ama amacımız kör taassup yüzünden, heva ve hevesin peşinde gitmekten dolayı hakikatleri inkar etmenin, realiteden uzaklaşmanın hangi boyutlara vardığını açıklamaktır.
Şeyh Kevseri belki de bir görevi ileri sürerek mazeret bildirecektir. Yani Malik’in Müslüman olmasından sonra ölürüldüğü, Halid’in yanında bir topluluğun buna şahitlik ettiği, buna rağmen Halid’in onun karısıyla yattığı olayını tevil etme gereğini duyduğunu ileri sürecektir. Belki de şöyle bir mazeret bildirecektir: Halid sahabedir. Bir sahabeyi eleştirmek doğru değildir. Bu yüzden rivayetin bütün içeriğini tevil etmek gerekir. Daha önce Nevevi şöyle demiştir: Alimler şu görüştedirler: “Zahirleri itibariyle sahabeleri suçlayıcı rivayetlerin tevil edilmesi gerekir.” [22]
Şeyh Kevseri de bu çirkin fiili işleyen Halid b. Velid’i savunmak üzere görevini yapmış. Taberi’nin rivayet zincirlerinden bazılarında yer alan Seyf’e Kevseri hak gerekçelerle ağır eleştiriler yöneltmiştir. Ama taassup ve inat başka bir rivayet bağlamında onun gözünde Seyf, sika bir raviye, İbn Sebe kıssasıyla ilgili rivayetlerine bigane kalınamayacak bir zata dönüşüyor. Burada ilim hassasiyeti, ilim adamı güvenilirliği namına bir şey görebiliyor musunuz?
Beri tarafta İbn Sebe kıssası sahabenin büyük bir kısmına yönelik eleştiriler ihtiva etmekte, onları Yahudi bir adama tabi olmakla, onun tarafından dinlerinden saptırılmakla suçlanmaktadırlar. Bu kıssada sahabenin çoğunun, onun çağrısına uyarak İslamın yasakladığı bir fiilin içine girdikleri anlatılmaktadır. Bu kıssada deniyor ki: Ebu Zer, Zerdüştiliğin ilkelerini, Yahudiliğin öğretilerini İbn Sebe’den öğrendi! Ammar b. Yasir onun tarafından yoldan çıkarıldı. İbn Sebe ve davasının en büyük davetçilerinden biri oldu!
Aslında bunlar Resulullah’ın (s.a.a) sözlerini yalanlamaktadırlar. Çünkü Resulullah, Ebu Zer’i doğrulukla nitelemiş ve Ammar hakkında da şöyle buyurmuştur: Ammar hak ile bareberdir ve hak da onunla beraberdir… İki şeyden birini tercih etmek durumunda kaldığında mutlaka en doğru olanını tercih eder… Ammar, hak grubu tanımanın ölçüsüdür… Onu yoldan çıkmış azgın bir topluluk öldürecektir…
Bu konuyu tamamlamak adına son olarak Resulullah’ın (s.a.a) Ebu Zer ve Ammar’la ilgili bazı hadislerine işaret etmek istiyoruz.
Ebu Zer el–Gıfari
Ebu Zer: Cudeb b. Cenade b. Seken. H.31 veya 32 senesinde Rebeze’de vefat etti. İslam uğruna eziyetlere sabreden biriydi. Doğru sözlülüğüyle bilinen meşhur zahit. Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur: Yeryüzü ondan doğru sözlüsünü sırtında taşımamış, yeşil ağaçlar da onun gibisini gölgelememiştir. [23]
Tirmizi aynı hadisi şu lafızlarla rivayet etmiştir: Ebu Zer gibi doğru sözlü ve sözünde duran biri yeryüzü sırtında taşımamış, yeşil ağaçlar gölgelememiştir. O Meryem oğlu İsa’ya benzer.
