کارگر

کارگر

İranlı araştırmacılar Devedikeni bitkisinden normal antibiyotik ilaçlara dirençli bakteriyel enfeksiyonların tedavisinde kullanılan bir çeşit nanotek antibiyotik üretmeyi başardı.

 Mehr Haber Ajansı’nın aktardığı habere göre, İranlı kadın araştırmacı Zohre Faezizade MHA’ya yaptığı açıklamada, bazı bitkisel maddelerin ilaçların taşınması için kullanılan nano taneciklerinde yerleşme özelliğine sahip olduklarını ve kendilerinin de bu yolu kullanarak Devedikeni bitkisinden bakteriyel enfeksiyonların tedavisi için yeni ve çok etkili olan yeni nonotek antibiyotik geliştirdiklerini söyledi.

Faezi ve ortaklaşa çalıştığı diğer araştırmacıların bu konuyla ilgili vardıkları yeni buluşlar, Iranian Journal of Pharmaceutical Research dergisinin 2015 sayısında yayımlandı.

Gilan'a giden İran Cumhurbaşkanı, nükleer müzakereler ve İran'a uygulanan yaptırımlar ile ilgili konuştu.

 

MHA'nın haberine göre, Gilan'a giden İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, düzenlenen basın toplantısında nükleer müzakereler konusu ile ilgili sorulara yanıt verdi. Müzakerelerin anlaşma ile sonuçlanmaması durumunda, devletin nasıl planlar belirleyeceği hakkında sorulan soruyu yanıtlayan Ruhani, "Anlaşmaya varılmamsı durumunu şimdiden konuşmak istemiyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, sadece bizim bu anlaşmaya ihtiyacımız yok ve herkesin bu anlaşmaya ihtiyacı vardır. İran, nükleer alanda ülkemizin asılsız ve yanlış bir suçlama ile karşı karşıya olduğunu söylemiştik. Bu anlaşmadan en önemli amacımız, tüm dünyaya İran aleyhine öne sürülen bu iddiaların asılsız ve yalan olduğunu vurgulamaktır. Tüm dünya artık İran halkının tüm halklar gibi barışçıl nükleer teknolojiden yararlanma hakkına sahip olduğunu söylüyor. Kuşkusuz genel anlaşma, İran ve P5+1 ve tüm dünya için daha uygun bir diyalog olanağı sağlayacaktır" dedi.

Devam eden müzakerelerin karmaşık olduğu ve asla basit olmadığını belirten Ruhani, "İran'ın kararı, müzakerelere anlaşmaya varana kadar devam etmektir. Bugüne kadar gerçekleşen çalışmaların büyük önemi vardır ve sorunların büyük bir bölümünde çözüme ulaştık. Lozan bildirisi ile, genel anlaşmanın çerçeveleri belirlenmiştir. Ama genel anlaşmaya kadar zor bir yolumuz var. P5+1 ülkeleri şimdiye kadar gösterdikleri iradeye devam ederler ise, önümüzdeki 2 ay içerisinde anlaşmaya ulaşabiliriz. Anlaşmaya varılmaması durumunda bile yaptırımlar eskisi gibi devam edemez ve karşı taraf da bunu biliyor. Anlaşmamak kimsenin yararına olmayacaktır ve tüm tarafların gösterecekleri irade ile çalışmalarını devam ettirmelerini umut ediyoruz" dedi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İran’a S-300 füze savunma sistemi sevkiyatının önündeki yasal engeli kaldırdı.


Kremlin Basın dairesinden yapılan açıklamaya göre Rusya’nın İran’a S-300 füzesi sevk etmesini engelleyen yasak, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in kararıyla iptal edildi. Açıklamada, “Karar, Rusya topraklarından (hava sahası dahil) İran İslam Cumhuriyeti’ne transit sevkiyat yapılması ve İran’a deniz ve hava yoluyla S-300 füze savunma sistemleri sevk edilmesi önündeki yasağı kaldırıyor” denildi.

Rusya ve İran, 2007 yılında 800 milyon dolar değerinde S-300 füze savunma sistemi anlaşması imzalamıştı. Ancak BM’nin İran’a nükleer programı nedeniyle uyguladığı uluslararası yaptırımlar nedeniyle, 2010 yılında dönemin Rusya Devlet Başkanı Dmitry Medvedev, İran’a S-300 sevkiyatını askıya almıştı. Bunun üzerine İran Savunma Bakanlığı, Rusya askeri ihracat şirketi Rosoboronexport aleyhine Cenevre Tahkim Mahkemesi’nde Nisan 2011’de 4 milyar dolarlık dava açmıştı.

Rusya’nın İran’a yeniden silah sevk edebilmesinin önünü açan gelişme, İran’ın 2 Nisan günü P5+1 ülkeleri ile nükleer programı konusunda çerçeve anlaşma imzalaması oldu. Anlaşma, Tahran’ın uranyum zenginleştirme programını sınırlaması karşılığında İran’a uygulanan yaptırımların kaldırılmasını öngörüyor.

Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov, çerçeve anlaşmasının imzalanmasından sonra vakit kaybetmeden, İran’a uygulanan silah ambargosunun da kalkacağını söylemişti.

sputniknews

Şii Merciliği önderliğinde gerçekleşen cihad hareketi, halkı, “Müslüman diyarını savunmak” adına Osmanlılar ile birlikte olmaya ve “kâfir” taraf olan İngilizlere karşı “kutsal savaşa” yönlendiriyordu.


