کارگر

کارگر

Dışişleri Bakanı Zarif, komşu ve bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirmenin İran'ın öncelikli dış siyaseti olduğunu söyledi.

MHA’nın haberine göre, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif,  Lübnan el'Meyadin televizyon kanalına verdiği mülakatta,  Fars Körfezi’ndeki Arap ülkelerinin   ortak sorunları gidermek için müzakereye oturmaları gerektiğini belirtirken,  İran'ın  dış siyasetinde  bölge ve komşularıyla ilişkileri geliştirmeyi öncelikli olarak yer verdiğini bildirdi ve 'bu ülkelerin her birine yönelik tehdidi İran İslam Cumhuriyetine  yönelik bir tehdit  saydıklarını' söyledi.

Dışişleri Bakanı, Fars Körfezi ve Ortadoğu bölgesindeki ülkelerin  güven ve barış içinde  yaşamaları gerektiğini , bu ülkelerin kalkınma, ilerleme ve güvenlik içinde olmalarını  arzu ettiklerini; zira bu ülkelere yönelik tehditlerin İran'a yönelik tehdit sayıldığını ve bu doğrultuda Irak'ın güvenliğini tehdit eden terör örgütlerine karşı mücadelede  Irak'a yardım ettiklerini söyledi.

Zarif, bölge ülkelerinden  terörizmle mücadelede işbirliği içinde olmalarını isterken, Suudi rejiminin Yemen'e saldırısını eleştirdi ve ''para ve  hava saldırılarıyla  güvenliğin sağlanması döneminin sona erdiği'ni söyledi.

Muhammed Cevad Zarif, İran'ın 35 yıldır sürekli olarak komşularıyla   iyi ilişikler içinde olmaya önem verdiğini belirtirken, İran'ın hiçbir zaman Arabistan'ı, bölgedeki konumundan  kenara itme amacında olmadığnı söyledi.

İran İslam Cumhuriyeti İstihbarat Bakanlığı, batı sınırlarından ülkeye sızmış ve terör eylemi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir terör örgütünün çökertildiğini bildirdi.Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran İslam Cumhuriyeti  İstihbarat Bakanlığı yaptığı açıklamada batı sınırlarından  ülkeye sızmış ve terör eylemi gerçekleştirmeyi hedefleyen bir terör örgütünün çökertildiğini bildirdi.

Tutuklalanan teröristler alındıkları sorgulamada , geçen günlerde Batı Azerbaycan eyaletinin Mahabad şehrinde meydana gelen olayları fırsat bilerek ülkeye sızdıklarını ve değişik terör eylemleri planlayarak, halkı galyana getirmeyi hedeflediklerini itiraf etti.

Bu dört kişilik terör grubundan çok sayıda silah ve techicat ele giçirildi.

Cumhurbaşkanı Ruhani, Tahran’da bulunan Suriye Meclis Başkanı’nı kabul ettği görüşmede, sonuna kadar Suriye’nin yanında duracaklarını belirtti.Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Tahran’da bulunan Suriye Meclis Başkanı Cihad Laham ile yaptığı ikili görüşmede, “İran halkı ve hükümeti sonuna kadar Suriye halkı ve hükümetinin yanında yer alacak” dedi.

Tahran’da düzenlenen görüşmede Ruhani ve Laham ikili ilişkilerin yanı sıra, Suriye’deki son durumu da ele aldılar.

Cumhurbaşkanı Ruhani, Suriye Meclis Başkanı ile düzenlediği görüşmede Suriye Ordusu ve halkının teröristlere karşı verilen mücadeleyi kazanacaklarını umduğunu belirterek, “Suriye halkı bazı ülke ve terör grupları tarafından çıkarılan ve  istenmeyen bir savaş ile yüz yüzeler ama bir ulus istediği taktirde tüm karmaşık komplolara  karşı direnebilir, aynen büyük İran halkının Mukaddes Savunma (İran-Irak Savaşı) döneminde ve bir çok ülkenin Saddam’ı desteklediğine karşın bu savaştan zaferle ayrıldığı gibi” dedi.

Ruhani ve Laham görüşmesinde, Suriye Meclis Başkanı ise Suriye halkı ve Cumhurbaşkanının  selamlarını ileterek, “Suriye halkı ve hükümeti,  dost ve kardeş İran halkının yaptığı yardım ve destekleri unutmayacak “ dedi.

İran ve Suriye meclis başkanları görüştü;
Laricani: “Suriye Terör ve Siyonist Rejim ile mücadelede öncü ülkedir”

 İran İslami Şura Meclisi Başkanı, Suriyeli mevkidaşı ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Suriye’nin terör ve Siyonis Rejim’e karşı mücadele konusunda öncü ülke olduğunu söyledi.Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, Tahran’da bulunan Suriye Meclis Başkanı Muhammed Cihad el Leham ile düzenlediği ortak basın toplantısında, terör belasının sadece tek bir ülkeye ait olmadığını belki tüm insanlığın ortak sorunu olduğunu belirtti ve teröre karşı mücadelede ise Suriye devletinin öncü konumda olduğuna vurgada bulundu.

Laricani ayrıca Suriye’nin yıllardan beri Siyonist İsrail Rejimi’ne karşı mücadele ettiğini ve günümüzde ise yinede bu konuda öncü ülkelerden olduğunu söyledi ve “Elbette son 4 yıl boyunca bazı ülkeler terör gruplarını destekleyerek, Suriye için bazı sorunlar çıkarmayı başardı ama Suriye halkının direnişi ile bu maceraperest hedefleri büyük oranda etkisiz hale getirildi” diye konuştu.

