کارگر

کارگر

Nemrutlaşan sinekler

“Sineğin biri kendini fevkalade bir şey sanırdı . Kendi kendine : “Şüphesiz ki ben bu devrin zümrüdü anka kuşuyum, benden daha üstün kimse olamaz.” derdi. Bir gün bir eşeğin sidiğinin içinde bulunan bir saman çöpüne kondu. Eşeğin sidiğini uçsuz bucaksız bir deniz, saman çöpünü gemi, kendini de kaptan sandı…
- “İşte bu bir okyanus, bu da benim mükemmel gemim, ben de dünyanın denizler aşan en büyük kaptanıyım.” diye karar verdi kendi kendine gururlandı koltuklarını kabarttı. ”
(MEVLANA)

Bazen bir hikaye ve hatta bir tek cümle koskoca bir hakikati üzerine söz söylenmeye gerek kalmayacak şekilde mükemmel olarak izah eder. Mütekebbirleşenlerin durumunu tasvir eden yukarıdaki hikayede olduğu gibi, hakikat aslında çok açık olduğundan sadece görmek isteyenlere ışık tutmak yeterli olacaktır. Gözlerini ve gönüllerini zihinleri ile birlikte karanlıklara mahkum edenlere sunulacak bu ışık, belki de dünya hayatlarını zindana çeviren bu insanların ahiretlerini nurlandırmalarına neden olabilecektir. Kendilerinde yitirdikleri özgüven ve bu özgüvensizlikten kaynaklanan aşağılık kompleksinin yarattığı çaresizlikten dolayı, yeryüzünde kibirlenerek saltanatlarını sürdüren zalimlere muhtaç olduklarını düşünen bu zayıf bırakılmışlar, zalimlerin asıl yüzlerini fark ettiklerinde belki de onların kibrinin kaynağının, zayıf bırakılmış ve kölelere devşirilmiş halkların gücü olduğunu anlayacak ve yeryüzündeki zulüm saltanatını devirip mazlumların iktidarına zemin oluşturabileceklerdir.

Bu yüzden bu devirdeki mücadelenin temelini “dostu ve düşmanı tarif” oluşturmalıdır diye düşünüyoruz. Zira düşman ya dost kılığında dolaşmakta ya da kendi gücünü Allah’ın (c.c.) gücünden daha fazla göstererek korku ile hükmetmektedir. Hem korku duvarının hem de dost maskesinin düşmesi düşmanın iyi tanınmasına bağlıdır. Ki düşmanımızın en büyük gücü ve aynı zamanda en büyük zaafı sahip olduğu kibridir. Çünkü bu kibir, gücü elinde bulunduranların iktidarlarını sürdürmek için hem kendileri gibi zulümden nemalananlarla işbirliği yapıp saltanatlarını sürdürmelerine ve en ufak bir itirazı dahi sert bir biçimde bastırmaktan çekinmemelerine neden olmakta, hem de her mütekebbir gibi “ilahlaştıklarını” düşünecek seviyeye ulaşıp azmalarına, herşeyi kontrol etme arzusuyla çırpınmalarına, bu yüzden de kimseye güvenemeyen paranoyak ve sürekli yanlışlar yapmaya başlayan kişilikler haline gelmelerine vesile olmaktadır.

Nemrut gibi “hayat veren ve öldüren benim” (Bakara 258) diyecek kadar azan mütekebbir zorbalar, “(gurur ve kibirle) kendilerine zulmederek girdikleri bağlarında (iktidar koltuklarında); bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam” (Kehf 35) deseler de aslında“kibirlenenlerin yeri ne kötüdür” (Nahl 29) bilmezler. Onlara “Allah’tan başka ilah yoktur, denildiği zaman kibirle direnmelerinden”(Saffat 35) ötürü “deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir”(A’raf 40) “Kibirlerini yenemeyip sırt çevirenler”(Müddesir 23) “kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmedikleri için, aşağılık maymunlara”(A’raf 166) çevrilmişlerdir. Bu zalimlerin insan suretinde ortada dolaştıklarına aldanmayın, hesabın sorulacağı gün nasıl yaşadılarsa o suretle haşrolacaklarından, aralarında bolca maymun olduğu gibi türlü hayvanlar, vahşi yaratıklar ve domuzlarda peydah olacaktır elbet.

İstedikleri kadar “yeryüzünde böbürlenerek yürüsünler, ne yeri yarabilecek ne de boyca dağlara ulaşabilecek”(İsra 37) kudrete sahip olmayan ve “insanların en çok nefret edileni” (Resulullah s.a.a.) olan bu mütekebbirler, kibre kapıldıkları için “düşük” kimselerdir. (İmam Ali a.s.) Bunlar “kıyamet günü karınca suretinde haşrolunurlar. İnsanlar onları yüce Allah’a itinasızlıkları sebebiyle ayakları altında çiğnerler”(Resulullah s.a.a.) “Dünü nutfe, yarını leş olan bu mütekebbirlere şaşmak”(İmam Ali a.s.) gerekir. Tüm dünyayı ele geçirseler dahi “her nefsin tadacağı ölümden”(Al-i İmran 185) kaçışları olmayacaktır. Ve “kalplerinde kibir bulunduğu için cennete giremeyeceklerdir”(İmam Cafer a.s.)

Tüm bu ayet ve hadisler mütekebbirlerin durumunu açıklamakla ve onları bekleyen sonun ne olduğu konusunda bizlere bilgi vermekle beraber, aslında bu tür zalimlerin bu dünyadaki zulümlerinden bezmiş mazlum halklara ilahi adaletin eninde sonunda haklarını bunlardan alacağını da müjdelemekte ve eğer bu kibir sahiplerine uyup da yoldan çıkmazlar ve mücadeleden vazgeçmezlerse, bir gün karınca gibi bu zalimleri ayakları altına alıp ezeceklerini de muştulamaktadır.

Cehennemle müjdelenen bu mütekebbir zalimler, özellikle büyük şeytanın desteği ile musallat oldukları halkları, değersiz ve her türlü zulme müstehak yaratıklar olarak gördükleri için sürekli azarlamakta, ezmekte, hakaret edip onların gururunu yerle yeksan etmektedirler. Kendi burunlarından kıl aldırmamakta ısrarcı olan mütekebbir takımı, halkların şerefini ve izzetini ayaklara altına almaktan, hem dünyalarını hem de ahiretlerini berbat edecek türlü şer yolları ile halkları kendilerine el açmaya mecbur bırakmaktan çekinmemekte bu mecburiyet(!) üzerinden de saltanatlarını sağlamlaştırmaktadırlar. Bunlar hiçbir halka zerrece değer vermeyen, iktidarda oldukları halkların değil, siyonizmin mensubu olan ve güçlerini siyonist çevrelerden alan “süfyanilerdir.”