İngilizlerin Irak’ı işgal etme konusundaki girişimleri, Bahreyn’deki askerî güçlerinin harekete geçmesi ve 1 Kasım 1914 tarihinde Fav’a çıkarma yapması ile başlamıştır. Bunun üzerine Osmanlılar, İngiliz işgaline karşı mücadele etmek için hazırlık yapmaya başladılar. İlk olarak Şeyhülislam Hayri Efendi 7 Kasım 1914 tarihinde düşmanlara karşı tüm Müslümanları cihada çağıran bir fetva verdi. Şeyhülislam aynı fetvayı 11 Kasım’da bir kez daha tekrarlamıştır. Söz konusu fetva otuz din adamı tarafından imzalanarak 23 Kasım 1914 tarihinde bir bildiri olarak yayınlanmıştı. Ancak bu fetva yeterince etkili olmaması hasebiyle Müslümanlar tarafından karşılık bulmamıştır.[1] Fetva ile birlikte Osmanlı Devleti, özellikle Necef ile Kerbelâ’daki müçtehidleri cihad çağrısına katılmaları konusunda ikna etmeye çalışmıştır. Söz konusu savaş da kâfirlere karşı yapılan bir kutsal savaş olarak gösterilmiştir.[2]Kaynakların çoğu Şii mercilerin Şeyhülislam Hayri Efendi’nin İngiliz işgaline karşı cihad çağrısının pek etkili olmadığını belirtmişse de biz bu fetvanın Şii mercileri üzerinde etki yarattığını düşünmekteyiz. Nitekim Hayri Efendi’nin fetvasının üzerinden çok geçmeden Şii mercileri İngiliz işgaline karşı cihad fetvası çıkarmışlardır.[3] Zira XX. yüzyılın başlarında Şiiler ile Sünniler arasında büyük bir yakınlaşma olduğu ve daha önce bahsedildiği üzere Müslümanları kenetlenmeye ve birliğe davet eden birçok İslamî şahsiyetin ortaya çıktığı bilinmektedir.

Kutsal kentlerde siyasal İslam bilincinin yükselmesi, Şii mercilerinin bu konudaki tutumlarının bir göstergesiydi.[4] XX. yüzyılın başlarından 1917 yılında Irak’ın İngilizler tarafından işgal edilmesine kadar, kutsal kentler ülkede siyasî düşüncelerin kaynağı ve yönünü belirten merkezler olmuştur. Siyasal İslam bilincinin yükselmesinden kaynaklanan birçok düşünce ise siyasî akım ve örgütlenme şeklinde ortaya çıkmıştır.[5] Şiilerin yoğun olduğu diğer kutsal şehirlerin önemi ne kadar çok olsa da Necef ile Kerbelâ, İslamî hareketin, ekonomik, sosyal ve siyasî akımların ve düşünsel bulguların temel merkezi olma özelliğini ve önderliğini üstlenen şehirlerdir.[6]

İngilizlerin Irak’a yönelik olarak gerçekleştirdikleri askerî işgalin ilk günlerinden itibaren büyük Şii mercileri, İngiliz işgaline karşı mücadele etmek ve Osmanlı Devleti’ne destek verme konularında cihad fetvaları yayınlamışlardır.[7] Şii mercileri, “Osmanlı Devleti’nin gerçek Müslümanlığı temsil etmediğini düşünseler de bu tehlikenin kâfir İngilizlerin tehlikesinden daha hafif” olduğunu düşünmekteydiler. Nitekim Şii mercileri, şehirlerdeki insanlarla aşiret üyelerini savaşa hazırlamaya başlamış, onları cihada çağırmış ve gönüllüleri organize ederek savaş meydanlarında “mücahidleri” yönetmişlerdir. Şii mercileri ile toplumun bu tutumu, İngilizleri çok şaşırtmıştır. Zira İngilizler, asırlardır Irak’ı yöneten Osmanlı Devleti’nden memnun olmayan Şiilerin savaşta kendi saflarında yer alacaklarını düşünmüşlerdi.[8]

Bu önemli gelişmeler sayesinde Şii Merciliği, siyasî ve fikrî açıdan çok önemli yeni bir döneme girmiş bulunuyordu. Yaklaşık on yıl süren bu dönemin en önemli özelliklerinden biri, silahlı mücadelenin hâkim unsur olmasıydı.[9]

Bu gelişmeler, Şii merciler ile din adamlarının işgale karşı katıldıkları ve yönettikleri ilk silahlı mücadeleydi. Söz konusu mücadele, önemli bir tecrübe olmakla birlikte 1918’de Necef Ayaklanması ile 1920 yılındaki Büyük Ayaklanma’nın yaşandığı iki büyük silahlı çatışmayı da beraberinde getirmiştir.[10] Ancak bu tecrübeyi diğerlerinden farklı kılan, Osmanlı Devleti’nin ilan ettiği cihad çerçevesinde olması nedeniyle mücadelenin entelektüel ve siyasî anlam da taşımasıydı.[11]

İngilizlerin, Fav’ı işgal etmesinden sadece üç gün sonra, Basra’nın din adamlarıyla ileri gelenlerinin, Kerbelâ, Necef ve Kâzımiyye’deki Şii mercilerine İngiliz güçlerine karşı açtıkları savaş konusunda destek isteme amacıyla göndermiş oldukları mesajlar üzerine 29 Kasım 1914’te Cihad Hareketi başlamıştır.[12] İngilizlere karşı savaşta önderlik yapma, mücahidlerin meydanlarda organize olmalarını sağlama ve aşiretleri cihada çağırma noktasında bizzat din adamlarının devreye girmeleri konusunda Şii mercilere mesajlarla telgraflar göndermeyi sürdürmüşlerdir.[13]