İslami Şura Meclisi Başkanı sözlerinin devamında ise bazı Batılı güçlerin ve bölgedeki hükümetlerin teröristlere verdiği desteği hatırlatarak “Biz Suriye halkının bu mücadelede başarılı olacağına inanıyoruz” dedi.

Pazartesi, 01 Haziran 2015 18:15

Mossad: İŞİD, en büyük hizmeti bize yaptı

Eski Mossad başkanı Efraim Helfi Lübnan Hizbullah’ının Suriye’de zor bir savaşa mecbur kalmasıyla İsrail’in nefes alma fırsatı bulduğunu itiraf etti.


Mossad eski başkanı: Hizbullah her gün Suriye’de İŞİD ile savaşmayla ve güçlerini yitirmeyle İsrail güvenliğine yardım etmiş oluyor.

Eski Mossad başkanı Efraim Helfi Lübnan Hizbullah’ının Suriye’de zor bir savaşa mecbur kalmasıyla İsrail’İn nefes alma fırsatı bulduğunu itiraf etti.

Helfi, Hizbullahın İŞİD gibi terör örgütüyle savaşmasıyla tarafların birlikte zayıflayacaklarını ve güçlerini yitirecekelrini ifade etti.

Buna karşı Hizbullah genel sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah son mesajlarında siyonist rejimi muhatap alarak Suriye’de teröristlere karşı savaş, Hizbullah’ı siyonist rejime karşı direnişten alı koymayacağını bildirdi. Dolaysıyla Suriye’de meşgul olma ve Güney cephesinde uzun zamandan beri operasyon yapmama asla İsrail’in menfatına olmayacağının altı çizildi.

Yakınlarda Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu çerçevesinde yayınlanan Ağustos 2012 tarihli ABD Savunma Bakanlığı İstihbaratı’nın 7 sayfalık bir belgesi, Suriye Muhalefeti’nin “açık ve net bir şekilde mezhepçi biz çizgide ilerlediği” ve “Selefilerin, Müslüman Kardeşler ve Irak El Kaidesi’nin Suriye’deki isyanın en büyük aktörleri oldukları” yönünde bilgiler veriyor.


ABD önderliğindeki koalisyon IŞİD’e karşı mücadele ediyormuş gibi yaparken aslında Esad’ın yalnızlaştırılması ve İran’ın genişleyen nüfuzuyla savaşmak için örgütün yükselişine yardım ediyor.

Diğer yandan, aynı “IŞİD karşıtı” koalisyon, bugünkü IŞİD’in habercisi olan Irak El Kaidesi (IEK) ve Irak İslam Devleti’nin (IİD) Suriye muhalefetindeki diğer El-Kaide bağlantılı gruplara nazaran çok da baskın konumda olduklarının en kötü ihtimalle 2012 gibi erken bir tarihte bile farkındaydı.

2009-2010 tarihlerinde gerileme sürecinde olan Irak El Kaidesi’ni Suriye’deki isyan hayata geri döndürdü. Buna rağmen, ABD ve müttefikleri bu gruba askeri ve finansal destek sağlamaya ve dahi bu grubun savaşçılarını eğitmeye devam edip, IŞİD’in yükselişini (ve insanlığa karşı suçların en dehşetlilerini) jeo-politik hedeflerine yönelik stratejik bir kazanım olarak gördüler.

Sadece IŞİD’in yükselişinin öngörülmesinden bahsetmiyoruz, aynı zamanda bu yükselmesi muhtemel gücün, mezhepçi Suriye muhalefetinin dış destekçileri tarafından Esad’a muhalefet edecek ve İran’ı sıkıştırabilecek bir araç olarak görülmesinden bahsediyoruz. IŞİD’in yükselişinin Musul’un ve Ramadi’nin düşmesi örneğinde görüldüğü gibi Irak için ne meşum sonuçlara gebe olduğu tahmin edildiği halde, ABD ve müttefiklerinin IŞİD’e yardım etmeye devam etmeleri ve desteklerini sunmaları bizi tek bir sonuca götürüyor: IŞİD, onların ya maksatlı bir ürünü, ya da politika tercihleri sırasında kabuledilebilir buldukları bir yan ürünleri.  

Yakınlarda Bilgi Edinme Özgürlüğü Kanunu çerçevesinde yayınlanan Ağustos 2012 tarihli ABD Savunma Bakanlığı İstihbaratı’nın 7 sayfalık bir belgesi, Suriye Muhalefeti’nin “açık ve net bir şekilde mezhepçi biz çizgide ilerlediği” ve “Selefilerin, Müslüman Kardeşler ve Irak El Kaidesi’nin Suriye’deki isyanın en büyük aktörleri oldukları” yönünde bilgiler veriyor.

IŞİD’in gelişinin habercisi olarak görülebilecek Irak El Kaide yapılanması, “Suriye Muhalefeti’ni başında beri desteklemekte” ve “2009-2010 yıllarında gerilemekte olmasına rağmen, bölgedeki dini ve aşiret yapıları Suriye İsyanı ile birlikte bu mezhepçi kalkışmaya yakınlık duymaya başladılar.” Elde bu veriler varken, “Batı, Körfez ülkeleri ve Türkiye muhalefeti desteklerken, Rusya, Çin ve Iran rejimin tarafını tutuyorlar.”

Dahası, “Irak İslam Devleti’nin diğer terörist örgütleri birleştirerek Irak ve Suriye’de bir İslam Devleti ilan edebileceği” ve yine “Doğu Suriye’de ilan edilmiş ya da de facto bir Selefi Emirlik kurulma olasılığı,” ABD Savunma Bakanlığı tarafından öngörülüyor. Bütün bunlar 2012’den sonra IŞİD’in kurulmasıyla gerçekleşen sürecin ta kendisi.
 
