
کارگر
Fransız ve Amerikan savaş gemilerinden İran Deniz Filosu’na özür
İran Deniz Kuvvetleri’ne ait 34. Deniz Filosu’nun Aden Limanı yakınlarında koalisyon güçlerine ait savaş gemilerine verdiği uyarı sonucu, Fransız ve Amerikan savaş gemileri İranlı taraftan özür dileyerek rotalarını değiştirdi.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, bugünlerde Bab el Mandab boğazında bulunan , İran İslam Cumhuriyeti Ordusu Deniz Kuvvetleri’ne ait 34. Deniz Filosu 9 Mayıs gecesi Aden limanı yakınlarında seyr ederken, bölgede bulunan Amerikan ve Fransız savaş gemileri ve Amerikan uçak gemisinden kalkan helikopter ve savaş uçakları İran filosuna uluslararası anlaşmalar gerği uyulması gereken 5 mil'lik mesafeden daha fazla yakınlaşmak istedi ama İranlı deniz komutanlarının uyarısı üzerine özür dileyerek sahneyi terk etmek zorunda kaldı.
İran Ordusu Deniz Kuvvetleri’ne ait ve Alborz muhribi ve Buşehr lojisitik kruvazöründen oluşan 34. Filo geçen günlerde ise ybancı bir ülkeye ait bir ticari gemiyi deniz korsanlarının elinden kurtarmıştı.
Laricani: “Irak’ın toprak bütünlüğünü destekliyoruz”
İslami Şura Meclisi Başkanı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi eski başbakanı ile bir araya geldiği görüşmede, İran’ın sonuna kadar Irak’ın toprak bütünlüğünü destekleyeceğini belirtti.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran İslami Şura Meclisi Başkanı Ali Laricani, Irak Kürdüstan Bölgesel Yönetimi eski başbakanı ve KYB genel sekreter yardımcısı Berhem Salih ile gerçekleştirdiği ikili görüşmede, İran ve Irak arasında kardeşliğe dayalı ilişkilerin hakim olduğunu hatırlattı ve “İran İslam Cumhuriyeti her zaman Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olacak ve Irak’ın toprak bütünlüğünü savunacaktır” dedi.
Larican Iraklı siyasetçi ile bir araya geldiği görüşmede Batı’nın Irak ve Suriye’yi bölmek ve parçalamak için ortaya attığı planları eleştirerek, “Bazı Batılı liderler yanlış düşüncelerince bölge ülkelerini bölerek ve parçalara ayırarak bölgede karşı karşıya oldukları sorunlarını hal edebileceklerini düşünüyorlar o haldeki bu plan ve düşünce tamamen yanlış ve gerçek dışıdır”diye konuştu.
İslami Şura Meclisi Başkanı ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olduğunu belirterek, “Iraklı Kürt, Şia, Sünni ve tum mezhep ve grupların temsilcisi olarak ulusal birlik hükümetini savunmak tüm sorunları yenmenin tek yoludur” dedi.
Bu görüşmede Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi eski başbakanı ve KYB genel sekreter yardımcısı Berhem Salih ise Batılı ülkelerin Irak’ın huzurunu bozmasına izin vermeyeceklerini belirterek, İran’dan Irak halkı ve Bölgesel Kürt Yönetimi’ne verdiği desteklerden ötürü teşekkür etti.
Şartlar ne olursa olsun Suriye halkının yanındayız
Söylentilerden biri İran’ın Suriye’den vazgeçtiği yönündeydi ki bunun hiçbir aslı temeli yok. Birkaç gün önce İmam Hamenei yaptığı bir konuşmada bu meseleye işaret etti ve müzakerelerin yalnızca nükleer meseleyle sınırlı olduğunu, nükleer program dışında hiçbir konunun müzakere edilmediğini açıkladı. Dolayısıyla İran’la ilgili bu söylentilerin hiçbir şekilde aslı astarı yok.
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, İdlib’de sahadaki bir gelişmeyle ilgili olarak Suriye’ye yönelik psikolojik savaşın tırmandırıldığını söyledi.
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Salı akşamı yaptığı konuşmasının Suriye’deki gelişmelerle ilgili bölümünde de şunları söyledi.
Suriyeliler, Lübnanlılar ve bu bölge sakinleri, İdlib’in Cisr eş-Şugur kasbasının silahlı gruplar tarafından ele geçirilmesi üzerine medyanın yaydığı büyük bir söylenti ve baskı dalgası ile karşı karşıya kaldı.
Bu medya baskısını görsel ve yazılı basında ve internet sitelerinde gözlemlemek mümkün. Bütün bu medya baskıları, hedefsiz bir medya savaşından başka bir şey değil. Bunlar yıllardır kara operasyon odalarında bölge ülkelerine yönelik psikolojik savaş için idare ediliyor ve her bir olay ve fırsatta bundan halkı hedef alan bir psikolojik savaş için yararlanılıyor.
Bu şayialardan sonra bazı medya organları, Suriye gelişmelerindeki mezhebi boyuta yoğunlaştı. Bu psikolojik savaşın hedefi, ‘İdlib ve Cisr eş-Şugur’un düşmesiyle Suriye yönetiminin işi bitti, Suriye yönetimi son günlerini yaşıyor’ algısının oluşturulmasıydı.
Bununla Suriye ordusunun mücadele gücünü yitirdiği ve çökmekte olduğu imajı yaratılmak istendi.
Bazı medya organları bu psikolojik savaş çerçevesinde, Suriye’nin müttefiklerinin Suriye’den vazgeçtiğini, İran’ın nükleer meseleden dolayı Suriye’yi sattığını, Rusya’nın Suriye’yi terk ettiğini iddia ettiler.
Psikolojik savaşın hedefi Suriye’nin direncini kırmak
Ayrıca Suriye’deki iç durumla ilgili yalan haberler yayımladılar. Suriye’de yaşamın zorlaştığını, halkın kaçmayı düşündüğünü iddia ettiler, özetle tuhaf bir Suriye görüntüsü yaydılar.
Onların yalanlarından biri şuydu: Suriye’nin sahil bölgeleri çöküş aşamasında çok sayıda Suriyeli Alevi, sahil bölgelerinden Lübnan sınırına doğru kaçıyor, Lübnan hükümeti onların girişine engel olmaya çalışıyor. Hizbullah, Alevilerin Lübnan’ girişine izin verilmesi için Lübnan hükümetine baskı yapıyor. Bunlar içi boş yalanlar…
Ayrıca Suriye yönetiminin Şam’daki ve diğer yerlerdeki Alevilerden evlerini terk etmelerini istediğine dair söylentiler yaydılar. Bunlar temelsiz, aslı astarı olmayan söylentiler.
Biz şu an Suriye direnişinin azim ve iradesini kırmaya yönelik bir psikolojik savaşla karşı karşıyayız.
Bu yalanların ve söylentilerin bir diğer hedefi, Suriye halkına dayatılan 4 yıllık uluslararası savaşın acizliğini gölgelemekti.
Bazı noktalarda bu tür söylentilerin sonuç vermesi mümkündür. Bu meseleye IŞİD’le ilgili olarak Musul’da ve bazı Irak kentlerinde tanık olduk.
Şartlar dört yıl önce daha zordu
Birinci olarak hiç kimse bu söylentileri ve psikolojik savaşı dikkate almamalıdır. Özellikle Lübnanlılar ve Suriyeliler bu yalan ve söylentilerin psikolojik savaşın bir parçası olduğunu, bunun yeni bir şey olmadığını ve 4 yıldır bu tür söylentilere ve yalanlara tanık olunduğunu anlarlar.
Dört yıl önce bu söylentileri Şam ve Halep’teki çatışmaların çok daha zorlu, şartların da çok daha ağır olduğu dönemlerde de duymuştuk. O dönemde şartlar şimdikine göre çok daha kötüydü.
Bugün Suriye içinde de uluslararası alanda da şartlar çok daha fazla değişti. Dolayısıyla bu durum bizim bu söylentileri veya öngörüleri dikkate almamamıza neden oluyor.