Söz konusu mesajlar ile telgraflar Basra’daki birçok din adamıyla önde gelen şahsiyetlerin imzasını taşımaktaydı. Bunlardan bazıları, İbrahim el-Muzaffer, Casim el-Ali, Mehdi el-Musevî el-Kadimî, Hacı Musa el-Atiye, Hacı Cafer el-Atiye ve Ahmet Kerdet’tir. Şii merciler mesajlara hemen yanıt vermişlerdir. Mesajların, Necef ile Kerbelâ’daki Havzalara ulaşmasıyla merciler, “İslamiyet’in varlığını savunmak için kâfirlere karşı cihadın gerekliliği” yönünde fetvalar yayınlamışlardır. Bu fetvalar, Bağdat ile Orta Fırat Bölgesi başta olmak üzere Irak’ın birçok yerinde uyarı sirenleri ile seferberlik ilanı niteliğindedir. Nitekim bu bölgelerdeki insanlar, merci ve din adamları önderliğinde cihad için hazırlıklara başlamışlardır. Bu süre zarfında, davayı üstlenenlerden ve cihada gönüllü olarak gidenleri organize edenlerden, daha sonra cihad hareketinde önemli roller üstlenecek Şii mercilerin önde gelenlerinden ve diğer din adamlarından oluşan yeni akımlar oluşmaya başlamıştır. Artık Kerbelâ, Necef, Bağdat ve Kâzımiyye, Basra taraflarında devam etmekte olan savaş meydanlarına gitmek isteyen mücahidlerin toplanma merkezlerine ve hareket noktalarına dönüşmüştür.[14]

İngilizlere karşı başlatılan mücadelenin liderliğini yapan Irak şehirlerinin başında Necef gelmekteydi. Birçok Necefli merci ve müçtehid cihad hareketinde önemli rol üstlenmiştir. Bunların başında müçtehid ve büyük Iraklı şair Muhammed Said el-Habbubî gelmektedir. El-Habbubî, mücahidlerden oluşan gruplara liderlik yaparak Basra’ya gitmenin yanı sıra cihada çağıran ve Orta Fırat aşiretlerini hazırlayan birçok din adamını da etrafında toplamıştır.[15]

Büyük Şii Mercii Kâzım el-Yezdî,[16] cihad konusunda bir fetva vermiş ve cihad için ayaklanmalarını sağlamak amacıyla oğlu Muhammed’i kendisini temsil etmek üzere, din adamlarıyla ve havza öğrencilerinden oluşan bir heyetle aşiretlere göndermiştir. Söz konusu heyet, savaş alanına giden gönüllülere refakat göreviyle ilk olarak Bağdat’a gitmiştir. Kâzım el-Yezdî, ayrıca, Hz. Ali’nin Türbesi’nde yaptığı konuşma sırasında cihad çağrısını yenileyerek, bedensel engelliler dâhil olmak üzere herkesin İslam diyarlarını savunması gerektiğini belirtmiştir.[17]

Kerbelâ, Şii mercilerinin liderliğindeki cihad çağrısına olumlu cevap veren ilk Irak kentiydi. Necef’te cihad çağrısı yapıldıktan kısa bir süre sonra Kerbelâlılar büyük bir toplantı düzenledi. Toplantıya başta İsmail el-Sadr olmak üzere çok sayıda büyük din adamı katıldı. El-Sadr, toplantıya katılanları Hz. Hüseyin Türbesi’ne doğru yürütüp, halkın birbirine kenetlenmesini istemiştir. Yürüyüşte milli duyguların kabarmasını hedefleyen coşku dolu şiirler okunmuştur.[18]

Kâzımiyye, kutsal Şii kentleri arasında cihad hareketi konusunda en coşkulu şehirdi. Kâzımiyye’de cihad davasını yöneten Mehdi el-Haydarî ve Şeyh Mehdi el-Halisî gibi iki büyük Şii lider çıkmıştı. Söz konusu liderler, aynı zamanda gönüllü mücahidlerin işlerinin yürütülmesi işini de gerçekleştirmişlerdir. Fav’ın İngilizler tarafından işgal edilmesinin ardından Mehdi el-Haydarî, Necef, Kerbelâ ve Samarra’daki diğer Şii merciler ve önde gelen din adamlarıyla görüşüp, düzenlenecek olan bir toplantıda işgal konusunu ele almak istediğini ifade eden mesajlar göndermiştir. El-Haydarî, Kâzımiyye Türbesi minberinden seslenerek halkı cihada çağırma konusunda etkin rol oynamıştır.[19]

Öte yandan, Şeyh Mehdi el-Halisî, Müslümanların, “Kâfirler gidene kadar tüm mallarını cihad uğruna kullanmaları gerektiğini ve buna karşı çıkanlara cebri uygulama yaptırılması” yönünde bir fetva yayınladı.[20] Bunun yanı sıra el-Halisî, “Kâfirlerin cihadında keskin kılıç” adlı bir kitap yayınladı. Söz konusu kitapta, İslam’da cihadı ele almış ve bu doğrultuda gereken temel ve ilkelerin tahakkuku için Müslüman ümmetin üzerine düşeni yapmasını savunmuştur.[21]

Şii mercilerin fetvaları Irak genelinde büyük ölçüde halk kitlelerinden karşılık bulmuş, çok sayıda vatandaş mücahidlere katılmıştır. Bu durum, toplumun hissiyatını yansıtan, cihad hareketinin tek lideri ve olayları büyük ölçüde yönlendiren Şii mercilerinin Irak halkı üzerinde ne kadar etkili olduklarını gösteriyordu.