Bu hadis meşhurdur. Bir topluluk tarafından rivayet edilmiş, Tirmizi, İbn mace, Hakim, Ebu Nuaym gibi Hafızlar da tahriç etmişlerdir. [24]
Ebu Zer İslam uğruna ağır işkencelere sabreden biriydi. İslam davetini ilk olarak açıktan yapan kişi oydu. Kavminin arasında Müslümanlığını açıkça ilan etmişti. Mekke’de de Müslüman olduğunu ilan etmiş ve bu yüzden işkence görmüştü. Allah’ın peygamberine sevmesini emrettiği kişilerden biri de oydu. Nitekim Büreyde şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Allah dört kişiyi sevmemi emretti ve kendisinin de onları sevdiğini bildirdi: Ali. Ebu Zer. Mikdad. Selman. Tirmizi bu hadisi sahihinde [25] , İbn Hacer el–İsabe’de [26] , Ebu Nuaym el–Hilye’de [27] ve Ebu Ömer el–İstiab’da [28] tahriç etmiştir.
Resulullah (s.a.a) “Ebu Zer benim ümmetim içinde Meryem oğlu İsa’nın zühdüne sahip biridir.” [29] İmam Ali (a.s) de onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Ebu Zer içi ilimle doldurulmuş, sonra da ağzı bağlanmış bir kaptır.” [30]
İbn Abdulberr rivayet zincirine dayalı olarak Abdurrahman b. Ganem’den şöyle rivayet etmiştir: Bir gün Ebu Derda’nın yanında bulunuyordum. Medineli bir adam içeri girdi. Ebu Derda ona: Ebu Zer’i nerede bıraktın? diye sordu. Zebede’de, diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ebu Derda şöyle dedi: İnna lillah ve inna ileyhi raciun (Biz Allah’tan geldik ve yine Ona döneceğiz). Resulullah’ın (s.a.a) Ebu Zer hakkında söylediklerinden dolayı, bedenimden bir uzvu koparsa dahi onu yermem.” [31]
Taberani, İbn Mesud kanalıyla merfu olarak şöyle rivayet etmiştir: Ahlak olarak İsa’nın benzerine bakmak kimin hoşuna gidiyorsa Ebu Zer’e baksın.” [32]
Ebu Zer’in faziletine, zühdüne ve ilmine dair hadisler çoktur. İslam uğruna, marufu emretmek ve münkeri nehyetmek adına ortaya koyduğu tavırlar meşhurdur ve bu kısa çalışmaya sığmayacak kadar çok olayın bu anlanda kahramanı olmuştur.
Ne yazık ki bu mücahid adamı hiç de yakışmayan vasıflarla nitelemişler. Onu yalancı davetlerin peşinden gidebilecek kadar zayıf düşünceli biri olarak tanıtmışlar. Öyle ki İbn Sebe’nin telkinlerinin etkisinde kalmış, onun peşine takılmış, onun sözlerini tekrarlar olmuş, onun fikrini dile getirmeye başlamış! İbn Sebe efsanesinde anlatılmak istenen budur.
Peki nerede kaldı, zahiri itibariyle sahabeleri suçlayıcı ifadeler içeren rivayetleri zahiren delalet ettiklerinden farklı bir anlama tevil etmek? Yoksa Ebu Zer bu kapsama girmiyor mu? Acaba tasdik edilemeyecek şeyleri onunla ilgili olarak tasdik ederlerken neye dayanıyorlar? Ebu Zer gibi bir adam İbn Sebe’nin fikirlerini taşır mı? Onun inançlarına davet eder mi? O ki doğru sözlüdür. Acaba asıl Yahudilere arka çıkmak bu değil mi?
Ammar b. Yasir
Ebu Yakzan Ammar b. Yasir. H. 36 yılında Sıffin savaşında öldürüldü.
Ammar b. Yasir ve babası İslam davetinin ilk yıllarında büyük işkencelere maruz kaldıkları halde İslama sıkı sıkıya sarılıp direndiler, onca baskıya ve belaya karşın dinlerini korudular.
Mahzum oğulları kabilesinden bazı kimseler Ammarı, babasını ve annesini –müslüman bir aile idiler–öğlen sıcağında Mekke sırtlarına götürüp işkence ederlerdi. Resulullah (s.a.a) yanlarından geçer ve “Ey Yasir ailesi! Sabredin, buluşma yeriniz cennettir.” derdi. [33]
Resulullah (s.a.a) Ammar hakkında övücü ifadeler kullanmıştır ki bunlar onun menzilinin büyüklüğüne ve değerinin yüceliğine delalet etmektedirler. Örneğin şöyle buyurmuştur: “Ammar ayağının tabanına kadar iman doludur.” Aişe de şöyle demiştir: Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: “Ammar kıkırdak kemiklerine kadar iman doludur.”