Israrla zulümleri ile halkları hissettirmeden ezen rejimleri tasvir etmek için kullandığımız “süfyani” tabirini tam anlamıyla hak eden sistemlerin, adı , sanı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun hizmet ettikleri mahfilleri aynı olan iktidarlarının kullandığı dile dikkat edilirse, şeytanın kibrini kimlere miras bıraktığı hakkında fikir sahibi olunabilinir. Mazlumların gözyaşları, kanları, emekleri ve çöreklendikleri toprakların tüm zenginliklerini peşkeş çektikleri büyük şeytan ve siyonist rejimin destekleri ile kurdukları kibir dağının zirvesinden halka “bakan”larla bunların “baş”ında olanların, yönettikleri insanları kendilerine ait köleler olarak gördükleri, sürekli olarak kullandıkları “benim” sözcüğüyle aşikar olmuştur. Öyleki “benim” vatanım, “benim” halkım, “benim” işçim, “benim” köylüm vb. tamlamalarla kibirlerini ikrar eden, kendilerince eksiklikleri “tamlayan”ların şerrinden nasibini almayan hiçbir kesim kalmamıştır.

“Süfyani sistemlerin” iktidarları, kendi malları olarak gördükleri vatan topraklarını kendilerinin varoluş sebebi olan siyonizme sunarken, bu toprakların asıl ve asil sahiplerine köle muamelesini reva görmekte, hakkını aramak isteyenlere “ananı da al git” diyecek kadar sevecen(!) davrandıkları için, meydanlarda sistemlerine oy toplamaktan da geri kalmamaktadırlar. Rüşvetleri bile milyar dolarları bulan bu “süfyanilerin” mal varlıklarının hesabı yapılamazken, hala halkın aldığı asgari ücrete “iyi para” diyerek göz koymaları, kibir deryasının bu “usta” yüzücülerinin halkları, asgari ücrete dahi layık görmediklerinin işaretidir de aynı zamanda. İlahlıklarını uşakları aracılığıyla ilan edecek kadar ileri giden ve “rahmetim gazabımı aşacak” demek densizliği ile kibir dağını fethetmiş bulunan “süfyaniler”, adeta halklara bakarken “siz aslında bana layık değilsiniz, ben alemlere hükmedecek ilahım” tavrını takınmakta, bağırmaktan, küfretmekten, emretmekten imtina etmemektedirler.

“Ben size izin vermeden iman mı ettiniz”(A’raf 123) diyen firavunun bugünkü torunu olan “süfyaniler”, “günah işleme özgürlüklerine(!) müdahale edilmesinden” rahatsız olurken, halkların hakkını arama, şerefli, izzetli, onurlu ve insanca yaşama özgürlüğünü hiçe saymakta, meydanlara çıkan halkların çocuklarını birbir öldürmekten adeta zevk duymaktadırlar. Nasıl ki Firavun kendi saltanatını sürdürmek için bütün erkek çocukları öldürmekten çekinmediyse, bugünün “süfyanileri” daha ileri giderek kız erkek demeden iktidarda bulundukları halkların gelecek neslinin ahlakını bozarak, hedeften uzaklaştırarak, türlü bağımlılıklara düçar ederek, manen öldürmekle iktidarlarının geleceğini garanti altına almaya çalışmaktadırlar. Zira iktidarları kibirlerinin kaynağıdır ve mütekebbirlerin bu iktidarı bırakma niyetleri yoktur. Ellerinde tuttukları dünyalıkları ve yaslandıkları büyük şeytan olmasa zerrece güçleri bulunmayan mütekebbir “süfyaniler”, kişilik olarak hiçbir değerleri ve yetenekleri olmayan, ağızları iyi laf yapan münafık olmaktan başka meziyetleri bulunmayan, halk arasında “yolda görsem selam vermem” tabirinin muhatabı varlıklardır. Kendileri de bunu bildikleri için türlü yalakalıklarla, ve ruhlarını satarak elde ettikleri gücü ve kibri kaybetmemek adına bütün zulümleri işlemekten geri durmazlar.

Adeta “Nemrutlaşan sinekler” olan süfyaniler, kendilerini dünyanın en büyük denizinde yüzen, dünyanın en büyük gemisinin kaptanı zannetseler de “sinek” olarak mide bulandırmaktan başka bir değerleri yoktur. Yine bu sinekler birgün burunlarına kaçacak bir sinek yüzünden başlarını duvarlara vura vura helak olmaktan kurtulamayacaklardır. Bizler biliyoruz ki her devrin Nemrudu’nun karşısında onun putlarını kıracak bir İbrahim bulunacaktır. Allah’a (c.c.) hamdolsun ki bu devrin, ayaklarında binlerce dolarlık ayakkabıları bulunan Nemrut soylularının karşısında da yamalı terlikle putları kırmaya gelen İbrahim’in (a.s.) nesli bulunmakta ve bu kibir budalalarının, bizlere değer diye yutturdukları dünyalıkları ellerinin tersiyle itenlerin izzete, şerefe, onura ve şahsiyete nasıl ulaştıklarını ispatlamaktadırlar.

 

Cuma, 06 Mart 2015 06:23

Kuran derinliğinden bir damla 3

اعوذ بالله من الشیطان الرجیم

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللَّهَ یَأْمُرُکُمْ أَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً قَالُوا أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا قَالَ أَعُوذُ بِاللَّهِ أَنْ أَکُونَ مِنَ الْجَاهِلِینَ ﴿٦٧﴾ قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّکَ یُبَیِّنْ لَنَا مَاهِیَ قَالَ إِنَّهُ یَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لافَارِضٌ وَلا بِکْرٌعَوَانٌ بَیْنَ ذَلِکَ فَافْعَلُوا مَاتُؤْمَرُونَ ﴿٦٨﴾ قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّکَ یُبَیِّنْ لَنَا مَالَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ یَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاءُ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِینَ ﴿٦٩﴾ قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّکَ یُبَیِّنْ لَنَا مَاهِی إِنَّ الْبَقَرَتَشَابَهَ عَلَیْنَا وَإِنَّا إِنْشَاءَاللَّهُ لَمُهْتَدُونَ ﴿٧٠﴾ قَالَ إِنَّهُ یَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لاذَلُولٌ تُثِیرُ الأرْضَ وَ لا تَسْقِی الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لاشِیَةَ فِیهَا قَالُوا الآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَ مَاکَادُوا یَفْعَلُونَ ﴿٧١﴾ وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْسًا فَادَّارَأْتُمْ فِیهَا وَ اللَّهُ مُخْرِجٌ مَا کُنْتُمْ تَکْتُمُونَ ﴿٧٢﴾ فَقُلْنَااضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا کَذَلِکَ یُحْیِی اللَّهُ الْمَوْتَى وَ یُرِیکُمْ آیَاتِهِ لَعَلَّکُمْ تَعْقِلُونَ(73

 

 Surenin 67 ila 73. ayetlerinde inek macerası şöyle anlatılıyor: İsrailoğullarından biri esrarengiz bir şekilde öldürülüyor, ancak maktulün katili bir türlü bulunamıyor ve bu durum İsrailoğulları aşiretleri arasında anlaşmazlık ve çatışmalara yol açıyor. Aşiretler bu husumeti sonlandırmak için Hz. Musa'ya baş vuruyor ve meseleyi aydınlatmasını istiyor.