Bunlar öngörülmüş olasılıklar olmaktan daha ziyade “muhalefeti destekleyen dış güçlerin istedikleri,” ve bu isteğin amacı “[İran ve Irak’ın da aralarında bulunduğu] artan Şii nüfuzunda stratejik bir yeri olan Suriye rejimini izole etmek” olarak özetleniyor. Muhalefeti destekleyen güçler şeklinde ismi geçen ülkeler ise “Batı, Körfez ülkeri ve Türkiye.”

“Krizin geleceğine yönelik tahminlere” de yer veren raporda, “rejim yaşamaya devam edecek” ve halihazırda yaşanmakta olan gelişmelerin, süreci bir yanda İran, Rusya ve Çin, diğer yanda ise  Batı, Körfez ülkeleri ve Türkiye’nin yer aldığı bir “vekalet savaşına” evireceği söyleniyor. Dahası, rapor doğru bir şekilde Musul ve Ramadi’nin düşeceğini de öngörüyor:

“Durumun giderek kötüleşmesininin Irak’ta meşum sonuçları olacak… Bu durum, Irak El Kaidesi’nin Musul ve Ramadi’ye dönmesi için ideal çevre koşullarını yaratmakla kalmıyor, bu örgüt etrafında Irak, Suriye ve Arap Dünyası’ndaki Sünnilerin ortak düşmana karşı cihad fikri etrafında birleşmesini sağlayan bir enerjiyi de ortaya çıkarıyor.”

Bu hal, “üniter Irak ve onun toprak bütünlüğü için büyük bir tehlike arzedebilir.”

Bu sözünü ettiğimiz belge “gizli” olarak sınıflandırılmış ve yalnızca ABD Kamu Güvenlik Kurumu, Dışişleri Bakanlığı, Askeri İstihbarat Teşkilatı, FBI, CIA, Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanı, Merkezi Kumandanlık ve diğer birkaç kurum arasında dolaşımına izin verilmiştir. Bu “nihai istihbari bilgi” olarak kabul edilemeyecek ama yine de dolaşımdan önce güvenlik soruşturulması yapılmış bir istihbarat raporu.

Bu yüzden, şu anda IŞİD’le “savaşan” ABD önderliğindeki koalisyon, aşırıcı güçlerin hakim olduğu muhalefete yardım ederken ve onları “ılımlılar” diye nitelendirirken kamuoyuna yalan söylüyordu, ve yine aynı koalisyon bu yardımlarının sonucunda “İslam Devleti” kurulacağının farkındaydı, ancak Esad güçlerini zayıflatmayı ve İran nüfuzunu durdurmayı amaçlayarak bu yeni devlete yardım etmeye devam ettiler. Bir hukuk kuralıdır, “Bir şeyi yapan kimse, yaptığı şeyin muhtemel ve doğal sonuçlarına niyet ederek yapmış farzedilirler.” Dolayısıyla, IŞİD’in varlığı ve yükselişine yönelik niyetleri ispatlayan hiç bir belge olmasaydı bile, ABD ve müttefiklerinin mezhepçi muhalefete yönelik sürmekte olan yardımlarının “muhtemel ve doğal sonuçlarına” ulaşmak maksadıyla yaptıkları farzedilmelidir.

Dahası, Irak’ı, İran’ın istenmeyen “Şii” yayılmacılığının merkezine yerleştiren belge, Musul ve Ramadi’nin Sünni aşırıcıların eline düşeceği yönünde kehanetlerde bulunup, yine bu gelişmenin muhtemel İran yayılmacılığına set çekeceğini öngörüyor, tüm bunlar bizi şahidi olduğumuz IŞİD kazanımlarının, ABD’nin istemediği değil, bilakis arzu ettiği bir şey olduğu sonucuna götürüyor.

Musul ve Ramadi’nin düşmesini “muhtemel ve doğal sonuçlar” olarak görecek olursak, yine bu şehirlerin düşmelerinin ardındaki soru işaretlerini de gözönüne alıp, ABD önderliğindeki koalisyonun bu muhtemel sonuçları tahmin etmelerine rağmen yardım politikalarına devam ettiklerini de hatırlayacak olursak, bunun ABD ve müttefiklerince doğrudan ya da dolaylı maksatlı bir hareket olduğunu düşünebiliriz.

Musul’un Haziran 2014’deki düşüşünü Noam Chomsky’nin tarif ettiği şekliyle hatırlayalım:

“[Yaşananlar] gerçekten çok enteresandı. Batılı askeri analizler donup kaldılar. Ne olduğunu hatırlayın, Irak Devleti’nin bir ordusu var ve bu ordu savaşmayı bilen, tecrübeli bir ordu. İran-Irak savaşı süresince bu ordu oldukça sağlam durdu ve gayretli savaştı, nihayetinde de ABD’nin desteğiyle savaşın galip tarafı oldu.(?) Envai çeşit silahlarla donatılmış 350 bin kişilik bir ordu Irak ordusu. 10 yıldan fazla süredir de ABD tarafından eğitiliyor. Ve birkaç binlik hafif silahlı cihatçılarla karşı karşıya geldiklerinde, daha hiçbir şey olmadan generaller bırakıp kaçıyorlar. Bunları tabii, askerlerin bütün askeri silah ve mühimmatlarını arkalarında bırakarak kaçmaları izliyor. Ve cihatçılar Musul’a ve sonrasında da Irak’ın büyük bir kısmına doğru yürüyüşe geçiyorlar. Bu gerçekten çok ilginç bir vaka, ve eğer üzerinde biraz düşünürseniz, size birçok şey anlatabilir.”