İran ve Rusya söylentilerinin aslı yok
Söylentilerden biri İran’ın Suriye’den vazgeçtiği yönündeydi ki bunun hiçbir aslı temeli yok. Birkaç gün önce İmam Hamenei yaptığı bir konuşmada bu meseleye işaret etti ve müzakerelerin yalnızca nükleer meseleyle sınırlı olduğunu, nükleer program dışında hiçbir konunun müzakere edilmediğini açıkladı. Dolayısıyla İran’la ilgili bu söylentilerin hiçbir şekilde aslı astarı yok.
Aynı şey Rusya için de geçerli. Ben İran’a kıyasla Rusya’dan daha fazla bilgi sahibiyim. Rusya’nın Suriye konusundaki politikasını değiştirdiği yönünde en küçük bir belirti yok. Dolayısıyla sahada bir gelişme olduğu zaman sahadaki sebepleri dikkate almak gerekiyor.
İdlib ve Cisr eş-Şugur gelişmeleri konusunda silahlı grupların ve Suriye ordusunun durumuna, askeri ve lojistik meselelere dikkat etmemiz gerekir.
Bir saha gelişmesini incelerken bölgesel, uluslararası meseleler, müttefikler ve Suriye’nin iç durumu gibi konulara girmek doğru değil.
Suriye yönetiminin ve ordusunun çöktüğü nasıl söylenebilir? Suriye ordusu birçok cephede direnişini sürdürüyor ve her gün bu ordudan yeni bir zafer duyuyoruz.
Dolayısıyla sahadaki bir gelişmeyi değerlendirirken tekrar aynı sorunlarla karşılaşmamak için sahadaki sebepleri ve sorunları göz önünde bulundurmalıyız. Her savaşın muhtelif dönemleri vardır. Bir tarafın bir sahada zafer kazanması, savaşta zaferi kazandığı anlamına gelmez.
Dört yıldır ordu, Ulusal Savunma Güçleri ve Suriye’nin müttefikleri birçok zaferler kandılar; ama bu savaşta zafer kazandıklarını iddia etmediler. Bir tarafın sahada yenilmesi mümkündür; ama bu, savaşta yenildiği anlamına gelmez.
Bu psikolojik savaşı yürütenler, sahadaki değişimle birlikte kendi taraftarlarını umutsuzluğa düşürüyorlar. Kimse bu söylentilerden etkilenmemeli.
Biz bu duruma Lübnan’da tanığız. Bu ülkedeki bazı vatandaşlar bu söylentiler karşısında aceleci davranıyorlar; ama bir müddet sonra bunun asılsız olduğunu anlıyorlar.
Şartlar ne olursa olsun Suriye halkının yanındayız
Bu vesileyle aziz Suriye halkına diyorum ki sahadaki şartlar her ne olursa olsun Suriye halkının yanındayız ve öyle kalacağız. Şimdiye kadar bulunmamız gereken her yerde var olduk. Bundan sonra da bulunmamız gereken her yerde var olacağız.
Son dönemde öyle yerlere girdik ki geçen yıllarda oralara girmemiştik. Biz Suriye’deki bu savaşın yalnızca Suriye halkına ait bir savaş olmadığına inanıyoruz.
Biz bu savaşa duygusal, şahsi, partisel, grupsal sebeplerle girmedik. Doğru bir teşhisle bu savaşa girdik. Teşhisin tüm kanıtları, bizim Suriye gelişmeleri konusundaki anlayışımızı teyit ediyor.
Suriye’yi savunmak, Lübnan’ı Filistin’i, tüm bölgeyi savunmaktır. Dolayısıyla kinleri bir tarafa bırakıp tüm açıklığıyla şu meseleyi düşünmeliyiz: Eğer silahlı gruplar Suriye’ye hakim olsaydı, Suriye, Lübnan ve bölge halklarını nasıl bir kader bekliyor olurdu?
Bölgeye şöyle bir bakılarak bu soruya cevap verilebilir. Biz sorumluluklarımızı yerine getireceğiz.
İslam İnkılabı Rehberi: “Tehdit ve baskı altında yapılan müzakere ile muvafık değilim”
İslam İnkılabı Rehberi öğretmenleri kabul ettiği görüşmede, tehdit hayaletinin altında gerçekleşen bir müzakereyi onaylamadığını açıkladı.
İslam İnkılabı Rehberi İmam Seyyid Ali Hamaney Eğitim Bakanı ve bu bakanlık görevlilerinin yanı sıra ülke çapından bir çok öğretmenin de aralarında bulunduğu topluluğu kabul ettiği görüşmede öğretmenlere karşı yaptıkları konuşmada önemli hususlara değindiler.
İmam Hamaney geçen günlerde kutlanan Öğretmenler Günü münasebeti ile gerçekleşen bu görüşmede, eğitim sisteminin ve ayrıca öğretmenlerin iman sahibi, bilgin, aydın, özgüven sahibi ve umutlu bir kuşağın yetişmesindeki eşsiz etkisine vurgu yaparak, “Hükümet yetkilileri ve özellikle de ekonomi ve maliye kurumları eğitim ve öğretim ile ve ayrıca öğretmenlerin yaşam sıkıntıları ile diğer kurumlarınkinden farklı bir şekilde has ve özel olarak ilgilenmeli ve bunu bilmeleri gerekiyor ki, bu alanda her türlü yatırım ve gider, gelecek için bir yatırım ve bir ek değer niteliğindedir” diye hitap ettiler.
İmam Hamaney, nükleer müzakereler konusunda Amerika'nın tavrını eleştirerek 'Halkımızın onuru ve İslam Cumhuriyeti'nin izzeti korunmalıdır' ifadelerini kullandı.
İmam Seyyid Ali Hamaney, ABD hükümetine göndermeler yaptığı konuşmasına şöyle devam etti:
"Birkaç gündür ABD'li iki yetkili isim İslam Cumhuriyeti'ne karşı tehditler savuruyor. Tehditlerin ve şüphelerin gölgesinde yapılacak bir anlaşmanın ne anlamı olabilir? Halkımız tehdit içeren sözlerin sarf edildiği bir anlaşmayı asla kabul etmez. Neden gereğinden fazla yanlışa düşerek 'askeri operasyon' tehdidinde bulunuyorlar? Amerika bu çıkışlarıyla kendine çelme takıyor. Halkımız haklı itirazlarına devam edecektir.
ABD, en az bizim kadar müzakerelerde olumlu sonuçtan yanayken 'İran'ı müzakere masasına oturttuk, falan şartı onlara kabul ettirdik' demesi anlamsız ve komiktir. Biz, hangi manada olursa olsun tehdidin olduğu bir müzakere masasında anlaşmaya varılarak kalkılmasından yana değiliz. Müzakere heyetimiz, müzakerenin asli şartlarına riayet ederek anlaşmaya varabilirler. Ancak ne pahasına olursa olsun hiçbir tahkir ve tehdidi kabul etmemeliler.
Bugün Amerika hükümeti Suudi Arabistan'ın Yemen halkına karşı işlediği cinayetleri destekliyor. Suudilerle istihbarat paylaşımında bulunuyor hatta silah yardımı yapıyor. Bundan daha açık rezillik ve yüzsüzlük olur mu? Hem bir ülkeyi temel yiyecek ihtiyacından, ilaç yardımından mahrum bırakacaksınız hem de kimse yardım etmesin diyeceksiniz!!"
Konuşmasının bir bölümünde eğitim sisteminin önemine değinen İmam Hamaney;
"Eğitim ve öğretimde elde edilen başarılar geleceğin dünyasını inşa eder. Bu alanda atılacak her adım harcama değil, geleceğe yatırımdır. Bu nedenle ülke yöneticileri, gelecek nesilleri yetiştiren öğretmenlerin sorunlarının çözüme ulaştırılmasına daha çok önem vermelidir. Öğretmenlerimiz necip, basiretli ve düşmanın hileleri karşısında uyanıktır. Yabancı yayın kuruluşlarının sizler hakkında yazdığı 'sizin geleceğinizi düşünüyorum' minvalindeki yazılar, sizleri düşündüklerinden değil aksine İslam Cumhuriyeti'ne besledikleri art niyet ve kin sebebiyledir."