İbn Mace ve Ebu Nuaym, Hani b. Hani kanalıyla şöyle rivayet etmişlerdir: Ali’nin (a.s) yanındaydık. O sırada Ammar içeri girdi. Bunun üzerine Ali (a.s) şöyle dedi: “Güzel ve güzelleştiren adam, hoş geldin! Resulullah’ın (s.a.a) “Ammar kıkırdak kemiklerine kadar iman doludur” dediğini duydum. [34]
Halid b. Velid rivayet etmiştir: Benimle Ammar arasında sözlü tartışma çıktı. O da beni Resulullah’a (s.a.a) şikayet etti. Resulullah’ın (s.a.a) yanına geldiğimde başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: Ammar’a düşmanlık eden Allah’a düşmanlık eder. Ammar’a öfkelenene Allah öfkelenir.” [35] Halid şöyle demiştir: O günden sonra Ammar’ı hep sevdim.
Resulullah (s.a.a) fitnelerin yağmur gibi döküldüğü zamanlarda Ammar’a uymayı teşvik etmiş ve Ammar’ın sadece hak ile beraber olduğunu vurgulamıştır.
Beyhaki, Hakim’den ve başkalarından kendi rivayet zinciriyle İbn Mesud’un şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah’ın (s.a.a) Ammar hakkında şöyle dediğini duydum: İnsanlar ihtilaf ettikleri zaman Sümeyye’nin oğlu hakla beraber olur.” [36]
Adamın biri Abdullah b. Mesud’un yanına geldi ve şöyle dedi: Allah, zulme uğramamamızı temin etmiştir. Ama fitneye düşmememizi temin etmemiştir. Peki fitneler başımıza yağdığı zaman ne yapalım? İbn Mesud dedi ki: Allah’ın kitabına uy. Adam: Hepsi de Allah’ın kitabına davet adına başımıza musallat olursa ne yapalım?dedi.
İbn Mesud şöyle dedi: Resulullah’ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: İnsanlar ihtilaf ettikleri zaman Sümeyye’nin oğlu hakla beraber olur.” [37]
Huzeyfe b. Yeman ölüm döşeğindeydi. Yanında fitnelerden söz edildi ve orada bulunanlar: insanlar ihtilafa düştükleri zaman bize ne yapmamızı tavsiye edersin? dediler. Dedi ki: Sümeyye’nin oğlundan ayrılmayın. O, ölünceye kadar haktan ayrılmayacaktır. Ya da şu ifadeyi kullandı: O, nereye giderse gitsin hakla beraberdir. [38]
İbn Sa’d “Tabakat”ında Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivayet eder: “Ammar hakla beraberdir, hak da onunla beraberdir. Nereye giderse gitsin hakla beraber olur. Ammar’ın katili cehennemdedir.” [39]
Resulullah’ın (s.a.a) “Ammar’ı yoldan çıkmış azgın bir topluluk öldürecektir” hadisi meşhurdur. Bu hadis değişik kanallardan aktarılmış ve aralarında Osman b. Affan, Müminlerin annesi Aişe, Enes b. Malik, Ebu Hureyre, Cabir b. Serme ve Abdullah b. Mesud gibi isimlerin bulunduğu bir grup sahabe tarafından rivayet edilmiştir.
Hatta bunlar arasında Muaviye b. Ebu Süfyan, Amr b. As, Ammar’ın katili Ebu Gadiye de vardır.
İnsanlar bunu biliyorlardı. Ama Muaviye hadisi batıl bir yolla tevil ederek zihinleri bulandırdı. Ammar öldürülüp de Şam ordusu bozulunca, Resulullah (s.a.a) tarafından “azgın topluluk” olarak nitelendirilen grubun kendileri olduğunu anlayınca sorumluluktan kurtulmak için böyle bir hileye baş vurdu.
Muaviye basit ve düşüncesiz insanları aldatmak için hileye başvurarak şöyle dedi: Biz Ammar’ı öldürmedik, onu buraya getirip mızraklarımızın hedefi haline getirenler onu öldürdüler.
Aslında bu, Amr b. As’ın hilekarlığının, dehasının bir göstergesiydi. Bu mugalata zayıf karakterliler üzerinde beklenen etkiyi yapmıştı.