Iraklı bir asker “Irak güvenlik güçleri bozulmuş bir şekilde komutanlarının liderliğinde kaçışmaya başladılar” diyor ve o günü şöyle anlatıyor:

“10 Haziran sabahında, komutanım ateşi kesmemizi, silahlarımızı asilere verip, üniformamızı çıkararak şehri terketmemizi emretti.”[1]

Özetle, Musul, savaşmanın ne demek olduğunu bilen 350 bin kişilik bir ordu tarafından, üç bölük yaklaşık 1300 kişilik[2] hafif silahlı cihatçılara, komutanların bilhassa silahları da terketmeleri ve kaçmaları yönün emir vermeleri üzerine terkedildi. Bu olaylar olurken Profesör Michel Chossudovsky şu soruları yöneltiyordu: Bu “harikulade” düşüş ABD önderliğindeki koalisyonun Irak’ta “artan Şii nüfuzunu izole etmek” için arzu ettiği bir şey miydi? Ya da “Batılı askeri danışmanları Iraklı komutanlara şehri IŞİD teröristlerine bırakmalarını mı tembihlediler?

Benzer şekilde, Ramadi’nin düşüşü de bir o kadar soru işaretleriyle dolu. Esasında, Irak’ı IŞİD’e karşı savunma sözü vermiş olan ABD önderliğindeki koalisyon, böylesi bir savaşta bahsedilmeye bile değmeyecek sayıda, sadece 7 kez, havadan müdahale ederek, Ramadi’nin düşmesine izin verdi. Bu yaptıklarının bahanesi olarak da bölgede yaşanan büyük bir kum fırtınasının onları düzenli hava saldırıları yürütmekten alıkoyduğunu söylemekle yetindiler. Hemen ertesi gün ise IŞİD günlük güneşlik bir gökyüzü altında geniş caddelerde zafer yürüyüşleri düzenledi. “Kum fırtınası” mazereti olmasaydı, ABD hava saldırıları bütün bu aşırıcı teröristleri kolayca haritadan silebilirdi. Evet, peki ama niye? Bu olay zaten ABD önderliğindeki koalisyonun “artan Şii nüfuzunu izole etmek için” arzuladığı bir durum değil miydi?

Irak Meclis sözcüsü Wahda Al-Jumaili, şehrin düşüşünün ardından verdiği demeçte şunları iddia etti: “Bu bir ihanetin, bir kusur ve ihmalin, bir komplonun, bölgesel ya da uluslararası bir entrikanın sonucu… Uluslararası koalisyon bile üzerine düşeni yapmadı. İnsanlar, uluslararası koalisyonun IŞİD’e silah ve mühimmat temin ettiğine şahit oldular. Ramadi’de terörist güçlere ağır silahlar verdiler. Bu uluslararası koalisyon güçlerinin ihanetidir.”

Bu maalesef Iraklı bir siyasinin IŞİD’e silah ve mühimmat yardımları yaptıkları için ABD önderliğindeki koalisyonu ilk suçlayışı değil, bilakis bu süregiden bir süreç, hatta bir seferindeIŞİD’e silah yardımı yapan iki İngiliz uçağı da Iraklılar tarafından düşürüldü. Irak milletvekili Jome Divan: “Uluslararası koalisyon IŞİD’i desteklemek için kullanılan bir paravan, bu terörist gruba gerekli teçhizat ve askeri malzeme ulaştırıyorlar. Koalisyon, IŞİD’in Irak’taki pozisyonunu zayıflatmak için hiçbir şey yapmadı.” diyor ve Jome Divan, bu tür iddiaları dillendiren bir çok Iraklı milletvekilinden sadece birisi.

Olayların Irak’a sıçraması, Musul ve Ramadi’nin düşmesi, Batı’nın Suriye politikasının muhtemel ve doğal sonuçlarından, örneklerde de görüldüğü gibi bazı durumlarda Batı bu şehirlerin düşüşüne yardım bile etmiş durumda, yani en iyimser ihtimalle bu sonuçları İran ve Suriye’ye karşı kullanılabilir ve dolayısıyla kabuledilebilir buluyorlar, kötümser senaryo ise Irak’ın toprak bütünlüğüne bilerek kastettiler.

Tüm bunları veri olarak kabul edersek, ve ABD önderliğindeki koalisyonun muhtemel bir “İslam Devleti”nin kurulmasından haberdar oldukları halde yardımlara devam ettiklerini gözönüne alır, Musul ve Ramadi’nin düşüşünün bu politikaların “muhtemel ve doğal” sonucu olarak görür, onlarca Iraklı siyasinin iddialarını ciddiye alır ve ciddi bir sorgulamaya girişebilirsek, IŞİD’in çıkışının ve bu şehirlerin ani düşüşlerinin ardında çok da inanması kolay, ancak bir o kadar da netameli, bir açıklama yatmakta: IŞİD, Made in America!

Steven Chovanec, Chicago’da yaşayan bağımsız siyasi analist ve yazar. Roosevelt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Sosyoloji departmanında öğrenimini sürdüren Chovanec, jeopolitik ve toplumsal konularda açık istihbaratı kullarak bağımsız araştırmalar sürdürüyor.

Çev: Mehmet Ali Beygider

Steven Chovanec
 
globalResearch.ca
 
[1] Cockburn, Patrick. “The Rise of ISIS.” The Rise of Islamic State: ISIS and the New Sunni Revolution. Brooklyn, NY: Verso, 2015. 15. Print.
 