İmam Hamaney: Eğer Ali b. Ebî Tâlib(a.s) gibiler olmasaydı bugün insanî değerler var olmayacaktı
İnsanlığı cezbeden konuların cazibesi kalmayacaktı. Beşeriyetin, yaşamı, medeniyeti, kültürü, arzuları, değerleri ve yüce hedefleri olmayacaktı ve insanlık vahşi hayvanlığa dönüşecekti.94 kere okundu
Müminlerin emiri ve Ehl-i Beyt İmamlarının ilki Hz. Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s) mübarek doğum günü münasebetile, onun pak soyundan gelen ve kutlu davasının asrımızda bayraktarlığını yapan velayetin temsilcisi İmam Hamaney'in sözlerinden bir kesit:
Emir-el Müminin'in(a.s) varlığı çeşitli yönlerden ve farklı şartlarda, gerek ferdi ve şahsi amellerinde gerek kulluk ve ibadetinde, münacatlarında, zühdünde, Allah'ı çokça anmasında ve gerekse nefis ve şeytanla, maddi ve nefsani şeylerle olan mücadelesinde kıyamete kadar tüm beşer için sonsuz ve unutulmaz bir derstir.
Emir-el Müminin'in(a.s) dilinden dökülen şu cümle, semada ve insanların zihninde yankılanmaktadır: “Ey dünya! Uzaklaş benden.” Ey dünyanın cilveleri, ey çok çekici olan güzellikler, ey en güçlü insanları bile tuzağına düşüren hevesler, gidin Ali'den başkasını kandırın. Ali bu söylenenlerden daha büyük, daha yüce ve daha güçlüdür. Bu yüzden bütün basireti açık insanlar, Emir-el Müminin'in(a.s) hayatının ve onun Allah ve maneviyatla olan irtibatının her anında unutulmaz dersler bulacaklardır.
Yine diğer boyutunda, hak ve adalet çadırını kurmak ve yükseltmek için yapmış olduğu cihad vardır. Yani Nebi-i Ekrem'in (s.a.a.) risalet yükünü omuzlarına aldığı gün, ilk saatlerden itibaren, mücahid, savaşçı, mümin ve fedakar –ki henüz ilk gençlik yıllarındaydı- birini yanında buldu, o Ali idi. Peygamber bereketli ömrünün son saatlerine kadar, İslam nizamını yüceltmek sonra da onu korumak yolunda yaptığı mücadelede bir an bile Emir-el Müminin'in(a.s) yanından ayırmadı. Ne kadar mücadele etti, ne kadar tehlikeleri göğüsledi ve hak ve adaletin tesisi yolunda savaşarak kendini nasıl da mahvetti. Meydanda hiç kimse kalmadığı zaman, o kaldı. Hiç kimse meydana adım atmadığında, o attı. Zorluklar ağır bir dağ gibi Allah yolunda cihad edenlerin omuzlarına çöktüğünde, onun sağlam duruşuydu diğerlerini yüreklendiren. Onun için, yaşamın manası Allah'ın verdiği imkânlardan, beden ve ruhi gücünden, iradesinden ve ihtiyarında olan şeyden ilây-ı kelimetullah yolunda yararlanmaktan ve hakkı diri tutmaktan ibaretti. Ali'nin iradesi, beden gücü ve cihadıyla hak canlı kaldı.
Baktığınızda, bu gün dünyadaki akıllı insanlar için değer arz eden kavramların hak, adalet ve insanlık olduğunu görürsünüz, bu kavramlar kalıcı olduysa ve günden güne güçlenip derinleştiyse, bu mücadelelerden ve fedakârlıklardan kaynaklanmıştır. Eğer Ali bin Ebi Talib gibiler -ki tarih boyunca fazla yokturlar – olmasaydı bugün insani değerler var olmayacaktı. İnsanlığı cezbeden konuların cazibesi kalmayacaktı. Beşeriyetin, yaşamı, medeniyeti, kültürü, arzuları, değerleri ve yüce hedefleri olmayacaktı ve insanlık vahşi hayvanlığa dönüşecekti. Beşeriyet yüce değerlerin korunmasını, Emir-el Müminin'in(a.s) ve onun gibi yüce insanlara borçludur. Yapılan o cihadlar bu etkiyi oluşturdu.
Emir-el Müminin'in(a.s) yaşamının bir diğer boyutu, yönetim alanındadır. Büyük düşünen bu yüce insan, sonunda güce ve hükümete ulaştı, o kısa dönemde öyle işler yaptı ki eğer yıllar yılı tarihçiler, yazarlar ve sanatçılar yazıp çizselerdi yeterince söz söylememiş ve tasvir edememiş olacaklardı. Devlet başkanı olduğu dönemde Emir-el Müminin'in(a.s) yaşam tarzı çok farklıydı, Ali hükümetin manasını esastan değiştirdi.
O, ilahî hükümetin tecessümü, Kur'an ayetlerinin Müslümanlar arasındaki tecessümü, o, "Kâfirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı merhametli" ayetinin ve mutlak adaletin tecessümüydü. O, fakirleri kendine yaklaştırıyor ve zayıflara özel bir ilgi gösteriyordu. O, parayla, zorla ve diğer vesilelerle gündeme getirilen seçkincilik ve haksız yere kendilerini seçkin olarak görenler, Ali'nin nazarında yerle bir olmuşlardı. Onun gözünde ve gönlünde değeri olan şey, iman, takva, ihlas, cihad ve insanlıktı. Bu değerli temellerle, Emir-el Müminin'in(a.s) beş yıldan daha az bir süre hükümette bulundu. Yüzyıllardır Emir-el Müminin'in(a.s) hakkında yazanlar, eksik yazmışlardır ve doğru bir şekilde tasvir edememişlerdir ve bunların en iyileri kendi acizliklerini ve kusurlarını itiraf edenlerdir.
Onun en büyük özelliği takvasıdır. Onun Nehcu'l-Belâğa'sı takva kitabıdır ve onun yaşamı takvanın yol ve yöntemidir. Bu ayet-i şerife: "İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır (kendini feda eder). Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." Emir-el Müminin'in(a.s) hakkında nazil olmuştur, bu ayetin tevili Ali bin Ebî Tâlib'dir. Ayet diyor ki, insanlar arasında bazıları kendi canını, varlığını yani her insanın sahip olduğu en değerli sermayeyi, telafisi mümkün olmayan tek sermayeyi -ki eğer bunu verirse artık bunun yerine hiç bir şey konmaz- Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek için bir seferde verirler. "İnsanlardan öylesi vardır ki, nefsini satın alır..." Canını, nefsini satıyor, veriyor, kendi varlığını, "Allah'ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla" başka hiç bir hedef gözetmeden, hiç bir dünyevî amaç gütmeden, arada hiç bir bencillik olmadan, sadece ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak için. Ancak Allah da böylesi bir fedakârlığın ve terkin karşısında, kuşkusuz tepkisiz kalmaz: "Allah, kullarına karşı şefkatli olandır." Bu ölçünün karşılığı, tecessüm etmiş hali Emir-el Müminin Ali bin Ebî Tâlib'dir. Ben bu boyutunu beyan ediyorum.