İbn Teymiye’nin öğrencisi İbn Kayyim el–Cevziye şöyle diyor: Batıl tevillere örnek, Şamlıların (Muaviye taraftarlarının), Resulullah’ın (s.a.a) Ammar ile ilgili “onu yoldan çıkmış azgın bir topluluk öldürecektir” sözünü “onu biz öldürmedik, onu buraya getirip mızraklarımızın hedefi haline getirenler öldürdü.”şeklinde tevil etmeleridir. Bu tevil lafzın hakikatine ve zahirine aykırıdır. Çünkü onu öldüren, bizzat öldürme fiilini gerçekleştirendir, onu kendilerine yardım etmesi için getirenler değil. Nitekim Şamlılara en güzel cevabı, kendilerinden daha çok hakka ve hakikate daha layık olan (Ali) şöyle cevap vermiştir: “Hamza’nın katili de onu savaşa getirip müşriklerin mızraklarının hedefi haline getiren Resulullah (s.a.a) ve ashabı mıdır?” [40]
Ammar’ın menkıbeleri, hayatı boyunca hak uğruna sergilediği tavırları, onunla ilgili olarak varit olan hadisleri, onun hakkında inen ayetleri anlatmaya kalksak buraya sığmaz. Ayrıca maksadımız Ammar’ın hayatını anlatmak da değildir.
Söylemek istediğimiz şey şudur: Allah’a ve Resulüne karşı yapılabilecek en büyük küstahlık, İslamı savunmak, hakka tabi olmak ve hakkın hakim olmasını sağlamak uğruna hayatını cihadla, işkencelerle geçiren ve sonunda da şehit olan bu adamı bu şekilde karalamak veya onu İbn Sebe’nin telkinlerine kapılmakla, onun peşinden gitmekle, insanları ona davet etmekle suçlamaktır. Aslında böyle bir cüretkarlığın sebebi bellidir. Ona karşı en büyük suçu işleyen azgınlar topluluğu, onu öldürmenin sorumluluğundan, İslam toplumunda meydana getirdikleri kargaşadan kurtulmak için böyle bir hikayeye dört elle sarılmışlardır.
Keşke bu adamlar, bırakın anlattıklarına dair kesin bir hüküm ifade eden bir delil sunmayı, sırf olabilir mi acaba diye bir kuşku uyandıracak herhangi bir kanıt sunabilselerdi. Allah Ammar’a rahmet etsin, hakkın yanından asla ayrılmadı, batılla savaştı ve Resulullah’ın (s.a.a) haber verdiği gibi yoldan çıkmış azgın topluluğun kılıçlarıyla şehit edildi.
Ammar’ı İbn Sebe’nin izleyicisi olarak vasfedenler, bağışlanmaz bir suç işliyorlar. Çünkü bu tutumlarının asıl anlamı, Resulullah’ın (s.a.a) Ammar hakkında söylediği övücü sözleri reddetmektir.
Aynı cinayeti değerli sahabi Zeyd b. Savhan hakkında da işlemişler. O nu da İbn Sebe düşüncelerinin baş davetçisi olarak tanıtmışlar. Bu iftiracıların onun hakkında söyledikleri doğru gibi vehmedilebileceği için onun hakkında kısa bir açıklama yapmakta yarar vardır.
Zeyd b. Savhan
Zeyd b. Savhan b. Hucr b. Haris Ebu Selman el–Abdi. H. 36 yılında öldürüldü. Resulullah (s.a.a) ona “Zeydu’l Hayr”(Hayırlı Zeyd) adını vermişti.
Zeyd, gündüzlerini oruçla gecelerini ibadetle geçirenlerdendi. Cuma gecelerini ibadetle ihya ederdi.
İbn Hacer, İbn Seken, İbn Ebu Şeybe gibi alimler Resulullah’tan (s.a.a) şöyle rivayet etmişlerdir: Zeyd b. Savhan’ın uzuvlarından biri ondan önce cennete gidecektir.” Nitekim müşriklerle girişilen bir savaşta eli kopmuştu. Bazılarına göre Zeyd’in eli Nehavend savaşında kopmuştu. [41]
İbn Abdulberr şöyle der: Resulullah’tan (s.a.a) çeşitli kanallardan rivayet edilmiştir ki, Resulullah (s.a.a) çıktığı bir yolculukta bir süre uyukladı. O sırada ağzından şu sözler döküldü: Zeyd. Hangi Zeyd? Cündeb Zeyd. Hangi Cündeb? Bu sözlerinin anlamı soruldu.