Hz. Musa (sa) yüce Allah'a dua ediyor. O sırada nida geliyor: Ey Musa bi ineği kes, kanından birazını maktulün üzerine dök, maktul yeniden canlanacak ve katilinin kim olduğunu anlatacaktır. Sürekli bahana aramakta ün yapan İsrailoğulları ise her defasında ineğin özellikleri hakkında sorular sormaya başlar, örneğin şöyle sorar: Ey Musa, Allah'tan sor, bu inek nasıl bir inek olmalı? Hz. Musa sorar ve nida gelir: ne yaşlı ve ne de genç olsun, ikisinin arasında olsun. İsrailoğulları yine sorar: inek hangi renkten olsun? Yine nida gelir: açık sarı olsun, öyle ki insanları onu görünce heyecana gelsin. İsrailoğulları yine inek hakkında daha fazla bilgi istemeye devam eder. Yine nida gelir: Öyle bir inek olsun ki yeri sürmek için kullanılmamış olsun. Böylece İsrailoğullarının tüm soruları cevaplanır ve sonunda ineğin nasıl bir inek olacağı ortaya çıkar. Bu inek pak ve salih bir ailede yetişen kimsesiz yoksul bir insana aittir.

İsrailoğulları mecburen yüklü bir bedel ödeyerek ineği satın alır. İnek kesilir ve kanı maktulün üzerine dökülür. Maktul yüce Allah'ın izni ile dirilir ve katilinin kim olduğunu söyler. Bakara suresine ayrıca Fustat-ul Kur'an da denir. Fustat çadır ve gölgelik anlamına da gelir. Bir çadır bir ailenin fertlerini bir arada topladığı gibi bu sure de Kur'an-ı Kerim'in hükümlerinin büyük bir bölümünü içerir. Surede namaz, oruç, Ramazan ve Hac ibadeti gibi bir çok farizanın hükmünü içerir. Bakara suresi ayrıca tevhid, maad, insanın yaratılışı, İsrailoğullarının öyküsü, Hz. Musa'nın yaşamı, Yahudiler ve Hristiyanların öyküsü, kıblenin Beytulmukaddes'ten Kabe'ye ve Mescid-i Haram'a değiştirilmesi ve bazı ilahi sınavları anlatır. Bundan başka Bakara suresinde kısas, haram yiyecek ve içecekler, infak, cihad, kadınlar ve boşanma ile ilgili hükümler, faizin men edilmesi ve diğer bir çok sosyal ve ahlaki konuları içerir.

Rivayetlerde ayet-ul kürsi'nin Kur'an-ı Kerim ayetlerinin zirvesi olduğu ve herkes bu ayetlere okumaya tavsiye edildiği beyan edilmiştir. Allah resulü (sav) İmam Ali'ye (sa) hitaben şöyle buyurmuştur: Kur'an-ı Kerim üstün kelam ve kelamların efendisidir ve bu kitapta Bakara suresi de Kur'an-ı Kerim surelerinin efendisini ve yine Bakara suresinde ayet-ul Kürsi ayetleri diğer ayetlerden daha üstündür.

 Bu surenin nazil olmasının ardından yeni yeni kurulan İslam toplumunun bazı gereksinimleri karşılanmış oldu ve Müslümanlar kendi aralarında ve yabancılarla ilişkilerini nasıl düzenleyeceklerini öğrenmeye başladı. yine dedik ki, bu surede fıkhi ahkam, medeni yasalar ailevi konularla ilgili izdivaç ve boşanma gibi hükümler ve yine bazı ticari yasalar ve kurallar ve özellikle veresiye veya borç üzerine yapılacak alış verişler ve rübe temelli ticaret ve diğer bazı konular yer aldığını ifade ettik.

Hz. Adem'in yaratılışı ve iblisin yüce Allah'ın mahlukların efendisi Adem'e secde edilmesi ile ilgili emrine karşı çıkması, Bakara suresinin gerçekten ibret verici öykülerinden biridir. Belki de bu surenin geniş çapta konuları kapsaması ve geniş çaplı öğretileri yüzünden yüce Allah bu sureyi Kur'an-ı Kerim surelerinin efendisi olarak adlandırdı ve kim bu sureyi sıkça okursa büyük bereketlerle vadetti. Kur'an-ı Kerim bu surede yaratılış sürecinin bir çok işaretlerine işaret ederek tevhidin önemini gündeme getiriyor ve bir kaç ilginç misalle maaddan ve insanların kıyamet gününde yeniden dirileceklerinden söz ediyor ve bu konuya açıklık getiriyor. Bu örneklerden biri Hz. İbrahim tarafından öldürülen ve daha sonra yüce Allah'ın iradesi ile yeniden dirilen kuşların öyküsüdür.

Yüce Allah'ın sevdiği peygamberi Hz. Üzeyr'in öyküsü gerçekten dinlemeye değer bir öyküdür. Bu öyküye göre o hazret bir yolculuğunda yanında aldığı biraz yiyecekler atı üzerinde seyahat etmektedir. Hz. Üzeyr bir köyün kenarından geçerken orada köyün müthiş bir şekilde darmadağın olduğunu ve köy halkının çürümüş cenazeleri ve kemikleri ortada kaldığını fark eder. Bu manzara Hz. Üzeyr'i çok şaşırtır ve büyük bir şaşkınlık içinde: yüce Allah bu ölüleri nasıl diriltebilir, diye kendi kendine sorar. O sırada yüce Allah Hz. Üzeyr'e ölülerin kıyamet gününde nasıl yeniden dirilteceğini aydınlatmak için o hazretin canını alır. Yüz yıl sonra yüce Allah Üzeyr'i yeniden canlandırır ve ardından sorar: Sen ne kadar süre bu çölde kaldın? Üzeyr biraz önce orada olduğunu düşünerek hemen karşılık verir: bir gün ve belki de daha az bir süre. O sırada nida gelir ve Üzeyr'e bunun böyle olmadığı, kendisi yüz yıldan beri burada bulunduğu anlatılır ve kendisinde yanına aldığı su ve yiyeceklere bakması ve bu süre içerisinde hiç değişmediğini görmesi emredilir. Yine Üzeyr'e ölümü üzerinden yüz yıl geçtiğini bilmesi için merkebine bakması emredilir, çünkü merkebinin vücudu tamamen dağılmış ve çürümüştür. Bu öykü Bakara suresinin 259. ayetinde şöyle anlatılır: Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin duvarları çatıları üzerine çökmüş (alt üst olmuş) bir kasabaya uğradı; "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi.