Sizler Emir-el Müminin'in(a.s) yaşamına bakın, çocukluktan yani dokuz yahut on üç yaşından itibaren Resulullah'ın nübüvvetine iman etti ve bilinçli bir şekilde hakikati tanıdı ve ona sarıldı. Ve ramazan ayının on dokuzunda, mihrapta ibadetle meşgul iken canını Allah yolunda verdi, hoşnut ve mutluydu, iştiyakli ve arzulu bir şekilde Allah'a iltica etti. Bu elli yıl boyunca yaklaşık elli iki, elli üç yıl boyunca on yaşından itibaren altmış yaşına kadar istikrarlı bir çizgide olduğunu, Emir-el Müminin'in(a.s) yaşamının ve çizgisinin fedakârlık ve candan geçme olduğunu görüyorsunuz. Bu elli yıl içinde, başından sonuna kadar geçen bütün olaylarda sizler fedakârlığın işaretlerini görüyorsunuz, hakikaten bu bizim için bir derstir. Ve biz -ben ve sizler- Ali'nin sözlerini söylemekte ve Ali'nin yolundan gitmekte ve cihanda Ali'ye duyduğumuz muhabbetle tanınmaktayız, Emirelmüminin'den ders almalıyız, sadece Ali'nin muhabbeti yeterli değildir, sadece Ali'nin faziletlerini tanımak yeterli değildir, gönüllerinde Ali bin Ebî Tâlib'in faziletini itiraf eden kimseler varlardı. Onlarla aramızda belki de bin dört yüz yıl fark vardır, onların bazıları kalben Ali'yi masum ve pak bir insan olarak seviyorlardı, ama davranışları farklıydı. Bu özellikleri olmadığından, bu fedakârlıkları olmadığından, benliklerinden kurtulamadıklarından, kendilerinden başkası için bir şey yapmayı bilmediklerinden, henüz benliklerinin esareti altındaydılar. Ali'nin farkı benliğinin esaretinde olmamasıydı. Ben, onun için asla söz konusu olmadı, onun için söz konusu olan şey vazifeydi, hedefti, Allah yolunda cihaddı ve Allah'tı.
Evvela Emir-el Müminin'in(a.s) çocukluk çağında Peygambere iman ederek, Mekkelilerin alay ve eziyetlerine maruz kaldı. Bir şehir düşünün ki, halkı tabii olarak haşin, medeniyetten ölçülü olmaktan uzak, kaba davranışlı bir halk, sürtüşmeyi seven, en küçük şeyde bile kavga eden bir halk, batıl inançlarında mutaassıp bir halk... Böylesi bir toplumun içinde, büyük bir insan tarafından ortaya konan mesaj o toplumun inançlarının, âdetlerinin, geleneklerinin ve bütün her şeyinin sorgulanmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ona karşı olmaları tabiiydi ve çeşitli kesimler muhalefet ettiler, halk kesimi de Peygambere karşıydı. Böylesi bir insanı, böylesi bir mesajı bütün varlığıyla savunmak ve ona bağlanmak, fedakârlık ve kendinden geçmiş olmayı gerektirmektedir. Bu, Emir-el Müminin'in(a.s) kendinden geçmişliğinin ilk adımıydı.
On üç yıl boyunca Ali bin Ebî Tâlib en zorlu olaylarda Peygamberin yanında direndi. Peygamberin hicretinin zorunluluktan, çaresizlikten kaynaklandığı, Kureyş'in ve Mekke halkının baskıları sonucunda yapıldığı doğrudur, ancak yarınları aydınlıktı. Herkes biliyordu ki bu hicret başarıların bir ön adımıydı, gelecekteki zaferlerin mukaddimesiydi. Zorluklar dönemindeki bir hareketin her şeye rağmen rahatlık ve onurlu bir geleceği olacaktı, bu durumda genellikle herkes bir an önce bu harekete katılmak ve toplumsal paydadan bir şeyler kapmaya, kendilerine konum hazırlamaya çalışırdı. Bu anlarda Emir-el Müminin'in(a.s), Peygamberin o evden ve o şehirden çıkabilmesi için karanlık bir gecede Peygamberin yerine O'nun yatağına yatmıştır. O gece o yatakta yatan kişinin öldürülmesi neredeyse kesindi, bu meseleyi şimdi biz biliyoruz, Emir-el Müminin'in(a.s) o olayda şehit edilmediğinden haberimiz var, o zaman ve mekânda herkes biliyor muydu? Hayır, mesele o karanlık gecede, belirli bir noktada bir kişinin öldürülecek olmasıydı, bu kesin bir karardı. Peygamberin buradan çıkabilmesi için, bir kimsenin onun yerine yatması gerekiyordu ki, böylece casuslar baktığında orada birinin olduğunu göreceklerdi. Böyle bir şeye kim hazırdı? Emir-el Müminin'in(a.s) bu fedakârlığı tek başına olağanüstü ve önemli bir olaydır, ama bu fedakârlığın zamanı da onun önemini arttırmaktadır. Hangi zamandaydı? Bu, zorluk döneminin biteceği, gidip hükümet kuracakları, rahata kavuşacakları zamandı. Yesrib halkı iman etmiş, Peygamberi bekliyordu. Herkes bunu biliyor. O anda bu fedakârlığı Emir-el Müminin'in(a.s) gösteriyor, böylesi bir girişimi ve hareketi gerçekleştirecek olan insanda hiç bir şahsî beklenti olmaması gerekmektedir.
Sonra Medine'ye vardılar, Peygamberin yeni kurulan, genç devletinde gece gündüz demeksizin savaşlar ve mücadeleler başladı. Her zaman savaş vardı, bu öyle bir devletin özelliğiydi. Bedir Savaşı'ndan önce başlayıp Peygamberin ömrünün sonuna kadar süren bu on yıl içinde sürekli bir çatışma hali hakimdi. Bu on yıl boyunca Peygamber kâfirlerle ve kâfirlerle bağlantılı olan kabilelerle onlarca çatışmaya ve savaşa girdi. Bütün bu dönemlerde, Emir-el Müminin'in(a.s) adeta bir öncü, bir fedai gibi Peygamberi can-ı gönülden savundu. Öyle ki, Emir-el Müminin'in(a.s) bütün bu aşamalarda ve tehlikeli alanlarda hazır olduğunu kendisi beyan ediyor ve tarih de buna işaret etmektedir: “Cesur yiğitlerin dayanamayıp geriledikleri tehlikeli anlarda bile, Allah'ın bana ihsan ettiği cesaretle canımı yoluna koydum.” En zorlu durumlarda bile Emir-el Müminin'in(a.s) asla tehlikeyi düşünmedi. Bazıları “biz şimdi canımızı koruyalım ve sonra İslam için faydalı oluruz” diye düşündüler, Emir-el Müminin'in(a.s) asla kendini böylesi mazeretlerle kandırmadı, Emir-el Müminin'in(a.s) yüce nefsi kanmazdı. O, bütün tehlikeli anlarda ön saflarda hazırdı…
Çev. Muaz Pazarbaşı
Hadisler ışığında İnsan mecbur mudur, yoksa her şey insana mı bırakılmıştır
İnsanlar “kader” konusunda üç düşünceye sahiptirler: “Allah Azze ve Celle’nin insanları günah işlemeye mecbur ettiğini iddia eden kişi. Bu kişi hakikaten verdiği hükümle Allah’a zulmetmiş ve kâfir olmuştur. İşlerin insanların ihtiyarına bırakıldığını iddia eden kişi. Bu kişi hakikaten Allah’a hükümranlığında hakaret etmiş ve kâfir olmuştur. Allah’ın kullarına güç yetirebilecekleri şeyleri yüklediğine ve güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemediğine ve her ne zaman iyi işler yapsalar Allah’a hamd ederler ve her ne zaman bir kötülük yapsalar Allah’tan bağışlanma dilerler, düşüncesinde olan kişi ise işte bu kişi kâmil Müslüman’dır.”
(1)… İbrahim b. Ömer el-Yemanî, Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“Hiç kuşkusuz Allah Azze ve Celle, varlıkları yarattı ve onların hangi akıbete varacaklarını bildi. Sonra onlara bir takım emirler ve yasaklar yöneltti. Onlara emrettiklerini yerine getirebilmeleri için bir yol ve yasakladıklarını yapmamaları için de bir yol da var etti. Dolayısıyla bir yolu tutmaları veya terk etmeleri mutlaka Allah'ın izniyle olur.”