Cihad hareketi sadece Şii merciliğinin kurumsal yanı olan Havza’nın merkezi sayılan Kerbelâ ve Necef’te başlamamış, aynı zamanda Şiilerin yoğun olduğu tüm Irak şehirlerinde vuku bulmuştu. Samarra da Necef, Kerbelâ ve Kâzımiyye gibi Irak şehirlerini saran cihad ruhundan uzak değildi. Samarra kenti de cihad konusunda etkin rol oynamıştır. O sıralarda Samarra’da bulunan Büyük Merci Muhammed Tâkî el-Şîrâzî, kâfir olan İngilizler ile savaşmanın vacip olduğunu dile getirmiş ve mücahidlere katılmak için yerine oğlu Muhammed Rıza’yı Kâzımiyye’ye göndermiştir.[22]

Harcanan tüm çabalara rağmen, Şii mercilerince başlatılan ve onlarla Havza öğrencilerinin önderliğinde gerçekleşen cihad, İngilizlere karşı hedeflenen zaferi beraberinde getirememişti. Osmanlı kuvvetleri ile mücahid birliklerinin kayıpları oldukça fazla olmuştu. Büyük kayıplar, Osmanlı komutanı Süleyman Askerî’nin intiharına neden olmuş ve daha sonra Osmanlı, ordusuyla birlikte mücahidlerin el-Nasıriyye kentine çekilmek zorunda kalmıştır. Bu gelişmelerin ardından, mücahidlerle din adamları aşamalı olarak bölgelerine geri dönmüşlerdir. Takvim 14 Ağustos 1915 tarihini gösterdiğinde artık Basra’daki askerî operasyonlar sona ermişti ve mücahidlerle din adamları tamamen evlerine çekilmiş bulunuyorlardı.

Osmanlı Devleti İngilizlere karşı devam eden savaşta, Şii merciliğinin önemini ve cihad harekâtındaki etkisini kavramıştır. Dolayısıyla Şii mercilerin dinî, askerî ve siyasî rolüne gereken önemi göstermeye başlamıştır. Şii mercileri başta olmak üzere din adamlarının cihad hareketinde yapabileceklerini ve halk üzerindeki etkisi gören Osmanlılar, İngilizlerle devam eden savaşta daha etkili kullanabilmek için, Şii mercileri ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.[23]

Osmanlı Devleti’nin Şii mercilere göstermiş olduğu ilginin sonucunda da Şiiler ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkilerde hafif bir ilerleme görülse de bu ilerleme fazla devam etmemiş, kısa bir süre sonra durum kötüye gitmeye başlamış ve sonrasında da çatışmaya dönüşmüştü. Bu çatışmanın patlak vermesi ise Mayıs 1915-Mayıs 1916 tarihleri arasında Necef, Kerbelâ ve Hille’de yaşanan olaylarla ilintilidir. Osmanlılarla Şiiler arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden olan olaylara bakıldığında, Osmanlı Devleti komutanlarının, Şuaybe’deki yenilgiden doğrudan Şii mücahidleri sorumlu tutmuş olmaları görülür.[24]

Cihad-ı Ekber’in ilan edilmesinden sonra Istanbul’da toplanan Şiîler

Söz konusu suçlamalar halkın yerel yönetimlere başkaldırmasına neden olmuştur. Askerlik hizmetinden kaçma, bu isyanın temel kısmını oluşturuyordu. Krizin büyümesi ile bazı şehirlerde yaşanan olayların genişleyerek artması, durumu infial noktasına getirmiş ve Osmanlı Devleti ile vatandaşlar arasında çatışma emareleri görülmeye başlamıştır. Bu hâl Necef’te daha da belirginleşmiş ve Osmanlı Devleti’ne karşı halkın artan hoşnutsuzluğu kentte isyanın boyutunu değiştirmiş ve huzursuzluk çatışma noktasına ulaşmıştır. Osmanlı Devleti, Necef’teki isyanı bastırabilmek için şehir dışından yaklaşık bin askerden oluşan takviye bir birlik getirmişti. Buna karşı koyan Necef halkı da Mayıs 1915’te liderlerinin başkanlığında Osmanlı güçlerine karşı üç gün süren çatışmanın ardından kenti kontrol altına almış ve Osmanlı memurlarını kovmuşlardır. Söz konusu durum Mart 1918’de İngilizlere karşı yapılan Necef Ayaklanması’na kadar devam etmiştir.[25]

Coğrafî açıdan Necef ile Kerbelâ kentlerinin birbirine yakın olmasının yanı sıra idari açıdan Necef’in Kerbelâ’ya bağlı olması nedeniyle her iki kentte yaşanan olayların benzeştiğini görmek mümkündür. İki şehrin yönetim merkezinin tek olmasının yanında, içinde buşundukları koşullar da birbirinden farklı değildir. Haziran 1915’te Kerbelâ’da ordudan kaçan bir grup aşiret mensubu ile kent halkı, belediye ve diğer hükümet binalarına saldırıp memurları kovmuş ve kenti ele geçirmiştir. Ancak Kerbelâ’da merci ve din adamları başta olmak üzere şehrin ileri gelenlerinin arabuluculuğu ile Osmanlı memurları geri dönmüş ve şehre yeni bir mutasarrıf tayin edilmiştir. Olaylar Mayıs 1916’da yeniden patlak vermiş, çok sayıda insan ölürken kentin yıkımını da kaçınılmaz kılmıştır.[26]