Buyurdu ki: Ümmetimden iki adam var. Birinin bir uzvu ondan önce cennete gidecektir. Ya da: bedeninin bir kısmı ondan önce cennete gidecektir, dedi. Diğeri ise öyle bir kılıç darbesi indirecektir ki onunla hak ile batılı birbirinden ayıracaktır.
Ebu Ömer anlatıyor: Zeyd’in eli Celevla savaşında koptu. Cemel savaşına Ali’nin (a.s) saffında katılarak şehit oldu. Cündeb b. Ka’b ise sihirbazı öldürdü…” [42] Ka’b da cemel savaşına Ali (a.s) ile beraber katılmıştı.
Zeyd gözde ve öncü bir şahsiyetti. Ömer b. Hattab’ın yanına bir heyet içinde gitmiş, Ömer de ona ikramda bulunmuştu. Kendi elleriyle Zeyd’in atının eğerini takıp bağlardı. Merkebenin dirseğine basarak onun binmesini sağlardı ve: Ey Kufeliler! Siz de Zeyd’e bu şekilde saygı gösterin, derdi.
Zeyd bineğine binmek istediğinde Ömer b. Hattab üzengisini tutar, sonra orada bulunanlara şöyle derdi: Zeyd’e, kardeşlerine ve arkadaşlarına siz de bu şekilde saygı gösterin. [43]
Selman kendi emir olduğu halde namazda ve hutbede onu öne geçirirdi. Hafız ve İbn Adi Ali’den (a.s) şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Bedeninin bazı organları kendisinden önce cennete giden bir adamı görmekten hoşlananlar Zeyd b. Savhan’a baksınlar.” [44]
İbn Asakir anlatıyor: Hatib Bağdadi ve Ebu Ya’la şöyle rivayet ettiler: Zeyd’in eli müşriklerle yapılan bir savaşta kesildi. Bundan sonra bir müddet yaşadı ve Cemel savaşında öldürüldü.” [45]
Zeyd öldürüldüğü sırada elbiseleriyle defnedilmesini vasiyet etti. Öldürülmeden önce şöyle demiştir: Gökten bir elin uzanıp bana “gel” diye seslendiğini görüyorum. Ben şimdi ona gidiyorum, ey Emirülmüminin!” [46]
Her halükarda İslam tarihiyle ilgili herhangi bir araştırma yapan yazarların bu efsane karşısında gerçeği arayan bir araştırmacı tavrıyla durmamaları üzüntü vericidir. Hikayeyi olduğu gibi aktarmaları, hatta daha da kökleşmesine sebebiyet verecek yorumlarla nakletmeleri, toplum içinde iyice kök salmasına yol açan bir tutumla ele almaları hem esef vericidir, hem de bu efsanenin kötülüklerinin ümmet içinde yayılmasına neden olmaktadır. Kaldı ki bunların çoğu derin ve onulmaz gafletleri yüzünden güzel ve faydalı bir iş yaptıklarını sanmaktadırlar.
Oysa realiteyle yüz yüze gelselerdi donuk, ruhsuz bir tablo ile karşı karşıya olduklarını göreceklerdi. Siyasal amaçlarla, halkın zihninin bulandırılması için, batıl vehimlerin yayılması için kotarılmış bir proje olduğunu, büyük küçük bütün insanların zihinlerinin temelsiz safsatalarla doldurma gayesiyle ortaya atıldığını anlarlardı.
Temennimiz siyasal amaçları ve akidevi ayrılıkları arkasında gizleyen bu ve benzeri hurafelerin taassup ve tarafgirlikten uzak bir şekilde araştırılmasıdır. Ta ki gerçek ortaya çıksın. Çünkü tabi olmak için haktan iyisi yoktur. Kaldı ki böyle bir araştırma sayesinde batıl hakkın karşısında tutunamaz, hayali karartılar gibi kaybolup gider.
Biz bu gibi batıl kıssaların ilelebet devam etmeyeceklerine inanıyoruz. Bunlar bir süre sonra dağılması kaçınılmaz bulutlardır. Darmadağın olmak zorunda olan engellerdir. Yırtılıp açılmaktan başka çaresi olmayan perdelerdir. Yeter ki ilim sözünü söylesin, adalet hükmünü icra etsin.