(2)… Hafs b. Kürdîn, Ebu Abdullah'tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve âlihi) buyurdu ki: “Allah Tebareke ve Teâlâ’nın kötülüğü ve çirkin hayâsızlığı emrettiğini iddia eden kimse, Allah'a karşı yalan uydurmuş olur.
Hayr ve şerrin Allah'ın dilemesi dışında gerçekleştiğini söyleyen kimse Allah’ı egemenliğinden yoksun bırakmış olur. Günahların Allah'ın verdiği gücün etkisi olmadan işlendiğini ileri süren kimse Allah'a karşı yalan uydurmuş olur. Kim de Allah'a karşı yalan uydurursa Allah, onu cehenneme sokar. Allah Azze ve Celle’nin burada buyurduğu gibi: “Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz.” (Enbiya, 35)Hayırve şerden maksat sağlık ve hastalıktır.”
(3)… Yunus b. Abdurrahman, birden fazla kişiden, onlar da Ebu Cafer (İmam Muhammed Bakır aleyhi selâm) ve Ebu Abdullah'tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmişlerdir:
“Allah Azze ve Celle, kullarını günah işlemeye zorlayıp sonra da onları işledikleri bu günahtan dolayı azaba çarptırmayacak kadar kullarına karşı merhametlidir. Allah bir şeyi emrettiği halde o şeyin olmamasından münezzehtir, yücedir.”
Her iki İmam'a soruldu: "Cebir ile kader arasında bir üçüncü şık var mıdır?"
Buyurdular ki: “Evet, göklerle yer arası kadar geniştir.”
(4)… Hişam b. Sâlim Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“Allah Tebareke ve Teâlâ, insanlara güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemekten yücedir. Allah, saltanatında istemediği şeylerin olmasından yücedir.”
(5)… Hariz b. Abdullah, Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“İnsanlar “kader” konusunda üç düşünceye sahiptirler: “Allah Azze ve Celle’nin insanları günah işlemeye mecbur ettiğini iddia eden kişi. Bu kişi hakikaten verdiği hükümle Allah’a zulmetmiş ve kâfir olmuştur. İşlerin insanların ihtiyarına bırakıldığını iddia eden kişi. Bu kişi hakikaten Allah’a hükümranlığında hakaret etmiş ve kâfir olmuştur. Allah’ın kullarına güç yetirebilecekleri şeyleri yüklediğine ve güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemediğine ve her ne zaman iyi işler yapsalar Allah’a hamd ederler ve her ne zaman bir kötülük yapsalar Allah’tan bağışlanma dilerler, düşüncesinde olan kişi ise işte bu kişi kâmil Müslüman’dır.”
(6)… Muhammed b. Aclan, Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
İmam Cafer Sadık'a (aleyhi selâm), “Allah her şeyi kullarına mı bırakmıştır?” diye sordum. İmam şöyle buyurdu: “Allah her şeyi kullarına bırakmayacak kadar yücedir, kerimdir.” “Peki, Allah kullarını işledikleri fiillere zorluyor mu?” dedim. Buyurdu ki: “Allah kulunu bir şey yapmaya zorlayıp, sonra da ona azap etmeyecek kadar âdildir.”
(7)… Süleyman b. Cafer el- Caferî, Ebu’l Hasan Rıza’dan (aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“İmam Rıza’nın (aleyhi selâm) yanında cebir (zorlama) ve serbestlikten bahsedilince imam şöyle buyurdu: "Size, ona bağlı kaldığınız sürece ayrılığa düşmeyeceğiniz ve kimsenin sizinle baş edemeyeceği bir ilkeyi bildireyim mi?" Biz, "eğer uygun görürseniz!" buyurun dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Allah Azze ve Celle’ye zorla itaat edilmez, baskı sonucu günaha düşülmez. Mülkü içinde kullarını ihmal etmez.
Kullarını sahip kıldığı şeylerin de sahibi O'dur. Onlara verdiği güçler üzerindeki etkin güç O'nundur. Eğer kullar Allah'a itaat etmeye karar verirlerse, Allah onların önüne geçmez, onları engellemez ve eğer kullar isyan etme kararındaysalar dilerse onlara engel olur, dilerse engel olmaz, isyan ederler. Dolayısıyla, onları günaha sokan yüce Allah değildir." İmam devamla şöyle demiştir: "Kim bu açıklamayı hakkıyla kavrarsa, karşı çıkanları alt eder."
(8)… Mufaddal b. Ömer, Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“Ne cebir ne de tefviz (tam serbestlik). Doğrusu, bu ikisinin arasındaki bir çizgidir.”
Dedim ki: “Bu ikisinin arasındaki çizgi nedir?”
Buyurdu ki: “Bunun örneği şöyledir: Bir adamın günah işlediğini görsen, onu bu günahtan alıkoymaya çalışsan; ama o senin nehyetmene aldırmayıp bu günaha son vermezse ve sen de onu bıraksan, o bu günahı işlemeye devam etse, senin uyarını dinlemediği için onu terk etsen, bu senin ona günah işlemeyi emrettiğin anlamına gelmez.”
(9)… Abdusselâm b. Salih el-Herevî Ebu’l Hasan’ın (imam Rıza aleyhi selâm) şöyle dediğini duyduğunu rivayet etmiştir:
“Kim cebre inanırsa, ona zekâttan bir şey vermeyin, şahadetini de kabul etmeyin. “Allah Tebareke Teâlâ, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” (Bakara, 286) Ona gücünün üstünde bir yük yüklemez. “Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (Enam, 164)
(10)… Hasan b. Ali el-Veşşai, Ebu'l-Hasan er-Rıza’dan (İmam Ali b. Musa aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
İmam'a şöyle bir soru yönelttim: "Allah, işi bütünüyle kullara mı bırakmış, onları tamamen serbest mi bırakmıştır?"
Buyurdu ki: “Allah bundan yüce ve münezzehtir.”
Dedim ki: Peki, insanları günah işlemeye zorlamış mıdır?
Dedi ki: “Allah bu haksızlığı yapmayacak kadar âdil ve hikmet sahibidir.”
Sonra şöyle buyurdu: “Allah Azze ve Celle diyor ki: Ey Âdemoğlu! Ben, senin yaptığın iyiliklere senden daha müstahakkım. Sen, işlediğin günahlara benden daha lâyıksın. Sana bahşettiğim kuvvetle bana karşı çıkarak günah işledin.”
(11)… Mihzem, Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
"İmam Cafer Sadık (aleyhi selâm) bana şöyle buyurdu: “Geride bıraktığın taraftarlarımızın üzerinde görüş ayrılığına düştükleri hususları bana haber ver.” Dedim ki: “Cebir ve tefviz meselesi hakkında farklı görüşleri savunuyorlar.” Buyurdu ki: “Bana neyi soracaksan sor!” dedim ki: “Allah kulları günah işlemeye zorlar mı?” buyurdu ki: “Allah onlar üzerinde, bundan daha kahredicidir.” Dedim ki: “Onları bütünüyle serbest mi bırakmıştır?” Buyurdu ki: “Allah onlar üzerinde bundan daha güçlüdür.” Dedim ki: “Allah hayrını versin, peki bunlardan hangisi doğrudur?” Bunun üzerine elini iki veya üç kere çevirdi, sonra şöyle dedi: “Eğer bu konuda sana cevap verecek olursam, küfre girersin."
(12)… Hüseyin b. Halid, Ebu'l-Hasan er-Rıza’dan (İmam Ali b. Musa aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
İmam Rıza’ya (aleyhi selâm) dedim ki: “Ey Resulullah’ın oğlu! Babalarınız imamlardan (aleyhimu’s selâm) cebir ve teşbih hakkında nakledilen rivayetlerden dolayı bize cebir ve teşbihe inandığımız nisbeti veriliyor.” İmam (aleyhi selâm) şöyle buyurdu: “Ey İbn Halid! Söyle bakâlim teşbih ve cebirle ilgili rivayetler Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve alih) mi daha çok nakledilmiş, yoksa benim babalarımdan mı?