Kaynaklara bakıldığında, Şii Merciliği’nin, Osmanlı Devleti ile Kerbelâ ve Necef halkı arasında yaşanan olaylarda önemsenecek bir rol üstlenmediğini görebiliriz.[27] Yukarıda geçen arabuluculuk dışında Şii mercileri bu konuda hiçbir girişimde bulunmamışlardı. Görünen o ki, Şii Merciliği halkın ayaklanmasından yana tavır almış gibiydi. Özellikle Şuaybe Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yenilgiden halkı sorumlu tutmasından sonra bu tavır daha da belirginleşmiştir. Ne var ki, tüm yaşananlara rağmen, ilişkiler kopma noktasına da gelmemiştir. Şii Merciliği yaşananlara Müslümanların kendi aralarında meydana gelen bir iç mesele olarak bakıyor ve bu tür tatsız olayların Osmanlı Devleti’yle ipleri koparmaya ya da sırf bu nedenle İngilizlerin tarafını tutmaya yol açmayacağını düşünüyordu.

İngilizlerin Basra’ya girmelerinden Bağdat’a yönelmelerine kadar ilerledikleri güzergâh boyunca yerleşim yerlerinde yaşayan halkın onlara karşı sürdürdüğü cihad hareketi ve tutumuna bakılırsa Irak aşiretlerinin Osmanlı Devleti’ne meyilli olduklarını söylemek mümkündür. Nitekim Şii Merciliği önderliğinde gerçekleşen cihad hareketi, halkı, “Müslüman diyarını savunmak” adına Osmanlılar ile birlikte olmaya ve “kâfir” taraf olan İngilizlere karşı “kutsal savaşa” yönlendiriyordu.[28]

Şii Merciliği ile din adamlarının cihad hareketindeki rollerine bakıldığında, iki şekilde gerçekleştiğini söyleyebiliriz: Birincisi, Basra’dan Bağdat’a kadar uzanan coğrafya içerisinde İngiliz ordusuna yönelik mücahidlerin düzenlediği tüm saldırı ve çatışmalara şahsen katılmaları idi. Söz konusu çatışmalar, vur kaç, takviye ve ikmal yollarını kesme veya Kasım 1915’te Medayin’de meydana gelen çatışmada olduğu gibi Osmanlı ordusu ile birlikte düzenli kuvvetler şeklinde savaşmaktı. İkincisi ise kendi aşiretlerinde mücahidlere liderlik yapan aşiret reislerine merciinin rehberlik ederek onları yönlendirmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Ziya Abbas, Irak’ta Şii Merciliğin Siyasi Rolü, Önsöz Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 116-126

—————————————

[1] Ahmed Bâkır Avlân eş-Şerîfî, Kerbelâ beyne’l-harbeyni’l-âlimiyyeyn 1918-1939, mastır tezi, Mahedu’t-târîhi’l-Arabî ve’t-turâsi’l-ilmî li’d-dirâsâti’l-ulyâ, Bağdat 2004, s. 33.

[2] a.g.e., s. 33.

[3] Saîd es-Sâmerrâî, et-Tâifiyye fi’l-Irâk: el-vâki ve’l-hâl, Muessessetu’l-fecr, Londra 1993, s. 52.

[4] Semîr el-Kerhî, el-Irâk fî zâkireti’l-İmâmi’ş-Şîrâzî, Muesseseti’l-muctebâ li’t-tahkîk ve’n-neşr, Beyrut 2003, s. 15.

[5] el-Mahzûmî, a.g.e., s. 109.

[6] Nakkâş, a.g.e., s. 105.

[7] Musa el-Huseynî, el-Şia ve el-Hukum fî el-Devla el-Irakiya el-Hadita, Şabaket el-Nuha, s. 2. www.alnoha.com/visitor/alshee2ah.htm.x, 23 Temmuz 2005.

[8] es-Sâmerrâî, a.g.e., s. 53.

[9] Abdulhalîm er-Ruhaymî, Târîhu’l-hareketi’l-İslâmiyye fi’l-Irâk 1900-1924, 2.bs., Dâru’l-âlemiyye li’t-tibâa ve’n-neşr, Beyrut 1985, s. 163.

[10] el-Mahzûmî, a.g.e., s. 110.

[11] Nakkâş, a.g.e., s. 114.

[12] a.g.e., s. 64., el-Verdî, a.g.e., 4. Cilt, s. 128.

[13] eş-Şerîfî, a.g.e., s. 34.

[14] eş-Şerîfî, a.g.e., s. 34.

[15] Abdullâh en-Nefîsî, Devru’ş-şîa fî tatavvuri’l-Irâki’s-siyâsiyyi’l-hadîs, Dâru’n-nehâr, Beyrut 1973, s. 86.

[16] Büyük Ayetullah Merci Kâzım el-Yezdî için bakınız: el-Kâzımî, a.g.e., s. 35.

[17] el-Verdî, a.g.e., 4. Cilt, 2. Kısım, s. 129.

[18] eş-Şerîfî, a.g.e, s. 36.

[19] Abdurrezzâk Abd ed-Derrâcî, “Cafer Ebû Timmen ve Davruhu fi’l-hareketi’l-Vataniyye fi’l-Irâk”,Mastır Tezi, Bağdat, 1978, s. 40.

[20] eş-Şerîfî, a.g.e., s. 36.

[21] er-Ruhaymî, a.g.e., s. 167.