أَوْکَالَّذِیمَرَّعَلَىقَرْیَةٍوَهِیَخَاوِیَةٌعَلَىعُرُوشِهَاقَالَأَنَّىیُحْیِیهَذِهِاللَّهُبَعْدَمَوْتِهَافَأَمَاتَهُاللَّهُمِائَةَعَامٍثُمَّبَعَثَهُقَالَکَمْلَبِثْتَقَالَلَبِثْتُیَوْمًاأَوْبَعْضَیَوْمٍقَالَبَلْلَبِثْتَمِائَةَعَامٍفَانْظُرْإِلَىطَعَامِکَوَشَرَابِکَلَمْیَتَسَنَّهْوَانْظُرْإِلَىحِمَارِکَوَلِنَجْعَلَکَآیَةًلِلنَّاسِوَانْظُرْإِلَىالْعِظَامِکَیْفَنُنْشِزُهَاثُمَّنَکْسُوهَالَحْمًافَلَمَّاتَبَیَّنَلَهُقَالَأَعْلَمُأَنَّاللَّهَعَلَىکُلِّشَیْءٍقَدِیرٌ ﴿٢٥٩﴾

Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti. Ne kadar kaldın? dedi. "Bir gün yahut daha az" dedi. Allah ona: Hayır, yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Eşeğine de bak. Seni insanlara bir ibret kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk, sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz, dedi. Durum kendisince anlaşılınca: Şimdi iyice biliyorum ki, Allah her şeye kadirdir, dedi. Bakara suresinin diğer bazı ayetleri tarihi olaylardan söz eder ve özellikle Yahudilerin ve İsrailoğullarının öyküsü ve tutumlarını ve uygulamalarını anlatır. Bu surede gündeme gelen konulardan biri, İsrailoğullarını Hz. Musa'ya yönelik eziyetleri ve sürekli bahane aramalarıdır. İşin ilginç tarafı, günümüzde bile dünyada siyonistler olarak bilinen radikal Yahudilerin aynı o dönemde Hz. Musa'ya yaptıkları gibi ahitlerine bağlı kalmamak, üstünlük taslamak, sultacı ve işgalci huyları ile tanınmalarıdır.

Bu sure işte bu kavmin bu tür özelliklerini en iyi şekilde ortaya koyuyor. Kuşkusuz İslam peygamberine (sav) nazil olan Kur'an-ı Kerim, vahyin duru pınarından gelen ilahi kelamdır ve yüce ilahi hakikatlere dayanır. Bu surede yüce Allah Kur'an-ı Kerim'in mucizesini ve azametini anlatılır ve ayetleri inkar edenlerden eğer yapabiliyorlarsa Kur'an-ı Kerim gibi bir ayet veya sure getirmesini ister. Gerçi tarih boyunca bir çokları Kur'an-ı Kerim'in  ayet ve surelerine benzer ayet ve sureler getirmeye çalışmıştır, fakat bu işte hiç bir zaman başarılı olamamıştır. Nitekim şimdi de bu semavi kitap asırların ardından hiç bir tahrife uğramaksızın beşeriyete miras kalmış ve her zaman tazeliğini korumuştur. Kur'an-ı Kerim hikmetli öğretilerinde insanların iyi kötü, her türlü amelleri kendilerine döneceğini vurgular. Bundan başka yüce Allah'ın bu kitapta belirlediği her hüküm gerçekte insanların maslahatı için getirilmiştir.

Nitekim Bakara suresinin 183. ayetinde de şöyle buyurur:

یَا أَیُّهَا الَّذِینَ ءَامَنُوا کُتِبَ عَلَیْکُمُ الصِّیَامُ کَمَا کُتِبَ عَلَى الَّذِینَ مِنْ قَبْلِکُمْ لَعَلَّکُمْ تَتَّقُونَ

 Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. Bakara suresinin ayetlerinin devamında oruçla ilgili hükümler yer alıyor ve hasta veya güçsüz insanları ve oruç tutmanın onları zor durumda bırakacak kimseleri bu yükümlülükten mazur görüyor. Surenin 185. ayeti Ramazan ayının önem ve azametini bu ayda Kur'an-ı Kerim'in resulüllah efendimize (sav) nazil oluşuna bağlıyor. Bu ayette yüce Allah şöyle buyuruyor:

Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir. Bakara suresinin 186. ayetinde ise yüce Allah şöyle buyuruyor:

وَإِذَاسَأَلَكَعِبَادِيعَنِّيفَإِنِّيقَرِيبٌأُجِيبُدَعْوَةَالدَّاعِإِذَادَعَانِفَلْيَسْتَجِيبُواْلِيوَلْيُؤْمِنُواْبِيلَعَلَّهُمْيَرْشُدُونَ

 Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.

Kur'an-ı Kerim'in en faziletli ayetleri ise 255. ayetidir ve ayet-ul kürsi olarak ün yapmıştır. Rivayetlerde ayet-ul kürsi'nin Kur'an-ı Kerim ayetlerinin zirvesi olduğu ve herkes bu ayetlere okumaya tavsiye edildiği beyan edilmiştir. Allah resulü (sav) İmam Ali'ye (sa) hitaben şöyle buyurmuştur: Kur'an-ı Kerim üstün kelam ve kelamların efendisidir ve bu kitapta Bakara suresi de Kur'an-ı Kerim surelerinin efendisini ve yine Bakara suresinde ayet-ul Kürsi ayetleri diğer ayetlerden daha üstündür.

اللّهُ لاَ إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَیُّ الْقَیُّومُ لا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلا نَوْمٌ لَّهُ مَا فِی السَّمَوَاتِ وَمَا فِی الأَرْضِ مَن ذَا الَّذِی یَشْفَعُ عِنْدَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ یَعْلَمُ مَا بَیْنَ أَیْدِیهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلا یُحِیطُونَ بِشَیْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاء وَسِعَ کُرْسِیُّهُ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضَ وَلا یَؤُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِیُّ الْعَظِیمُ

 Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O'na hiçbir şey gizli kalmaz.) O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez.

O, yücedir, büyüktür. Müfessirlere göre ayet-ul kürsi'nin önemi içerdiği derin ve değerli kavramlar içindir ve bu da yüce Allah'ın yegane oluşu ve yeryüzüne ve göklere mutlak hakimiyeti ile ilgilidir. Çünkü yüce Allah varlık aleminin başlangıç noktasıdır ve her şey yüce Allah'la sonuçlanır. O zaman varlık alemi ezelden beri yüce Allah'a bağlıdır ve ebediyete dek yine O'na bağlı kalacaktır. Yüce Allah Kayyum'dur. Kayyum sözcüğü, kendi zatına kaim olmak demektir. Bu ayette insanların dinlerini seçmelerinde hür olduklarına ve bu konuda hiç bir zorlamanın söz konusu olmadığına vurgu yapılır.

 

 İran Ulusal Ağaç Dikme Günü tüm İran genelinde düzenlenen törenler ile kutlandı.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de sabah saatlerinde düzenlenen bir törenle katılarak, yeni bir ağaç dikti ve doğayı koruma konusuna dikkat çekti. Ruhani bu törende yaptığı konuşmada, istikrarlı bir yaşamın, doğal çevreyi korumaya bağlı olduğunu vurguladı.