Dedim ki: “Elbette Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve alih) nakledilen rivayetler daha fazladır.”
Buyurdu ki: “Öyleyse Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve alih) de cebir ve teşbihe inandığını söylemeleri gerekiyor.”
Dedim ki: “Onlar bu hadislerin hiçbirinin Peygamber (sallallahu aleyhi ve alih) tarafından söylenmediğine ve bunların Peygambere atılmış iftiralar olduğuna inanıyorlar.”
Buyurdu ki: “Öyleyse benim babalarım hakkında da; “Onlar bu hadisleri söylememişler, bu hadisler onlara atılmış iftiralardır” demeleri gerekiyor.”
Daha sonra şöyle buyurdu: “Kim cebir ve teşbihe inanırsa kâfir ve müşriktir ve biz dünya ve ahirette ondan uzağız.” “Ey İbn Halid! Cebir ve teşbihle ilgili hadisleri, Allah’ın azametini küçük ve hakir gören “gulat” sınıfı, bizim adımıza uydurmuştur. Kim onları (gulatı) severse bize buğzetmiştir, kim de onlara buğzederse bizi sevmiştir; kim onlarla dost olursa bize düşmanlık etmiş, kim de onlara düşman olursa bizimle dost olmuştur; kim onlarla ilişkiye geçerse bizimle ilişkisini kesmiş, kim de onlarla ilişkisini keserse bizimle ilişki kurmuştur; kim onlara eziyet edip, sıkıntı çıkarırsa bize iyilik etmiş, kim de onlara iyilik ederse bize eziyet edip, sıkıntı çıkarmıştır; kim onlara ikram ederse bize ihanet etmiştir, kim de onlara ihanet ederse bize ikram etmiştir; kim onları kabul ederse bizi reddetmiş, kim de onları reddederse bizi kabul etmiştir; kim onlara ihsan ederse bize kötülük etmiş, kim de onlara kötülükte bulunursa bize ihsanda bulunmuştur; kim onları tasdik ederse bizi tekzip etmiş, kim de onları tekzip ederse bizi tasdik etmiştir; kim onlara bir şey bahşederse bizi mahrum etmiş, kim de onları mahrum ederse gerçekte bize bahşetmiştir. Ey İbn Halid! Kim bizim Şia’mızdan olursa onlardan hiç kimseyi kendisine dost ve yardımcı edinmemelidir.”
İsrail’in İstanbul Başkonsolosu: Ekonomik işbirliğindeki artış, iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi için beklentinin göstergesi
İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Shai Cohen, Milliyet’ten Gizem Acar’a verdiği röportajda, iki ülke arasındaki siyasi çıkmaza rağmen ekonomi ve kültürde gelişmenin devam ettiğini belirtti. Cohen, enerji ve terör konusunda bölgede ‘işbirliği(!)’ gerektiğini de ekledi.
İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Shai Cohen, Milliyet’ten Gizem Acar’a verdiği röportajda, iki ülke arasındaki siyasi çıkmaza rağmen ekonomi ve kültürde gelişmenin devam ettiğini belirtti. Cohen, enerji ve terör konusunda bölgede ‘işbirliği(!)’ gerektiğini de ekledi.
İşte o röportaj:
Türkiye, İsrailli bir diplomat için zor bir görev yeri mi?
7.5 ay önce İstanbul’a geldim. Bana çok daha uzun bir süre gibi geliyor çünkü ekonomik, kültürel akademik birçok alanda oldukça fazla aktivite var. Yahudi toplumu çok aktif. Bu nedenle görevim oldukça tatmin edici oldu. Son dört-beş yılda, Türkiye ve İsrail arasındaki siyasi çıkmaza rağmen, Türk ve İsrail halkı arasındaki gerçek ilişkiyi yansıtan çok fazla iyi işaret olduğunu düşünüyorum.
Türkiye ve İsrail arasındaki normalleşme anlaşmasının nihaileşmesi için yakın gelecekte bir beklentimiz olmalı mı?
Bu yıl her iki ülke için de iç siyasetle ilgili bir yıl. Bu nedenle önümüzdeki günlerde ya da haftalarda normalleşme sürecinin başladığını göremeyeceğiz. Normalleşme kısa bir süreç olmayacak. Ama Türkiye’nin Yahudi toplumu da dâhil olmak üzere azınlıklara yönelik olumlu tavrı var. Edirne Sinagogu’nun tekrar açılması, Holokost anmasına katılım olması gibi aktiviteler olumlu bir tavrı yansıtıyor. İsrail tarafında ise, iki ülke arasında iyi ilişkiler olması adına büyük bir beklenti var.
O halde normalleşmenin önündeki en büyük engel sizce nedir?
Aslında gerçek bir engel olmadığını düşünüyorum. İsrail ve Türkiye’deki seçimler nedeniyle doğru zaman olmadığı bir gerçek. İsrail ve Türkiye hükümetleri kurulmadan İsrail ve Türkiye arasında, ya da liderler arasında hiçbir şekilde yakınlaşma göremeyeceğiz. Ama diğer alanda, sivil toplumda işbirliği alanları devam ediyor. Ekonomi, ticaret, kültür ve akademide işbirliği artıyor. Ticaret hacmi iki yılda yüzde 30 arttı, 5,5 milyar dolara ulaştı. Kültürel aktiviteler her iki-üç haftada bir gerçekleşiyor. Bu benim adıma Türk ve İsrail halkı arasında gerçekten normalleşme için istek ve beklentileri olduğunu gösteriyor. Ayrıca bölgesel çıkarlar var. Teröre karşı mücadele, enerji alanında işbirliği, bölgesel ekonomik gelişme, su yönetimi… Tüm bunlar, İsrail ve Türkiye’nin, hem birbirleri hem de bölgenin yararı için işbirliği yapması gereken stratejik bölgesel konular.
İsrail’in keşfettiği doğal gazı Türkiye üzerinden taşımak sizce akıllıca bir yol mu?
Bence bu ekonomik açıdan yapılabilir olan tek çözüm. Enerji kaynaklarını çeşitlendirmek için en ucuz, en kısa ve en etkili yol. Türkiye 2016’da ısıtma için yüzde 80 oranında doğal gaza bağımlı olacak. İsrail de ısıtma, elektrik gibi konularda doğal gaza bağımlı. Bu nedenle sadece bölgesel işbirliği çözüm olacaktır. İsrail’in (450 milyar kubik metre doğal gaz bulunan) havzası Leviathan’dan Türkiye’nin güneyine doğrudan bir boru hattı dışında yapılabilir teknik, ekonomik bir çözüm yok.
İki ülke arasında boru hattı konusunda görüşmeler yapılıyor mu?
Şu an görüşmeler özel şirketlerin arasında. Aynı zamanda uluslararası enerji şirketleri var. Türkiye ve İsrail kurumları arasında şu an enerji alanında görüşme mevcut değil maalesef. Ancak eninde sonunda; bir, iki ya da beş yıl da sürse bunun tek çözüm olduğunu düşünüyorum.
‘Türkiye, Gazze’de inşaatın öncüsü’
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tekrar seçildi. Liderler arasındaki geçmişi göz önüne alırsak, Türkiye’de de Ak Parti hükümetinin tekrar iktidara gelmesi durumunda anlaşmanın nihaileşmesi zorlaşır mı?
Bence bu kişisel bir konu değil, her şeyden önce siyasi bir konu. Filistin meselesi konusunda Türkiye ile farklılıklarımız olduğu bir sır değil. Özellikle de Gazze’deki durum. Gazze’de, Türkiye’de algılandığı gibi bir ambargo olmadığını söylemeliyim. Tek ambargo, deniz ambargosu, bu da uluslararası hukuk ile uyumlu. Denizden yapılacak silah kaçakçılığını engellemek için. Tüm diğer aktivitelerde Türkiye en önde gelen aktör. İnsani yardım, inşaat malzemesine izin veriliyor. Türkiye Gazze’de, İsrailli yetkililer ile koordinasyon halinde Filistin hastanesi inşa ediyor. Türkiye, Gazze Şeridi’ne ana inşaat malzemesi sağlayıcısı. Kerem Şalom kapısından her gün 400 kamyon girip çıkıyor.