[22] ed-Derrâcî, a.g.e., s. 41.

[23] En büyük Şii müçtehidlerinden biri olan Seyyid Muhammed Tâkî el-Şirâzî, 1919 yılında el-Yezdî’nin ölümün ardından Kerbelâ’da en büyük Şii Mercii olmuştur. El-Şirâzî, 1920 yılında İngilizlere karşı Büyük Ayaklanma’nın liderliğini ve gerçek yöneticiliğini yapmıştır. Bakınız: Ahmed el-Kâtib, el-Merciu’d-dîniyyu’ş-şîiyyu ve âfâku’t-tatavvur ve’l-İmâm Muhammed eş-Şîrâzî nemûzecen,2.bs., ed-Dâru’l-Arabiyye li’l-ulûm, Beyrut 2007.

[24] er-Ruhaymî, a.g.e., s. 174.

[25] en-Nefîsî, a.g.e., s. 90.

[26] eş-Şerîfî, a.g.e., s. 39.

[27] Abdurrezzâk el-Hasenî, es-Sevretu’l-Irâkiyyetu’l-kubrâ, 4.bs., Beyrut 1987, s. 55.

[28] Nakkâş, a.g.e., s. 116.

 

intizar

Salı, 14 Nisan 2015 02:11

İran’dan flaş karar!

İran, umrede İran’lı kadınlara taciz iddiasıyla umre uçuşlarını durdurdu.


İran’la Arabistan arasında yaşanan “umrede taciz” olaylarında yeni bir gelişme yaşandı. İran, umrede İran’lı kadınlara taciz iddiasıyla umre uçuşlarını durdurdu.

NE OLMUŞTU?

Mart ayında İran Hac ve Umre Organizasyonu Başkanı Said Evhadi’nin, yaşadıkları vize sorunu nedeniyle umre seferlerini durdurabileceklerini açıklamasının ardından geçen haftalarda Cidde Havalimanı’nda 2 İranlı gence cinsel tacizde bulunulduğu iddiaları sonrasında iki ülke arasındaki gerilim tırmanmıştı.

İran Dışişleri Bakanı Yardımcısı Hüseyin Emir Abdulahiyan, Suudi Arabistanlı yetkililerin “tacizci” iki güvenlik görevlisini gözaltına aldıklarını ve gerekli işlemlerin yapılacağını duyursa da olay, İran kamuoyunda umre seferlerinin iptal edilmesi talebini gündeme getirmişti.

UMRE KONUSUNUN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ İSTENMİŞTİ

İran’ın önde gelen dini mercilerinden Ayetullah Mekarim Şirazi’nin “umreye zillet içeren koşullar altında gitmenin şart olmadığını” açıklaması sonrasında, İran milletvekilleri, umre konusunun gözden geçirilmesi ve sorun çözülene kadar bunun askıya alınmasını istemişti.

İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Sözcüsü Hüseyin Nakavi Hüseyni, yaptığı açıklamada, 70’e yakın milletvekilinin konuyla ilgili teklifi imzaladığını belirterek, şunları kaydetmişti:

“Hacılara yönelik saygısızlık ve edepsizliğin artış göstermesi ve Cidde Havalimanı’nda iki genç İranlıya yönelik saldırının ardından milletvekilleri bu tasarıyı hazırladı. Tasarı, Suudi Arabistan yönetiminin hacılara saygı gösterilmesi ve güvenliklerinin sağlanması konusunda güvence verene kadar umrenin durdurulmasını içeriyor.”

YEMEN KRİZİ

İran, Yemen’e karşı askeri operasyon başlatan Suudi Arabistan ile ciddi bir gerilim süreci yaşıyor. İran’ın geçtiğimiz hafta Aden Körfezi’ne askeri gemi göndermesi üzerine Suudi Arabistan ‘İran’a savaş tehditi’nde bulunmuştu.

İmam Hamaney, Lozan müzakerelerinin ardından genele hitap ettiği ilk konuşmada ülkenin onur ve izzetini koruyan bir antlaşmaya hazır olduğunu duyurdu.


İmam Hamanei’nin önceki gün Ehlibeyt (a.s) meddahları ile buluşmasında yaptığı konuşma, batılı yayın organlarının bir hayli dikkatini çekmişe benziyor.

Bu kaynaklar, İmam Hamaney’in müzakere heyetinin nihai antlaşmanın yapıldığı andan itibaren bütün ambargoların kaldırılması yönündeki açıklamalarına destek verdiğini ve bunun antlaşmanın önünde bir engel teşkil ettiğini yazdılar.

Amerikan Newyork Times Gazetesi, “İran lideri, -Nihai antlaşmayla ambargolar kaldırılmalıdır- diyor” başlıklı haberinde şunları yazıyor: İran lideri İmam Hamaney, Perşembe günü ABD’nin nükleer müzakerelerindeki iki aslına tepki gösterdi ve nükleer antlaşmanın yapıldığı gün bütün ambargoların kaldırılması gerektiğini ve yabancı gözlemcilerin askeri merkez ve üstlere girmelerinin kesinlikle yasak olduğunu söyledi.

Guardian gazetesi de “Ayetullah Hamaney: Nihai antlaşmaya ulaşmanın bir garantisi yok” başlıklı haberinde şöyle diyor: “İran lideri, Lozan müzakerelerinin ardından yaptığı ilk konuşmada ülkenin onur ve izzetini koruyan bir antlaşmaya hazır olduğunu ve antlaşma cüziyatının belirleyici olduğunu duyurdu.”