Yemen'in başkenti Sana'da kaçırılan İranlı diplomat, İran Güvenlik ve İstihbarat güçlerinin yoğun ve karmaşık operasyonu sonucu kurtarıldı.


Mehr Haber Ajansı'nın haberine göre, 2013 Temmuz ayı Yemen'in başkenti Sana'da teröristlerce  kaçırılan İranlı diplomat Nur Ahmed Nikbaht, İran güvenlik ve istihbarat güçlerinin yoğun ve karmaşık  operasyonu sonucu kurtarıldı ve bu sabah erken saatlerde Tahran Uluslararası Mehrabad Havalimanı'na getirildi.

Nikbaht'ın teröristlerin elinden kurtarılması, İran istihbarat güçlerinin yoğun faaliyeti sonucu ve bu diplomatın Yemen'de tutulduğu yerin belirlenmesiyle gerçekleşti.

İranlı diplomat Nur Ahmed Nikbaht, İran istihbarat güçlerinin başarılı operasyonuyla teröristlerin elinden kurtarıldı.

Nurbaht'ı Uluslararaı Mehrabad Havalimanı'na girişinde, ailesi, eşi ve çocukları karşıladı.

İranlı diplomat Nikbaht, 20 ay, iki günlük rehin tutulmanın ardından kurtarıldı.

İstihbarat Bakanı Alavi, yaptığı açıklamada bu diplomatın kurtarılmasında Dışişleri Bakanlığı'yla beraber çalışıldığını ve kurtarma operasyonu sırasında teröristlerin istediği hiç bir şeye boyün eğmediklerini söyledi.

İnsanların şer ve fitne gruplarından kurtulması için IŞİD’le mücadele edilmeli, savaşılmalıdır…
Mısır’ın en büyük İslami kurumu olan El Ezher, insanlık dışı vahşi cinayetler işleyen IŞİD terör örgütünü İslam ümmeti içerisinde yeni türeyen Hariciler olarak isimlendirerek IŞİD’in yok edilmesi için çaba harcamanın tüm ülke yöneticilerine vacip olduğunu vurguladı.

Bu bağlamda bir bildiri yayınlayan El Ezher, bildiri de şu ifadelere yer verdi:

“IŞİD’in özellikle gençleri kendi saflarına katmak için yaptığı faaliyetleri kınıyor, bu faaliyetlerin delalet olduğunu ve tek hedefinin İslam ülkelerindeki istikrar ve güveni zedelemek olduğunu açıkça ilan ediyoruz.

IŞİD üyesi her fert birer teröristtir. İslam’ın adını kullanarak gençleri yanlış ve sapkın yollara davet ediyorlar. Kutsal İslam dini bu ve benzeri terör gruplarından müberradır. IŞİD, günümüzün Haricileridir. İnsanların bu şer ve fitne gruplarından kurtulması için herkes IŞİD’le mücadele etmeli, savaşmalıdır.

IŞİD’in Haricilerden hiçbir farkı yoktur. Hariciler, müminlerin emiri Ali b. Ebu Talib başta olmak üzere Peygamberin ashabını dinden çıkmakla itham eden ve kendileri gibi düşünmeyen herkese savaşan açan hatta tekfir eden sapkın bir gruptu.

Bugün, dün yaşanan bu tekfir etme sahnelerini yeniden görüyoruz. Zira İslam’dan dem vuran ama İslam’ın adından başka hiçbir şeyini bilmeyen aşırıcı gruplar, kendilerini rahmet ve kardeşlik dininin bir üyesi gibi tanıtarak İslam’ın çehresini zedeliyor, Müslümanları dinden çıkmakla suçluyor.

İnsanları tekfir etme eylemlerinde İslam’la alakası olmayan yalan ve batıl sözleri referans alınıyor. Sözde Müslüman olan bu din düşmalarının amacı insanları İslam dininden uzaklaştırmak, İslam’dan nefret etmelerini sağlamak ve İslam’ı sadece kanla beslenen savaş diniymiş gibi tanıtmaktır.

Bugün Suriye ve Irak’ta bazı bölgeleri işgal eden IŞİD terör örgütünün uzantıları şimdi de Mısır ve Libya’da faaliyet göstermeye ve bu ülkelerde yaşayan masum insanları öldürmeye başladı.”

 

Irak ordusu, IŞİD’e silah götüren bir ABD helikopterini daha düşürdüklerini belirtti.


İran’ın Fars Haber Ajansı’nın shafaqna sitesinden aktardığı habere göre, Irak ordusu Anbar ilinde IŞİD’e silah taşıyan bir ABD helikopterini düşürdü. Iraklı yetkililer, ABD ve NATO kuvvetlerinin bölgedeki çatışmanın sürmesi için IŞİD’e silah ve erzak yardımı yaptığını savunuyor.

Tekfirci IŞİD teröristlerine karşı Irak ordusunun yanında savaşan gönüllü halk birliklerinden “el-Haşdu’ş Şa’bi” (الحشد الشعبی) grubu perşembe günü Anbar ilinde IŞİD’e silah taşıyan bir ABD helikopterini daha düşürdüklerini duyurdu.

Cuma, 06 Mart 2015 04:39

İran'dan Amano'ya sert eleştiri

"...Uluslar arası Atom Ajansı UAEA, belli bir merkezde denetim yapmak istemediğine dair basit bir bildiri yayınlamakla, son raporunda asılsız iddialara yer vermesini ört bas edemez.."