İsrail’de ‘ırkçılığa’ karşı öfke büyüyor
İsrail’deki Etiyopya asıllı Yahudilere karşı “ırkçı uygulamaları” protesto eden binlerce kişi, başkent Tel Aviv’de gösteri yaptı. İsrail polisi gösteriye ses bombası ve gazla müdahale etti. Olaylarda 23’ü polis 46 kişi yaralandı.
Al Jazeera Türk’ün haberine göre, İsrail’de Etiyopya asıllı bir İsrail askerinin, polis tarafından dövülme görüntülerine tepkiler büyüyor. Irkçı uygulamaları protesto eden binlerce Etiyopya Yahudisi, perşembe akşamı Kudüs’te düzenledikleri eylemin ardından, dün de Tel Aviv’deki Azrieli Kulesi önünde gösteri yaptı. Slogan atarak hükümet binalarının olduğu Ayalon yoluna kadar yürüyen kalabalık, “şiddete bulaşan polisler hapsedilmeli” çağrısında bulundu.
İsrail vatandaşı Etiyopya asıllı Yahudiler, şehirdeki bazı ana yolları trafiğe kapatarak,“siyah değil, beyaz değil, hepimiz insanız”, “Irkçılığa ve ayrımcılığa hayır” ve ““Artık söz değil eylem istiyoruz” sloganları attı. Bazı İsrailli aktivistler de eyleme destek verdi. Göstericilerin, polis şiddetini ve kelepçeli tutuklamaları simgelemek üzere ellerini başlarının üzerinde çapraz şekilde bağladığı gözlendi.
Rabin Meydanı’na yürüyen protestocularla polis arasında gerginlik çıkınca İsrail polisi biber gazı ve ses bombasıyla müdahale etti.
Olaylarda 23’ü polis toplam 46 kişi yaralandı, 26 eylemci ise gözaltına alındı.
Kudüs’te perşembe akşamı ırkçılık karşıtı protesto düzenleyen binlerce Etiyopyalı Yahudiye, İsrail güçleri ses bombası, göz yaşartıcı gaz ve TOMA’larla müdahale etmişti. Protestocuların taş ve pet şişelerle karşılık vermesi üzerine 2 polis ve 12 gösterici yaralanmıştı.
ARAP MİLLETVEKİLLERİNDEN EYLEME DESTEK
Öte yandan gösteriye İsrail meclisindeki Birleşik Arap Listesi Başkanı Eymen Avde, Siyonist Birlik milletvekili Stav Shaffir, Etiyopya asıllı ilk kadın milletvekili olan Pnina Tamano-Shata ve bazı diğer siyasetçiler de katıldı.
Tamano-Shata, İsrail’in Kanal 2 televizyonuna yaptığı açıklamada, İsrail’de yetişen genç Etiyopyalı kuşağın haklı olarak eşit imkanlar talep ettiğini söyledi. Tamano-Shata, “(Etiyopya asıllı Yahudiler) genç yaşlardan itibaren ayrımcılığa maruz kalmaktan bıktılar” ifadesini kullandı.
“TÜM İDDİALAR ARAŞTIRILACAK”
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Etiyopya Yahudilerine yönelik ırkçılık yapıldığı gerekçesiyle gösteri yapanlara “sükunetin ve düzenin yeniden tesis edilmesi” çağrısında bulundu.
Netanyahu, Etiyopya asıllı bir İsrail askerinin polis tarafından dövülme görüntülerinin ortaya çıkmasının ardından yaşanan protesto gösterileriyle ilgili yazılı açıklama yaptı.
Kamu Güvenliği Bakanı Yitzhak Aharonovitch ile görüştükten sonra “sükunetin ve düzenin yeniden tesis edilmesi” çağrısında bulunan Netanyahu, “Tüm iddialar araştırılacaktır ancak şiddete ve bu şekildeki kargaşalara yer yoktur” ifadesini kullandı.
Netanyahu’nun bugün Etiyopya Yahudi toplumu temsilcileri ve polis şiddetine maruz kalan Etiyopya asıllı İsrail askeri Damas Pakada ile görüşeceği öğrenildi.
İSRAİL’İN ÖTEKİ YAHUDİLERİ: FALAŞALAR
Beta İsrael bugün birçoğunun İsrail’de yaşadığı Etiyopyalı Yahudiler’in adıdır. Falaşalar olarak da bilinen bu topluluk, Falaşa kelimesinin Amhara dilinde “yaban” anlamına gelmesinden dolayı kendilerini İsrail Evi (Beta İsrael) olarak adlandırıyor.
Beta İsrael cemaatinin yüzde 85’i 120.000 kişilik nüfusuyla İsrail’de yaşıyor. İsrail hükûmetince hayata geçirilen 1984’deki Musa Operasyonu ve 1991’deki Süleyman Operasyonu ile on binlerce Etiyopyalı Yahudi İsrail’e getirtilerek Etiyopya’daki iç savaş ve kıtlıktan kurtarıldı.
İsrail Evi binlerce yıllık gecmişe sahip. Etiyopya’nın Gondar ve Tigre bölgelerinde Yahudi dünyasından habersiz olarak yaşadılar. İsrail Evi, Sorbonne Üniversitesi profesörü Joseph Halevi’nin 1862’de bölgeyi ziyaretiyle keşfedildi.
Falaşaların, İsrail’e taşınmaları seksenli yıllara dayanmasına rağmen hala entegrasyon sorunları yaşanıyor. Yapılan bir araştırmaya göre topluluğun yüzde 75’i İbranice yazamıyor, ve yaklaşık yarısı İbranice konuşamıyor.
Etiyopya’lı Yahudi gençlerin tamamı askerlik görevini yapmasına rağmen, işsizlik oranı İsrail ortalamasının 3 kat üstünde. Binin üzerinde aile İsrail’e getirildiklerinden bu yana aynı karavanlarda hayatlarını sürdürüyor.
Yahudilikleri ile ilgili bir aşağılanma ise evlilik alanında. İsrail’de seküler nikah olmadığından nikahlar hahamlıklar tarafından kıyılır. Bir Etiyopyalının evlenmeden önce (Yahudiliğini garantilemek için) sembolik bir ihtida törenine katılması gerekmektedir. Yüksek Mahkeme’nin bunun gerekli olmadığını belirtmesine rağmen, İsrail’de bunu pratik yaşamda karşılığı yoktur.
Odatv
ŞAFAK DOĞUNCA
Şafak doğunca, yarasalar delhiz ve mağaralarına dönmeden önce son saldırılarını yaparlar. İnsanlık tarihine bir kara leke olan zalim ve müstekbir güçler, karanlık arzularını ve isteklerini karanlıklardan istifade ederek yarasalar gibi saldırıya geçerler. Bu saldırılarıyla insanlığın sinesinde derin yaralar açarlar ve açmaktalar.
Yıllar ve asırlardır yaşanan karanlık dünyada emperyalist, siyonist güçler, insan kanıyla semizlenerek yaşamlarını çal oynasın zevkini yaşarlarken beklemedikleri nurani şafakın doğması, yeni dünya düzeni dedikleri projeleri büyük bir yenilgi almıştır. İslam İnkilabı taze bir kan olarak ölüm yatağındaki müslümanların yeniden direnişine ve komadan çıkmalarına da vesile olmuştur. Narkozlaşarak uyutmuş oldukları müslümanlar, İslam Devrimi ile uyanışa geçerek zalimlere karşı direniş becerisini elde etmişlerdir. Müslümanların bu uyanışı dünya insanına adalet içerikli bir dünya düzenini vaad olarak sunmaktadır. Bu uyanışla yükselen İslam’ın sesi insanların fevc fevc İslam’a girmelerine kapı açmıştır.