Wall Street Journal Gazetesi: “İmam Hamaney, Hasan Ruhani ve Dışişleri Bakanı Zarif’in önderliğindeki müzakere heyetini küçük göstermemeye çalışmakla birlikte askeri tesislerin incelenmeye açılmasını kesinlikle kabul etmiyor ve antlaşmayla birlikte tüm ambargoların kaldırılmasını istiyor” ifadelerini kullandı.

BBC ise haberi, “İmam Hamaney: Nihai antlaşmaya ulaşmanın bir garantisi yok” başlıklı haberinde konuşmanın detaylarına değindi.

Pazartesi, 13 Nisan 2015 15:12

ABD’yi yenen İran dünya şampiyonu oldu

İmam Hamanei bu münasebetle bir mesaj yayınlıyarak serbest güreş takımı ve hocalarını tebrik etti.

ABD’nin Los Angeles, eyaletinde yapılan 2015 Serbest Stil Güreş Dünya Kupası’nda İran, ev sahibi ülkeyi 5-3 yendi.

Bu sonuçla birlikte İran Serbest Stil Güreş Takımı, Dünya Kupası’nı 6. kez kazanmış oldu.

İran, Beyaz Rusya’yı 8-0, Türkiye’yi 7-1 ve Azerbaycan’ı da 7-1 yenerek ‘B’ grubunda finale kalmıştı.

Şampiyonada Azerbaycan da Rusya’yı yenerek dünya üçüncüsü oldu. Türkiye ise 8. oldu.

2015 Serbest Stil Güreş Dünya Kupası Resmi Sonuçları:

1. İran

2. ABD

3. Azerbaycan

4. Rusya

5. Beyaz Rusya

6. Moğolistan

7. Küba

8. Türkiye

İran İslam Cumhuriyeti Hacıları Başkanı ve Veliyyi Fakih’in Hac İşlerindeki Temsilcisi, İranlıların Arabistan’a umre ziyaretlerinin devam etmesinin, Suudi yetkililerinin İranlı ziyaretçileri taciz eden suçlu polisleri cezalandırmalarına bağlı olduğunu bildirdi.

İSNA’nın bildirdiğine göre Arabistan’ın Cidde havaalanında görevli güvenlik görevlilerinin İranlı genci taciz etmesini ağır bir dille kınayan İran İslam Cumhuriyeti Hacıları Başkanı ve Veliyyi Fakih’in Hac İşlerindeki Temsilcisi Huccet’ul İslam Seyyid Ali Gazi Asker, bu adi suçun sorumlularının en ağır cezaya çarptırılmaları gerektiğini bildirdi.

Suudi yetkililerin bu konuda gerekli işlemleri yapmamaları durumunda Umre hacı ziyaretlerinin düzenlenmesinin İran halkı ve ülkesinin maslahatına olmadığını bildiren İran İslam Cumhuriyeti Hacıları Başkanı ve Veliyyi Fakih’in Hac İşlerindeki Temsilcisi, söz konusu güvenlik görevlilerinin cezalandırılacakları hakkında Suudi makamların söz verdiklerini, Cidde havaalanında iki İranlı ziyaretçi g encin taciz edilmesinin İran halkının duygularını zedelediğini söyledi.

Öte yandan İran’ın Ciddi konsolosluk görevlisi söz konusu tacizci Suud polislerinin belirlenerek tutuklandıklarını bildirdi.


Kaşkavi“İki Suudi güvenlik görevlisi en ağır şekilde cezalandırılacak”
İran Dışişleri Bakan yardımcısı, Suudi yetkililerin İranlı iki gence taciz girişiminde bulunan güvenlik görevlilerinin en ağır şekilde cezalandırılması için söz verdiğini bildirdi.
Mehr Haber Ajansı’nın haberine göre, İran Dışişleri Bakanı yardımcısı Hasan Kaşkavi, geçen Çarşamba günü İran’ın Riyad Büyükelçisi Hüseyn Sadegi ve Suudi yetkililer arasında bu konuyla ilgili bir görüşme gerçekleştiğini ve bu görüşmede üst düzey Suudi Arabistan yetkililerinin İranlı iki gence taciz girişiminde bulunan iki Suudi güvenlik görevlisinin en ağır şekilde cezalendırılacakları sözünü verdiğini açıkladı.

Kaşkavi yaptığı açıklamada, ayrıca bu görüşme esnasında Suudi yetkililerin bu utanç verici olay nedeniyle çok üzüntü duyduklarını dile getirerek, bu iki güvenlik görevlisinin tutuklanarak, cezaevine koyuldukları haberini verdiklerini de ekledi.

İran Dışişleri Bakan yardımcısı sözlerinin devamında ise, bu olayla ilgili olarak bu iki Suudi güvenlik görevlisine en ağır cezadan başka bir şeye razı olmayacaklarını bildirdi.

Mart ayının sonlarına doğru Umre dini görevini gerçekleştirdikten sonra Suudi Arabistan’dan ayrılmak için Cidde havalimanında beklemekte olan İranlı Umre kafilesinden iki gence havalimanı güvenlik görevlilerince taciz girişiminde bulunulmuştu.

İsrail’de yayın yapan Haaretz gazetesi analistlerinden Zvi Bar’el, Erdoğan’ın İran’a yaptığı ziyaretin ardından Türkiye-İran arasındaki ilişkileri değerlendirdi.