İran İslam Cumhuriyetinin Uluslar arası Atom Ajansı UAEA'daki temsilcisi Rıza Necefi dün (Çarşamba) UAEA'nın Cenevre'deki oturumunda yaptığı konuşmada yukarıdaki sözleri dile getirerek UAEA'yı eleştirdi.
Rıza Necefi, UEAK yönetim kurulu oturumunda yaptığı konuşmasında, İran İslam Cumhuriyetinin başta İran'ın batısında yer alan Merivan başta olmak üzere bir çok bölge üzerinde nükleer faaliyetlerin izinsiz yapıldığı yönünde çıkan asılsız ve temelden yoksun iddiaları bu zamana kadar tekzip ettiğini bildirdiğini hatırlatarak; İran İslam Cumhuriyetinin bu konuda karşı taraftan iddia ettikleri üniteyi açık bir şekilde denetlemelerini ve kamuoyuyla paylaşmalarını istedi.
Rıza Necefi, UAEK'nun sıradan bir bildiri yayınlamak yerine bunu tutup asılsız ve mesnetsiz iddiaları gündeme getirerek abartmasının ve yanlış hesap üzerinde hareket etmesinin kesinlikle İran tarafından kabul edilemez bir tutum olduğunu bildirdi.
Ancak bu eleştirinin şimdi niye bu kadar ön plana çıktığı sorulmaktadır. Çünkü UAEA daha önceki raporlarında da benzer asılsız ve mesnetsiz iddialar ortaya atmıştı.
Amano 2011 yılında da bir raporunda kaynak gösterilmeksizin İran'ın nükleer deneylerde bulunabileceğini iddia etmiş ve bu iddia yıllardır İran'ın nükleer dosyası üzerinde bir kara bulut gibi gezdirilmekte ve bazılarının elinde bahane olarak kullanılmaktadır.
Bundan birkaç ay önce de Amano'nun raporunda benzer bir iddia ortaya atılmış ve bu kez İran'ın Merivan bölgesinde gizli bir nükleer merkezi oluşturduğu iddia edilmiştir. Ancak bu iddianın gündeme getirtilmesinin hemen ardından İran UAEA'dan bölgeye bir uzman heyet göndererek gerekli incelemeleri yapmasını ve bu konuda ortaya atılan iddianın ne kadar saçma olduğunun anlaşılmasını teklif etmişse de ajans şimdiye kadar kesinlikle İran'ın bu teklifine yanaşmamış bulunmaktadır. Yani anlaşılacağı üzere Türk atasözünün belirttiği gibi "Çamur at İzi kalsın".
Amano, bundan iki gün önce Yönetim kurul oturumunun ilk gününde Cenevre'de katıldığı bir basın toplantısında, ajans tarafından niçin Merivan'a araştırma heyetinin gönderilmediğine dair bir soruya verdiği cevapta kendilerinin hiçbir zaman Merivan'da inceleme yapma gibi bir taleplerinin olmadığını belirtti. Önce iddia ortaya atıp ardından bu iddiasının doğru olup olmadığını araştırmak istemeyen UAEA'nın bu tutumu İran İslam Cumhuriyetinin Uluslar arası Atom Ajansı UAEA'daki temsilcisi Rıza Necefi'nin tekrar Amano'ya yönelik bu kez daha açık bir dille eleştiride bulunmasına yol açmıştır. Zira Amano raporunda dillendirdiği bu asılsız iddiasıyla gerçekte kasıtlı ülke ve çevrelerin İran'a karşı saldırılarını sürdürmeleri yönünde bir bahane teşkil etmiş ve bu durumu düzeltmek de yine UAEA'nın kendi görevi dahilindedir.
Bazıları bu gibi iddialarla ve UAEA gibi uluslar arası kurum ve kuruluşların kendi asli görevlerini tam olarak yerine getirememesiyle İran'ın nükleer dosyasını halen sürüncemede tutmaya çalışıyor. Diğer yandan İran'a yönelik varsayımlarla yöneltilen suçlamalara tüm diğer ülkeler de muhataptır, ancak şimdiye kadar İran dışında başka hiçbir ülkeye yönelik bu gibi en ufak bir suçlama dahi yönetilmemiştir.
Bugün işgal rejimi İsrail'e yönelik çok açık kanıtlarla nükleer silah ve başlık bulundurduğu suçlaması yaygın iken ve bu konuda mahkemece kabul edilebilir bilge ve belgelerin mevcut olmasına rağmen ajans tarafından veya BM ve Güvenlik konseyi tarafından İsrail'e karşı en ufak bir girişim gerçekleştirilmemiş veya NPT uyarınca nükleer silahlarını imha etmesi gereken nükleer silah sahibi ülkeler bu konudaki taahhütlerini yerine getirmedikleri gibi hatta yeni nesil nükleer silahlar üreterek dünyayı ve insanlığı çok büyük tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya getirmeleri bu kurumların ne raporlarına yansımış ve ne de engelleyici tedbir ve paketler açıklanmıştır.
Şimdi dünya kamu oyunun Amano'dan beklentisi asıl bu konulara eğilmesi ve gerekli raporlar yayınlayarak dünya topluluğunun bilgisine sunması yönündedir.
Aksi takdirde İran ile UAEA arasında imzalanan anlaşmalar uyarınca İran tüm taahhütlerini aynen yerine getirmiş ve bu ajansın raporlarına da yansımıştır.
 
 

 


 

İran İslami Meclisi Başkanı, Siyonist İsrail Rejimi Başbakanı'nın ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmaların, kendisinin İslam Devrimi düşüncesinin tüm bölgeye yayılmasından korktuğunu gösterdiğini belirtti.


MHA'nın haberine göre, Siyonist İsrail Rejimi Başbakanı Benyamin Netanyahu'nın dün ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmaya tepki gösteren İran İslami Meclisi Başkanı Ali Laricani, " ABD Kongresi'nde siyasi bir şeklinde gerçekleşen bu konuşma, dünyayı yönettiğini iddia eden bir ülkenin, tamamen boş bir rejim tarafından görevlendirildiğini gösteriyor. İsrail yönetimi büyük endişe ve korku yaşıyor. Netanyahu konuşmasında İran'ın yaptırımlarla bile bölgenin etkili bir ülkesi olduğunu ve eğer anlaşmaya varılır ise, İran'ın ekonomik gücünün artacağı ve tüm Orta Doğu ülkelerini etkisi altına alacağını öne sürdü. Netanyahu'nun şeytanca açıklamalarına rağmen, İran hiçbir zaman imparatorluk kurmak peşinde olmamış ve olmayacaktır" dedi.

Laricani açıklamasının devamında, "Çürüyen İsrail rejiminden rejiminden böyle bir açıklama gelmesi, asıl korkularının İslam Devrimi düşüncesinin tüm bölgeye yayılması olduğunu gösteriyor.  Netanyahu, Kongre üyelerine anlaşmaya varılması durumunda İran'ın bu santrifüjlarla bile atom bombası üretebileceği düşüncesini yüklemeye çalıştı. Yıllardır 200'e aşkınatom bombası olan bir yönetimin böyle bir açıklamada bulunması ilginçtir. Kendisi tüm dünyada terörizme destek vermek ile ünlü olan bir ülkenin, İran'ı sözde terör destekçisi Hamas ve Hizbullah'a destek vermek ile suçlaması gülünçtür" dedi.

Netanyahu'nun çelişkiler ile dolu açıklamaları ile ilgili ise Laricani, "Netanyahu bir taraftan İran'ın bölgenin en güçlü ülkelerinden biri olduğunu belirterek, insanların endişeler yaşamasını istiyor. Öte yandan ise nükleer anlaşmaya varılması durumunda, İsrail'in tek başına bile İran'a yönelik askeri operasyonda bulunacağı konusunda gaddarca konuşuyor" dedi.

Laricani açıklamasının devamında "İsrail, tüm uluslararası anlaşmalara karı İran'a saldırma gücüne sahip ise, neden Netanyahu bu denlikorku ve endişe ile ABD Kongresi'ne gittti ve İran'ın gücünden duyduğu korkuyu belirtti? Netanyahu'nun yaptığı açıklamaların da Obama'nın söyleyişisinde yaptığı açıklamalar kadar değersiz olmasına rağmen, İsrail saldırı yapmak istiyor veya ABD Kongresi  değersiz çocuğu İsrail'i tekerlekli sandalye ile teslim almak istiyor ise, askeri operasyon düzenleyerek İran Silahlı Kuvvetleri'nin ezici gücünü denesinler" dedi.