[2] Adı geçen eser, sayfa 11.

medyasafak

Suriye haber kaynakları, Siyonist rejimin en tehlikeli casusunun Şam'da tutuklandığını belirtti.


İrna'nın Suriye'nin Cehina News internet sitesinden naklen verdiği haberde, Suriye güvenlik kaynaklarının, İsrail'in en tehlikeli casusu Ammar El Hendi'yi Şam'da tutukladıkları belirtildi.
Bu habere göre Suriye güvenlik kaynakları, El Hendi hakkındaki dakik incelemeler ardından sözkonusu kişinin İsrail'in Mossad casusluk örgütüyle işbirliği içinde olup, bu örgüt tarafından mali destek görmesinden emin olduktan sonra onu tutukladıkları bildirildi.
El Hendi'nin şimdiye kadara başta Suriye ilmi araştırmalar başkanı olmak üzere, Şam'ın Berze bölgesinde ordunun bazı özel güçlerine yönelik terör girişimlerinde bulunduğu belirtildi.011/

Çoğu İslami kavramlar gibi bu kavramlar da bugün artık zalimlerin elinde silah olarak işlev görmekte, zulme itiraza karşı zalimi koruyacak kalkanlar olarak devreye girmektedirler. Vaziyet öyle bir hal almış durumdadır ki, hiçbir zalim eleştirilememektedir, açık ve gizli yaptıkları ihanetler gündeme alınamamaktadır, buna teşebbüs edenler su-i zanla suçlanıp kendilerine hüsn-ü zan tavsiye edilmektedir.


Tahrifin okulunda yetişip ‘usta’laşmış olan zihinlerin, şeklini ortadan kaldıramadıkları için içeriğini değişikliğe uğratıp manasını bozdukları en mühim İslami kavramlardan ikisidir hüsn-ü zan ve su-i zan. Bu iki kavram kardeşliği pekiştirip düşmana karşı birleşmeyi hedef aldıkları halde, bugün düşmanlarla kardeş olma gibi haktan sapmış bir bilincin temelini oluşturmaktadırlar. Çoğu İslami kavramlar gibi bu kavramlar da bugün artık zalimlerin elinde silah olarak işlev görmekte, zulme itiraza karşı zalimi koruyacak kalkanlar olarak devreye girmektedirler. Vaziyet öyle bir hal almış durumdadır ki, hiçbir zalim eleştirilememektedir, açık ve gizli yaptıkları ihanetler gündeme alınamamaktadır, buna teşebbüs edenler su-i zanla suçlanıp kendilerine hüsn-ü zan tavsiye edilmektedir. Bu hüsn-ü zan ise ‘hoşgörü’ şarabıyla sunulduğu için zihinler sarhoş olmakta, idrakler körelmektedir. Böylece zulüm, dokunulmazlık zırhına büründüğünden, göreceli ‘ahlak’ ve ‘iman’ perdesinin gizlediği cinayetlerine ve fecaatlerine rahatça devam edebilmektedir.


Zulme rıza olarak tezahür eden ‘ahlaksızlığın’ şekilsel takva ile süslendiği İslami toplumlarda, resmi dinin tabiileri, iç dünyalarını temizlemek adına dış dünyadaki olup bitenlere ses çıkarmamayı ve onları ‘görmez’den gelmeyi imanın bilmem kaçıncı şartı olarak sunmuşlar , böylece ‘ağrısız başlarını ağrıtmadan’ hem dinlerini hem de ahiretlerini kurtarmanın (!) yolunu keşfetmişler, bu yol onları duble yollar ile süfyanilere bağlamış ve bu bağ nefislerinde hiç kopmayacak kulpa dönüşmüştür. Artık yaşadıkları riyazetin ve ‘diyanet’in kaynağı olan süfyaniler dinlerinin en takvalı liderleri olarak haklarında sadece hüsn-ü zannın geçerli olabileceği masumiyete sahip varlıklar haline gelmişlerdir. Zira onlara karşı su-i zan, bunca iç temizliğine (!) müsaade eden sisteme karşı su-i zandır ki eğer onlar olmazsa içimiz de dışarısı gibi bozulacaktır. Her ne kadar dışarıda faiz, kumar, fuhuş ve bilimum haramlar helal edilmiş olsa da namaza niyaza dokunulmadığı için ve o haramları helal kılanların ağızlarından ‘Allah’ lafzı eksik olmadığı için bahsi geçen haramlara ‘helal’ sertifakası verilebilir ve bu haramlar ‘görmez’den gelinebilir.

İşte bu bilinç(!) su-i zannı nefretle yad edilmesi gereken bir kavram olarak sunarken, hüsn-ü zannı baştacı eder ve her kötülüğün içinde iyiyi(!) arar bulur. Bu öyle bir bilinçtir ki eğer kötülüğün içinde iyiyi bulamazsa ‘üretir’. Ve her halükarda hızla akan kanı yavaşlatmayı başarır. Bu yüzden bu bilinci (!) oldukça seven süfyaniler, bu bilincin üretim kaynaklarına daima yatırım yapar, onların, dünyalarını da rahat yaşayacakları ortamlar hazırlarlar. Bir milyonluk aracı yakıştıramaz, üç milyonluk araç tahsis ederler yetmez uçağı da olsun derler. Zira kendi ellerindeki tüm dünyalıkların varlığının garantisi bu sapkın bilinci hak diye halka pazarlayanlardır. ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmeyeceğini’ siyonist atalarından öğrenenler, Bel’amlara karşı da nasıl davranmaları gerektiğini aynı atalarından öğrenmişlerdir ve saltanatlarının hemen yanı başında onlara da bir koltuk ayarlamışlardır. Bugün ‘oda’ olarak tezahür eden o koltuklar, dünün Karun’larının, Haman’larının ve Bel’am’larının yanlışlarından ders alıp yeni metodlar üretenlere bugünün süfyanilerinin minnet borcudur zira.