İsrail’de yayın yapan Haaretz gazetesi analistlerinden Zvi Bar’el, Erdoğan’ın İran’a yaptığı ziyaretin ardından Türkiye-İran arasındaki ilişkileri değerlendirdi. Erdoğan ve Ruhani’nin ilişkilerin tesisi için ciddi bir çaba ortaya koyduğunu ifade eden Bar’el, düzenlenen basın toplantısının her türlü konunun detaylı şekilde konuşulduğu profesyonel bir program niteliğinde olduğunu ifade etti.

Bar’el, Erdoğan’ın “Biz Suriye’de ve Irak’ta akan kanı durdurma sorumluluğunu üstlenmek durumundayız” dediğini, ancak kendisinin Husilere karşı Yemen’e müdahale eden ve İran’a karşı düşmanca oluşturulan Arap ittifakına katıldığı hususunu dile getirmekten kaçındığını belirtti. Erdoğan’ın “Ölenlerin Sünni ya da Şii olması bir şey ifade etmiyor, hepimiz Müslümanız” dediğine de ayrıca dikkat çekti.

Bar’el; Erdoğan’ın, İran’ın aksine Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın yönetimden uzaklaştırılmasını talep ettiğini belirtti ve bu anlaşmazlığın İran ve Türkiye arasındaki ilk anlaşmazlık olmadığına, nitekim bundan yaklaşık iki hafta önce Erdoğan’ın İran hakkında “Tek hedefi bölgeyi kontrolüne geçirmektir ve durdurulması gerekmektedir” dediğine dikkat çekti.

Bar’el ayrıca Türkiye’nin Yemen’de Suud’un yanında, Husilerin karşısında yer aldığını ve Suud’un Türkiye’yi İran’a karşı oluşturmaya çalıştığı Sünni Blokta müttefiki olarak gördüğünü belirtti.

Her halükarda İran ve Türkiye arasında çok sayıda ortak çıkarların olduğuna işaret eden Barel, iki ülke arasındaki ticaret hacminin en az 14 milyar dolara tekabül ettiğini ve her iki tarafında bunu üçe katlamaya çalıştığını; yine bağımsız bir Kürt devleti fikrinin tehlikesi hususunda her iki tarafın da aynı düşündüğü yazdı.

İki ülke arasındaki bazı anlaşmazlıklara rağmen Türkiye için İran’la ilişkilerin siyasi ve ekonomik anlamda özel olarak önem arz ettiğini dile getiren Bar’el, Türkiye’nin Suud’la arasındaki ilişkiyi asla bozmadığını ve bu ilişkinin belki de Türkiye’nin 2013’te Sisi’nin yönetimi ele geçirmesiyle bozulan Mısır’la ilişkilerinin yeniden düzeltilmesine vesile olabileceğini ifade etti.

Türkiyeli bazı muhalif yazarların, Türkiye’yle bölgede kritik bir rol oynayan İran’ı hızlı bir şekilde kıyaslama yoluna gittiğini ifade eden Bar’el, söz konusu yazarların İran liderinin Twitter ve Facebook kullandığını, buna karşılık Türk hükümetinin sosyal paylaşım sitelerinin engellenmesine karar verdiğine dikkat çektiğini belirtti. Bar’el bu kıyaslamanın gerçekçi bir kıyaslama olmadığını, İran’ın Türkiye’deki insan haklarını ülkesine taşımak için bile önünde uzun bir yol olduğunu söyledi. 

 

İran'ın, Sistan ve Belucistan bölgesinde devriye gezen İran askerlerine Pakistan tarafından sınırı geçen teröristlerce pusu kuruldu. RPG silahlarıyla yapılan saldırıda 3 komutan ve 5 asker şehit oldu. Eyalet Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Esger Mirşekari, "Bu alçakça saldırıda Pakistan tarafından İran topraklarına giren teröristler, ateş açarak 8 askeri şehit ettiler" dedi.

 
Mirşekari, militanların saldırıdan sonra tekrar Pakistan tarafına kaçtığını aktardı. Pakistan yönetimine saldırganları yakalayarak İran'a teslim etmesi talebinde bulunan Mirşekari, bu ülkeye, sınırlarından teröristlerin geçişlerini engellemesi konusunda uyarıda bulundu.

Saldırıyı, bölgede daha önce de benzer eylemler düzenleyen Ceyşu'l Adl isimli örgütün üstlendiği iddia edildi.

Öte yandan, dün Devrim Muhafızları Ordusu tarafından yapılan yazılı açıklamada, saldırının gerçekleştiği Sistan ve Belucistan eyaletinin Kasr-ı Kand ve Nik Şehr bölgelerinde "yabancı istihbarat servisleriyle bağlantılı bir gruba" düzenlenen operasyonda çok sayıda militanın öldürüldüğü ve çok miktarda silah, mühimmat ve iletişim ekipmanının ele geçirildiği bildirilmişti.

İran'daki Sünni halkın haklarını koruduğu iddiasıyla 2003 yılından bu yana ülkede birçok kez sivil ve askeri hedeflere saldırılar düzenleyen Cundullah adlı terör örgütünün lideri Abdulmelik Rigi'nin, 2010'da yakalanıp idam edilmesi sonrasında örgüt 2012'de ismini Ceyşu'l Adl olarak değiştirmişti.

Örgütün elebaşlarından ve Cundullah örgütünün idam edilen lideri Abdulmelik Rigi'nin kardeşi Settar Rigi'nin geçen ay Pakistan'da yakalandığı bildirilmişti. Örgütün yabancı istihbarat servisleri tarafından desteklendiğini iddia eden İran, Pakistan yönetimini de sınır güvenliğini sağlayamamakla suçluyor.