Biz ilim için, adalet için yazıyoruz. Bir kişinin ilim ölçülere göre konuşmasından daha güzel bir şey yoktur. İlmin tanıdığı, tanımladığı adalete göre hükmetmekten daha görkemli bir şey olamaz. Bir şeyi bilmeden önce onun hakkında hüküm vermek affedilmez bir hatadır.
MESELENİN ÖZÜ
Bu kısa çalışmamız çerçevesinde söz konusu yazarların nasıl araştırma yaptıklarını gördük. Bunların ilmi esaslara, mantık kurallarına, reel olgulara dayanan çalışmalar olmadıklarını tespit ettik. Bilakis bunlar taassubun ötesine geçmeyen, rivayetleri üstünkörü aktarmadan öte bir anlam ifade etmeyen sınırlı çalışmalardır. Daha doğrusu araştırmaya, objektif analize dayanmayan taklidi çalışmalardır.
Bunlar hadiselere, gerçekleri ters yüz eden kimselerin gözüyle bakıyorlar. Hakikatleri değiştiriyorlar. Başkalarının kalıplarını dayatıyorlar ki bu kalıplar hiçbir şekilde realiteye dayanmıyorlar. Bilakis gerisinde vehmi hayaller yatıyor. Duygusal sapmaların beslediği uydurma tablolarla çıkıyorlar karşımıza, kör taassubun beslediği mesnetsiz değerlendirmelerle belirginleşiyorlar.
Daha önce müsteşriklerin aramıza saçtıkları zehirli tefrika tohumlarının oluşturduğu tehlikeye dikkat çekmiştim. Bunlar bu konuda türlü yöntemler kullanıyorlar. Amaçları müslümanların birliği binasını temelden yıkmaktır. Müslümanların dinlerinin öğretilerine sarılmalarını engellemektir. Sonra da yıkılan İslami binanın enkazı üzerinde İslam düşmanlarının amaçlarına hizmet eden, hedeflerini gerçekleştiren kaleler inşa etmektir.
“Oryantalizm, emperyalistlerin amaçlarını gerçekleştirmek için izledikleri bir yol haline gelmiştir. Müslüman halklar üzerinde hakimiyet kurmalarının vesilelerinden biri olmuştur” dersek gerçekten uzaklaşmış olmayız. Nitekim İslamla ilgili araştırmalarının gerisinde hangi amaçları gizlediklerini, zehirlerini saçmak için, hedeflerini gerçekleştirmek için neler yaptıklarını gördük.
Yine bir çok yazarın, oryantalistlerin aldatıcı yöntemlerine, yaldızlı sözlerine kandıklarını gördük. Bu yüzden onların sözlerini herhangi bir araştırmaya tabi tutmadan aktarmışlardır. Hatta büyük bir cüretkarlıkla onların görüşlerini esas kabul ederek kendi çalışmalarının mihveri haline getirmişlerdir. Bu tür yazarların çalışmalarında objektifliğin yeri yoktur. oryantalistlerin İslama karşı besledikleri taassubun farkında bile değildirler.
Yazarların bu tür görüşlerin oluşturduğu tehlikenin, çarpıtma, yanıltma, bulandırma ve maniple etme amaçlı bu zararlı girişimlerin yıkıcılığının farkına varmasını umuyoruz.
Burada ve önceki cüzlerde bazı yazarların Şiaya yönelttikleri gerçekle ilgisi olmayan eleştirilerini, insaf ve araştırmadan uzak saldırılarını tartıştık.
Kendi açımızdan duygusal davranmadığımızı, Şiaya yöneltilen haksız suçlamalara, batıl olarak nitelendirmelere, bunun gibi daha nice hakikatten uzak ifadelerle tanımlamalara cevap verirken doğru eleştiri ve dengeli, ölçülü cevap ilkesinden sapmadığımızı düşünüyoruz.
Bazılarının kefesi hafiftir, dağarcıklarında birikim yoktur, bu yüzden kısır tartışmalara, didişmelere yönelirler. Suçlamaları bertaraf etmek için boş sözlerle arzı endam ederler. Biz bu gibi kimselerin sözlerini bir kenara bıraktık, deyim yerindeyse çöp sepetine attık. Bunların üzerinde konuşmaya değmez.