Aslında kötülüğün içinde iyiyi bulma veya kötü yönlerini görmektense iyi yönlerini görme o kadar sihirli bir sözcüktür ki yere atılınca yılana dönüşen ipler bile bu kadar tesirli etki bırakamaz halkların gönlünde. Böylece halklar, gözlerine hiçbir zulmü ve günahı, hiçbir gözyaşını ve acıyı, hiçbir ihaneti ve baskıyı göstermeyen süfyani markalı gözlükler takılmış olan ve hastalığından bihaber neşeli tipler diyarı sakinleri haline getirilir. Bu sükunet ise iyiye değil kötüye yarar. Çünkü kötülüğü görünmeyen kötü, yeni kötülüklerini işlemekten de sakınmayacaktır. Ve yine ‘gör(ün)mez’ olacaktır. Ve ne hikmetse kötülükten iyilik arayanlar hiçbir iyiliğin kaynağını aramamakta, saf iyiliğe ulaşmak için hiçbir çaba sarfetmemekte, kötüye niye rıza göstermeleri gerektiğine dair bizi tatmin edecek bir tek delil sunamamaktadırlar. Bunlar sanki halklar illaki kötüye mahkumlarmış gibi bir izlenim oluşturmakta bunu oluşturabilmek için de daha kötüyü gündeme getirmektedirler. Akıllarına asla hiçbir kötüye razı olmama seçeneği gelmemekte, bu yüzden boyun eğme baş kaldırmadan daha ‘iyi’ görünmektedir. Böylece ‘çalan’ ama ‘çalışan’ların varlıklarına ‘şükür’ bilinci zillet olarak damarlarında gezmektedir.

Peki bu kadar tahrife uğramış olan hüsn-ü zan ve su-i zan nedir? İslam bu kavramlarla neyi amaçlamaktadır. Bu kavramların muhatapları kimlerdir? Herkese hüsn-ü zan gerekmekte midir? Veya su-i zan hakikaten o kadar kötü müdür? Gelin hep beraber bu sorulara cevap arayalım ve bu terimlerin literatürdeki karşılıklarına bakarak açıklamaya ve bu terimleri bayraklaştıranların dertlerini deşifre etmeye devam edelim.

Malumunuzdur ki hüsn-ü zan genellikle birileri veya bir olay hakkında içeriğini tam olarak bilmeksek bile iyi ve olumlu düşünme, su-i zan ise bunun tersi olarak kötü ve negatif düşünmedir. Hüsn-ü zannı genel geçer tek kural olarak dayatanlar genellikle ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.'(Hucurat 12) ayetini delil getirirler ve başkaları hakkında kötü düşünmenin haram olduğunu vurgulayarak bizlerin siyasi eleştirilerimizi eleştirirler. Dedikleri hem doğru hem yanlıştır. Zira ayette bile ‘zannın bir kısmı günahtır’ ve ‘çoğundan’ kaçının ibareleri mevcutken tüm ‘zan’ları hele bir de delile dayanıyorlarsa red etmenin bu ayetle ilgisi yoktur olamaz da. Ama diyelim ki doğru söylüyorlar ve bu ayet vb. ayetler de bütün ‘zan’lardan kaçınmamız emrediliyor, peki ayet kimler hakkında zandan kaçınmamızı emrediyor? Kimlerin kusurunu araştırmamızı yasaklıyor?

Açıkça ortadadır ki yukarıdaki ayet ve Kur’an’daki zan ile ilgili ayetlerin tümünün muhatabı mümin kardeşlerimizdir ve bir müminin başka bir mümin hakkında bilgiye sahip olmadan fikir yürütmesi haramdır, onun açığını araştırması yasaklanmıştır. Ama ne bu ayet ve ne de diğer ayetler zulmedenler hakkında nazil olmamıştır. Yani zulmedenler hakkında konuşmamızı onları eleştirmemizi ve yaptıklarını ve hatta yapabileceklerini ifşa etmemizi engellememektedirler. Ne ayetler ne de hadisler bizleri zalimlere karşı hoşgörüye çağırmamakta onlardaki ‘iyiliği’ görmeye davet etmemektedirler. Tahrif edilmemiş hiçbir İslami kaynakta herhangi bir zalime hüsn-ü zan edilmesi gerektiğine dair tek bir ibare yoktur zaten olamaz da. Aksine zalimleri teşhis edebilmemiz için onların tanımlaması yapılmış, münafıkların icraatleri ve tıynetleri hakkında kapsamlı bilgiler verilmiş ve onlardan uzak durmamız onlarla savaşmamız emredilmiştir. Hatta ‘bir mümin aynı delikten iki kez ısırılmaz’ diyen Resulullah s.a.a., daha ısırılmadan önce aynı delikteki yılan hakkında tedbirli olmayı ve su-i zan da bulunup ‘elimi oraya sokarsam yine beni ısırır’ bilincine ulaşmayı imanın nişanesi saymıştır. Allah c.c. geçmiş zalimlerden ve batıl ehlinden bahsederken zamanımızın zalimlerini ve münafık idarecilerini tanımamız için bahsetmiş ve tedbirli olmayı yani onlara karşı su-i zan da bulunmayı bize farz kılmıştır. ‘Onlara meyletmeyi'(Hud 113) dahi ateşin dokunması için yeterli sebep olarak gösteren Allah (c.c.) bu tiplere karşı su-i zannı değil de hüsn-ü zannı emretmiş olabilir mi?