İran İslami Meclisi Milletvekilleri de Laricani'nin bu açıklamasından sonra, Kahrolsun İsrail sloganları atarak Meclis Başkanı'nın açıklamasına destek verdiler.

İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, ABD Başkanı Barak Obama'nın son açıklamasına tepki gösterdi. Zarif, İran İslam Cumhuriyeti'nin samimiyetle nükleer müzakerelere katıldığını ve İran halkının nükleer haklarına ulaşıncaya kadar müzakerelerde devam edeceğini ve karşı tarafın mantıksız tutumu ve aşırı talepleri karşısında boyun eğmeyeceğini belirtti.


ABD Başkanı Obama'nın dünkü sözleri hakkında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Zarif, ABD'nin uzun yıllardır İslam Cumhuriyeti'ne yönelik doğrudan veya dolaylı olarak askeri tehditte bulunduğunu ve çeşitli haksız yaptırımlar uyguladığına ilişkin gerçeği net olarak gösterdiğini ifade etti.
Zarif bu sözlerle ABD'nin tehdit ve yaptırımın yenilgiye mahkum bir politika olduğu kanaatine vardığını, bu tür girişimlerin İran halkının barışçıl nükleer teknolojiyi elde etmek için kararlılığının üstesinden gelemedikleri ve gelemeyeceklerini gösterdiğini kaydetti.
İran Dışişleri Bakanı, Obama'nın Amerikan kamuoyunu kazanmak ve Siyonist rejim Başkanı ve müzakereye karşı çıkan diğer radikallerin propagandasına karşı koymak için böyle bir tutum sergilediği açık olduğunu sözlerine ekledi.
İran Dışişleri Bakanı Zarif, İslam Cumhuriyeti'nin samimiyetle müzakerelere katıldığını ve İran halkının nükleer haklarına ulaşıncaya kadar bu müzakerelere devam edeceğini hatırlatarak, Tahran'ın karşı tarafın aşırı talepleri ve mantıksız tutumu karşısında pes etmeyeceğini vurguladı.
ABD Başkanı Barak Obama dün Reuters'e verdiği demeçte, anlaşmaya varmak için en büyük sorunun İran'ın güven oluşturma sürecinin bu ülkenin uluslararası camiaya tam olarak giriş yolu olduğunu anlaması olduğunu söylemişti.
Obama ayrıca, Başbakan Netanyahu'nun İran'la ilgili ciddi endişelerinin olduğunu, İran'ın lafazanlığına bakıldığında İsrail'in İran'la ilgili endişesinin neden bu kadar büyük olduğunu anlaşıldığını düşündüğünü ileri sürmüştü.

Çarşamba, 04 Mart 2015 20:02

UBADE BİN SAMİT(RA)

Eshâb-ı kirâmdan olup, Ensâr’ın büyüklerinden. Künyesi, Ubâde Ebû Velid olup, Hazrec kabilesinin Avfoğullarına mensûbtur. Babası, Sâmit bin Kays bin Esrem bin Fihr, annesi, Kurret-ül-ayn binti Ubâde binti Nadle binti Mâlik bin Aclân’dır. İsmi Ubâde bin Sâmit bin Kays bin Esrem bin Fihr bin Sa’lebe bin Ganem bin Sâlim bin Avf bin Amr bin Avf bin Hazrec’dir. Medine’de (m. 583) senesinde doğup, Filistin’de 34 (m. 654) senesinde vefât etti.

Ubâde bin Sâmit hazretleri, Bi’setin onbirinci senesi hac mevsiminde Mekke’ye gidip, müslüman olmakla şereflendi. Birinci Akabe biâtında, Resûlullah (s.a.v.) ile Mekke Panayırı’nda görüştü. Bu bîatta hazır bulunan oniki kişiden biri olup, tarihe geçen rivâyeti şöyledir: “Ben Birinci Akabe’de hazır bulunanlar içindeydim. Biz oniki kişi idik. Resûlullah (s.a.v.) ile kadınların bîati gibi bîat ettik. Bu bize harb farz kılınmasından önceydi. Şunun üzerine bîat ettik ki; Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zina yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftira etmeyelim, herhangi bir iyilik hususunda ona âsi olmayalım.” Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Eğer ahdinizde (sözünüzde) durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya aittir, dilerse azab eder, dilerse af eder.” Bi’setin onikinci senesi hac mevsiminde Mekke’de yapılan ikinci Akabe bîatinde de bulunan, Hazrec kabilesinin oniki temsilcisinden biridir. Biatte, “Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bîat ediyorum” buyurdu. Annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin müslüman olmasına vesile oldu. Hicret-i Nebevîden sonra Mekke’den göç eden müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hz. Muhammed’in süt teyzesi Ümmü Hıram (r.anha) ile evlendi. Kabri Kıbrıs’ta olup, Türkler’in “Hala Sultan” dedikleri Ümmü Hıram ile Ubâde bin Sâmit’in nikâhını Resûlullah (s.a.v.) kıydı.

Hicret-i Nebevî’den sonra kurulan İslâm Devleti’nde önemli vazifeler aldı. Peygamber efendimizin katıldığı muharebelere katıldı. Eğitim, öğretim, ilmî, adlî, idari, siyâsî ve askerî sahalarda vazife aldı. Hicretin ikinci senesinde Peygamberimizin (s.a.v.) kumandasında İslâm ordusunda bulunarak Eshâb-ı Bedir’den oldu. Yine üçüncü senede Uhud gazvesine, Benî Kureyza’nın Medine’den kovulmasına sebep olan gazveye de katıldı. Beşinci yılda meydana gelen gazvelerden sonra Ubâde bin Sâmit (r.a.) Hudeybiye barışında da bulundu. Hz. Ubâde İbni Sâmit, Huneyn Muharebesine de katılarak, büyük yararlıklar gösterdi. Ubâde bin Sâmit (r.a.) Tebük gazvesine de bedenen ve mâlen katıldı ve Resûl-i Ekrem’in Veda Haccı’nda bulunmak şerefine nâil oldu. Hicrî ondördüncü yıldan itibaren Hz. Ömer’in hilâfeti sırasında Suriye’deki seferlerde bulunduktan sonra, Mısır’a geçerek Mısır’ın fethine de katıldı. Amr İbnü’l-Âs (r.a.) Mısır harekâtında Hz. Ömer’den yardım istedi O, Amr İbni’l-Âs’a her biri bin kişiye bedel dört kişi gönderdi. Bunların içinde Ubâde bin Sâmit (r.a.) de bulunuyordu. Orada çok önemli vazifelerde bulunarak, Mısır’ın fethinin tamamlanmasında büyük rolü geçti. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında Filistin ve Humus eyâletlerinin valiliklerinde bulundu. Üstün idarecilik vasıflarına sahip bulunduğundan ahaliye, devlete çok güzel hizmeti geçti. Hz. Osman’ın hilâfeti zamanında Şam taraflarına gidip, Kudüs, Remle ve Filistin’i ziyâret etti.