Son olarak diyoruz ki: Zaman içindeki olaylarla geçip gitmiştir, olaylar acılarıyla birlikte maziye karışmıştır. Ayrılık hastalığı, tefrika illeti ümmetin bedenini bitap düşürmüştür. Bundan geriye hüsran ve yıkım kalmıştır. Yüce Allah’tan dileğimiz müslümanların kelimelerini bir yapması, birliklerini sağlamasıdır. Aralarında sevgi, hoş görü ruhu gelişsin. Aralarında onları Allah’ın rızasını elde etmeye, ümmetin mutluluğunu gerçekleştirmeye yol açan ameller, çalışmalar yayılsın. O işitendir, dualara icabet edendir. [47]
ABNA.İR
--------------------------------------------------------------------------------
[1]– Taberi, c.5, s.66.
[2]– Fecru’l–İslam, s. 110.
[3]– Taberi, c.5, s.98.
[4]– Taberi, c.1, s.5.
[5]– Tarihu’t–Taberi, c.3, s.213.
[6]– Tehzibu’t–Tehzib, c.3, s.459–460; Mizanu’l–İ’tidal, c.1, s.270.
[7]– Mizanu’l–İ’tidal, c.1, s.270, Lisanu’l–Mizan, c.3, s.12.
[8]– Tehzibu’l–Kemal, c.12, s.324.
[9]– Tehzibu’t–Tehzib, c.4, s.291.
[10]– Mizanu’l–İ’tidal, c.1, s.438.
[11]– el–Cerh ve’t–Ta’dil, İbn bu Hatem, c.2, s.278.
[12]– el–Cerh ve’t–Ta’dil, c.3, s.136.
[13]– el–İsabe, İbn Hacer, c.3, s.239.
[14]– Sahih–i–Tirmizi, c.5, s.697.
[15]– el–Kamil, İbn Esir, c.1, s.3.
[16]– Tarih–u İbn Kesir, c. 7, s.167.
[17]– Tarihu İbn Haldun, c.2, s.425.
[18]– el–Gadir, c.1,s.335–336.
[19]– Bkz. el–Mukaddematu’l–Hams ve’l–İşrin, s.3–5.
[20]– Makalat, Zahid Kevseri, s. 455–462.
[21]– et–Taberi, c.3, s.243.
[22]– Şerhu Sahih–i Müslim, Nevevi, c.15, s.177.
[23]– el–İsabe, İbn Hacer, c.4,s.64.
[24]– Tirmizi, c.2 s.221; Müstedrek, Hakim, c.3, s.342.
[25]– Tirmizi, c.5,s.636.
[26]– el–İsabe, c.7, s.105
[27]– Hilyetu’l–Evliya, c.1, s.19.
[28]– el–istiab, c.2, s.423.
[29]– Usdu’l–Gabe, c.5, s.187.
[30]– el–İsabe, 4/24, Usdu’l–Gabe, c.5, s.187.
[31]– el–istiab, c.1, s.217.
[32]– el–istiab, c.1, s.216.
[33]– İbn Hişam, c.1, s.342; Hilyetu’l–Evliya, c.1, s.141.
[34]– El–isabe, c.2, s.512.
[35]– el–İsabe, c.2, s.512.
[36] –Tarihu İbn Kesir, c. 7,s.270.
[37] –Tarihu İbn Kesir, c.7, s.270.
[38]– el–İstiab, c.2, s.480.
[39]– Tabakat, İbn Sa’d, c.3, s.187.
[40]– es–Savaiku’l–Mursele, İbn Kayyim el–Cevziye, s.10.
[41]– Tehzib, İbn Asakir, c.3, s.410.
[42]– el–İstiab, c.1, s.560.
[43]– İbn Asakir, c.6, s.11.
[44]– Kenzu’l–Ummal, c.11, s.685.
[45]– Tarih–u İbn Asakir, c.6, s.11.
[46]– Tarihu’l–Kufe adlı kitabımızda Zeyd’in hayatını ayrıntılı olarak anlattık.
[47]– Kitabın başında (s.12) bu çalışmaların merhum yazar, İslam düşünürü şeyh Esed Haydar Necefi’inin değerli eseri “el–imam es–sadık (a.s) ve’l mezahibu’l Erbaa” dan derlendiğini belirtmiştik.