O halde şunu tam olarak idrak etmek gerekir ki hüsn-ü zan toplumsal yaşantımız içinde muhatap olduğumuz kardeşlerimiz için gereklidir ve onlar hakkında mümkün mertebe olumlu düşünmek durumundayız ki ümmet olarak var olan bağımız güçlensin ve şeytan, kurşunla kenetlenmiş bir bina gibi kurduğumuz safımıza sızamasın. Ve zalimler ayrılığımızın ve düşmanlığımızın bağında yetişen meyvelerden beslenemesinler. Bu yüzden müslüman kardeşlerimize özellikle bireysel ilişkilerimizde su-i zan, İslam’ın onaylamadığı bir durumdur. Ama, toplumu ilgilendiren herhangi bir meselede ve yaptığı ve yapacağı fecaatleri toplumu ve toplumun imanını etkileyecek olanlara karşı hüsn-ü zan haramdır. Onlara karşı yüreğimizde taşıyacağımız tek his su-i zan olmalıdır ki bir kez daha tuzaklarına düşmeyelim. Bunun dışında bizi yönlendirip bireysel ilişkilerdeki kuralı toplumsal ilişkilerdeki kurala atfetmeye çalışarak bugünün münafıklarını ve zalimlerini ‘ak’lama ve paklamaya çalışanların kendileri de su-i zannımızın muhatabıdır ki bu bizi onlara karşı teyakkuzda tutmakta ve böylece sapmamızı engellemektedir. Nasıl ki geçmişi sürekli tecavüzlerle dolu olan birinin, küçük bir kız çocuğunun başını okşadığını gördüğümüzde ‘ıslah olmuştur nasıl olsa’ diyerek hüsn-ü zan da bulunmayıp hemen tedbir alacaksak, tarihi zulüm ve nifak ile dolu olanların, siyonizmin emirleri ile hareket edenlerin ve müslümanların kanına her coğrafyada girenlerin gülümseyen yüzlerine de aldanmayacağız.

Velhasıl devir vahdet devridir. Devir mümin kardeşlerimize el uzatma ve ümmet arasında hüsn-ü zan devridir. Ama devir aynı zamanda ümmetin gücünü zalimlere peşkeş çekmeye çalışanlara karşı da su-i zan devridir. Uyanık olma ve tedbir alma devridir. Bizden görünseler de bizim gibi yaşamayan, bizim dilimizi konuşsalar da başkaları ile anlaşan, bizim topraklarımızda dolaşsalar da başka topraklara vefa borcu olanlara karşı hüsn-ü zan zillet, su-i zan ise izzet demektir.

İslam İnkılabı Muhafızları Ordusuna bağlı Kudüs Ordusu Komutanı General Süleymani, memleketi Kerman’da yaptığı konuşmada, Amerikan’ın IŞİD ile mücadelede ciddi olmadığını söyledi.

Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İslam İnkılabı Muhafızları Ordusuna bağlı Kudüs Ordusu Komutanı General Kasım Süleymani, Kerman eyaleti gazi ve Mukaddes Savunma dönemi mücahitleri ile yaptığı görüşmede, “Amerika, Irak halkını korumak bahanesi ile Ramadi’nin kaç kilometreliğinde varken, IŞİD nasıl bu kadar cinayet yapabiliyor ve Amerikalılar tarafından ise bunlara karşı hiç bir şey yapılmıyor? Bunun kurulan koploda suç ortağı olmaktan başka bir anlamı var mı?”Diye konuştu.

General Süleymani, Obama’nın buraya kadar IŞİD ile mücadele konusunda hiç bir halt etmediğini belirterek, “Bu davranışlar IŞİD ile mücadele konusunda ciddi olmadıklarını göstermiyor mu?” dedi ve “İran IŞİD ile mücadele konusunda ciddi olan ve gerçek anlamda mücadeleye girişen yegane ülkedir” diye ekledi.

Kudüs Ordusu Komutanı aynı zamanda memleketi de olan Kerman eyaleti gazilerine karşı yaptığı konuşmada İran’ın, Irak topraklarında veya petrolünde gözü olduğu konusunda bazı komik söylentiler olduğunu hatırlattı ve “İran’ın, Irak’ın petrolü veya toprağına hiç bir ihtiyacı yok ama eğer IŞİD ile savaşıyor ise de bu ulusal çıkarları çerçevesindedir” dedi.

"Tüm gücümüzü ve imkanlarımızı tekfirci gruplara karşı mücadele için seferber edeceğiz...Bugünden sonra artık sessiz kalmayacağız, tekfircilerle yürütülen savaş var olma ve dini bir savaştır..."


Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah İslami Direnişin gazi ve yaralılarıyla yaptığı bir görüşmede çok önemli açıklamalar yaptı.

Al Akhbar ve Fars News'in bildirdiğine göre Nasrallah "Lübnan'ın şartlarının 1982 yılından (İsrail işgali) daha tehlikeli olduğunu" belirterek yakında gerçekleştirilecek bir genel seferberlik ihtimalinden söz etti

Nasrallah konuşmasından öne çıkan başlıklar;


"Artık daha fazla sessiz kalmayacak ve hiç kimseyi idare etmeyeceğiz. Bu, direnişin varlık yokluk savaşıdır. Onur ve din savaşıdır. Gün seferberlik günüdür. Buna herkes katılabilir, isterse sadece dille olsun. Herkes bu seferberliğe katılabilir. Halkın gözünde itibarı, nüfuzu ve söz hakkı olan, herkes bu seferberliğe katılmalıdır, âlimler konuşmalıdır.