’’Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği zaman, ve insanların kafile kafile Allah’ın dinine girdikleri zaman, Rabbine hamd ile tesbih et ve onda af dile. Çünkü O tevvabtır, tövbeleri çok kabul eder.’’ Nasr Suresi
Evet! İlahi bir müjde var kalbi Allah’ı ananlara, yeni bir fetih gerçekleşecek Mekke yeniden feth edilecek! Her şeyin bir miadı vardır, zulüm ve küfründe miadı dolmuştur artık; İngilizler’in kurması olan Suud kraliyeti asırlardır kendi tasarrufunda tuttuğu mukaddes beldeler artık Allah’ın nusretiyle kurtulacaktır bir gün!..
Evet! Ayet çok tatlı bir dille şöyle ifade ediyor “Allah’ın yardımı geldiği zaman” Bu bir zafer müjdesidir Allah’ın yeryüzündeki varisi olan müminlere; korkmayın uyarısını yapıyor mevla kalbiyle Allah’ı zikredenlere “Ve insanlar kafile kafile Allah’ın dinine girdikleri zaman” Evet! Bir ümit var şafakın doğmasında, insanlar fevc fevc girmekteler Allah’ın dinine, bu korku yaratıyor zalim ve sömürgeci güçlere, zira saltanatlarının sonu geliyor bu nedenle acımasızca saldırıyorlar Hz. Muhammedi(s.a.a)İslam’a, saldırı onların son çırpınışları olacaktır çünkü doğmuştur şafak, artık zail olacaktır karanlıklar.
Evet! Allah’ı hamdu sena etmemizi istiyor yukardaki ayet, zifiri karanlıktan sana fetihleri gerçekleştirecek olan Rabbini çokca an! Onunla olan dostluğunu ispata çalış, zira O dostlarını karanlıklardan nura çıkarır.’’ (Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan nura çıkarır.) 2/ 257
Evet! Dost olmak gerekir ki dost kapısını açmış olsun dostuna, temizliğini iyi yap tevbe ile bağışlanmak için gireceksin dostun huzuruna, kirlenmiş bir kalple girme sakın dostun huzuruna zira mevla şöyle ister dostunu girmek için huzura ’’Ey mutmain nefis! Sen Rabbinden razı o da senden razı olarak dön Rabbine! Sende katıl has kullarımın arasına, gir cennetime!’’ 89/ 27-30
Bu ayetle davetiye gönderiyor Mevla salih kullarına, kalplere huzur veren bu İlahi davet, görev çağırısı yapmaktadırMevla’sını kendisine dost edinen müminlere, zira adım adım ilerlemekte Muhammedi (s.a.a) İslam’ın yanında yer al katıl Allah’ın salih kullarının arasına, çünkü yıkılmak üzeredir Amerikancı İslam, Allah’ın nusreti oldukça yakın durma sende yerini al kardeşim.
Evet! İslam Ümmeti oldukça büyük sıkıntılar çekmekte, sakın bu sıkıntılar seni ümitsiz etmesin, bizden öncekilerin başına gelenler bizim başımıza gelmeyinceye kadar rızayı hakka kavuşmak mümkün değildir. Bak Mevla haber vermekte bize.
’’Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara duçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile <Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?> duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.’’ 2/214
Ayetin uyarısını dikkate alacak olursak geçmiş ümmetlerin başına gelmiş olan sıkıntılar bugün ki ümmetin başına gelmiş ve sıkıntılarla yüzyüzedir, başlarında bulunan Veliyü’l Emr ve onun taraftarları Allah’ın vaadi nezaman diye Mevla’sına yalvarıyorlar; İlahi cevap hemen verilmekte yalvarmakta olanlara ‘’Allah’ın yardımı çok yakın’’ ve yardım çok açık bir şekilde yapılmaktadır mümin ve salih kullarına. Yapılan bu yardım karşısında vahşete kapılan siyonist zalim güçler İslam ülkelerindeki dostlarını da yanına alarak acımasız silahlarla İslam Ümmeti’nin kanını akıtmaktalar. Bu acımasız öldürücü hareketleri onların sonun geldiğini müminlere, ümmete müjdelemektedir.
Evet! Kalıcı ve kararlı adımlarla Veliyü’l Emr’in öncülüğünde dünyanın her köşesinde iz bırakan müminler; zalim ve müstekbirler tarafından evsiz ve babasız bırakılmış kadınlar ve yetim yavrulara ümit olmuşlar. Ama zalim ve müstekbirler yükselmekte olan bu nuru söndürmek isterler.
‘’Allah’ın nurunu ağızlarıyle söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır.’’ 9/32
Batı dünyasının ve küfür cephesinin tüm umudu bugün İslam beldelerine musallat olmuş uşaklarına tüm desteklerini vererek nuru söndürmelerini istemektediler. Ama bu istekleri onların kursağında kalacaktır. Artık vaad edilen gün gelmiştir, zira dökülen her kan damlası yedi başak yetiştirmektedir; her başakta yüz tane vardır; her tane bin zalimin mezarını kazacaktır ve mezar taşlarına Amerikancı İslam yazılacaktır. Ve bunlar huzuru hakka uğrunda öldükleri emperyalist şer güçlerin liderleriyle gelecekler. ’’O gün herkes önderiyle, reisiyle ve yöneticisiyle çağırılacaklar.’’
Evet! Adım adım ilerlemekte olan Muhammedi İslam, insaniyet mektebine yeni bir düzen yeni bir adalet ve yeniden huzur sunacaktır, insanlar, mutlu ve güven içinde yaşayacaklar. Artık o karanlık günler tarihe yazılacak ve zalimlerin yüz karası olacaktır. Bu kara lekeyi insanlık defterine yazdıran Batı emperyalizminin hizmetinde olan İslami kıyafet altınde şirk ve küfre hizmet eden İslam Ümmeti’nin başınında ki liderlerdir. Bunlar Batı emperyalizmine hizmet ederek dökmüş oldukları ümmet kanıyla siyonist İsrail’in güvenini sağlamaktalar. Tüm bu hıyanetleri karşısında şunu bilmeleri gerekiyor ki artık müslümanlar onların oyununa gelmiyeceklerdir. Ve insanlığın diriliş tarihi yeniden yazılacaktır. Bu tarihin adı insanlığın yeniden hayat bulduğu tarih! İslam dünyasını yeniden dizayn edecek olan bu tarih İmam Humeyni’yi kebir ve canlı şehid İmam Hamenei’nin adıyla yazılacaktır.
WELAYETNEWS
Ruhani: BM Güvenlik Konseyi'nin İran aleyhindeki tüm kararnameleri kalkacaktır
Şiraz halkı ile bir araya gelen İran Cumhurbaşkanı, mantık ve güç yardımıyla BM Güvenlik Konseyi'nin İran aleyhindeki tüm kararnamelerinin kaldırılacağını belirtti.
MHA'nın haberine göre, Fars eyaletinin yönetim merkezi Şiraz'a giden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İran nükleer müzakere heyetinin gücünün santrifüjlerden bile daha önemli olduğunu belirterek, "Bugün eğer P5+1 ile müzakere yapıyorsak, dünyaya İran'ın mantıklı bir ülke olduğunu göstermek içindir. Tüm nükleer bilim adamları ve ayrıca politikacılarımız ile gurur duyuyoruz" dedi.
Mantıklı ve güçlü bir şekilde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin İran aleyhindeki tüm yaptıtımlarının kaldırılacağını vurgulayan Ruhani, "Güç, mantık ve hukuksal bağımsızlığımız ile Güvenlik Konseyi'nin tüm kararnamelerini kaldıracağız. Yakın bir gelecekte tüm bu kararnameler, İran İslam İnkılabı Rehberi'nin yol göstermeleri ve siz halkımızın desteği ile, Güvenlik Konseyi'nde kaldırılacaktır. Sadece slogan atmak kolaydır. Zor olan, Birleşmiş Milletler'e gidip ve tüm kararnamelerin tam da orada kaldırılmasını sağlamaktır" dedi.