Ubâde bin Sâmit (r.a.), Eshâb-ı kirâmın en faziletlilerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur’ân-ı kerîm yazmıştı.

Asr-ı Se’âdette, Eshâb-ı Suffa’ya hocalık yaparak birçoklarına okuma-yazma, Kur’ân-ı kerîm ve dîni ilimler öğretmiştir. Bu hizmetlerinden dolayı, Eshâb-ı Suffa’dan bazıları hediyeler göndermişti. Resûl-i Ekrem bunu duyunca, Hz. Ubâde’ye onu kabul etmemesini buyurdu.

Ubâde (r.a.), hadîs ilminde de çok derin âlim idi. Hadîs ilminin kurucularından sayılan Hz. Ubâde, duyduğu hadîsleri son derece dikkat ve itinâ ile naklederdi. Hadîs nakletmelerine, “Bizzat Resûl-i ekremden dinledim”, “Resûl-i ekremden duyduğuma şehâdet ederim.” sözleriyle başlardı. Bulunduğu ilim meclislerinde hadîs-i şerîf nakl ederdi ve bu meclislerde Hıristiyanlar da bulunurdu. Yüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ubâde bin Sâmit (r.a.) aynı zamanda büyük bir fıkıh âlimi olup, Fukahâ-yı Sahâbe’dendir. Fıkıhda herkes mercî olarak onu tanıyordu. Hz. Ubâde bin Sâmit, herkesin örnek aldığı, sağlam karakterli, doğru sözlü, ahlaken çok iyi niteliklere sahipti. Doğruyu söylemek hususunda hiç kimseden çekinmezdi. Emirlerin yüzüne karşı da doğru sözü söylerdi.

Ubâde bin Sâmit (r.a.) Peygamber efendimizden (s.a.v.) ilim ve irfan öğrenmiş, ondan çok istifade eden Sahâbîlerdendir. Her hususta çok dirayetli birisiydi. Hz. Osman devrinde büyük fitne ve fesadın çıkmasına, İslâm tarihi yönünden büyük olayların meydana gelmesine sebep olan Abdullah İbn-i Sebe yahûdisinin maksadım anlayan önemli bir zâtdır.

Ubâde’nin (r.a.), Resûl-i ekremden bizzat işittiği hadîs-i şerîflerden biri:

Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu: “Yâ Resûlallah, amellerin en iyisi nedir?” Resûl-i ekrem (s.a.v.) cevâbında: “Allah’a îmân ile O’nu tasdik, O’nun yolunda cihaddır.” buyurdu. Bunu dinleyen zât, Yâ Resûlallah, daha ehveni yok mu? dedi. Resûlullah (s.a.v.) “O halde sabır ve iyilikseverlik.” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Daha da kolayını istiyorum” deyince; Resûlullah (s.a.v.) “O halde, Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol.” buyurdu.

Hz. Ubâde İbni Sâmit, 34 (m. 655) yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle’de hastalandı. Vefatından kısa bir süre önce oğlu Velid bin Ubâde, babasının huzuruna gelerek şöyle dedi: “Babacığım bana vasiyette bulun.” Hz. Ubâde bin Sâmit şöyle buyurdu: “Oğlum! İmânın lezzetini tatmak, ilmin özü olan hakikate ulaşmak için, kaderin hayır ve şerrine inanmak lâzımdır.” dedi. Velid bin Ubâde: “Kaderin hayır ve şerrini nasıl anlayabilirim?” diye babasına sordu. Cevabında “Sana gelmeyenin sana isabet etmeyeceğine, sana isabet edenin muhakkak sana geleceğine inanırsın” dedi.

Buyurdu ki: “Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir.”

Talebelerinden Sanabic’in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:

“Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefaat etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefaat ederim.” Bu Resûl-i ekremden nakledilen bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin (s.a.v.) diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum: Resûl-i ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma’bûd bulunmadığına, Muhrımmed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.” buyurdu.

“Bir kul Allah rızası için bir kerre secde edince Cenâb-ı Hak muhakkak o secde sebebiyle o kimseye bir iyilik yazar. Yine secde sebebiyle bir günahını afv eder. Onu bir derece yükseltir. Ey Eshâbım! Çok secde ediniz.”

Resûlullah (s.a.v.) Ubâde bin Sâmit’i (r.a.) zekât tahsiline gönderdiği vakit: “Ey Velid’in babası, Allahtan kork, kıyâmet günü boynunda bağıran deve ile veya böğüren inek veya meleyen koyun ile mahşer yerine gelme” buyurduğu zaman Ubâde (r.a.): Böyle mi olacak yâ Resûlallah deyince: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, evet öyle olacaktır. Ancak Allahü teâlânın merhamet buyurdukları müstesnadır” buyurdular. Bunun üzerine: “Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben de bundan böyle bu gibi işlere girmem” deyince: Resûlullah (s.a.v.) de: “Ben sizin benden sonra şirke döneceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyl ve rağbet etmenizdir” buyurdular.

Birisi Ubâde bin Sâmit’e (r.a.) “Ben harb ederken Allahü teâlânın rızasını murad ettiğim gibi başkalarının beni övmesini de isterim” deyince “Sana bundan kâr yok” buyurdu. Adam üç kerre söyleyince, şu hadîs-i şerîfi okudu: “Allahü teâlâ buyuruyor ki; Ben ortalıktan müstagni olanların en müstagnisiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devr ederim.”

“Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç.”

“Allahü teâlâya mülakatı (kavuşmayı) seveni Allah da sever. Allahü teâlâya mülakatı sevmeyeni Allah da sevmez” buyurunca, Eshâb-ı kirâm “Hepimiz ölümü kerih görürüz” deyince Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “O, o demek değildir. Belki mü’mine Cennetteki yeri gösterildiği vakit ölümü sever. Allahü teâlâ da onu sever.”

“Allahü teâlâ, kullarına beş vakit namazı farz etmiştir. Eksiksiz olarak erkân ve âdabına riâyetle o namazları kılan kimseyi Allahü teâlânın Cennete koyacağına va’di vardır. İstenildiği gibi o namazları kılmayan kimseye Allahü teâlânın va’di yoktur. Dilerse ona azab eder, dilerse de afv eder.”

“Her hangi bir müslüman Allahü teâlâya secde ederse, Allahü teâlâ onun bir günâhını afv eder ve kendisini bir derece yükseltir.”

“Kurbanların en hayırlısı boynuzlu koçtur.”

“Allahü teâlâ buyuruyor: Benim için birbirini ziyâret edenler benim sevgimi kazanmıştır. Benim için sevişenler, benim sevgime mazhar olmuştur. Benim için verenler, benim sevgimi hak etmiştir. Benim için birbirine yardımda bulunanlar, benim sevgimi kazanmıştır.”

“Allahü teâlânın, senin aleyhinde hüküm ettiği hiç bir şeyde, O’nu töhmete kalkışma.”