Konuşmadan aktarılanların çevirisini sunuyoruz:

Bu yolu Sıffın'a kadar sürdüreceğiz

Önümüzdeki merhaleler için ümitsiz olmaya gerek yok. Bu merhalede tekfircilerle mücadele için tüm güç ve imkanımızı kullanacağız... Her mekanda ve sınırsız bir şekilde ve hiç kimseden utanmadan açık bir gözle mücadele edeceğiz. Bizim bu seçeneğimizden hoşlanmayanlar nasıl uygun görüyorlarsa öyle davransınlar. Moralimiz iyi ve güçlü olmalı. Zaferlerimizi küçük göstermek isteyen ya da inkar edenlere aldırış etmiyoruz, hatta tüm şehirlerimiz de düşşe irademizde zayıflık olmaz... Allah bu savaşı bize vacip kıldı, tıpkı Resulullah (s.a.a.a) ile birlikte olanlara Bedir Savaşını ve Hayber'e kadarki diğer savaşları vacip kıldığı gibi... Bu yolu Sıffın'a kadar sürdüreceğiz ve kim sabit kadem durursa maksada ulaşacak.

Artık Arabistan, Katar ve Türkiye arasındaki ihtilaflar son bulmuştur ve hepsi karşımızda birleşmiş durumdadır

Önümüzde üç seçenek var: 1) Geçmişteki dört yıldan daha fazla savaşmak 2) Teslim olmak suretiyle kadın ve kızlarımızın boğazlanıp esir olmasına göz yummak 3) Ya da Filistin'in işgali gibi yeni bir faciayla yüzleşmek, sürgün olmak. 

Eğer bu savaşta yarımız şehid düşer ve diğer yarımız sağ kalır ve izzet ve şerefle yaşarsa bu bizim için daha iyidir. Hatta bu savaşta dörtte üçümüz şehid olsak ve geriye dörtte birimiz kalsak, ama izzet ve şerefle yaşamaya devam etsek bu da iyidir. Elbette inşallah bu kadar şehid vermeyeceğiz fakat fiili durum büyük fedakarlıklar gerekmektedir, zira saldırı büyüktür. Artık Arabistan, Katar ve Türkiye arasındaki ihtilaflar son bulmuştur ve hepsi karşımızda birleşmiş durumdadır.

Artık her kim başkalarını gönülsüz kılıp morallerini bozar ve bundan başka söz söylerse ahmak, kör ve haindir. Amerikan elçiliğinden beslenen Şiiler hain ve satılıktırlar ve bizim bu konudaki kabulümüzü asla değiştiremezler.

Artık daha fazla sessiz kalmayacak ve hiç kimseyi idare etmeyeceğiz. Bu, direnişin varlık yokluk savaşıdır. Onur ve din savaşıdır. Gün seferberlik günüdür. Buna herkes katılabilir, isterse sadece dille olsun. Herkes bu seferberliğe katılabilir. Halkın gözünde itibarı olan herkes bu seferberliğe katılmalıdır, alimler konuşmalıdır. Önümüzdeki aşamada da tüm halk için genel seferberlik ilan edebiliriz. Her yerde savaşabiliriz diyorum. Bugün kimse karşısında susmayacağız. Her kim bizim karşımızda durur ve sözle buna engel olmak isterse gözlerinin içine bakacak ve sen hainsin diyeceğiz, ister büyük olsun ister küçük.

Suudi Arabistan’ın doğu bölgesindeki Kutayf ilinde bulunan ve Cuma namazı kılındığı sırada bir Şia camisine yönelik düzanlenen intihar saldırısında çok sayıda şehit ve yaralı olduğu aktarılıyor.
 

Suudi Arabistan’ın doğu bölgesindeki Şiiler’in çoğunlukta olduğu Kutayf ilinde ve Cuma namazı sırasında bir camiye düzenlenen intihar saldırısı sonucu en az 30 kişi şehit olurken, 50’nin üzerinde de yaralı var.

Suudi Arabistan’ın Şii nufusun çoğunlukta olduğu doğu bölgesindeki Kutayf eyaletinde ve Cuma namazı sırasında İmam Ali (as) Camisi’ne yöenelik düzenlenen bombalı intihar saldırısı sonucu son bilgilere göre 21 kişi hayatını kaybederken 123 kişi de yaralandı.

Dışişleri Bakanlığı’ndan;Suudi Arabistan’da camiye düzenlenen terör saldırısına kınama
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Suudi Arabistan’ın Kutayf eyaletinde dün Cuma günü bir camiye düzenlenen bombalı terör saldırısını kınadı.

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Merziye Afham, Cuma namazı sırasında Suudi Arabistan’ın doğusunda bulunan Kutayf eyaletinde bir Şia camisine düzenlenen bombalı intihar saldırısı ile ilgili yaptığı açıklamada, birçok günahsız kişinin hayatını kaybetmesine neden olan bu terör saldırısını şiddetle kınadıklarını açıkladı.

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Afham, ayrıca bu terör saldırısını düzenleyen kişi veya kişilerin ortaya çıkarılarak cezalandırılmasının altını çizerek, “Terör ve aşrıcı gruplarla mücadele ve maceraperest dış pılitikadan kaçınmak atılması gereken en zaruri adımlardır” diye konuştu.